Bölüm: 10 Çin Akınından Dönüş
Güz ayları gelmek üzere idi. Onbaşı Urungu çadırında yatıyordu. Ay Hanım’ın oku onu adamakıllı sarsmış, kanı çok aktığı için kendini toparlıyamamıştı. Bu yüzden, ordu Çinlilerle çarpışmak üzere Şadung’a yürürken çeriye katılamamıştı. Sekiz yaşında bir kız her gün çadırına girerek ona bakıyor, yiyecek getiriyor, koluna girerek biraz gezdiriyoru. Bu küçük kız onun torunu, yani Taçam’ın kızıydı.
Urungu kırk sekiz yaşındaydı. Kavgalarla, tehlikelerle geçen bir hayatta, kendini bilmediği zamandan beri ölümle karşılaşmış, on bir yaşından beri ise o da ölümü karşılamağa başlamıştı. Otuz yedi yıldan beri dövüşüyordu. Acı göre göre yüreği katılaşmış, fakat savaşa kanmamıştı.
Oğlu Taçam’la gelini ve üç torunundan başka kimsesi yoktu. Bir de andası vardı: Yüzbaşı Börü. Kendisiyle aynı yaşta olan Börü, Kür Şad ihtilâlinde ölen Yüzbaşı Yağmur’un küçük oğluydu. Babasıyla ilgili olan her şeye karşı duyduğu sevgiyi, Urungu, Börü’ye karşı da duyuyordu. Birbirlerini birkaç defa ölümden kurtarmışlardı.
Bugün Şadung seferinden dönecek olan ordu bir gelse, gelse de Börü’yü ve Taçam’ı görse belki can sıkıntısı biraz geçecek, sol küreğinde hâlâ sızlıyan yaranın acısını biraz unutacaktı. Bununla beraber Urungu, ordu dönmekle iç sıkıntısının geçmiyeceğini de biliyordu. Beyninde ve gönlünde en büyük yeri Ay Hanım’ın doldurduğunu anlıyordu. Acaba şimdi neredeydi? Dokuz Oğuzlar yenilip baş eğmiş, Baz Kağan ölmüş, fakat Ay Hanım bulunamamıştı. Bu sonsuz ucu bucağı olmayan bozkırda nasıl bulunurdu ki?
Onbaşı Urungu daldığı derin düşüncelerden bir gürültüyle ayıldı. Gök Türk ordusu dönüyordu. At kişnemeleri, nal sesleri, haykırışlar işitildi. Borular, davullar çalındı. Sonra sesler yatışırken çadırın kapısı aralandı: Yüzbaşı Börü içeri girdi:
– Hâlâ yatıyor musun Urungu?
Onun cevap vermediğini görünce gülümsedi:
– Kağan kızı seni ne yaman vurmuş anda?
Kağan kızı gerçekten yaman vurmuştu. Ama nasıl vurduğunu Börü bilmiyor, yalnız andasının gövdesindeki yaraya göre hüküm veriyordu.
Börü keyifliydi:
– “İyi bir akın yaptık iyi doyum olduk” dedi.
Urungu susuyordu. Andası bu sessizliği, akın hakkında bilgi edinmek isteğine yorup anlattı:
– Denize kadar bütün Şadung’u geçtik. Çinlier iyi savaşçı değil. Yalnız kale duvarlarının ardına saklanıp beklemesini biliyorlar. Yine de birkaç şehirlerine girip allak bullak ettik. Yalnız bir defa meydan savaşı oldu. Onda da Çinlileri okla çil yavrusu gibi dağıttık. İki atım vurulup öldü ama eksiklikleri fazlasıyla yerine koyduk. Türkeli’ne sayısız sığır, davar, mal, kumaş, pirinç, darı getirdik. Epeyce de tutsak var.
Urungu’nun içinden bir sevinç dalgası geçti. Bozkurtlar dirilmiş, kurt başlı sancak şerefle dalgalanmağa başlamıştı.
Börü anlatmakta devam ediyordu:
– Birgün bir şehri yağmalarken erin biri geldi: “Üç tane bıyıklı, sakallı kadın yakaladık” dedi.
Çinliler’in erkekleri kadına benziyor, belki kadınları da erkek gibidir diye düşünüp sakallı kadınları getirttim. Basbayağı bıyıklı, sakallı idiler. Bunları nasıl buldunuz diye ere sordum. “Yüzleri örtülüydü ama kanışlı yürüyorlardı da yüzünü görmek istedim. Aç dedim. Türkçe bilmediği için açmadı. Ben de bıçağı peçeye vurunca açtım. Şaşkınlıktan düşeyazdım” dedi. İlk önce ben de şaşırdım. Sonra erlere buyruk verip kadın kaftanlarını çıkartınca altından üç tane Çin subayı çıkmaz mı? Herifler böylece bizden kurtulmak istiyorlarmış.
Börü’nün neşeli anlatışı Urungu’yu da güldürdü. Ömründe böyle şey işitmemişti. Fakat gülmesi uzun sürmedi. Şimdi acıklı bir şey dinliyordu:
– Bir gün başka bir şehre girdik. Burada Çinliler epey dayandılar. Şehir kumandanının sarayında kılıçlarla kısa bir çarpışma oldu. Tutsak edilen bir Çinli’yi zorladık. Ambarı, hazineyi göster dedik. Herif ambarla hazineden başka bir de zindanın yerini gösterdi. Kendi halimize kalsak biz zindanı dünyada bulamazdık. Zindandan yirmi kadar adam çıkardık. Biri de yaşlı bir Türk’tü.
Söz buraya gelince Urungu’nun ilgisi arttı. Börü, yüzünün güleçliğini silen bir ciddiyetle ve Urungu’ya değil, yere bakarak anlatıyordu.
– Saçı başı ağarmış, dertli bir koca idi. Önce öldürülmeğe götürülüyorum sanmıştı. Bizi görünce:
“Türk müsünüz? Diye haykırdı. Türk’üz dedik. “Ben de Türk’üm” dedi. “Siz Kür Şad ihtilâlcileri misiniz” diye sordu. “Kür Şad öleli nicedir” dedik. “Biliyorum. Ya erleri ne oldu” diye sordu. “Erleri Uçmağa vardılar” dedik. Gözleri parlıyarak “kağan kim” dedi. “İlteriş Kağan” dedik. Sevincinden ağladı. Bize kendisini tanıttı. Kür Şad ihtilâlinde ölenlerden Çengşi’nin küçük kardeşi imiş. Küçük bir çocuk olduğu halde zindana atmışlar. Kaçmış. Yine yakalanmış. Yine kaçıp saklanmış. Üçüncü defa yakalandıktan sonra bu zindana girmiş. Güneş yüzü görmeye görmeye benzi solmuş. Gövdesi arıklamış. Yıllardır kan kusuyorum diyordu. “Gel seni Türkeli’ne götürelim” dedik. Yüzü sevinçle ışıldadı. Sonra dizüstü yere çöktü. “Bu bahtıyarlık yeter. Artık ölsem de gam yemem” dedi. Ağzından oluk gibi kan boşandı. Orada öldü. Onun acısını komadım. Nice Çinli yakaladıksa boynunu vurdurdum.
Börü sustu. Urungu içlenmişti. Kür Şad’la en uzaktan ilgili bir haber onun yüreğini başka türlü çarptırdı. Şimdi, yirmi yıl, aralıksız zindanda kalarak çıktığı gün ölen zavallı Türk’ü ve onun hâlâ Kür Şad’ı hatırlayışını düşünüyordu.
Börü, yere diktiği gözlerini kaldırarak andasına baktı:
– Akından senin ülüşün de az değil anda. Yarın getireceğim.
Sonra bir şey hatırlamak istiyormuş gibi kaşlarını çatarak düşündü:
– Anan sağ olup da bu günleri görmeliydi Urungu! Kür Şad’ın öcü, hepimizin hıncı alındı.
Yüzbaşı gitmek üzere ayağa kalkmıştı. Urungu da onun son sözleri üzerine yatağına doğrulmuştu. İki anda bakıştılar. Urungu:
– “Kür Şad’ın öcü alındı” diye tekrarladı, “anama gelince.. O zaten.”
Sözlerini tamamlıyamdı. Tekrar yatağına uzandı ve başını kapıdan yana çevirdi. Kür Şad’la birlikte Kür Şad’ın konçuyu olan anasının da öcü alınmıştı. Urungu bu bakımdan rahattı. Ömründe ilk defa bir savaşa girememişti. Onun da zararı yoktu. Herhalde bu yaradan kurtulup kalkacaktı. O halde bu da düşünmeğe değmezdi. Ama Ay Hanım? Bir kağan kızı karabudundan biriyle nasıl evlenir?…
Börü gitmek üzereydi. Taçam’ı sormak için Urungu, gözlerini andasına çevirdi. Fakat daha açmadan Börü başladı:
– Taçam’ı söylemeği unuttum. Onu kaybettik.
– Öldü mü?
– Hayır. Ortalıkta yok.
– Tutsak düşmüş olmasın?
– Kime tutsak olacak? Boyuna kovaladık. Boyuna yendik. Böyle bir seferde insan Çinliye tutsak düşer mi?
– Öyleyse ne oldu?
– Bende onu soracaktım: Acaba ne oldu?