Bölüm 3.11 – İhtilâl – 2
Çinliler hep birden kapıya saldırmışlardı. Fakat dışardan kuvvetle çekildiği için bir türlü açılmıyordu. Bögü Alp, Yumru’ya kapıyı tutması buyruğunu verdikten sonra Yamtar ve Üçoğul’la birlikte saray ahırına doğru koşmağa başlamıştı. Fakat Üçoğul birkaç adım sonra kapaklanıp düştü. Aynı zamanda ayağında yaman bir sızı duyarak inledi. O zaman ayağına diklemesine bir ok saplanmış olduğunu gördü. İmkânı yok, koşamıyacaktı. Diz üstü sürünerek tekrar kapıya geldi. Tutunarak ayağa kalktı. Yumru’ya:
– “Kapıyı bana bırakıp sen ahıra koş” dedi.
Yumru iki eliyle kapının tokmağını tutuyor, içerden Çinliler açmak istedikçe çekip bırakmıyor, arkadaşlarına vakit kazandırıyordu. Yumru, çok ağır ve güçlü olduğu için bu işi başarıyla yapıyordu. Yanında Üçoğul’u görünce hoşuna gitmedi. Çünkü o daha geçenlerde yalan söylemiş, bu gece de kavşıtta bulunmamıştı.
– “Bögü Alp bu işi bana ısmarladı” diye cevap verdi.
Üçoğul inliyordu:
– “Ayağıma ok batmış, yürüyemiyorum. Ben nasıl olsa kalacağım. Sen canını kurtar” dedi.
Yumru direniyordu:
– Gidemem! Bögü Alp’ın buyruğu öyle…
Üçoğul kızmıştı:
– Ulan! Bögü Alp sana gün doğuncaya kadar burada kal mı dedi? Çinlileri biraz oyalayıp zaman kazandırmanı söyledi. Sen orayı bana bırak da ahıra git!
Yumru bu işi bir türlü bırakmak istemiyordu. O zaman Üçoğul yayının kirişini kapının tokmağına geçirerek çevirdi. Yumru’yu iterek onun yerine geçti:
– “Yüzbaşı Üçoğul sana buyruk veriyor; Ahıra koşup arkadaşlarının yanına ulaşşşşşş!…” diye bağırdı.
Üçoğul bıçağını çekip ağzına almış, sağlam ayağını kapının öteki kanadına dayamış, kendisini arkaya vermişti. Fakat Yumru kadar güçlü olmadığı için kapı sarsılıyor, aralanıyor, sonra kapanıyor, tekrar açılır gibi oluyordu. Yumru, yüzbaşıdan buyruğu alınca koşarak uzaklaşmıştı. Kapının içeriden de bir tek tokmağı vardı. Fakat Çinliler birbirlerinin belini tutarak uzun bir dizi halinde çektikleri için sonunda Üçoğul’un kollarında güç kalmadı. Yayını bıraktı. Ağzında tuttuğu bıçağı eline aldı. İlk gelenin gövdesine daldırdı.
Yüzbaşı Üçoğul’un artık ayakta duracak kuvveti kalmamıştı. İki eliyle kapının açılmıyan kanadını tutarak bekledi. Üç adım ilerisinde, kendisini öldürmek için saldıran eli kılıçlı, kargılı çerilere şöyle bir baktı. Karşısında onlar olmasa çoktan kendini yere bırakır, yaralarının acısıyla inlemeğe başlardı. Fakat kendisine saldırdıklarını görünce düşmek için vurmalarını bekledi. İlk kılıç boynu ile omuzu arasına inip ince bir kan fışkırttı. Üçoğul bu vuruşu hiç beğenmemişti. Kendisi olsaydı böyle bir vuruşla karşısındakinin başını gövdesinden ayırabilirdi. Vuranı aşağılayıcı bakışlarla süzerek gülümsedi:
– “Acemice vuruş!…” dedi.
İkinci vuruş başına indi. Alnından gözlerine inen kan dünyayı karanlık etti. Sonra göğsüne bir kargı saplandı. O zaman kapıyı bırakarak kargıyı kavradı; dik bir ağaç gibi yere düşerek kaldı.
***
Üçoğul kapıda Çinlileri oyalarken Yumru fırlamış, Bögü Alp’la Yamtar’ın ardından koşmağa başlamıştı. Bögü Alp’la Yamtar sarayın ahırına vardıkları zaman burada seyislerle ihtilâlciler arasında kılıç vuruşu yapılıyordu. Yirmi kadar seyis, sarayın tunç levhalarına tokmakla vurulunca pusata sarılmışlar, ahırın dört kapısını tutmuşlardı. Tehlikenin ne olduğunu, nereden geldiğini bilmedikleri için atlara eyer vurup beklemişlerdi.
Kür Şad, arkasında on beş ihtilâlci olduğu halde saldırınca neye uğradıklarını şaşırdılar. Bir anda kapılardan içeri atıldılar. Fakat gelenlerin azlık olduğunu görünce karşı koymakta gecikmediler.
İhtilâlciler yorulmuşlardı. Hepsi yaralıydı. Seyislerin işini çabuk bitiremiyorlardı. Kılıçlar şakırdıyor, savaşçılar soluyor, bağırıyor, bu gürültüye atların kişnemeleri tepinmeleri de karışıyordu.
Kür Şad, karşısındaki Çinliyi devirdikten sonra ileri atılarak bağlı atlardan birini çözüp üstüne atladı. At üstünde savaş… Deminden çektiklerinin yanında su içmek gibi keyifli kalıyordu. At, usta biniciyi anlamıştı. Onun bir işaretiyle şahlandı. Kür Şad Çinlilere dalmış, bir iki kılıç vuruşuyla bir kişiyi daha yere sermişti. Fakat beri yanda ihtilâlcilerden Yırım, biraz sonra da Abı ölümcül yaralarla yere düşmüşlerdi, Yüzbaşı Yağmur da çenesine derin bir yara açan bir kılıç yemişti. Kılıç şakırtıları arasında Kür Şad’ın buyruğu işitildi:
– Atlara!…
Zaten seyislerden de ayakta olan pek fazla kimse kalmamış Bögü Alp’la Yamtar’ın ahıra dalması, seyislerin hepsini yok edecek savaşı bitirmişti.
İhtilâlciler atları çözerken Kür Şad bağırdı:
– Ahırın gizli kapısından çıkacağız. Dört kişi dört kapıda Çinlileri tutacak. Biz kuzeye doğru at tepip Vey ırmağının köprüsünden geçeceğiz…
Sonra Bögü Alp’a şu buyruğu verdi:
– Bögü Alp! Dört kişiyi kapılara dikip ardımızdan gel! Gizli kapı alçaktır. At üstünde geçilemez….
Kür Şad sözünü bitirirken Yumru soluk soluğa içeri girmiş ve:
– “Geliyorlar! İt sürüsü kadar çok…” diye bağırmıştı.
Kür Şad büyük ahırın gizli kapısına doğru atını çekerek yürürken Bögü Alp’ın sesi gürledi:
– Çengşi!… Tuğrul!… Yamtar!… Yumru!… Kapıları tutun!…
Dört kişi dört kapının önüne birer kaya gibi dikildiler…
Ötekiler Kür Şad’ın ardından atlarıyla birlikte yürürken Bögü Alp onlara son sözlerini söyledi:
– Dört atı çözüp sizin için bırakıyorum. İşiniz bitince bunlara binip bize katılırsınız!
Ahırın gizli bir kapısı olduğunu pek az kişi bilirdi. Ahırın en sonunda, samanların yığılı olduğu yerde duvara bir keçe asılıydı. Keçenin arkası boştu. Buradan elli adım kadar yürüdükten sonra bir arsaya çıkıyordu. Bu elli adımlık yol yer altından geçiyordu. Yüksek bir atın tek başına geçebileceği genişlikte idi. Kür Şad burayı biliyordu. Fakat ihtilâle kadar kimseyi söylememişti. Seyislerden bazılarının bile bilmediği bu gizli yol bugün onları kurtaracaktı. Şimdi arkasında Yağmur, Barmaklak, Karabudak, Çobayıkmış, Toluk Tüge, Yığaç ve Bögü Alp olduğu halde gizli yer altı yoluna dalmıştı. Yola en son giren Bögü Alp keçeyi koparmış atmış, samanları çekip kapının ağzından uzaklaştırmış ve dört atı birbiri ardınca kapının önüne dizerek önlerine biraz saman bırakmıştı. O bu işleri bitirmeden Çinliler kapıya dayandı. Dört koruyucu ilk hamleleri yaptılar. Bu, dört Çinlinin yere serilmesi demekti. Bögü Alp gizli yola girmek üzere iken gözü sadağa ilişti. İçinde üç tane ok vardı. Yayına bir ok yerleştirerek gezledi. Ok, Yamtar’ın omuz başından geçerek bir Çinlinin alnından girdi, onu kütük gibi yere yuvarladı. İkinci okunu Çengşi’nin koruduğu kapıya yolladı. Bu sefer bir Çinli gözünden vurulup yıldırım çarpmış gibi yere kapanmıştı. Üçüncü ok Tuğrul’un yardımına koştu. Bu oklar Çinlileri aldatmış, ihtilâlcileri hep birden içerde olduklarını sandırmıştı.
Bögü Alp işini bitirince telâşsızca atını tuttu; gizli yola daldı.
***
Ahırın dört kapısında dört ihtilâlci bir ölüm-dirim vuruşması yapıyorlardı. Kaçmak için atları hazır olmakla beraber buradan kurtulmalarına imkân yoktu. Ahırın içi o kadar genişti ki dördünün yan yana gelerek bir cephe tutmaları, sonra adım adım geriliyerek gizli kapıya doğru çekilmeleri kabil değildi. Kapılardan içeri girince kuşatılacakları muhakkaktı. Bunu hepsi biliyordu. Onun için arkadaşlarına zaman kazandırmak, canlarını pahalıya satmak, yağı öldürerek öç almak ve biraz da dövüşün tadını çıkararak dünyaya gelmenin gereğini yapmak için sevinçle, istekle, kıyasıya vuruşup duruyorlardı.
Yüzbaşı Yamtar herkesinkinden daha uzun ve iri olan kılıcını öyle bir savuruyordu ki, değdiği yerden hayır kalmıyordu. Savaş başlıyalı pek az olduğu halde dört tanesi devrilmiş, ötekilerine de korku salmıştı. Sarayın içindeki savaş, büyük taşla demir kapının dövülmesi, sonra koşuşmalar kendisini öyle acıktırmıştı ki, böyle bir ölüm-dirim anında bile açlığını duyuyor, iki çamçak kımız olsa şimdi ne güzel içilirdi diye düşünüyordu.
Yirmi yaşında, sert bakışlı bir savaşçı olan Çengşi çok düzgün, çok kıvrak, pürüzsüz vuruşuyordu. Saldırışlarında, korunuşlarında Yamtar’ın andası olan Onbaşı Pars’ı hatırlatan bir hesaplılık vardı. Çok soğukkanlı idi. Kapının önünde üç Çinliyi devirmiş, kendisinin de alnı, yanağı ve çenesi çizilmişti.
Tuğrul hoyrat vuruşuyordu. Yeryüzünde kimsesi kalmamış yoksul bir kişi idi. O sabah, bu kanlı düğüne hazırlanırken dirliğinin hatıralarını göz önünden bir daha geçirmiş, kendi kendisiyle hesaplaşmıştı. O gece 46 yaşını dolduruyordu. Anası, böyle bir gecede, yağmur yağıp fırtına uğuldarken doğduğunu kendisine söylemişti. Demek, tıpkı doğduğu geceye benzer bir gecede ölecekti. Tanrı böyle istemişti. Bütün ömründe doğru kişi olarak yaşadıktan sonra bir gece önce bir Çinlinin bahçesinden türlü aş ve yemiş uğrulamış, onları yiyerek karnını doyurmuştu. Çin kağanının özel çerisinde değildi. Onun için yoksulluk ve açlıkla çok pençeleşmişti. Böyle bir savaşa aç olarak, gücü kesilmiş bir halde girmek doğru olmazdı. Onun için bu uğruluğu yapmış, dirliğinin son yaprağına bunu eklediği için de epey üzülmüştü. Dünyanın soğuğunu, sıcağını çok görmüş, yüreği katılaşmıştı. Göğsünde ve omzunda iki kılıç yarası vardı. Öyle olduğu halde yüksünmeden sert vuruşlar yaparak savaşıyordu. Kapının önünde üç Çinliyi yere sermişti.
Yumru ise çok yorgundu. Sarayın içindeki dövüşten sonra kapıdaki çekişme, onun ardından hızlı bir koşu ile ahıra geliş, gelir gelmez de ahırın bir kapısının tutulmasını üzerine alış Yumru’yu bitkin hale getirmişti. İlk hamlede bir Çinliyi yere sermiş, şimdi ise yalnız kendisini korumağa başlamıştı. Şöyle birden yirmiye sayacak kadar bir zaman bulsa da dinlense çok iyi olacaktı. Ama kancık yağı ona bu fırsatı hiç verir miydi?
Yumru daha çok dayanamıyacağını anlıyordu. Bütün düşüncesi ırmağa doğru at süren arkadaşlarına yetecek zamanı kazandırmakta idi. Birdenbire dalağına bir kılıcın saplandığını duydu. Yaman bir can acısı içinde kılıç vuranı görmüştü. Kılıcını iki eliyle kavrıyarak havaya kaldırdı. Çinlilere “vurun” der gibi göğsünü gererek bir adım attı. Sonra olanca gücü, olağanca hızı ile indirerek “ Al! ” diye bağırdı. Kılıç tulgayı parçalamış, kafayı ikiye biçerek yağıyı yere sermişti. Fakat aynı zamanda bir kargı Yumru’nun yüreğini delmiş. Yumru bütün ağırlığı ile cansız olarak düşmüştü.
Yamtar, Çengşi ve Tuğrul ancak iyi çerilerde olan altıncı duyularıyla gerilerinin tehlikede olduğunu, Yumru’nun düştüğünü göremeden sezmişlerdi. Kılıç vuruşmaları arasında başlarını yana, geriye çevirecek birer an buldular. Yumru’nun düştüğünü, onun koruduğu kapıdan Çinlilerin girmekte olduğunu gördüler. O anda buyruk almış yahut sözleşmiş gibi geriye fırlıyarak, kendilerine en yakın yemliğe sırtlarını verip yan yana durdular. Yamtar, yerde kalmış olan Yumru’ya bakarak:
– “Tuh be! Bir kargıya dayanamadı” dedi.
Sonra sırtını dayadığı yemliğin sağlamlığını denemek için eliyle yoklayıp içine bakınca gözleri parladı. Çünkü orada koca bir parça kızarmış et duruyordu. Herhalde seyislerden birinin olan bu eti Yamtar hemen yakalayıp ısırdı ve “Yiyecek buldukça yaşamak iyi şeydir” diye mırıldandı.
Çinliler içerde yalnız üç Türk görünce şaşırmışlardı. Gizli kapıyı onlarda bilmiyorlardı. Bir an bakıştılar. Sonra üç ihtilâlcinin üzerine atıldılar. Artık geniş bir yerde oldukları için hep birden üç kişiye saldırabiliyorlar, yanlarına geliyorlar, birine karşı dört beş kılıç sallıyabiliyorlardı. Yamtar hem kılıç vuruşturuyor, hem de iri et parçasını dişleriyle kopara kopara yiyordu.
Üç kişinin bu kalabalığa karşı çarpışması uzun sürmedi. Önce Tuğrul düştü, sonra Çegşi devrildi. Yamtar hâlâ dayanıyor, büyük bir iştah ile de etini yiyordu. Elinde iri bir lokma daha kalmıştı. Birden sol eline bir kılıç indi. Kan içinde kalan elinden et parçası düşerken sağ bileğine gelen ikinci bir vuruş koca Yüzbaşıyı kılıçsız bıraktı. O zaman Yamtar’ın sağ eli yemliğe yapıştı. Bir tutuşta kocaman bir tahta parçasını kopardı. Bunu kaldırıp karşısındakilere indirirken keskin bir savaş uranı haykırarak Çinlilerin üzerine atıldı. Kendisine karşı tutulan kılıçlar ona oyuncak çomak gibi gelmişti. Kucak kucağa gelip beş altı kişi birden yere yuvarlandılar. Yamtar birinin boğazını yakalamış sıkarken arkadan kendisine indirilen kılıçlarla paramparça oluyordu. Boğazı sıkılan Çinli ölmüştü. Fakat bu Ötüken devi kolay kolay ölmüyordu. Kıpkızıl kanlar içinde ayağa kalkınca Çinliler şöyle bir gerilediler. Ondan korkmuşlardı. Yamtar, çevresi açılınca yeniden yemliğe kadar sendeliyerek gidip dayandı. Börkü düşmüş, uzun saçları, bıyıkları ve sakalı kandan kıpkızıl olmuştu. Giyimlerinin yirmi yerinden yirmi kızıl leke her an büyüyerek çoğalıyor, koca Yamtar’ın gövdesinden hayatı çekip alıyordu.
Yirmi kızıl leke, hayatın ona kazandırdığı yirmi şeref nişanı idi. Şimdi ne elinde bir kılıç ne üstünde bir pusat vardı. Güçlükle dayanarak tutunduğu yemliğe iyice yapışarak Çinlilere bakıyordu. Onlar da hem hayret, hem de korku ile beş altı adım uzaktan Yamtar’a bakıyorlar, nasıl olsa öleceğini anladıkları için bu korkunç deve yaklaşmağa kıyışamıyorlardı. Yamtar yerde, elinden düşen et parçasını aradı:
– Yazık! Eti bitiremeden öleceğim” dedi.
Sonra yemliğe daha çok yaslanarak:
– “Göktaş da öldü. Ocağımızdan kimse kalmadı” diye inledi.
Bu sırada dışardan gelen nal sesleri şakırtılar işitilmiş içeriye yeniden Çin çerileri dolmuştu. Kılıklarından daha savaşa hiç girmemiş oldukları anlaşılan bu çerilerin başında saray başbuğlarından biri vardı. Gizli kapıyı bilen bu adam, yanındakilere orasını göstererek Çince bir şeyler söyledikten sonra Yamtar’a baktı. Tanımıştı. Büyük bir öfke ile yayına ok sürerek Yamtar’a fırlattı. Ok, koca yüzbaşıyı karnı ile göğsünün birleştiği yerden deldi. Yamtar bir sarsıldı. Sonra yavaş yavaş dizleri üstüne çöktü. Sağ eli hâlâ yemliğin tahtasını tutuyordu. Saray başbuğu, Çin kağanına ihanet etmiş olan bu haini kendi eliyle öldürmek şerefini kazanmış olmak için yayına bir ok daha yerleştirdi. Bu sefer ki Yamtar’ın sağ ciğerini bulmuştu. Gözleri kapanıyor, yemliği tutan eli gevşiyordu. Gözleri yerde, demin elinden düşen et parçasına ilişti. Şunu yiyemediği için yağılar sevinecekti. Onları sevindirmek istemedi. Son bir kımıldanışla başını kaldırdı. Saray başbuğuna, hâlâ unutmamış olduğu Çince “Karnım tok” kelimelerini söyledi. Sonra asırlık bir ağaç gibi devrilerek serilip kaldı.
***
Kür Şad yanında sağ kalan on iki arkadaşı olduğu halde kuzeye doğru son hızla at sürüyordu. Saray ahırının en iyi atlarını almışlardı. Yağmur hâlâ yağıyor değil, boşanıyor, ortalığı sele boğuyordu. İhtilâl başarılamamıştı. Şimdi dağlarda, bayırlarda olan düzensiz Türkleri ayaklandırarak Ötüken’e gitmekten, devleti onlarla kurmağa çalışmaktan başka çare yoktu. Artık kimin kağan olacağı işi sonra düşünülecekti.
Çinliler durumu biraz geç kavramışlar, sonra dokuz on koldan çeri çıkararak Kür Şad’ın ardına salmışlardı. O yakınlarda geçilecek bir tek köprü olduğu için bütün kuvvetler oraya doğru at yarıştırıyorlardı. Gecenin karanlığı, yağmurun boşanması, rüzgârın sertliği, şimşeklerin gürültüsü arasında şimdi on üç atlı köprüye doğru at koşturuyorlardı.
Tarihin en heyecanlı yarışı yapılıyordu…
Bögü Alp, on üç kişinin en geride olanıydı. Iramağa doğru at sürerken yine aklına Kıraç Ata’nın sözleri gelmişti:
– Bir ulu şehirde toplanmış kırk er görüyorum… Aralarında sen de varsın… Yağmur yağıyor… Irmağın kıyısında dövüşüyorsunuz…
Gerçekten de ulu şehirde toplananlar arasında kendisi de vardı. İşte yağmur da yağıyordu. Demek ki ırmağın kıyısında bir dövüş daha olacaktı. Bögü Alp bunları düşünürken Vey ırmağını kıyısına varmışlardı. Albız alsın!… Sağanaktan ırmak yükselmiş, geçecekleri köprüyü alıp götürmüştü. Karanlıkta Kür Şad’ın buyruğu işitildi:
– Sağa sola açılıp bakın. Geçit var mı?…
Irmak o kadar coşkun, öyle sert akıyordu ki geçit bulmak kabil değildi. Burada çok durmağa da gelmezdi. Çinliler nerdeyse yetişeceklerdi. Kür Şad atını sürerek suya biraz daha yaklaştı. Suyun gürültüsünden at ürkmüştü. Geri geri gidiyordu. Sağa sola açılanlar bağırdılar:
– Geçit yok!
Bu sırada Gümüş atından atlayıp yere kulağını dayadı. Biraz dinledikten sonra kalkarak:
– “Kür Şad! Çok zamanımız yok. Yaklaşıyorlar” dedi. O zaman, yüzünde hafif bir kılıç yarası olan Kara Ozan söze karıştı:
– Ben size biraz daha zaman kazandırabilirim belki karşıya geçersiniz.
Bunu söyler söylemez atını geriye sürerek karanlıkta kayboldu. Kara Ozan’ın yanında hiçbir pusat kalmamıştı. Çinlileri nasıl durduracağını bilmiyorlardı.
Fakat mademki kendilerine biraz zaman kazandıracaktı, öyleyse karşıya geçmek için uğraşmaktan başka yapılacak iş yoktu.
On iki kişi, atlarından inmiş oldukları halde yavaş yavaş ırmağın kıyısında yürüyorlardı. Elinden tuttukları Çıgay Börü kılıcı ile kıyıyı kolaçan ederek geçilebilecek bir yer arıyordu. Geçit aramakla hiç ilgilenmiyen yalnız Bögü Alp’tı. O burada bir savaş olacağına budunun kurtulacağına inanmıştı. İnandığı içindir ki şimdi dinlenerek Çinlileri bütün gücüyle karşılamak istiyordu.
***
Kara Ozan Çinlilere doğru at sürdükten sonra durdu. Gelirken gördüğü bir tümseğe çıkıp bekledi. Çinliler nerden gelirlerse gelsinler, mutlaka bu yoldan geçeceklerdi. İşte uzaktan gelen nal sesleri yaklaşmağa başlamıştı. Kara Ozan gözlerini ileriye dikti; karanlığı yardı: Geliyorlardı. O zaman atından indi. Yerden sivri bir taş aldı. At geminden tutup birkaç adım koşturduktan sonra sivri taşla vurup salıverdi. At hızla koşarken kendisi de tümseğin tepesine çıkıp bağdaş kurdu. Can yoldaşı kopuzunu sırtından çıkararak elini tellerin üzerinde gezdirdi. Tıngırdatmağa başladı.
Oraya doğru gelmekte olan ilk Çin kolunun subayı binicisiz bir atın koştuğunu görünce durmuştu. Atı tutturup saraydan alınmış olduğunu anlayınca İhtilâlcilerin bu yörelerde olduğunu kavradı. Köprüye doğru gidecekti. Fakat tam bu sırada kulağına bir ses çarptı. Bu bir çalgı sesi idi. Çin subayı biraz kulak verince bunun bir Türk çalgısı olduğunu anlamakta gecikmedi.
Kara Ozan bütün dikkati kendi üzerine çekmek için kopuz çalıyor, sonra yavaş yavaş kendisini ezgiye kaptırarak söylemeğe başlıyordu:
Kırış günü gelince
Gönül şöyle hoş olur.
Sözler kılıçla okundur,
Gayrı sözler boş olur.
Gönül nedir? Bir gonca…
Hayat dikendir onca.
Yaşamağa doyunca
Can, görünmez kuş olur.
Bozkurt bizim ünümüz;
Şan doludur dünümüz.
Erince son günümüz
Bütün dirlik düş olur.
Kırk kişiydi çerimiz,
Düşüp kaldı yarımız.
Baş koyacak yerimiz
Yağız yerde taş olur.
Kara Ozan, söz uzun…
Feryadı çok kopuzun.
Bir bir andıkça gözün
Kanlı kanlı yaş olur…
Kara Ozan, daldığı iç dünyasından bir şakırtıyı ve bir bağrışla ayıldı. Karşısında bir yığın Çin atlısı duruyor, başkanları olduğu anlaşılan birisi kendisine Çince bir şeyler söylüyordu. Çinliler onun kendinden geçmiş bir halde kopuz çalıp sesle de söylemesine şaşmışlar, yağmur altında bu işi yapanı bir çılgın sanmışlardı. Üzerinde pusat olmadığı için ona saldırmamışlar, fakat yüzündeki kılıç yarasından kuşkulanmışlardı. Çin subayı ona kim olduğunu, burada ne aradığını soruyor, fakat Kara Ozan, bu kadar Çinceyi anladığı halde cevap vermiyordu.
Çinli, cevap alamayınca yere atladı. Bu garip adamın yanına sokularak tanımak istedi. Bu kılık, bu yaralar onun savaştan çıkmış olduğunu açıkça gösteriyordu. Fakat neden burada çalgı çalıyordu? Arkadaşlarından niçin ayrılmıştı? Çinli subay belki bunu anlamağa çalışacaktı. Fakat o sırada dört nala gelen ikinci bir Çinli kolu onu bu düşüncesinden caydırdı. Kara Ozan’a yaklaşarak kopuzunu almak istedi. Yağan yağmur altında uzun zaman kaldığı için telleri gevşemiş, iyi ses vermez olmuştu. Fakat o, Kara Ozan’ın elinde ata ocağından kalan biricik mirastı. Canlı, cansız her şeyini yitirmiş, yalnız can yoldaşı kopuzla kalmıştı. Çinlinin elini iterek Türkçe:
– “Kopuzuma karşılık Çin kağanının sarayını bağışlasan yine vermem” dedi.
Çinli bu garip adamın aksilendiğini görünce çok düşünmedi. Onun ihtilâlcilerden olduğunu anlamıştı. Kılıcına el attı. Fakat çekemedi. Çünkü Kara Ozan, ödevini başarıyla yapmış, yer yüzünde isteği kalmamış kimselerin rahatlığı içinde kaldırdığı kopuzunu hızla onun başına indirerek yere sermişti. Bir anda bağrışmalar, at salmalar oldu. Kara Ozan başına bir kılıç yiyerek yuvarlandı. Sonra atların ayakları altında çiğnenerek gözlerini ebediyen kapadı. Bu ölüm, onun şimdiye kadar söylediği en güzel deyişlerden daha güzeldi.
***
Vey ırmağının kıyısında geçit arıyanlar hâlâ bir yer bulamamışlardı. Irmağın en dar yerinde durmuşlardı. Burada iki kıyının arası elli adım kadardı. Fakat su çok akıntılı idi. Kür Şad’ın buyruğu ile atların bütün dizgin ve üzengi kayışları kesilerek birbirine sıkı sıkıya bağlandı. Giyimlerden de bazı parçalar kesilerek kayışlara eklendi. Kür Şad, kayışın bir ucunu öbür kıyıya ileterek arkadaşlarını atlarıyla karşıya geçirmek istiyordu. Fakat bunun için birisinin karşıya geçerek kayışı öteye götürmesi gerekiyordu. Kür Şad arkadaşlarına döndü:
– Kendine güvenen yüzücü kim var?
Barmaklak’la Çobayıkmış çıktılar. Barmaklak, beğdi. Önce onun geçmesi lâzımdı. Kür Şad yapılacak işi ona anlattı. Kıyıdan yirmi otuz adım geriledikten sonra koşturarak suya daldı. İlk önce fıkırdayan suda atı ile birlikte kayboldu. Sonra atın ve Barmaklağın başları göründü. Barmaklak atın yelesine yapışmış, onu yüzdürmeğe çalışıyordu. Fakat gayretleri boşuna idi. Suyun akıntısına kapılarak atıyla birlikte sürükleniyordu.
Kayışın bir ucunu kıyıda üç kişi tutuyordu. Birden Barmaklağın atından ayrıldığını, atın korkunç kişnemelerle suyun içinde kaybolduğu görüldü. Barmaklak kudurmuş su ile yaptığı güreşte yenilmişti. Şimdi kıyıdakiler onu hızla çekiyordu. Albız alsın!… Bu gece bütün uğursuzluklar üzerlerinde idi. Kıyıya sekiz on adım kala birdenbire kayışın koptuğu ve Barmaklağın sürüklenmeğe başladığı görüldü. O zaman Çobayıkmış kendisini suya fırlattı. Birkaç kulaç attıktan sonra yanına vardı. Onu tuttu. İlk önce suyun akıntısına karşı gelerek biraz kıyıya yanaştılar. Sonra iki kuvvet denkleşti. Boşuna kulaçlarla oldukları yerde durdular. Daha sonra su ikisini de götürmeğe başladı. İki yiğit suların içinde, onun hızına uyarak sürüklendiler. En sonra ikisi de suların arasında bir daha görünmemek üzere kayboldular. Fakat birbirlerinden asla ayrılmadan, yan yana, omuz omuza, el ele oldukları halde…
Artık yağıyı beklemekten başka yapılacak iş kalmıyordu. Zaten nal sesleri yaklaşıyordu. Kür Şad’ın sert sesi “Atlan!” buyruğunu verdi. Dizginsiz atlara sıçradılar. Bir Gök Türk için atın dizginli olup olmamasının değeri yoktu. Yazık ki sadaklarında ok kalmamıştı. Yoksa daha nicelerini canlarından ayırır, belki de sular biraz durgunlaşıncaya kadar savaşabilirlerdi. Yağmur çok yavaşlamıştı. Şimdi karşıdan gelen kalabalık yaklaşıyordu. Kür Şad kılıcını çekerek son buyruğunu verdi:
– Sonuna kadar!…
Bu son buyrukta bir veda âhengi vardı. On kişi kalmışlardı. Hepsi gönüllerinden gelen bir sesle içlerinden “Sonuna kadar” diye tekrarladılar.
Kür Şad hiç söz etmeden gelenlere doğru at saldı. Dokuz arkadaşı da öyle yaptılar. Karanlıkta, at üzerinde sert bir vuruşma başladı. Bu artık son çarpışma idi.
Bögü Alp ileriye atılırken bir an için yine Kıraç Ata’nın sözlerini hatırladı:
– Yağmur yağıyor… Irmağın kıyısında dövüşüyorsunuz… Budun kurtuluyor… Adınız unutulmayacak… 1300 yıllık ölümden sonra dirileceksiniz… Acunun batımına dek adınız gönüllerde kalacak…
Kıraç Ata’nın bütün dedikleri doğru çıktığı için Bögü Alp budunun kurtulacağına, bin üç yıllık ölümden sonra dirileceklerine, acunun batımına kadar adlarının gönüllerde kalacağına inanıyordu. Bu inançla dövüştüğü için hepsinden daha yaman vuruşuyordu.
Kür Şad’ın böyle bir inancı yoktu. O, umutsuzluğun verdiği acı ile vuruşuyor, kırıyor, deviriyordu.
Yüzbaşı Yağmur güleç yüzünü hiç değiştirmiyen yarasıyla kılıç savuruyor, at şahlandırıyordu.
İki genç onbaşı, Karabudak’la Çıgay Börü yan yana kılıç indiriyorlardı.
Gümüş, babası Çalığın bir hikâyesini hatırlıyordu: Gümüş’ün dedesinin adı da Gümüş’tü. İşte o Gümüş böyle bir çılgın suyun kıyısında dövüşürken suya düşmüş, fakat Tanrı kendisini kurtarmış.
Toluk Tüge sert naralar atıyor, kılıcı kırılmış olan Tunga kılıç kını ile çarpışıyordu.
Küçlük’le Yığaç anda idiler. Kendilerini değil, birbirlerini koruyorlardı.
Yağmur dinmişti. Rüzgâr da tarihin kırk bir kahramanına oynayacağı oyunu oynadıktan sonra susmuştu. Bulutların yarısı dağılmış, gece aydınlanmıştı.
Şimdi aydınlıkta birçok atlı birbirine giriyor, saldırıyor, vuruyor, bağırıyor, haykırıyordu. Artık talihin çizdiği sonuç belli olmuştu. İlk düşen Karabudak oldu. Bir Çinli ile sarmaş dolaş olduğu halde attan yere yıkıldı. Arkasından Yığaç devrildi. Biraz sonra da bir Çinlinin karnını deşen Gümüş’ün ensesine bir kılıç indi. Elindeki kılıç kınını bir Çinlinin kafasında kıran Tunga kargı ile sançıldı.
Bu arada sürülerek ırmağın kıyısına kadar gelmişlerdi. Altı kişi, damarlarında kalan son güçle son müdafaalarını yapıyorlardı. Bu, artık sona ermiş hayatlarını birkaç kısa an daha uzatmak içindi. Bu kahramanlığı yaparken bin üç yüz yıl sonra bir yazıcının, kendi hâtıralarını yaşatmak için bu satırları yazacağını düşünmüyorlar, şanlı maceralarını Türk oğullarının nasıl bir ihtirasla okuyacaklarını bilmiyorlardı.
Vuruşuyorlardı. Kan içinde, kin içinde vuruşuyorlardı. Bulutlar durmuş, ayla yıldızlar dikkat kesilmiş, bu savaşı seyrediyorlardı. Üzerlerinde ruhlar dolaşıyor, Tanrı’nın yarlıgamaları başlarına serpiliyordu.
Birdenbire Yüzbaşı Yağmur başına kılıç yedi. Sonra omzuna bir kargı sançıldı. Atının yelesine kapanmıştı. Bir an acıyla inler gibi derin bir ah çekti. Sonra bütün hızıyla atını şahlandırarak kendisine kargı sançan Çinlinin atına atladı. Boğazından ve belinden kavrıyarak al aşağı etti. İkisi birden attan kayarak toprağa düştüler, Yağmur, Çinlinin boğazını sıkıyor, bıçağını çekmiş olan beriki boyuna onun sırtına, omzuna daldırıp çıkarıyordu. Yavaş yavaş nabızları ağırlaşıyordu. Bıçak son defa Yağmur’un sırtına saplandıktan sonra bir daha çıkmamış, orada kalmıştı. Parmakları hâlâ Çinlinin boğazında idi. Dolgun yanakları kan içindeydi. Güleç yüzü gerilmiş, donuk bakıyordu. Gözlerinin içinden genç bir kadınla iki bebeğin hayali ışıldıyarak geçiyordu. Yağmur Beğ ölmüştü.
Bögü Alp da ölümcül bir yara almış, atından düşüyordu. Son bir iş yapmak için elini bıçağına attı. En yakın Çinliye fırlatarak gırtlağına sapladı. Sonra kendisini çamurlu toprağa bırakırken “bin üç yüz yıl sonra…” diye mırıldandı.
Şimdi Kür Şad tek başına kalmıştı. Toluk Tüge kılıçla öldürülmüş, Çıgay Börü at üstünde belinden kavradığı bir Çinli ile birlikte ırmağa düşmüş, Küçlük de andası Yığaç’ın ölümünden sonra onu vuran Çinliyi tepelerken can vermişti.
Kür Şad, ölmüş Çinli yığınları üzerinde tek başına Çin kağanlığına karşı vuruşuyordu. Yalın kılıçtı. Börkü düşmüş, kaftanı parça parça olmuştu. Göğsü açıktı. Göğsünden, alnından, yanaklarından, boynundan kan sızıyor, fakat o yine vuruşuyor, dövüşüyor, çarpışıyordu.
O şimdi yarı tanrı gibi bir şeydi. Ölümü de başka türlü olmalıydı. Kırk kahraman birer birer düştükten sonra o hâlâ ayakta idi. Uzun saçları omuzlarında uçuyor, gözleri kıvılcımlar saçıyor, kolu yıldırım hızıyla kalkıp iniyor, her inişte bir Çinliyi deviriyordu.
En sonra ölüm kızı onun eline bir sağrak sundu. Kür Şad bu acı sağrağı gözünü kırpmadan içti. Atının yelesine kapandı. Başını dayadı. Sağ elinde kılıç hâlâ sımsıkı duruyor, sol eli sarkıyordu.
Kür Şad ölmüş, fakat attan düşmemişti.
Ölmüş, fakat yenilmemişti…