Bölüm 3.02 – Can Acısı ve Gönül Acısı
Yamtar, kemerini kastığı zaman iyice arıklamış olduğunu anladı. Ötüken’deki kıtlıkta bile bu kadar incelmemişti. Bir ağacın dibine bağdaş kurarak bunun niçin böyle olduğunu düşünmeğe başladı. İstediği kadar doymuyordu. Siganfu şehrinin çevresine yerleştirilmişlerdi. Çinliler kendilerine toprak vererek ekip biçmelerini söylemişlerdi. Yamtar ektiğini biçene kadar daha nice aylar geçecekti. Türkeli’nde de toprak ekerlerdi ama bütün yiyecekleri yalnız toprağa bağlı değildi. Av avlarlar, kuş kuşlarlar, kımız yaparlar, koyun, dana keserlerdi. Burada bunlar yoktu. Ağaçlardan yemiş topluyorlardı ama bir ağacın yemişi Yamtar’ı en çok iki gün besliyordu. Son savaşa girerken geride bıraktıkları çoluk çocukları da tutsak olarak Siganfu’ya getirilmişti. Şimdi Yamtar hem kendisini hem de sekiz yaşındaki kızı ile yedi yaşındaki oğlunu beslemeğe mecburdu. Bu üzüntü yetmiyormuş gibi bir de ağaçtan yapılmış Çin evlerinde oturmak ona pek ağır geliyordu. Bu Çinliler de ne biçim yaratıklardı! Canları yer değiştirmek istese de bu evler taşınmazdı ki götürsünler. Türkler’in o güzel derme evleri nerde, bu tahtadan çakılmış evler nerde? Çaresiz Yamtar da şimdi ağaç kurdu gibi bu ağaçtan yapma evin içinde yatmağa alışmak için uğraşıyordu. Hele ata binip kırlarda koşturamamak… Bunların hepsine dayanacaktı. İlle şu tutsaklık olmasa…
Tutsaklık pek gücüne gidiyordu. İt yerine koymadığı, bir yakalasa boynunu koparabileceği cılız, suratsız, karganmış Çinliler Yamtar’a buyruk veriyorlardı. Öteki Türkler gibi kendisine de bir tarla verdikleri zaman bir Çin subayı, yanında kocamış, bunak bir Çinli olduğu halde Yamtar’a gelip gûya tarlanın nasıl ekileceğini öğretmişti. Yamtar tarlanın nasıl belleneceğini; buğdayın, darının nasıl ekileceğini biliyordu. Çinlilere bu işi bildiğini söylediği zaman kendisiyle alay etmişler:
– “Bu iş barbar işi değil, ok atmağa benzemez. Hele akına hiç…” demişlerdi.
Saf yürekli Yamtar içinden : “Belki Çinlilerin ekip biçmesi başka türlüdür” diye düşünerek öğrenmeğe razı olmuş, “Peki, öğret de göreyim” demişti. Fakat Çinlinin tarlata bel vurması hiç de başka türlü değildi. Üstelik güçsüz kollarıyla, beli derine saplayamıyor, toprağı çabuk kaldıramıyor, hızlı iş göremiyordu. Yamtar “Ver bakalım şunu” diyerek beli Çinlinin elinden almış, onun fal taşı gibi açılan gözleri önünde ustalık ve çabuklukla tarlayı bellemeğe başlamıştı. Beli elinden bırakırken Çinli subaya:
– “Sen şu işi bırak da bana şu ağaçtan evde nasıl yatılacağını öğret” demiş; onunla çadır mı, tahta ev mi daha iyidir diye uzun bir tartışma yapmıştı.
Çin subayı giderken bu işe alıştıktan sonra Çin dilini öğreneceğini söyleyince Yamtar şaşırmış:
– “Ne? Çin dili mi? Çin dili olur mu be?” diye haykırmıştı.
Yamtar o zamana kadar Çinlilerin ayrı bir dili olacağını düşünmemişti. Çinlilerle hiç yüz yüze konuşmamıştı. Şimdiye dek Çinlilerle kılıç ve ok diliyle konuşup pek güzel anlaşmıştı. Şimdi ise karşısındaki kendisine Türkçe söylüyordu.
Yamtar’ın Çin dili olur mu diye haykırması üzerine Çin subayı da şaşırmıştı:
– Benimle eğleniyor musun? Elbette Çin dili olur.
– Çin dili varsa bana ne? Neden öğrenecekmişim?
– Çinlilerle konuşup anlaşmak için.
– Seninle konuşup anlaşıyorum ya.
– Ben Türkçe bildiğim için benimle anlaşıyorsun. Çinlilerin hepsi Türkçe bilmiyor ki…
– Canım! Ben de Çinlilerin hepsiyle konuşacak değilim ya. Sen yeter de artarsın bile.
– Başka bir Çinli ile konuşmak gerekirse?
– Bu da dert mi? Sen gelip dilmaçlık yaparsın.
– Sen ne söz anlamaz kişisin ? Ben işimi gücümü bırakıp sana dilmaçlık mı edeceğim? Ya ben gidersem? Ya Türkçe bilmeyen bir subay gelirse?
Yamtar biraz düşünmüş, sonra Çin dilini öğrenmek pek gücüne gittiğinden:
– “Bana bak! Ben Çin dilini falan öğrenmem. Çinliler Türkçe öğrensinler” diye cevap vermişti.
İşte o günden beri aylar geçtiği halde Çince bir tek söz öğrenmemişti. Şu mendebur Çinceyi öğrenmek şöyle dursun, nerde ise ata binmeği, ok atmağı, güreşmeği de unutacaktı. Gök Türk ordusunda yüzbaşı olduğu halde burada bayağı kişiler gibi yalnız tarla bellemek, ürün satmak, elde ettiği akça ile başka şeyler almakla mı gününü geçirecekti? Yamtar bu kara düşünceler içinde bunalmakta iken yanına Gök Börü gelip çöktü. Son bozgunda gözünün birini kaybeden Ötüken delisi, kıtlıklardan artakalan iki çocuğundan birini de tutsaklık kargaşalığında yitirmiş; ölüsünden, dirisinden haber alamamıştı. Yedi yaşındaki oğluyla birlikte Yamtar’a komşu eve yerleşmiş tarlasını bellemeğe başlamıştı. Tek gözle dünyaya bakmak hiç de hoş değildi. Bir gün Yamtar’a:
– “Tek gözle kişi iyi göremiyor. Fakat bu pis Çin şehrinde tutsak olduğumuzu görmek için o bile fazla” demişti. Şimdi iki anda yanyana oturuyorlar, gönüllerinde bir duygu tepkisi, beyinlerinde düşünce çalkantısı olduğu halde konuşmadan dalgın gözlerle ileriye, belirsiz bir yere bakıyorlardı. Neden sonra Gök Börü, ağır bir yükü silkeler gibi söze başladı:
– Yamtar! Tulu Han’ın Peping’e giderken yolda öldüğünü işittin mi?
– Hayır!
– Azğından kan boşanıp ölmüş. 29 yaşında idi. Çin kağanı da Tulu Han’ın oğlu Urku’yu onun yerine Peping beği yaptı.
Yamtar, Gök Börü’nün yüzüne baktı. Gök Börü bu bakışın ne demek olduğunu anlamıştı:
– “Urku şimdi 14 yaşında ama gürbüz, yiğit bir tigin. Dedesi Çuluk Kağanı andırıyor” diye sözünü tamamladı.
Yeniden sustular. Birdenbire Gök Börü’nün oğlu çıkageldi. Üç Çinlinin kendisini aradığını söyledi. Deminden beri sükûnetle konuşan Gök Börü’nün delilik damarları birdenbire kabarmıştı:
– “Albız alsın! Bu itler yine ne istiyorlar?” diye bağırdı. Sonra fırlıyarak hızla yürümeğe başladı. Yamtar bu gidişi hiç beğenmemişti. Yerinden kalkacak hali olmadığı halde isteksizlikle bir davrandı. O da ağır ağır Gök Börü’nün evine doğru gitmeğe başladı.
Deli Gök Börü öfkeyle evinin bahçesine gelince karşısındaki üç Çinliye sert sert baktı. Biri subay, biri erdi. Birinin de dilmaç olduğu anlaşılıyordu. “Ne istiyorsunuz” diye bağırdı. Dilmaç:
– “Gök Börü sen misin?” diye sordu.
– Benim! Ne diyeceksen çabuk de de yıkılıp git!
Gök Börü’nün bağırarak öfkeli öfkeli konuşması üzerine dilmaçla subay Çince birşeyler konuştular. Dilmaç:
– “Sen tarlanın hepsini bellememişsin. Subay beş güne kadar bellemen için sana buyruk veriyor” dedi.
Gök Börü şaşırmıştı. Sağına, soluna, gerisine baktı. Sonra dilmaca döndü:
– Anlamadım. Kim buyruk veriyor?
– Subay.
– Hangi subay?
– İşte bu, yanımızdaki subay.
– Ne buyruğu veriyor?
– Tarlayı bellemen için buyruk veriyor.
– Hangi tarlayı?
– Senin tarlanı.
– Ulan sen ne söylüyorsun? Benim tarlama bu keçi kılıklı subay ne karışıyor?
Dilmaç yeniden Çince bir şeyler konuştu: sonra:
– Subay diyor ki: Tarlaları Türkler’e biz verdik. Tutsak oldukları için de onlara istediğimiz buyruğu verebiliriz. Bundan başka subay dedi ki…
Çinli dilmaç sözünü bitiremedi. Sırıttı. Gülmeğe başladı. Gök Börü, Çinlinin gülmesine büsbütün kızarak bağırdı:
– Söylesene! Başka ne dedi?
– Dedi ki: Bu Türk tek gözüyle bu kadar yüksekten konuşuyor. Ya iki gözü de olsa acaba ne kadar yüksekten konuşacak?
Gök Börü en duygulu yerinden vurulmuştu. Birdenbire çılgına döndü. Çin subayına yönelerek:
– “Tek gözlü onbaşı Gök Börü’yü beğenmiyor musun?” diye bağırdı. Sonra kudurmuş gibi haykırışına devam etti:
– İtlerin de iki gözü var ama bu onları it olmaktan kurtarmıyor!
Dilmaç ürkmüştü. Bir adım geriledi. Subay kılıcına el atıp kınından dört parmak sıyırdı. Gök Börü kıpkırmızı kesilmişti:
– Tutsaklığımı ne diye başıma kakıyorsun? Senin gibi nice köpekleri tepeledim. Kılıç, kından öyle yarım yamalak sıyrılmaz uğru kılıklı!… Senin kılıcın tek gözlü Onbaşı Gök Börü’nün derisini kesmez, anladın mı?
Gök Börü’nün sesi çevrede çın çın ötüyordu. Birdenbire Çin subayının üzerine atıldı. O daha kılıcını çekmeğe vakit bulamadan sol yanağı üzerine çelik gibi tokadını indirdi. Türk usulü inen bu tokat Çin subayını yere sermeğe yetmişti. Dilmacın bağırtısı arasında öteden beriden bir sürü Çinli koşuşurken, yanlarındaki Çin eri de kılıcını Gök Börü’nün koluna indirip kan içinde bırakmıştı. Ötüken delisi, küçük bir çocuktan koluna çomak yiyerek biraz canı acıyan bir adam gibi Çinliye baktıktan sonra kendisine doğru gelen Çinlileri şöyle bir süzdü. Sonra:
– “İşte şimdi hepiniz birden epey bir şey edersiniz” diye haykırdı ve onlara doğru atıldı.
Arkadan gelmekte olan Yamtar yalnız tokadın sesini duymuş ve sesinden bunun bir Türk tokadı olduğunu anlıyarak Gök Börü’nün bir iş karıştırmakta olduğunu kestirip adımlarını hızlandırmıştı. Fakat Yamtar geç kalmıştı: Yedi sekiz Çinli, Gök Börü’yü yaka paça götürüyorlardı. Yamtar’ın gözlerine Çin subayının morarıp şişmiş yüzüyle burnundan kan boşanan bir Çinli, kulaklarına da Gök Börü’nün: “Bu, tek gözümün hakkı. Ötekini vermek için de on tanenizi tamuya gönderdim” diye haykıran sesi çarptı.
***
Gök Börü o geceyi kapkaranlık ve ıslak bir zindanda elleri bağlı ve aç geçirdikten sonra ertesi gün bir Çin kumandanının karşısına çıkarıldı. Bir gün önce dövüştüğü Çinlilerle dilmaç orada idiler. Kumandan, bir Çin subayına pusatla saldırmanın ölüm cezasıyla karşılık göreceğini bilip bilmediğini sordu. Gök Börü elleri çözülmeden bir şeye cevap vermiyeceğini kesin bir durumla anlattığından kumandanın buyruğuyla elleri çözüldü. Kılıç yarası almış olan kolu bütün gece bağlı kalmaktan uyuşmuştu. Gök Börü kolunu uğuşturarak cevap vermeğe başlamıştı:
– Bende pusat olsaydı bunların hepsini yok ederdim.
Kumandan asık bir yüzle sordu:
– Şu Çin subayının yüzüne bir pusatla, hiç olmazsa bir taş veya demirle vurduğun anlaşılıyor. Yalan söyleme. Doğruyu söylersen cezan azalır.
Gök Börü omuzlarını silkti:
– Ben onun yüzüne atadan gördüğüm gibi bir tokat vurdum o kadar…
Kumandan öfkelenmişti:
– “Yalan söyleme. Ben sana doğruyu söyletmesini bilirim” diye bağırdı.
Gök Börü de öfkelenmişti:
– Ulan! Ne direnip duruyorsun! İnanmıyorsan gel senin de yüzüne bir tokat vurayım. Derini patlatıp avurdunu şişiremezsem Türk’üm diye gezmem!…
Dilmaç bu sözleri Çinceye çevirmeğe korktu. Gök Börü’ye bir adım daha yaklaşarak yumuşak ve edepli bir cevap vermesini söyledi. Ötüken delisi yalancılıkla suçlandırılmağa fena halde içerlemişti. En kısa bir anda şimşek gibi bir tokadın şakladığı ve dilmacın yere çarpılarak serildiği görüldü. Bayılmıştı.
Gök Börü Çin kumandanına dilmacın kanayan, şişen moraran suratını göstererek:
– “Gördün mü mankafa? Uğru kılıklı bir Çinlinin uğursuz yüzünü ezmek için pusat gerekir mi imiş?” diye bağırıyordu.
Kumandan kendisine yapılan bu saygısızlıktan dolayı büyük bir kızgınlığa kapıldı. Gök Börü’yü tutturarak yeniden bağlattı. Sonra dilmacı ayıltarak onunla Gök Börü‘ye şu korkunç kararı bildirdi:
– Çin kağanının buyruğunu dinlemiyerek tarlanı sürmediğin, Çin kağanının bir subayına el kaldırmak küstahlığında bulunduğun ve Çin kağanının saray kumandalarından birinin karşısında saray dilmaçlarından birine vurmak gibi büyük bir cüretkârlık yaptığından dolayı yüz kırbaç yiyecek ve öteki gözün de çıkarılmak suretiyle sana yakışan sonuca çarptırılacaksın!
Gök Börü bu sözleri ürpermeden dinledi. Sonra kumandan Çang-Çung’a :
– “Ben iki gözüm kör olduğu halde de sizin en yiğidinizin hakkından gelirim” dedi.
***
Onbaşı Gök Börü meydanlıkta bir kütüğe bağlanıp yarı beline kadar soyulduktan sonra kırbaçlanmağa başladı. Arkasında karşılıklı durmakta olan iki Çinli, kırbaçlarını olunca güçleriyle nöbetleşe indiriyorlar, toplanmış olanlar da bağırarak, haykırarak, söverek kırbaççıları kışkırtıyorlardı. Gök Börü ses çıkarmadan kırbaçları yiyor, sırtında kızıl izler oluyor, bu izlerden kan sızıyordu. Gök Börü ses çıkarmadıkça kırbaç vuranlar daha sert vurmağa çalışıyorlar, bakanlar ulur gibi bağırarak, yiğit Türk’e daha çok sövüyorlar, yumruk sıkıyorlar, onun dövülmesinden sevinç duyuyorlardı. Meydanlık çok kalabalıklaşmıştı.
Bu duygusuz kalabalık arasında yalnız bir kişi yaşlı gözlerle bu sahneye bakıyor, dudaklarını ısırıyor, bir yandan da inci gibi yaşlar yanaklarından aşağı yuvarlanıyordu. Bu, gerilerde yüksekçe bir yere ilişmiş olan, Gök Börü’nün oğlu, yedi yaşındaki Sungur idi.
Yüz kırbaç bitmiş, Gök Börü gık dememişti. Sungur daha neler olacağını bilmiyordu. Yakılan ateşe bir takım demirlerin sokulup çıkarılmasından da bir şey anlamamıştı.
Fakat Gök Börü’ye son kırbaçlar vurulurken gelen Yamtar olacak işi anlamıştı. Sungur’un da bunu görmesini istemiyordu. Onu yakalıyarak kucağına aldı. Çocuk gitmek istemiyordu:
– “Eçe (Amca)! Kalalım” dedi.
Yamtar titriyen bir sesle cevap verdi:
– Kalmıyalım Sungur! Baban birazdan gelecek!
Sonra, gürbüz bir çocuk olduğu halde, kendi kucağında küçücük kalan Sungur’u kavrıyarak yürümeğe başladı. Sungur, yanağını Yamtar’ın yanağına dayamıştı. İkisin de yüzü ıslaktı.
O gece Yamtar, Sungur’u kendi evinde kendi çocuklarıyla bırakarak Gök Börü’nün evinde kaldı. Geceleyin Çin kumandanlığı yapısına giderek Gök Börü’yü almıştı. Artık dünyanın ışıklarına ve renklerine iki gözü de kapanmış olan andasının kolundan tutarak onun evine gelirken üzerine yıldırım düşmüş iri bir ağaca benziyordu. Kan kardeşinin yardımına koşamamış olmaktan doğan bir iç acısı, Gök Börü’nün gözünü kızgın şişle çıkaran acıdan aşağı değildi. Kendinden utanıyordu. Ay ışığı altında eğri büğrü sokaklardan sert adımlarla yürüyen bu iki kara bahtlıdan biri, iri ve gözleri gören Yamtar ağır bir manevi yük altında çökmüş gibi ilerlerken; öteki Ötüken’in kahraman delisi, baş eğmiyen Gök Börü, artık sonsuz karanlığa gömülmüş olan yiğit onbaşı, Tanrı’ya bakar gibi hafifçe göğe çevrilmiş olduğu halde dimdik, vekarlı ve heybetli adımlar atıyordu.