Bölüm: 14 Gönül Tutsaklığı
Ersegün bir haftada kendisine geldi. Gezip yürümeğe başladı. Kağan kızının buyruğu ile kendisine çok iyi bakılmış, kımız bile verilmişti. Genç beğ, yürüyebilecek hale gelince Dokuz Oğuz obasında bir kıpırdanma başladı. Her gün kendisini ziyaret eden Kadır Bağa’ya bunun ne olduğunu sorunca “göçüyoruz” cevabını aldı. Yüzbaşı, onun sorucu gözlerle kendisine baktığını görünce:
– “Sen de bizimle geleceksin. Ay Hanım’ın buyruğu böyle” diye ilâve etti.
Ersegün hem tutsak, hem de güçsüzdü. İtiraz edecek hali, kafa tutacak kuvveti yoktu. Hiç ses çıkarmadı.
Dokuz Oğuzlar bir haftada çoğalmışlar, yetmiş çadır olmuşlardı. Demek ki, dağa taşa kaçıp saklanmış olanlar Ay Hanım’ın çevresinde toplanıyorlardı. Halbuki Tuğla boyu savaşından ve Baz Kağan’ın ölümünden sonra Dokuz Oğuzlar, İlteriş Kağan’a baş eğmişlerdi. O halde Ay Hanım’ın yanında toplanan asilerdi. İlteriş Kağan’a Taçam’ı yollayıp tâbi olduklarını bildirdikleri halde burada yavaş yavaş toplanıp büyüyorlardı.
Oba batıya doğru yola çıktığı zaman Ersegün de ata binmiş olduğu halde aralarında idi. Pusatları alınmıştı. Yanında daima Yüzbaşı Kadır Bağa bulunuyordu. Deli Ersegün’ün aklı fikri kaçmakta idi. At sarsıntısına dayanabilecek durumda olsa biran bile durmazdı. Arkasından uçacak oklar kendisine vız gelirdi ama gel gelelim, at koşturacak gücü yoktu. Fakat bu fırsatı kaçırmak istemediğinden Dokuz Oğuzlar’ı sayıyor; atlarına, pusatlarına, sığır ve koyunlarına gizli bakışlar fırlatıyordu. Yetmiş çadırlı oba dört yüz kişiydi. Bunun seksen tanesi savaşçı erkeklerdi. Hepsinin atı vardı. Fakat sığırları, koyunları pek azdı. Acaba kadınları arasında da Ay Hanım gibi vuruşçular var mıydı? Buraya gelince Ersegün’ün içinde anlaşılmaz bir şeyler oluyor, hırçınlaştığını seziyordu. Bir kadına yenilmişti. Bu aklına geldikçe deli beğ kuduracak gibi oluyordu. Babasını okla öldüren kız, kendisini de kılıçla yaralamıştı. Şimdi Ay Hanım’dan öç almayı düşünmek bile Ersegün’e ağır geliyordu. Neyin öcünü alacaktı? Yenildiğinin değil mi? Bir kıza yenilmişti… Yazıklar olsun! Artık Gök Türkler arasına çıkacak yüzü kalmamıştı.
Molalarda ve konaklarda Ay Hanım onu da otağına kabul ediyor, bazan Kunu Sengün, Tungra Sem ve Kadır Bağa ile birlikte kendisini de çağırarak birlikte yemek yiyordu. Kağan kızı kendisine karşı çok iyi davranıyordu. Bu görüşmeler ve yemeklerde Ersegün yavaş yavaş bir şeyin farkına varmıştı: Ay Hanım aklın almıyacağı kadar güzeldi. Onunla konuşurken başka her şey düşüncesinden çıkıyordu. Önceleri bunu kininin çokluğuna vermiş, fakat sonra gönül yanıklığından olduğunu anlamıştı. Hay od düşesi gönül!… Kağan kızı da olsa, dünya güzeli de olsa ona bağlanmasının sırası mıydı?
Deli Ersegün o kışı onların yanında geçirdi. Çok kar düşmüş, bütün geçitler kapanmıştı. Böyle olduğu halde hâlâ tek tük Dokuz Oğuzlar gelip obaya katışıyorlardı. Yüz çadır olmuşlardı. Hatta toplu halde çeri talimleri yapmağa da başlamışlardı. Yüzbaşı Kadır Bağa karakışta bazan yüz yirmi kişiyle savaş talimleri yapıyordu. Kendisini de hiç yalnız bırakmıyorlardı. Ay Hanım’ın konuğu olarak obada bulunuyorsa da gerçekte tutsaktan başka bir şey değildi.
Ersegün, yaşının küçüklüğüne rağmen iki türlü tutsak olduğunu da anlıyordu. Birincisinden kurtulmak kolaydı. Asıl belâlı olan ikinci türlü tutsaklıktı. Bu böyle bir tutsaklıktı ki kendisine: “Haydi, yurduna git” deseler bile belki gidemiyecekti. Çünkü Gök Türk beği, gençliğinin ve ilk sevginin verdiği aşırılıkla Ay Hanım’ı sevmiş, ondan başka bir şey düşünemez olmuştu.
Ne yapacağını bilmiyordu. Ay Hanım çağırsa diye bekliyor, otağına gidip onun sesini dinledikten sonra sanki yirmi çamçak kımız içip de esrimiş gibi çıkıyordu. Otağa çağrılmasının arası uzarsa bunalıyor, üzülüyor, dünyayı görmiyecek hale geliyordu.
Onun gönlündeki bu borayı Dokuz Oğuzlar arasında yalnız bir kadın sezmişti. On yaşındaki bir erkek ve daha küçük iki kız torunuyla bir çadırda yaşıyan bu kadın, iki oğlunu Gök Türklerle olan Tuğla Boyu Savaşında kaybetmişti. Böyle olduğu halde kin gütmez, “hepimiz bir soydanız” derdi. Görünüşünün iri olmasına rağmen Ersegün’ün henüz körpe bir çocuk olduğunu anladığı için ona acımıştı. Kimsesiz bir tutsak, iyi yürekli bir beğ, gözü pek bir çeri olduğu için de onu sevmişti. Uzaktan göz altında bulundurur, ara sıra konuşurdu. Aylarca süren bu tanışıklıktan sonra genç beğin Ay Hanım’a gönül verdiğini, yüreğine od düştüğünü anlamıştı. Yaşlı kadının böyle delice gönül vermelerden içi yanıktı. Vaktiyle küçük bir erkek kardeşi güzel bir kıza gönül vermiş, alamamış, başı bin türlü belâya girmiş, sonra da kan kusarak ölmüştü. Bu yiğitin de aynı hale düşmemesi için ona öğüt vermek istiyordu.
Kışın sonlarında bir gün Ersegün’le tenhada karşılaştı:
– “Gök Türk beği! Sana diyeceklerim var” dedi.
Deli beğ hemen kaşlarını çatıp:
– “De bakalım koca ana” diye karşılık verdi.
Koca ana hazin hazin konuşmağa başladı:
– Beğ yiğit! Görüyorum ki Ay Hanım’a gönül verdin. Onun göz alıcı, gönül çekici güzelliğini düşündükçe sana hak vermemek kâbil değil. Ancak sen kendini kollamalısın. Çünkü kağan kızı çok tehlikelidir.
Sözün burasında Ersegün, koca ananın yüzüne sert sert baktı. Fakat bir şey demedi. O devam etti:
– Ay Hanım’ın yiğeni kamdı. Ona gizli bilgilerden çok şey öğretti. Ay Hanım insanın yüreğinden geçenleri anlar, ne yapacağını sezer, düşündüğünü bilir. Ona karşı durulmaz. Yirmi üç yaşında olduğu halde hâlâ evlenemedi. Çünkü kendisine eş olabilecek er bulamadı.
Ersegün’ün deliliği kamçılanıyordu. Koca anaya daha keskin baktı. Fakat yine bir şey demedi.
– Ay Hanım’ın kendisi ne kadar güzelse yüreği de o denli katıdır. Bileği güçlüdür. Uçan kuşu gözünden vurur. At yarışında onu kimse geçemez. En özlü savaşçılarla kılıç oynar. Beş yıl önce Kadır Bağa ile vuruşup onu yere serdi. Koca yüzbaşı az kalsın ölüyordu. O günden beri kimse onunla evlenmeğe kıyışamaz. Ay Hanım’ın yüzünde küçük bir iz bırakabildiğin için kendini bahtıyar say. Kadır Bağa onu da yapamadan devrilmişti.
Kadın sustu. Ersegün’ün bakışları büsbütün değişmişti. Sözün sonu neye varacak diye bekliyordu. Ay Hanım’ı sevmesinin bir başkasının tarafından sezilmesi ve bunun kendisine söylenmesi ağır gelmişti. Bununla Kağan kızını bulmamak üzere kaybetmiş gibi bir şey oluyordu. Koca ana devam etti:
– Beğ yiğit! Ay Hanım büğü yapmaz ama gözleri büğüden daha yamandır. Ağu içirmez ama sözü ağudan daha keskindir. Okla yüreğini delmez. Bakışlarıyla öldürür. Gülümseyişi, seni kılıç çalışından daha beter devirir. Yazık olur sana beğ yiğit! Buradan uzaklaş. Anan ah etmeden yurduna dön. Sözümü tut, kendi eline var. Böyle dediğim için de sakın bana gücenme…
Ersegün yine bir şey demeden kadının yanından uzaklaştı. Ondan sonra günlerin nasıl geçtiğini, dünyada neler olup bittiğini bilmedi.
Bahar gelmişti. Bir gece çadırında yatar ve her gece yaptığı gibi uyumadan önce Ay Hanım’ı düşünürken dışarıdaki bir konuşmaya kulak kabarttı. Yarım yamalak işittiği sözlerden Gök Türkler’in yeniden Dokuz Oğuzlar üzerine yürüyeceğini anlamıştı. Artık burada daha çok duramazdı. İlteriş Kağan çerileri buraya geldiği zaman kendisini tutsak olarak bulurlarsa bunun ağırlığına dayanamazdı.
Birden deliliği tutarak fırladı. Hızla çadırından çıkarak yürüdü. İlk bulduğu ata sıçrayarak dörtnala kaldırdı. Obadan çıkarken yanından bir ok vınlıyarak geçti. Fırlatılan bir bıçak beline saplandı. Deli Ersegün bıçağı saplandığı yerden çıkararak bağırdı:
– Pusatım eksikti. Bu da sizin armağanınız olsun!…