Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Bölüm: 19 Gök Türk Elçileri

0 14.125

Binbaşı Pars Beğ’in oğulları yararlıklarını göstererek İlteriş Kağan ordusuna kabul edilmişlerdi. İhtiyar binbaşı da Kağan’ın buyruk beğleri sırasına girmişti. Bütün bunlar iyi şeylerdi. Fakat şimdi onun beyninde çözülmemiş bir bilmece vardı: Nişancılıkta Kür Şad’ın ustalığını gösteren ve Kür Şad’a çok benziyen Onbaşı Urungu’nun kim olduğu. Onun karabudundan olduğunu öğrenmişti. Fakat ok atışıyla, durumuyla, yüzü ile bu kadar Kür Şad’a benziyen bir erin onunla hiçbir akrabalığı olmayışı da çok tuhaftı. Pars Beğ, seksen yıllık bir dirliğin kendisine verdiği tecrübe ile bu işin içinde iş olduğunu sezmişti. Çok yaşamış, çok görmüş insan muhakkak ki, hâdiselerin içine girebiliyor, başkalarının bilmediği şeyleri biliyordu.

Pars Beğ, Kağan’ın bağışladığı yeni çadırda keçesine uzanarak derin derin konuşuyordu. Aşağı yukarı kırk beş yıl önce, kahraman Kür Şad kırk arkadaşıyla birlikte Çin sarayına saldırmış ve bütün Türkler’e övünç verecek şekilde ölmüştü. Kendisi Batı Elinde bu haberi aldığı ve ihtilâlde andalarının da bulunduğunu öğrendiği zaman orada bulanamadığına yanmış, bu yanış, içinde düğümlenen bir dert olarak kalmıştı. Acaba Kür Şad’ın konçuyu ne olmuştu? Bu konçuy Pars’ın teyzesi idi. Ne akıllı, bilgili, becerikli kadındı!… Bir er gibi yılmaz, bir kağan gibi düşünceli, velhasıl eşi bulunmaz bir kadındı.

Şimdi onun yaşamadığı muhakkaktı. Fakat acaba nerede, ne zaman ölmüştü?

Pars birden bunu öğrenmek istediğinin gönlünde kabardığını duydu. Teyzesinin hayali aklından silinmemişti. Belki Ötüken’de onu bilip tanıyan vardır diye düşündü. Fakat kime sorduysa cevap alamadı. Ötüken’in en yaşlılarına başvurdu. Sorup soruşturdu. Kür Şad’ın konçuyunu gören, bilen, işiten yoktu.

İhtiyar binbaşı böylece dalgınlık içindeyken çadıra gelen bir ulak, İlteriş Kağan’ın kendisini beklemekte olduğunu bildirdi. Pars hemen kalktı. Kağan otağına vardığı zaman bir kalabalığın biriktiğini, bu kalabalık arasında Yüzbaşı Börü’nün de bulunduğunu gördü. Çok beklemedi. Bir Tarkan kendisini ve Börü’yü İlteriş Kağan’ın karşısına çıkardı.

Yere diz vurdular.

Gök Türk Kağanı, Binbaşı Pars’a hitap etti:

– Pars Beğ! Seni dokuz Oğuz katunu Ay Hanım’a birinci elçi olarak gönderiyorum.

– Buyruk senindir kağan!

– Armağanlarına kıvandığımı, fakat arada akrabalık da bulunması dolayısıyla bize daha yakın bir yerde oturması gerektiğini bildireceksin. Durmaksızın yer değiştirip bizden gizlenmemesini, çünkü Dokuz Oğuzları’ın kendi budunum olduğunu söyliyeceksin!

– Buyruk senindir kağan!

İlteriş Kağan, Börü Beğ’e dönerek söze başladı:

– Yüzbaşı Börü Beğ! Seni Ay Hanım’a ikinci elçi olarak gönderiyorum.

– Buyruk senindir kağan!

– Sen de Dokuz Oğuz çadırlarını sayacak ve çadır başına birer at ve sığırla ikişer koyun göndermelerini bildireceksin. Bu vergiyi güzden önce bize erişmezse üzerlerine çeri çıkaracağımızı anlatacaksın!

– Buyruk senindir kağan!

İlteriş Kağan bir müddet düşündü. Bilge Tonykukla bir şeyler konuştu. Sonra iki elçiye birden:

– “Yanınıza gereken erleri alarak yarın yola çıkacak ve bir ayı aşırmadan burada bulunacaksınız. Ay Hanım’a armağan olarak götüreceğiniz on top Çin ipeği ile altın kakmalı bir bıçağı Tarkan size verecektir” dedi.

İki elçi yere diz vurarak otağdan çıktılar ve gün batıncaya kadar ertesi gün için hazırlıklarla uğraştılar.

***

Ertesi gün elçiler gün doğmadan yola çıkmışlardı. Binbaşı Pars yanına at uşağı Çalkara ile dört er daha katmıştı. Yüzbaşı Börü ise andası Urungu ile bir at uşağından başka kimse almamıştı.

Kafile yola çıktıktan epey sonra Deli Ersegün dörtnala yetişmiş ve Pars Beğ’e yaklaşarak kendisinin birlikte gelmesi için buyruk dilemiş ve bu isteğine erişmişti. Ersegün en geride tek başında geliyordu. Sanki üçüncü elçi de oydu. Fakat kağan tarafından yumuşlandırılmamış, Ay Hanım’a verecek armağan almamış, öyle garip, örneği bulunmaz bir elçiydi. Böylelikle on kişi olmuşlardı. Binbaşı Pars, Deli Ersegün’ün yerinde duramaz bir çocuk olduğunu anlayınca kafilenin yan ve gerilerini kollamak işini ona bırakmıştı. Ersegün boyuna at tepiyor, sağa yahut sola doğru dörtnala gidip, ufuklara bakıyor, sonra geride kalarak art yanlarını gözetliyor, kimseyi göremeyince ötekilerine katılarak bir müddet beraber gidiyordu.

Kafilenin öncüleri Pars’ın iki eriydi. Birinci elçi yaşlı olduğu için hızlı gidemiyorlardı. Bu gidişle on, on iki günde Dokuz Oğuzlar’a varabileceklerini umuyorlardı.

Parsla Börü çok defa yan yana gidiyorlar, fakat pek az konuşuyorlardı. Bu kafilede en sessiz Urungu idi. Andası Börü, beraber gitmeği teklif ettiği zaman reddetmemişti. Çünkü red için bir sebep bulamazdı. Hem gitmek, hem de gitmemek istiyordu. Bağrındaki yanıklığın Ay Hanım’ı görmekle biraz serinlemesi mümkün olduğu gibi daha çok kıvılcımlanması da muhtemeldi. Meçhule doğru gidiyor, hiçbir şey düşünemiyordu. Anlaşılmaz bir yorgunluğu vardı. Ne olacaktı? Hiç!…

Ersegün ise deli gençliğin yaz borası gibi gürültüyle gelen sevgisine tutulmuş bir gönülle gidiyordu. Ne yapmağa gittiğinin farkında değildi. Kağan kızıyla bir daha mı vuruşacaktı? Elçi heyeti arasındaki birisinin böyle vuruş yapmasına imkân yoktu.

Ona evlenmek mi teklif edecekti? Babasını öldürdüğü için kendisiyle vuruştuğu bir kadına bu teklifi yapmak gülünçtü. Ya ne yapacaktı? Bunu kendisi de bilmiyordu.

Zaten ona İlteriş Kağan tarafından gönderilmişti. Hem onun tutsağı iken kaçmıştı. Fakat Ay Hanım şimdi ona tutsak gözüyle bakmazdı.

Düşüncesi buraya gelince Ersegün genişledi. Böylelikle Ay Hanım’a karşı bir kurum yapmış olacaktı. Bir Gök Türk beği olarak saygı gören bir konuk gibi gelmekle evvelki tutsaklığından doğan utancı biraz olsun silecekti.

Burada tutsakken kulağına çalındığı gibi Gök Türkler buraya çeri ile bir saldırış yapsalardı Ersegün için bayram olur, hiçbir şeye bakmadan Kağan kızının otağına saldırır, onu mutlaka tutsak eder, sonra da kendisine konçuy olarak alırdı. Fakat şimdi öyle bir şey yoktu. Öyle ise o da işi oluruna bırakacaktı. Şimdilik Ay Hanım’ın aydan aydın, güneşten yakıcı yüzünü görmekle yetinecekti

***

Bir gün bir su başında mola vermişlerdi. Hava çok sıcaktı. Parsla Börü yan yana oturmuşlar, haşlanmış darı ile kurut yiyorlardı. Pars, epey ilerde tek başına atına dayanarak kuzeye doğru bakan Urungu’yu gösterip:

– “Yüzbaşı Börü! Onbaşı Urungu’yu tanır mısın” diye sordu.

– Nasıl tanımam? Eski yoldaşım ve andamdır.

– Urungu’nun babasını, anasını da bilir misin?

– Babasını görmedim. Anasını tanıdım ve uzun zaman dört çadırlık obamızda onunla beraber bulundum.

– Bu kadını bana anlatabilir misin?

Börü’nün gözleri daldı:

– “Bulunmaz kadındı. Bizim obamızın ruhuydu” diye söze başladı. Fakat Pars onun sözünü kesti:

– Bunu değil. Bana yüzünü, biçimini söyle.

Börü uzaklara bakarak bir düşündü. Sonra anlatmağa koyuldu. Pars merakla ve dikkatle dinliyordu. Birden atılarak:

– “Sağ yanağında göze çarpar bir ben var mıydı” diye sordu.

Börü hayretle onun yüzüne bakarak:

– “Vardı. Sen nerden biliyorsun” diye cevap verdi.

Pars sustu. Seksen yıl yaşamış olmanın verdiği bir ihtiyarlıkla sözü başka yere çevirdi:

– “Vaktiyle, Ötüken’de böyle bir kadın tanıyordum” dedi. Sonra merakını yenemiyerek:

– “Bu kadının adını hatırlıyor musun? Diye sordu. Börü:

– “Hayır” dedi, “adını bilmiyorduk. Hepimiz ona yalnız ana derdik”

Sustular. Yüzbaşı, bu soruşturmanın niçin yapıldığını anlamamıştı. O şimdi Urungu’nun anasını düşünüyordu. At çatlatırcasına, uzaklardan getirdiği kımızı ona yetiştiremediği için duyduğu acı yeniden içinde düğümlenmişti. O günü unutamazdı. Bir parçacık daha önce gelse ona kımızı içirebilecekti. Bu aklına geldikçe hep bir tuhaf olur, yüreği sıkılırdı. Yine öyle oluyordu. Pars farkına vararak sordu:

– Acı şeyler konuştuğumuz için gönlün mü bunaldı yüzbaşı?

Börü o uzun koşuyu ve Urungu’nun anasının ölümünü anlattı.

Yola çıktıklarının ancak on altıncı günü Dokuz Oğuzlar’a vardılar. Durmaksızın iz bırakmadan yer değiştiren bu obayı bulmak epey güç olmuştu. Oba yeniden büyümüş, dört yüz çadırı geçmişti.

İlteriş Kağan’ın elçileri obaya yerleştiler ve Yüzbaşı Kadır Bağa ile konuşularak ertesi gün Ay Hanım’ın huzuruna çıkarılmasını kararlaştırdılar.

Pars, yanındakilere kısa bir talimat verdi. Bu talimatlar gereğince önce kendisi söz söyliyerek, sonra beşer top ipek tutarak geride duran Ersegün Beğle Urungu armağanlarını sunacaklardı. Kendisinden sonra Börü Beğ söz söyliyecek ve altın kakmalı bıçağı kendisine sunacaktı. Urungu ile Ersegün hiç ummadıkları bu yumuştan ürkmüşler, fakat buyruk aldıkları için karşı gelememişlerdi.

Urungu’nun içi ürperiyordu. Onun ışıklı bakışlarını görecek, Tanrı ezgisine benziyen sesini işitecekti. Fakat kendisini okla yere deviren bir yağı ile, evlenme teklifini “karabudundansın” diye reddeden bir sevgili ile karşılaşacaktı. İçinde durulmuş gibi olan kasırga yine canlanacak, küllenmiş sandığı kıvılcım yalazlanacak, gönül ağrıları yeniden başlıyacaktı. Hayır, hayır, Urungu biraz yanılıyordu. Bütün bunlar olacak değildi. Olmağa başlamıştı bile. İşte andası bilmeden ona kötülük etmiş, Binbaşı Pars bu kötülükte daha ileri varmıştı.

Ersegün ise daha şaşkındı. Çünkü onun geride denemelerle geçen ve güç durumlarda kişiye en isabetli kararı verdiren yaşanmış dirliği yoktu. Kız sevmenin ne olduğunu bile adamakıllı bilmiyordu. Ne yapıp edeceğini, ne söyliyeceğini, niçin geldiğini bilmiyordu. Hiçbir şey bilmiyordu. Yalnız dirliğinde ilk deneme olmakla beraber Ay Hanım’a gönül vermiş olduğunu, bu gönül vermenin hem tatlı, hem de acı bir şey olduğunu biliyordu. Bir de yarası vardı: Ay Hanım’a yenilmişti.

Pars buyrukları verirken ilk defa Urungu ile yüz yüze gelmiş ve ona çok dikaktle bakmıştı. Tıpkı Kür Şad’a benziyordu. Duruşunda, söyleyişinde Gök Türk beğlerini andıran bir şey vardı. Sonra bir onbaşı kılığı içinde iki nesnesi şiddetle göze çarpıyordu: Börkü ve bıçağı.

Bu börk bir kağan börküne, bıçak kağan bıçağına benziyordu. Birden Pars’ın gözleri bıçağa takıldı ve beyninden bir ışık geçti: Evet bu bıçak Kür Şad’ın bıçağı idi ve ona da Bumun Kağan’dan gelmişti. Bütün eski Ötükenliler gibi Pars da bu bıçağı tanır, hatta onun üstündeki tılsımlı yazının güneş doğarken yahut batarken göründüğünü de bilirdi.

O gece elçi heyetinde ilk nöbeti alan Urungu hiçbir arkadaşını uyandırmadan sabaha kadar nöbet tuttu ve Ay Hanım’ı düşünerek kendinden uzaklaştı.

Pars’ın ve Ersegün’ün uykuları da rahat değildi. İkide bir uyanıyorlar, başka başka sebeplerle aynı sonucun tesirinde kalarak, yataklarında dönüyorlardı.

***

Ay Hanım, elçileri büyük törenle kabul etti. Dokuz Oğuz çerileri şimdi çok iyi giyimli ve pusatlı idiler. Binbaşı Pars, İlteriş Kağan’dan aldığı buyruğu yerine getirdi.

– Ay Hanım! Kağanım gönderdiğin armağanlara kıvandı. Ana yönünden aranızda akrabalık olduğu için Ötüken’e daha yakın bir yerde oturmanı buyuruyor. Durmaksızın yer değiştirip gizlenmeni istemiyor. Çünkü Dokuz Oğuz budununu kendi budunumdur diyor.

Ay Hanım kıpırdamadan bu sözleri dinliyordu. Pars ardında duran Ersegün’le Urungu’yu göstererek:

– “Kağanım sana on top Çin ipeklisini armağan olarak gönderdi” dedi.

İpekleri tutan iki kişi, birbirini bilmeden Ay Hanım’a gönül vermiş olan iki Gök Türk, birkaç adım atarak yere diz vurdular ve Ay Hanım’ın işareti üzerine Dokuz Oğuz çerilerinden iki kişi ipeklileri alıncaya kadar öylece beklediler.

Kağan kızının ışıklı ve keskin bakışları, kendisini seven, bu iri çocuk, biri geçkin iki erkeğin üzerinde bir an takıldı. Gözlerini gözlerine dikerek gönüllerini okuduktan sonra bir buyrukla ikisini de kaldırdı.

Kocamış Binbaşı Pars bu üçünün arasında neler geçtiğine dair hiçbir şey bilmiyordu. Fakat Işbara Han’ın bu en akıllı onbaşısı, hayat denemelerinin olgunlaştırıp pişirdiği bu uslu Gök Türk beği birtakım şeyler sezinlemekten de geri kalmadı.

Şimdi Yüzbaşı Börü konuşuyordu:

– Ay Hanım! İlteriş Kağan’ın buyruğu gereğince Dokuz Oğuz çadırlarını saydım Dört yüz sekiz çadırsınız Kağanım vergi olarak çadır başına birer at ve sığırla ikişer koyun göndermeni buyruk etti. Güzden önce bu vergi gelmezse Gök Türk ordusu üzerinize gelecektir.

Pars konuşurken kıpırdamadan dinliyen Dokuz Oğuz beğleri, Börü’nün son sözleri üzerine birbirlerine bakıştılar. Yüzbaşı Kadır Bağa ise kıpkırmızı oldu ve gözlerinde şimşekler çaktı.

Börü Beğ hiç oralı değildi. Sözüne devam etti:

– Kağanım sana armağan olarak bu altın kakmalı bıçağı yolladı.

İlerliyerek yere diz vurdu ve Kadır Bağa’nın aldığı bıçak Ay Hanım’ın eline geçtikten sonra otağda derin bir sessizlik oldu. Bu sessizlik arasında Gök Türklerle Dokuz Oğuzlar birbirlerine çok mânâlı bir şekilde bakıştılar. Bu bakışma biraz fazla sürse kılıç çekişmeye varabilirdi. Ay Hanım’ın söze başlaması tehlikeyi önledi:

– İlteriş Kağan’ı ben de kağan olarak tanımış, bunu birkaç defa kendisine bildirmiştim. Akrabalığımız da beni ona bağlıyor. Dokuz Oğuzla Gök Türk bir ağacın iki dalıdır. Gök ve yer karıştığı zaman aramızda savaş olmuştu. Şimdi gökte ve yerde kargaşalık yok. Yüce Kağan’ın bütün buyrukları yerine gelecektir. Bunu birinci elçi Pars Beğ’le yarın konuşacağım. Şimdilik çadırlarınızda dinlenin ve obamızda dilediğiniz gibi gezin.

Gök Türkler diz vurarak otağdan ayrıldılar.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.