Bölüm 3.11 – İhtilâl – 1
Büyük gece gelip çattı:
Kür Şad, yapılacak saldırışın bütün inceliklerini tasarlayıp son buyruklarını verdikten sonra konçuyunun yanına geldi. Ona her zamankinden daha sert bir sesle:
– “Konçuy! Bu gece budunu kurtarmak için kanlı bir iş yapacağız. Ölürsem bildiğin gibi yap” dedi.
Sonra onun yanaklarından öperek çocuklarını çağırdı. Sarılıp kucakladı.
Evinden çıktığı zaman yüzüne çarpan serinlikte başını göğe kaldırdı. Bulutlar umulmadık bir hızla koşuyor, rüzgâr beklenmedik bir sertlikle esiyordu. Kür Şad’ın kaşları çatıldı. Çabuk adımlarla yürüyerek saray ahırlarına doğru yöneldi. Ahırlardan iki yüz adım kadar ilerde birbirine dikey iki duvar vardı. Yarıda kalmış bir yapının duvarları olan bu iki duvar, iki üç ağacın da yardımıyla kendi arasına sığınanları çevredekilerin gözlerinden saklıyacak bir sığınak gibiydi. Kavşıt (randevu) orada olacak. Yarım kalmış duvardan bakınca saray ahırlarını, Çin kağanının her gece geçtiği yolu görmek kabildi. Kür Şad oraya varırken yağmur çiselemeğe başlamıştı. Kendinden önce kavşıta gelenler yere diz vurarak onu selâmladılar. Şimdi kimi duvarların dibinde, kimi ağaçların altında sessiz, hareketsiz bekliyorlar, bir yandan da havada bulutlar çoğalarak çevreyi karartıyor, her kısa anda bir iki kişi daha gelerek Kür Şad’ı selâmladıktan sonra bir kıyıya çekilerek sessizce duruyordu.
Kür Şad vaktin geldiğini hesaplamıştı. Arkadaşlarını adlarıyla çağırarak yoklamağa başladı:
– Binbaşı Bögü Alp!
– Buyur!
– Yüzbaşı Yamtar!
– Buyur!
– Yüzbaşı Yağmur!
– Buyur!
– Yüzbaşı Üçoğul!
Kür Şad bu seslenişe cevap alamadı. Bir an sustuktan sonra tekrarladı:
– Yüzbaşı Üçoğul!
Yine cevap yoktu. Üçoğul gelmemişti. Üzerinde durmıyarak yoklamağa devam etti:
– Onbaşı Gök Börü!
– Buyur!
– Onbaşı Ay Kutluk!
– Buyur!
– Onbaşı Emen!
– Buyur!
Şimdi sıra yeni onbaşılara, Kür Şad’ın onbaşılık verdiği genç Türk beğlerine gelmişti:
– Onbaşı Sungur!
– Buyur!
– Onbaşı Göktaş!
– Buyur!
– Onbaşı Barmaklak!
– Buyur!
– Onbaşı Kızıl Buka!
– Buyur!
– Onbaşı Karabudak!
– Buyur!
– Onbaşı Çıgay Börü!
– Buyur!
– Onbaşı Tanrıvermiş!
– Buyur!
Beğler bitmiş, sıra karabuduna gelmişti:
– Kara Ozan!
– Buyur!
– Gümüş!
– Buyur!
– Yumru!
– Buyur!
– İl Kaya!
– Buyur!
– Çağrı!
– Buyur!
– Kalalduruk!
– Buyur!
– Utar!
– Buyur!
– Tunga!
– Buyur!
– Küçlük!
– Buyur!
– Ilaçın!
– Buyur!
– Yeke!
– Buyur!
– Arbuz!
– Buyur!
– Abı!
– Buyur!
– Turumtay!
– Buyur!
– Tuğrul!
– Buyur!
– Çobayıkmış!
– Buyur!
– Kaban!
– Buyur!
– Toluk Tüge!
– Buyur!
– Alp Aya!
– Buyur!
– Çengşi!
– Buyur!
– Öküş Kara Açkı!
– Buyur!
– Yığaç!
– Buyur!
– Kutan!
– Buyur!
– Yırım!
– Buyur!
– Badruk!
– Buyur!
– Tokuş!
– Buyur!
Yoklama bittikten sonra bir an, çıt bile çıkmadan bir susuş oldu. Sonra Kür Şad’ın biraz öfkeli gibi dikleşen sesi yükseldi:
– Yüzbaşı Üçoğul!
Üçoğul hâlâ gelmemişti. O zaman Kür Şad onu oğullarına sormağa karar verdi:
– Onbaşı Karabudak!
– Buyur!
– Baban nerede?
– Bilmiyorum Şad!
– Onbaşı Kızıl Buka!
– Buyur!
– Sen de bilmiyor musun?
– Bilmiyorum Şad!
Artık karanlıkta birbirlerinin yüzlerini seçemiyorlar, ancak karaltılarını görüyorlardı. Deminden beri Üçoğul üzerinde kafa yoran Bögü Alp, günlerdir içini kemiren şüpheyi Kür Şad’a açmak için yaklaştı:
– Kür Şad! Son günlerde onu bir Çinlinin evine geceleri girerken görmüştüm. Olmaya ki…
Bögü Alp sözünü tamamlamadan sustu. Bir Türk beği hakkındaki kuşkularını açığa vurmaktan utanıyor, fakat bu kadar önemli bir anda her hangi bir umulmadık tuzağa düşmemek için de her tedbire başvurmağa kendisini mecbur sayıyordu.
Karanlıkta Kür Şad’ın sesi yeniden yükseldi:
– Yüzbaşı Üçoğul’un nerde olduğunu bilen var mı?
Bir ses cevap verdi:
– Biraz önce kendisini gördüm.
– Nerde gördün?
İhtilâlcilerin en yaşlısı olan altmış yaşındaki Badruk, Yüzbaşı Üçoğul’u gördüğü yeri birkaç sözle anlattı. Burasının, geceleri evine girdiği zengin Çin tüccarının dükkânı olduğunu Bögü Alp ve Yumru anlamışlardı. Kür Şad’la Bögü Alp karanlıkta bakıştılar. Şimdi karar vermesi için Kür Şad’ı bekliyorlardı.
Yağmur artmıştı. Rüzgâr pek sert esiyordu. Böyle bir gecede Çin kağanının sokağa çıkmasına imkân yoktu. Üçoğul da burada bulunsaydı Kür Şad, yapacakları işi birkaç gün sonraya atabilirdi. Fakat şimdi durum değişiyordu. Ya bir ihanete uğradılarsa?… Kür Şad uzun boylu düşünmedi. Kesin bir sesle arkadaşlarına:
– “Çin kağanı bu gece sokağa çıkmıyacak. Onu tutmak için biz saraya saldıracağız” dedi.
Kırk kişi oraya zaten ölüme kadar çarpışmağa and içerek gelmişlerdi. Onlar için, sokakta tek yaverler giden Çin kağanını tutsak etmekle, binlerce çerinin koruduğu saraya saldırmak arasında hiçbir ayırım yoktu. Yaptıkları işin büyüklüğüne, kendilerinden yüzlerce yıl sonra gelenlerin şaşacağı da akıllarına gelmiyordu. Bildikleri tek şey Türk şerefini kurtarmak için pusata davrandıkları idi.
Kür Şad başına tulgasını geçirmiş, en çok okla iş göreceğini bildiği için, ağırlık yapmasın diye zırh giymemişti. Bögü Alp da zırh giymemiş, fakat kılıç ve yaydan başka kemerine iki bıçak takmıştı.
Yamtar’ın iri kalkanı yanında idi. Kolunun altında bir de çok ağır taş vardı. Bu taşı demir kapıları kırmak için kullanacaktı. Kendisi gibi güçlü olan Yumru’da da böyle bir taş bulunuyordu.
İçlerinde hem tulgalı, hem zırhlı, hem de kalkanlı olan yalnız Gök Börü idi. Gözleri görmediği için onu baştan başa savunma pusatlarıyla donatmışlardı. Fakat Gök Börü dün geceki yakarıştan sonra gözlerinin yağıyı gördüğüne inandığı için yanına sadak ve yay almasını da unutmamıştı.
Koca Badruk çok hafif giyinmişti. Belinde kılıcı, bir elinde yayı, bir elinde de on tane oku vardı. Ağırlık olmasın diye sadak bile almamıştı. “Bu yaştan sonra yaya dövüşü yapmak için gücüm kalmadı. On oku atıncaya kadar sıra kılıçlara gelir” diye düşünüyordu.
Kara Ozan’ın sadağı okla dolu idi. Kılıcı, bıçağı tamamdı. Fazla olarak arkasına kopuzunu da takmıştı. Böyle bir günde can yoldaşı kopuzundan ayrılmağa gönlü razı olmamıştı.
Genç beğler tulga giymişler, zırh takmamışlardı. Herkesten başka olarak İl Kaya’da dört beş tane bıçak, Öküş Kara Açkı’da iki tane kısa kargı vardı. Biri bıçak atmada, biri uzaktan kargı savurmada çok usta oldukları için böyle gelmişlerdi.
Bardaktan boşanırcasına yağmaya devam eden yağmurun şakırtısı arasında Kür Şad’ın ihtilâlden önceki son buyruğu işitildi:
– İşimiz ağırlaştığı için saraya hep birden saldıracağız. Dış kapılardaki bekçiler uzaktan okla öldürülerek ses etmeden içeri gireceğiz. İçerde Çin kağanının dairesine giden kapıları Yamtar’la Yumru taş vurarak kıracak. Tasarımız önce Çin kağanını yakalamak, bu olmazsa öldürmek. Sonra Urku’yu kurtarmağa çalışacağız. Ben ölürsem buyruk verme sırası Bögü Alp’ta, ondan sonra Yamtar’da, Yamtar’dan sonra Yağmur’dadır. O da ölürse bildiğiniz gibi yaparsınız. Şimdi yaylara ok koyup ardımdan gelin.
Kırk kişi yaylarını yarı germiş oldukları halde sessiz adımlarla yürümeğe başladılar. Ne rüzgârı işitiyor, ne de yağmuru duyuyorlardı. İşte on yıldır bekledikleri gün gelip çatmış, gözlerinde tüten savaşın eşiğine varmışlardı. Türk budunu bu çılgınca saldırışla tutsaklıktan kurtulacak, Ötüken’de atalarının kurduğu devleti yeniden yaşatacaklardı.
Yürüyorlardı…
Gönüllerinde tatlı öç duygusu, gözlerinde Türk Kağanlığı’nın hayali olduğu halde sessiz adımlar atıyorlardı. Gözleri olmıyan Gök Börü bile, kimse kolundan tutmadığı, yol hakkında bir şey bilmediği halde sessiz, fakat herkes kadar sağlam adımlarla yürüyordu.
Tarihin kırk meçhul kahramanı karanlıkta yürüyordu…
En önde Kür Şad, Bozkurt soyunun o od parçası oğlu vardı. Vazifesi olan Türk budununu kurtarmak, fakat hakkı olan kağanlığı başkasına vermek için, ırkının şiir tarihine en güzel mısraı yazmak üzere, gözler ilerde, el kirişte yürüyordu.
Onun arkasında Bögü Alp, Yamtar, Yağmur, Gök Börü, Ay Kutluk ve Emen bir sıra helinde ilerliyorlardı. Bögü Alp, sağlam yapısının altındaki daha sağlam yüreğiyle, kulağında Kıraç Ata’nın sözleri çınladığı halde yürüyor, Yamtar iri gövdesinin heybetine yakışan iri taş sağ koltuğunun altında olduğu halde yürüyor; Yağmur göze ilk çarpan dolgun yanakları ve gülen gözleriyle yürüyor; Gök Börü gözleriyle değil, Tanrı’nın gönlüne saldığı ışıkla görerek yürüyor; Ay Kutluk on yıl önceki kılıç yarasının asilleştirdiği yüzü ile; Emen, Çinlilerin öldürdüğü dokuz kardeş, üç dayı, iki eçe ve babasının öç diye haykıran sesleri kulağında olduğu halde yürüyordu.
Kırk kahraman yağmurun altında yürüyordu…
Kür Şad’ın yedi genç onbaşısı; kimi on beş, kimi on altı, kimi on yedi yaşında olan Sungur, Göktaş, Barmaklak, Karabudak, Kızıl Buka, Çıgay Börü ve Tanrıvermiş üçüncü sırayı teşkil ediyordu.
Türk sırası ve Türk saygısı düzenince yürüyorlardı. Beğlerin ardında 29 er dizi halinde yürüyorlardı.
***
Bunlar böylece saraya doğru yürürken, deminden beri süren sağanakla çamurlanan Siganfu sokaklarında birisi koşuyordu. Bazan bir su birintisine basarak sıçrattığı çamurlar yüzünü gözünü boyuyor, bazan sertleşen rüzgârla soluğu kesilerek duruyor, sonra yeniden koşuya başlıyordu. Gecenin bu anında koşan, sendeliyen, soluyan bu adam Üçoğul’du. Başı açıktı. Fakat sırtında sadağı, elinde yayı, belinde kılıcı vardı.
Üçoğul niçin geç kalmıştı? Bögü Alp kuşkulanmakta haklı mı idi?
Üçoğul uzun zamandan beri Albız’a uymuştu. Vaktiyle Kara Kulan’ın konağındaki Çinli kırnaklardan birine gönül kaptırmış, Çin’e tutsak olduktan sonra Siganfu’da o Çinli kadını yine görerek aklı başından gitmişti. Şimdi zengin ve kocamış bir Çin tüccarının karısı olan bu kanışlı Çin güzeli Üçoğul’un usunu başından almış, onu günaha sokmuştu. Geceleri, tüccar eve dönmeden önce kadına gitmeyi huy edinmişti. Bögü Alp bir gece işte onu bu eve girerken görmüş, fakat işin ne olduğunu bir türlü anlıyamamıştı. Hattâ bir gece Üçoğul evdeyken Çinli de gelmiş, fakat kadın onu saklıyarak evden çıkmasını sağlıyabilmişti. İşte şimdi Üçoğul yine oradan geliyordu. Bu ölüm derneğine giderken Çinli sevgilisini de son defa görmekten kendini alamamış, onun evine gitmişti. Fakat tüccar eve gelmiş, Üçoğul’u yakalamış, o da “Bu gece kısmet senden başlamakmış” diyerek onun başını uçurmuştu. Kadın korkup ağlamağa başlamış, kocasının ölüsünü götürüp bir yere gömmesi için Üçoğul’u sıkıştırmışsa da bu gece başka işi olan yüzbaşı bunu kabul etmemiş, bu yüzden aralarındaki tartışma kavga halini almak üzere iken Üçoğul zamanın geçtiğini görerek börkünü giymeden sokağa fırlamıştı.
Koşuyor, içinden Çinliye kargışlar savuruyor, sövüyor fakat yine koşmakta devam ediyordu. Yorulmuştu. Soluğunu tıkıyan sağanak da hızını kesiyordu. Saray ahırlarına yaklaşmıştı. Köşeyi dönse ötekilerine kavuşacaktı. Üçoğul son gücünü toplıyarak yeniden ileriye atıldı. Köşeyi döndü. Yazık!… Geç kalmıştı. Arkadaşlarının hep birlikte saraya gitmekte olduklarını, gördüğü karaltılardan anladı. Biraz durup geniş geniş soluk aldı. Sonra yeniden koşmağa başladı. Bir Türk beğinin yayan olarak bu kadar yol koşması görüp işitilmiş şey değildi.
Üçoğul arkadaşlarına yetişirken ilk oklar atılıp ilk nöbetçiler yere serilmiş ve kırk kişi daha hızlı yürümeğe başlamıştı. O şimdi geç kalmanın cezasını çekiyordu. Bir Türk beği ve Gök Türk ordusunda bir yüzbaşı olduğu halde bu ün gününde en geride yürüyordu. Daha çocuk denecek kadar genç olan ve ilk defa savaşa giren oğulları Karabudak’la Kızıl Buka bile kendisinden ilerde idiler. Uzun koşu kendisini zaten kızıştırıp terletmişti. Bu düşünce ile büsbütün kızıştı. Kan ter içinde kaldı.
Kırk bir kişi şimdi sarayın dış kapısına doğru yürüyordu. Ellerindeki kalın değnekler ucunda çıra tutan nöbetçiler çevreyi aydınlatıyorlardı. Burada altı nöbetçi vardı. Kür Şad, arkasındakilere işaret verdi. Kirişleri gerdiler. Sonra, Kür Şad’ın oku fırlar fırlamaz arkasından on ok daha uçtu. Nöbetçiler yere serilmişti.
Yürüyorlardı. Çeriyi düşünmeden, arkaya bakmadan, gözler yalnız ileriye dikilmiş olduğu halde yürüyorlardı. Büyük düğüne yaklaşıyorlardı. Düşürülen nöbetçiler birer peşrevden başka bir şey değildi.
Sarayın dış kapısından girince karşılarına bir bahçe çıktı. Yüz adım ilerde sarayın asıl kapısı bulunuyordu. Bu kapı henüz kapanmamıştı. İçerinin ışığı kapıya kadar gelip aydınlatıyor, sayıları çok olan nöbetçileri ihtilâlcilerin gözleri önüne koyuyordu.
Kür Şad arkaya döndü:
– Ok yağdırıp hızla saldıracağız! Davran!…
Yüksek sesle Türkçe verilen bu buyruk nöbetçilerin dikkatini çekti. Fakat kıpırdamağa vakit bulamadılar. Ok yağmuru ortalığı allak bullak etmiş, nöbetçilerden ancak iki üç tanesi kapıdan içeri girmeğe vakit bulabilmişti.
Kırk bir kişi koşarak kapıya geldiler. İşte artık sarayın içinde idiler. Kür Şad’la Bögü Alp sarayın içini, Çin kağanının ve Urku’nun dairelerini biliyorlardı. Beş altı basamak merdiven çıktıktan sonra çok büyük bir odaya gelmişlerdi. İşte soldaki büyük kapı kağanın dairesine giden kapıydı. Fakat ihtilâlciler merdivenleri çıkarken Çince birkaç haykırış işitilmiş, sonra tokmakların tunç levhalara vurulmasından doğan sesler bütün sarayı çınçın öttürmüştü. Bu tunç sesleri tehlikeyi bildiren, yardım istiyen seslerdi. Yamtar artık kendisine ağır gelmeğe başlayan iri taşı var gücü ile kağanın kapısına indirmiş, bunu Yumru takip etmişti.
Bu gürültüler arasında karşıdan yüzlerce Çin çerisinin ihtilâlcilere doğru gelmekte olduğunu görüldü. Şimdi, Yamtar’la Yumru demir kapıyı kırmağa çalışırken ihtilâlcilerle Çin çerisi arasında elli altmış adım kadar bir uzaklıktan hızlı bir oklaşma başladı.
Kür Şad, Ötüken’in bu en keskin nişancısı şimdi her yay çekişte bir Çinliyi en can alacak yerinden vurup deviriyor, onun okunu yiyenlerde gık diyemeden ölüyordu.
Bögü Alp pek de nişan almadan ok atıyor, fakat her seferde karşıdaki kalabalıktan birini savaş dışı ediyordu.
Yüzbaşı Yağmur, gözlerinin içindeki gülümseyiş sönmeden telaşsız, ağır, talim yapar gibi ok fırlatıyordu.
Ötüken delisi Gök Börü, on yıl önceki halini almıştı. Gönlüne Tanrı’nın indirdiği ışıkla yağıyı görüyor , savaş uranı haykırarak yay geriyordu.
Genç onbaşılar şaşılacak çabuklukla ok çekiyorlardı.
Hâlâ çınlıyan tunç seslerine, Yamtar’la Yumru’nun demir kapıya indirdikleri taşların sesine, savaşanların haykırışına şimdi bir de yaralıların iniltisi karışmıştı. İki taraf da birbirine adım adım yaklaşıyordu.
İhtilâlcilerden ilk vurulup düşen Turumtay oldu. Arkasından Arbuz ve Kaban devrildiler. Gök Börü’ye birkaç ok değdiyse de baştan başa zırhlı olduğu için yaralanmadı. Karşıda Çin ölüleri üst üste yığılmış içlerine ürküntü girmişti. Kaçmak üzere idiler. Fakat bu sırada karşıdaki kapıdan yeni bir çeri kolunun daha girdiği görüldü. Üstelik o kapının yanındaki kapı da açılmış, oradan da bir alay Çinli girip ihtilâlcilere saldırmağa başlamıştı.
Okların uçarken çıkardığı ses, dışarıdaki fırtınanın sesini bastırıyordu. Şimdi Gök Türkler oldukları yerde duruyor, Çinliler adım adım ilerlemeğe çalışıyor, fakat ok yağmuru altında sapır sapır dökülüyorlardı. İhtilâlcilerden Alp Aya, Yeke ve Kalalduruk da cansız yatıyorlardı. Onbaşı Ay Kutluk omzuna bir ok saplanmış olduğu halde vuruşmağa devam ediyordu.
Koca Badruk savaşa gelirken aldığı on tane oku bitirmiş, fakat iş hâlâ kılıca gelmediği için yerden ok aramağa başlamıştı. Turumtay’ın gövdesine saplanmış olan oklardan birini çekip yayına yerleştirirken karnına ok yiyerek diz üstü çöktü. Bununla beraber okunu savurdu. Sonra yüzü koyun yere kapandı. Börkü düştü. Ak saçları yerdeki kızıl kana bulaştı.
Yamtar’la Yumru demir kapıyı hâlâ kırmamışlardı. Savaşa katılmıyorlar, Çin kağanının dairesine giden kapıyı kırmak için boşuna uğraşıp duruyorlardı. Artık kapıyı kırsalar bile iş işten geçmişti. Ilaçın, Kutan ve Onbaşı Emen de vurulup düşmüşler, buna karşı Çin sarayının bütün muhafızları uyanıp ayaklanmışlardı.
Şimdi yirmi beş, otuz adım aralıktan oklaşıyorlardı. Öküş Kara Açkı gür bir haykırışla bağırdıktan sonra iki kargısından birini savurdu. Ne yaman savuruştu!… Kargı Çin subaylarından birini zırhlı olduğu halde delip ardından çıkmış, onu fırıldak gibi döndürüp yere sermişti. Bunu görünce İl Kaya da bıçaklarına el attı. İlk bıçak birinin göğsüne, ikincisi başka birinin boğazına, daha sonraki üçüncünün yanağına saplandı. Dördüncüsünü atamadı. Bir anda dört beş ok göğsünü delmişti. İl Kaya ölürken, Çinliler gibi gerileyip yan üstü değil, birkaç adım atıp ilerliyerek yüzü koyun düştü.
Savaş çok kızışmış, sertleşmiş, hızlanmıştı. Onbaşı Ay Kutluk, onun arkasından da Utar, Tokuş ve Onbaşı Tanrıvermiş ölmüşlerdi.
Onbaşı Göktaş ihtilâlciler dizisinin en solunda, duvarın dibinde idi. Kendisinden on beş, yirmi adım geride Çin kağanının dairesine giden kapı bulunuyor, burada da babası Yamtar, yanında Yumru olduğu halde hâlâ iri taşları kaldırıp indirerek kapıyı kırmağa uğraşıyordu. Göktaş’ın sadağında ok kalmadığı için sağına bakınırken önce koluna, sonra böğrüne iki ok saplandı. İnliyerek çöktü. O zaman Göktaş yayını babasına fırlatarak bağırdı:
– Hey!… Baba!…
Koluna bir yay çarpan Yamtar başını çevirip oğlunu kan içinde yerde görünce durdu. Göktaş; gençliğe doymıyan, savaşa kanmıyan, dirliği bilmiyen, ölümü anlamıyan Göktaş yeniden haykırdı:
– Orda iş yok. Buraya yetiş!
Kapıyı kıramadığı için tepesi kızıp gözüne bir şey gözükmiyen Yamtar, arkadaşlarının bir çoğunu ölmüş ve Çinlilerin artmış olduğunu görünce kapıyı bıraktı. Koşarak ihtilâlcilerin savaş dizisine girerken elindeki iri taşı Çinlilere doğru fırlattı ve sadağa el atarak savaşa girdi. İri taş Çinlilerin tepesine düşerken Yamtar’ın, arkadan da aynı şekilde taşını fırlatarak Yumru’nun savaşa girişi Çinlileri biraz durdurdu.
Yamtar, deminden beri yaptığı işi savaşa benzer yeri olmadığı için şimdi vuruşmaktan büyük bir keyif duyuyor, ötesine berisine değip geçen oklara, hattâ Göktaş’ın ölümüne aldırmıyordu.
Öküş Kara Açkı ikinci kargısını da başka bir Çinliye sapladıktan sonra vurulmuş, arkadan da Çağrı ile Onbaşı Kızıl Buka Uçmağa varmıştı.
Binbaşı Bögü Alp bütün gücü, bütün ustalığı ve kahramanlığı ile dövüşüyordu. İlk önce Üçoğul kavşıta gelmediği için ihanete uğradıklarını sanmıştı. Şimdi Üçoğul’u kendi aralarında yaralı olarak canla başla savaşırken görünce içi ferahlamıştı. Bu arada aklına yine Kıraç Ata’nın sözleri gelmişti.
Kıraç Ata:
– “Yağmur yağıyor… Irmağın kıyısında dövüşüyorsunuz” demişti.
Yağmurun yağdığı doğru idi. Fakat işte ırmak kıyısında değil, sarayın içinde dövüşüyorlardı.
Artık iki tarafında okları bitmişti. Şimdi ne olacaktı? İhtilâlciler yarılanmıştı. İş kılıca binse yirmi kat yağı ile uğraşmak gerekecekti. Bu sırada Kür Şad’ın buyruğu gürledi:
– Bögü Alp! Üç dört kişiyle yağıyı oyala! Ahıra saldırıp atları alacağız!
Bögü Alp çevresine bakınıp bir anda durumu gördü. Savaşa geç girdikleri için daha okları tükenmemiş olan Yamtar’la Yumru’nun yay çekişleri arasında buyruğunu verdi:
– Üçoğul, Gök Börü, Yamtar, Yumru, Sungur benimle kalacaklar! Ötekiler Kür Şad’ın ardından… Davran!…
Kür Şad arkasında Yağmur, Barmaklak, Karabudak, Çıgay Börü, Kara Ozan, Gümüş, Tunga, Küçlük, Çobayıkmış, Toluk Tüge, Çengçi, Yıgaç ve Yırım olduğu halde geriye döndü. Demin geldikleri yoldan şimdi hızla uzaklaşıyorlardı. Rüzgâr hafiflemiş, fakat yağmur dinmemişti.
Bögü Alp kılıç çekerek saldırış buyruğunu verdi. Beş arkadaşı da öyle yaptılar. Gök Börü şaşılacak bir sertlikte, sanki gözleri varmış gibi vuruşuyordu. Yamtar, korku salan iri gövdesiyle Çinlilere kılıç tersiyle vuruyor, fakat vurduğu kafayı kırıp parçalıyordu. Sungur babasının yanında, kılıç talimi yapar gibi, vuruşmanın bütün kaidelerine uyarak dövüşüyor, Üçoğul geç kalmaktan doğan utancını silmek için canla başla savaşıyor, Yumru da Bögü Alp’ın gözüne girmek için çok atılganlık gösteriyordu. Hepsi yaralıydılar. Bögü Alp kendi önüne gelenleri darmadağınık ediyordu. Kılıç vuruşları arasında çevresine çabuk bir göz attıktan sonra artık burada işlerinin kalmadığını anladı. Kür Şad’a gereken zamanı kazandırmışlardı arkadaşlarına:
– “Yavaş yavaş kapıya doğru geri!…” diye bağırdı.
Bu buyruk büyük bir düzgünlükle yerine geliyordu. Fakat Çinliler, gözleri görmiyen Gök Börü’yle babasının yanından ayrılmıyan Sungur’un çevresini sarmışlardı. Baba, oğul arkalarını duvara vermişlerdi. Gök Börü zırhlı olduğu için kılıçtan sakınmıyor, yalnız kendi vurduğunu hesaba katıyordu.
Bögü Alp, yanında Yamtar, Üçoğul ve Yumru olduğu halde kapıya doğru çekiliyordu. “Biz dışarıya fırlarken kapıyı kapatıp Çinlileri biraz daha oyalamalı” diye haykırdı. Kapıdan çıkmak üzere idiler. Yamtar’ın gözleri, artık oğluyla birlikte ister istemez ölüme bırakılmış olan andasına ilişti. Birden kaşları çatılarak bağırdı:
– Gök Börü! Gözünü çıkartan herif karşında duruyor!
Bunu söyledikten sonra dışarı fırladı. O sırada Bögü Alp da kapıyı şiddetle çekerek kapamış, tokmağı Yumru’nun eline vererek:
– “Sıkı tut! Açtırma! Bize biraz daha zaman kazandır” diye buyruk vermişti. Sonra ötekilerle birlikte saray ahırının yolunu tuttu.
***
Yamtar’ın gürliyen sesi Gök Börü’yü çıldırtmağa yetmişti. Kalkanını fırlatarak karşısındaki Çinliye saldırdı. Dünyada en güçlü kişi ölümü göze almış olan kişidir. Gök Börü dün geceden beri ölümü göze almıştı: Şimdi ise öcünü bizzat kendisine kötülük edenden almak gibi binde bir ele geçen fırsatla karşılaşmak onu bahtıyar etmişti. Büyük bahtıyarlıklar da kişiyi delirtir. Gök Börü biraz da bundan delirdi. Kılıcını savurarak ileriye atılırken kılıcı havada başka bir kılıçla çarpıştı. Bu pek sert çarpışma ile kırılan kılıçların kıvılcımı parlayıp sönerken Gök Börü Çin kumandanı Çang-çung’la kucaklaştı.
– “Tanrı’nın işini görüyor musun kancık dölü?” diye bağırdı. Sonra ikisi birden yere yuvarlandılar.
Çinliler ona kılıç üşürürken Gök Börü Çinlinin boğazını sıkıyor, Bir yandan da belinden çektiği bıçakla gözünü oymağa çalışıyordu. Çang-çung bir eliyle boğazını korumağa uğraşırken, bir eliyle de Gök Börü’nün bıçaklı elini bileğinden yakalamış olduğu halde durdurmağa çabalıyordu.
Sungur babasının kalkanını eline almıştı. Babasına saldıran Çinlilere o da karşılık saldırışlar yapıyor, aldığı kılıç derslerini iyi öğrenmiş olduğunu belli ediyordu.
Gök Börü’nün kalçası ve bacağı iki büyük kılıç yarası almış, kan fışkırmağa başlamıştı. Fakat o buna hiç aldırmıyor, boğuşmakta devam ediyordu. Nihayet bileğini Çinliden kurtardı. Bıçağını onun göz pınarına getirerek daldırıp çıkardı. Bütün o savaş gürültüsü arasında Çinlinin acı acı haykırışı, her türlü sesi bastırarak sarayın koca odasında çınlarken Gök Börü’de ülküsüne ermiş kimselerin rahatlığı vardı:
– “Sungur! Öcümü aldım!” diye bağırdı. Sungur cevap vermiyordu. Genç onbaşı zırhlı olmadığı için uzun boylu dayanamamış, birkaç kılıç ve kargı dürtüşüyle delik deşik olarak cansız, yere devrilmişti.
Gök Börü yeniden bağırdı:
– Sungur! İşitmiyor musun? Öcümü aldım!…
Buna sert ve tınlayıcı bir ses cevap verdi. Bir kılıç vuruşu Gök Börü’nün tulgasını parçalayıp düşürmüş, ak saçları meydana çıkmıştı. İkinci bir vuruş yüzünü şakağından çenesine kadar parçaladı. O zaman korkunç bir kahkaha işitildi:
– Geç kaldın it tohumu!… Ben öcümü aldım!…
Gök Börü; on yıldır kederini içine atan Gök Börü, yanı başında öldüğünü sezdiği oğlunun gamından ve öç almanın verdiği sevinçten çıldırmış, korkunç kahkahalar atıyordu. Bu kahkahalar çınladı, çınladı, sonra birdenbire söndü…
***