Bölüm: 3 Kür Şad’ın Konçuyu
O gece oba derin bir sessizliğe gömülmüştü. Çadırın açık kapısına yakın oturan Urungu sabaha kadar anasını bekleyip düşündü:
Eski hâtıraları birer birer canlanıyordu. En eski zamanlara ait olanlar karanlık ve karışıktı. Hattâ bunlardan hangisinin önce, hangisinin sonra olduğunu bile belli değildi. Sonra yüzler ve vak’alar aydınlanıyor, düzgün bir sıraya giriyordu. Şu basık kulübe neydi? Kötü bir Çin kulübesi olacaktı. Orada anasıyla birlikte geçen günler ne sıkıntılı idi. Ama neden sıkıntılı idi? Urungu bunun sebebini bulamıyordu. Yalnız kendisinin bu kulübede iken hiç konuşmadığını bilmeyecek kadar küçük olan bir çocuk,başından geçenleri nasıl hatırlardı? Hayır, hayır! O kadar küçük değildi. Konuşmasını biliyordu. Fakat konuşmak kendisine yasak edildiği için konuşmuyordu. Konuşmayı yasak eden anası idi. Evet, sıkıntı bu yasaktan geliyordu. Peki, kendisini kucağına alıp gezdiren, seven o genç kız kimdi? Galiba anasının gençliğini hatırlayıp karıştırıyordu. Ama öyle olsa, büyük bir bahçede anasıyla birlikte o genç kızla beraber oturduğunu da hatırlayamazdı. Acaba o genç kız ablası mıydı? Herhalde ablası olacaktı. Sonra birtakım bahadırlar ve bunların arasında uğursuz Çin suratları…
Urungu en eski zamana ait hâtıraları kurcalıyarak babasının yüzünü hatırlamağa uğraştı. Babası Çin sarayını bastığı zaman kendisi dört yaşında idi. Hatırlayabilirdi. Fakat anası, tehlikeyi atlatmak için kendisine her şeyi o kadar unutturmağa çalışmıştı ki birçok yerler karanlık kalıyor, birçok kimseler birbirine karışıyordu. Burası Siganfu şehriydi. Fakat bu birçok bahadırın arasında babasının hayalini nasıl seçecekti. Evet, işte, yine büyük bir evde iki Türk’ün konuştuğunu hatırlıyordu. Bellerinde kılıçları da vardı. Acaba bunlardan birisi Kür Şad mıydı? Herhalde Kür Şad’dı. Çünkü orada anası da bulunuyordu. Hatta, hatta kendisini kucağına alıp seven genç kız da vardı. Anası, ablası olunca mutlaka babası da orada olmalıydı. Evet oradaydı. Çünkü iki bahadırdan biri ötekine Kür Şad diye hitap ediyordu. Kür Şad ona ne diyordu? Bir şey diyordu ama Urungu bir türlü çıkaramıyordu. Babasının yüzü yavaş yavaş şekilleniyordu. Ötüken’in keskin nişancısı enli kılıcı ve belindeki sadağıyla… Evet, karşısındaki bahadıra “Böğü Alp” diye hitap ediyordu. Urungu bu adı da çok işitmiş, ihtilâlde onun da öldüğünü daha pek gençken öğrenmişti. Sonra birdenbire gözünün önüne başka şeyler gelmeğe başladı. Artık iyice büyümüştü. Altı, yedi yaşında vardı. Bataklık gibi bir yerden anasının sırtında uzun uzun bir yol geçtiğini hatırlıyordu. Sonra büyük bir hastalık geçirmiş başı yanarak günlerce bir çadırda kalmıştı. O zaman anası atlı, pusatlı bir kadındı. Kendisini bu çadıra bırakarak uzun zaman gidiyor; kımızlar, yoğurtlar, sütlerle dönüyordu.
Bir de dövüş hatırlıyordu. Kendisi otların üzerinde yatıyordu. Birisi kılıçla kendisine saldırıyordu. Hayır, kendisine değil, orada başka birisine, hem de bir kadına, hem de anasına saldırıyordu. Bu bir Çinliydi. Hatta Çin çerisiydi. Anasının elinde de kılıç vardı. Vuruşuyorlardı. Dövüşün sonunu hatırlamıyordu. Yalnız kan içinde kalmış olan anasının kendisini kucağına almış olduğu halde kaçtıklarını görür gibi oluyordu. Bu kaçış Urungu’ya hem yayan, hem de atlı olarak yapıldı gibi geliyordu. Bir de çalılıklar arasında gizlenmeleri vardı. Fakat bütün bunlar birbirine karışmış hatıralardı. Daha sonra kendisini bir Türk çadırında görüyordu. Birdenbire….
Urungu başını kaldırarak göğe baktı. Ay yükselmiş, serinlik çıkmıştı. O zaman gözlerinin yaşlı olduğunu anlıyarak başını içeriye, anasının yattığı yere çevirdi. Ay ışığı gözlerini kamaştırmış olduğu için ilk önce hiçbir şey göremedi. Sonra heyecanlanarak fırladı. Anasının baş ucunda babasıyla ablasının hayallerini görür gibi olmuştu. Tıpkı, demin hatıraları yoklarken gözlerinin önüne gelen hayallere benziyorlardı. Bu hayalleri kaybetmemek için onlara doğru bir adım attı. Fakat hayaller kendisine hazin bakışlarla bakarak yavaş yavaş solup yok oldular.
Bundan sonraki hatıralarında artık karışıklık yoktu. Anasının kendisine verdiği ilk okçuluk dersini dünkü gibi hatırlıyordu. Urungu ok atmasını öğrendikten sonra anasına yardım olsun diye ava çıkar, fakat çok defa bir şey vuramadan dönerdi. Yiyeceklerinin pek kıt olduğu günlerde nedense anası iştahsız olur, ”bugün hiç isteğim yok” diyerek kendi ülüşünü de oğluna verirdi. On iki yaşındayken iki canavarı öldürdüğü zaman anası pek sevinmiş, yoksul çadırlarının bir kıyısından çıkardığı bıçağı oğlunun beline takarken: “Sen büyüdükçe bu bıçağın değeri artar” demişti.
Boş zamanlarında ikisi karşı karşıya otururlar, anası ona eski savaşları, kağanları, beğleri anlatırdı. Urungu’nun en çok sevdiği savaş Kür Şad İhtilâliydi. Nedense anası da bunu pek güzel anlatırdı. O kadar güzel anlatırdı ki Urungu kendisini de o 41 kişi arasında bulunmadığına yazıklanırdı.
Kür Şad ihtilâlinden yedi yıl sonra korkunç yüzlü Sırba Kağan, Çinliler hesabına Kora akınında ölürken Bozkurt soyundan Çıbı Tegin ayaklanmış, Altay’da epey Türk’ün başına geçerek Gök Türk kağanlığını diriltmeğe çalışmıştı. O zaman 11 yaşında bulunan Urungu’yu anası çağırmış, bu büyük işte kendisinin de bulunması gerektiğini söyliyerek onu Çıbı’nın ordusuna göndermişti. Daha gün görmemiş bir çocuk olan Urungu atına atlamış kılıcını, sadağını, yayını takınmış; torbasına da biraz kızarmış etle haşlanmış darı koyarak yola koyulmuştu. Yolda eşkıyalarla karşılaşmış, yırtıcı hayvanlarla boğuşmuş, Çin karakollarıyla çarpışmış, sonunda hepsini atlatarak Türk kağanının, Çıbı Kağan’ın ordusuna varmıştı.
Bu orduda üç yıl çarpışmış, savaşın ne olduğunu öğrenmişti. Bu çeride nice kocamış, altmışını aşmış erlerle çocuklar yanyana yoldaşlık ediyordu. Kendi yüzbaşısı Kutluk on sekiz yaşında bir yiğitti ve Kür Şad ihtilâlinin büyük kahramanlarından Böğü Alp’in oğluydu. Kutluğun on yedi yaşındaki kardeşi Örpen de Urungu’nun onbaşısıydı. Örpen’in mangasında, kendisi gibi on bir, on iki yaşlarında iki kardeş vardı ki, Urungu en çok bunlarla arkadaşlık ediyor, yaşıtlığının verdiği bir yakınlıkla günden güne onlarla samimi oluyordu. Bu kardeşlerden büyüğü Arslan, gülmez yüzlü bir çocuktu. Küçüğü Börü ise güleç yüzlü, yağız bir çeriydi. Bu iki kardeş, Kür Şad ihtilâlinde düşen bahadırlardan Yüzbaşı Yağmur’un oğullarıydı.
Üç yıl durup dinlenmeden; yaz, kış demeden; açlığa, susuzluğa aldırmadan, yorgunluk bilmeden at koşturmuşlar, kılıç çalmışlar, kargı sançmışlar, ok fırlatmışlardı. Urungu, yeryüzünün büyük acılarını ilk defa bu yıllarda görmüş, sevdiklerini bu çarpışmalarda kaybetmişti. Bir savaşta Yüzbaşı Kutluk oklarla delinerek, bir başka yoldaşı Arslan kargılarla sançılarak Uçmağa varmıştı. Sonra?… Sonra işler yine bozulmuş, kendi aralarında geçimsizlikler olmuş, ordu dağılmış ve Çıbı Kağan tutsak olarak Çin’e götürülmüştü. Bu dağılış ve bu tutsak gidiş Urungu’ya pek ağır gelmiş, arkadaşı Arslanın ölümüne bile duymadığı bir yürek acısıyla içi sızlamıştı.
Anasının yoksul çadırına döndüğü zaman on dört yaşında bir çocuk olmasına rağmen sınanmış, gün görmüş bir çeriydi. Anası onu ciddi bir yüzle karşılamış, vazifesini yaptığı için alnından öpmüş, başarısızlıkta suçu olmadığını söylemiş bugün yapılamıyan bu işin yarın mutlaka yapılacağını, yapılması gerektiğini gerektiğini anlatmıştı.
Sonradan aradan yıllar geçmiş, Urungu, Bozkurt soyunun bayrağı kalksın diye beklemiş, umutsuzlandığı zaman kendi başına bozkıra çıkmış, kimi gün arkadaşlarıyla, kimi gün de yapayalnız olarak Çinlilerle vuruşmuş; baş kesmiş, kan dökmüş, yaralanmış, öldürmüş her seferinde soluğu anasnın çadırında almıştı.
Bu uzun ve çetin yaşayıştan sonra Börü ve onbaşı Örpenle kankardeşi olarak birleşmişler, dağınık Türkeli’nde kendi başlarına buyruk bir oba kurmuşlardı. Büyük Çin duvarının kuzeyinde, bu duvara yarım günlük yolda olan bu oba dört çadırdan kurulmuştu. Çadırın birinde Urungu, anası, karısı ve çocuklarıyla barınıyordu. İkinci çadırda Börü Beğ, karısı ve oğluyla yaşıyor, üçüncüsünde Onbaşı Örpen oturuyordu. Örpen’in bir yaş ara ile beş oğlu vardı. Dördüncü çadırda ise yaşlı bir kadınla torunu Kızıl bulunuyordu. Bu kadın, Kür Şad ihtilâlinin kahramanlarından Yumru’nun anası, Kızıl da Yumru’nun hayatta kalan tek oğlu idi.
Urungu, anasından Kür Şad ihtilâlini dinleye dinleye âdeta onu görüp yaşamış bir insan haline gelmişti. Börü, Örpen ve Kızıl bu kahramanların çocukları oldukları için onları çok sever, öteki ihtilâlcilerin oğullarından da birer arkadaşı olmasını ister, kendisinin de bu ihtilâlde ölenlerden birinin oğlu olamadığına yanardı. Onun yandığı bir şey daha vardı: Bu kadar keskin nişancı, bu kadar iyi vuruşçu olduğu, ata binince fırtına gibi koştuğu halde, yüreğine ve bileğine bu kadar güvendiği halde, karabudundan oluşu, babasının kim olduğunu bilmeyişi garipti. Babasının kim olduğunu kim olduğunu anasına bir iki yol sormuş, o da “zamanı gelince söylerim” diye kestirip atmıştı. Anasına bu kadar saygı duymasa onu zorlıyacak, söyletecekti. Fakat bu kahraman anaya öylesine bağlı idi ki, onun sözünün dışına çıkacak gücü kendisinde bulamıyordu. Herhalde bu kahramanlar arasında kendi babası yatağında ölmüş biri olmalıydı ki anası onu söylemekten çekiniyor, Urungu da daha ileri varamıyordu.
Bir gün bu obanın başına büyük bir felaket geldi. Dört yiğit yani Urungu, Örpen, Börü ve Kızıl avdan döndükleri zaman obalarını darmadağınık buldular. Oba saldırıya uğramış, çadırlar yakılmış, koyunlar alınmış, kadınlarla çocuklar öldürülmüştü. Yalnız Urungu’nun anasıyla bir oğlu yaralı ve baygın bir halde yığıntılar arasında sağ kalmışlardı. Urungu anasıyla oğlunu onarmağa uğraşırken her şeylerini kaybedip çılgına dönen öteki üçü at çatlatırcasına doludizgin güneye at sürmüşler, karşılarına Çin duvarı çıkıncaya kadar yarışmışlar, fakat hiçbir Çinliye raslamamışlardı. Karısıyla beş oğlunu birden kaybeden Örpen kulelerden birine bağırarak er dilemiş, cevap alamayınca sövmüş, kuleden bu küfürlere gülününce daha çok sövmüş, sonunda en gür sesiyle şöyle haykırmıştı:
– Binbaşı Bögü Alp oğlu Örpen’im! Sen, oradakilerin başı, kancıkların başbuğu, kimsin? Söyle bakalım adını da ne kişi olduğunu öğrenelim. Duvara tırmanamayacağım için korkma. Korkma da uğursuz adını saklama!
Bu haykırışa kuledekiler yüksek sesle gülmüşler, sonra bir subay bozuk bir Türkçe ile şöyle cevap vermişti:
– Hoş geldin uğrular başbuğu! Duvara tırmanırsın diye korkuyorum ama buyruk verdiğin için adımı söyliyeceğim. Köleniz bugün dört çadırdaki sıçan yavrularıyla analarının hesabını gören Yüzbaşı Ven… Başka bir buyruğunuz var mı?
Sonra da bir kahkaha daha atarak kuleye girmiş, ocakları dağıtılan üç talihsiz yiğit de geriye dönmekten başka bir şey yapamamıştı.
Urungu, biraz kendisine gelen anasının öğüdüyle o gece oğlunu ve arkadaşlarını alarak kuzeye yönelmiş, bu şimdi bulundukları ıssız yere konmuştu. Aradan yıllar geçtiği halde burada idiler. Günlerce açıkta yatıp ölümle pençeleşen ana ve küçük çocuk nihayet ölümden kurtulmuş, felaketin ilk sersemliği geçtikten sonra birkaç koyun sahibi olmuşlar, ananın dokuduğu çadırlara girmişler, hayatlarını yeniden düzene sokmuşlardı. Hatta bir iki yılda Örpen, Börü ve Kızıl uzaklara giderek kendilerine denk kız alıp gelmişler, yalnız Urungu yeniden evlenmeyi aklına getirmemişti.
Obanın başkanı Onbaşı Örpen’di yaşça da diğer erkeklerden büyüktü. Fakat hiçbiri işini Urungu’nun anasına sormadan yapmazdı. Bu kadın daima en doğru sözü söyler, her şeyi düşünür, gerektiği zaman da onları atılganlığa kışkırtmaktan geri kalmazdı.
Örpen’nin, Börü’nün ve Kızıl’ın çocukları doğduğu zaman taze gelinlere bakan, çocukların nasıl büyütüleceğini öğreten hep oydu. Sözün kısası, obanın ruhu bu ana kadındı.
İşte bu akşam obanın ruhu ölmüş, oba öksüz kalmıştı.
***
Ay yükselmişti. Ovada serin bir rüzgâr esiyordu. Yeniden hızla yaklaşan atlar çadırların önünde duruyor, bu atlardan Örpen ve Kızıl ile karıları ve çocukları iniyordu. Elli yaşından beş yaşına kadar bütün obalılar olanca hızlarıyla ana kadına kımız bulmağa koşmuşlardı. Verimsiz ve çorak yerde yaşıyan yoksul oba, ruhunu kaybetmemek için çırpınmış, o sabah onun dudaklarından “biraz kımız olsaydı” diye dökülen sözler kutlu bir buyruk sayılmış, üç erkekle üç kadın ve en küçüğü beş yaşında olan sekiz çocuk atlarına atlıyarak Örpen’in işaret ettiği yönlere doğru at salmışlardı. Dört parçaya ayrılarak giden on dört kişi dört çamçak kımızla dönmüşler, fakat ana ilk gelen kımızı bile içemeden ölmüştü…
Oba ruhunu kaybetmişti. Onun için hepsi boyunları bükük, gönülleri bunlu ağlıyorlardı. Urungu çadırın kapısından göğe bakıyor, on beş yaşındaki oğlu Taçam içerde kıpırdamadan duruyordu.
Sabaha karşı Urungu’dan başka hepsi dalmışlardı. Yalnız o güneş doğuncaya kadar oturup geçmiş günlerle gönlünü hesaplaştırmıştı. Kaybettiği ana öyle bir ana idi ki kendi ölümüyle bile oğlunu bahtıyar ediyor, ona gizlice Kür Şad’ın oğlu olduğunu bildiriyordu.
Tanrının ne anlaşılmaz işiydi! Herkes Urungu’nun anası öldü diye ağlıyordu. Gerçek ise ölen Kür Şad’ın konçuyu idi. Kırk kişiyle Çin kağanlığını yenen ve Çin’in gönlüne saldığı korku ile Türkleri kurtaran Kür Şad’ın konçuyu…
Urungu bütün gece birbirine aykırı iki duygusunun arasında yaşadı. Bir yandan eşi bulunmaz anasına yanarken, bir yandan da Kür Şad’ın oğlu olduğuna seviniyor, bunu kimseye söyliyemeyeceği için sıkılıyor, sonra Bozkurt soyundan bir tegin olduğu halde karabudundan bir er gibi davranmaktaki eşsiz güzelliği düşünerek içi açılıyordu.
Günün ışıkları, kapısı açık çadıra dolarken gözlerini çadırın içine çevirdi. Bir kıyıda anası son uykusunu uyurken beride oğlu yorgunluğunu gideriyordu. Öteki çadırlarda ilk kıpırdanışlar başlamıştı. Urungu anasına bakarken içi sızlıyarak: “Kür Şad’ın konçuyu” diye mırldandı. Sonra gözlerini, uyanmak üzere olan Taçam’a çevirdi. Kür Şad’ın torunu diye düşündü.