Bölüm: 15 Ölüm Uçurumu
Dört atlı sonsuz bozkırda doğuya doğru gidiyordu. Başlarındaki adam çok yaşlı seksenlik bir koca olduğu için hızla at süremiyen kafile yirmi günden beri yolda idi. Yolculardan biri kırk, biri otuz yaşlarında gösteren iki tanesi, yaşlı adamın oğulları, dördüncüsü de at uşağı idi. Binek atından başka bir de yedek at götüren at uşağı, konaklarda küçük çadırı kuruyor ve bu tek çadırda ak saçlı koca barınıyordu.
Yazın ilk günleri, bozkırın güzel zamanıydı. Kafile küçük bir dağı aşmıştı. Birdenbire önlerine dümdüz bir ova, ovanın dağa bitiştiği yerde de korkunç bir uçurum çıktı. Yaşlı koca eliyle uçurumu göstererek:
– “İşte Ölüm Uçurumu” dedi.
Ötekiler burasını ilk defa görüyorlardı. Dağın yamacından olduğu gibi gözüken bu uçurum pek korkunç bir şeydi. Belki elli adam boyundan olan yarık, bir takım garip biçimli kayalarla doluydu. Yarığın dibini görmeğe imkân yoktu. Bu korkunç, meçhul dipten tuhaf tuhaf sesler geliyordu. Bu sesler bir suyun akmasına, bir sürü atın kişnemesine, yırtıcı parsların bağırmasına, atlıların dörtnal sürüşüne, hatta haykıran bir insanın sesine bile benziyordu.
İhtiyar adam dalgın gözlerle uçuruma bakıyor, eski hâtıraları canlandırmak istiyordu:
– “Ölüm Uçurumu her yıl bir erkekle bir kadın alır” dedi. Sonra eliyle uzaktaki bir kayalığı işaret ederek anlattı:
– Orada Uçar Kam otururdu. Altmış yıl önce ben buradan geçerken ona uğramıştım. Altmış yıl sonra buraya yine gelirsin demişti. Dediği çıktı.
Yavaş yavaş Uçar Kam’ın mağarasına ilerlediler. Kimseler yoktu. Atlarından inerek oyuğa girdiler. Yerde birkaç kürek kemiği ile bir ayı postu duruyordu.
İhtiyar adam hazin bakışlarla oyuğun tavanını ve duvarları süzdü:
– “O zaman ben yirmi yaşımda bir gençtim” dedi, “doğup büyüdüğüm Elleri bir Çinli kadın yüzünden bırakıp kaçıyordum. Yanımda yeni evlendiğim karım yani ananız Almıla olduğu halde Batı Kağanı’na kaçıyordum. Çünkü kendi kağanım, Kara Kağan’ın katunu İçing Katun beni öldürecekti. Gece karanlığında bu uçuruma düşmekten bizi Uçar Kam kurtarmış, bu kovukta konuklatmıştı.”
Oğulları ve at uşağı büyük bir dikkatle dinliyorlardı:
– Uçar Kam falıma bakmış, on beş yıl sonra bütün yoldaşların yok olacak demişti. Dedikleri oldu: Kür Şad ihtilâlinde son arkadaşlarım da öldüler. Siz Kür Şad’ı tanımazsınız. O bir ateş parçasıydı. Bozkurtlar soyunun övüncüydü. Bilmem ki onun gibi bir keskin nişancı bir daha yeryüzüne gelir mi? Almıla ile Batı Kağanlığı’na geldikten sonra Tüng Yabgu Kağan’ın ordusuna girdim. O Kağan’ın ölümünden sonra Batı Eli karışıncıya kadar gelen kağanların çerisinde çalıştım. Ölmedim. Büyük oğullarım benden kutlu çıktılar. Üç ağanız öldü. Ablanız evlenip gitti. Almıla da Uçmağa vardı. Artık tadı kalmıyan bu dirlik yükünü çekmek üzere ben kaldım. Doğduğum yere giderek orada ölmek istiyorum. Siz Ötüken’i de bilmezsiniz. Oradan Çin’e ne akınlar yapmıştık!… Belli ki Uçar Kam da ölüp gitmiş. Zamanı Tanrı yapıyor ve bütün yaratıklar ölüyor… Bakın, şu Ölüm Uçurumu ne yaman şey! Ben daha çocukken bu uçurumun adını duymuştum. Her yıl bir erkekle bir kadın almadan olmıyan bu derin yarığın gerçekten de nice erkelerle kadınları koynunda kaybettiğini bilirim. Bir er, bir kızı sever de alamaz, bu yüzden çılgına dönerse kanındaki delilik burada yatışır. Ben Almıla ile birlikte doludizgin buraya doğru at sürerken birden gür bir ışığın sallanmasıyla durmuştuk. Karanlıkta bir ses: “Durun! İlerde ölüm var” diye bağırıyordu. Bizi uyaran ses Uçar Kam’ın sesiydi. “Bize yol göster. Duramayız” diye cevap verdim. “Ardımdan gelebilirler” diye haykırdım. “Ardınızda gelen yok. Emniyettesiniz” diye gönlümüzü ferahlatıp mağarasında konuk etti. Altmış yıl sonra geldiğim halde o günü hâlâ hatırlıyorum. Altmış yıl sonra… Altmış yıl dile kolay. Bu altmış yıl nice erleri, yiğitleri toprak etti. Hepsi kayboldular. Kara Kağan, Işbara Alp, Kür Şad… Yamtar, Sançar, Gök Börü, Üçoğul, Sülemiş, Arık Buka, Buğra, Karabudak… Hepsi öldü… Almıla…. O da öldü. Yalnız ben kaldım. Ben, kocamış Binbaşı Pars…
Binbaşı Pars başını göğe kaldırdı. Seksen yılın ızdıraplarıyla manalanan gözlerini bilinmedik bir noktaya dikti. Sonra, büyük bir davanın sonunda bezginlik duymuş insanların haliyle başını eğerek:
– “Haydi gidelim” dedi.
Yola koyuldular.
***
Uzaktan birkaç atlının görünmesi birden onları tetik bulunmağa davet etti. Sadaklardan oklar çekilerek yaylara yerleştirildi. Fakat yine ilerlemekte devam ediyorlardı. İki tarafın arasında elli adım kalınca durdular. Karşılarındakilerden biri öne çıkarak bağırdı:
– Kimsiniz? Nereden gelip nereye gidiyorsunuz?
Binbaşı Pars büyük oğluna işaret etti. O, birkaç adım ilerliyerek gür bir sesle karşılık verdi:
– Gök Türk’üz. Batı Elinden gelip, Ötüken’e gidiyoruz. Siz kimsiniz?
Karşıkiler kendi aralarında bir şeyler konuştuktan sonra yine seslendiler:
– Dokuz Oğuzuz! Ötüken’e çok var. Bizde konuk olun! İki taraf yavaş yavaş ilerleyip karşılaştılar. Kısa bir şeyler konuşuldu. Sonra Binbaşı Pars’ın kafilesi Dokuz Oğuzlarla birlikte onların obasına doğru yürüdü.
Dokuz Oğuz obası büyümüş, iki yüz çadırlık olmuştu. Fakat Baz Kağan’ın kardeşlerinden ya da oğullarından, yiğenlerinden kimse bulunamadığı için başlarında hâlâ Ay Hanım vardı. Obalılar onu çok seviyorlardı. Gök Türkler’e ağır vergiler vermelerine rağmen kendilerini oldukça bolluk içinde yaşatıyor, sık sık yer değiştirerek yeni bir hücuma uğramalarının önüne geçiyordu. Şimdi üç yüz çerileri vardı ve yiğit savaşçılardan kurulmuş olan bu küçük ordu onları her önüne gelenin saldırışından koruyordu.
Yüzbaşı Kadır Bağa, Ay Hanım’ın buyruğu ile Binbaşı Pars’ı karşılayarak onları iki çadıra konuk etti. Derhal güzel aşlar ve kımızlar göndererek konuklarını ağırladı.
Pars memnundu. Artık yaklaşmış olduğu Ötüken’e varmadan biraz dinlenmek, uzun yorgunluğu gidermek ve anayurda daha diri ve güçlü olarak gitmek hiç fena bir şey değildi. Bu düşüncelerle gece düşünde kendisini hep Kara Kağan ordusunda onbaşı olduğu zamanki durumuyla gördü: Çuluk Kağan’ın öldüğü sırada yakalandıkları korkunç sağanağı ve Buğra’nın ölümünü, Çin duvarı üstündeki yaman vuruşmayı ve Arık Buka’nın vuruluşunu, zavallı Karabudak’ın idamını ve anda oluşlarını, Almıla’yı sevişini, onu o kadar kişinin elinden nasıl kapıp aldığını âdeta yeniden yaşadı. Bütün bu düşler arasında İ-çing Katun’un karganmış hayali de vardı. Bu kadar uzun gibi gelen altmış yıl ne kadar çabuk geçip, gitmişti…
Pars uzun süren uykudan uyandığı zaman kendisini uzun zamandan beri hasret kaldığı kadar diri ve güçlü bulmuştu.
Ötüken’e yaklaşmak seksenlik kocayı canlandırmıştı.