Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Birinci Dünya Savaşı Öncesi Büyük Güçlerin Osmanlı Stratejileri: İttihatçılar Ve Alman Nüfuzunun Tanınması

0 10.821

Dr. Mehmet BEŞİRLİ

On dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinden I. Dünya Savaşı’na kadarki süreçte, Alman-Türk ilişkilerinin mantığı üzerine birçok tarihçi ve siyaset bilimci çalışmalar yapmıştır. Bunların yorumlarının farklılığına rağmen, esasta birleştikleri nokta, bu ilişkilerin her iki tarafın yararına olarak başladığı, ancak zamanla Almanlar lehine genişlediğidir.[1] Her ne şekilde olursa olsun, Alman-Osmanlı askerî, siyasî ve ekonomik ilişkilerinin başlangıcından sonuna kadar, her iki tarafın da fayda sağladığı bir gerçektir.

Almanya, 1871’de milli birliğini kurduktan sonra hızla sanayileşmeye başladı. Ancak endüstriyel ihtiyaçlarını gidermek için, kıta Avrupası’ndan başka yerlerde verimli alanlara yönelmesi gerekiyordu.[2] Bir süre sonra, Doğu Afrika’da birkaç verimsiz bölge elde etmesine rağmen,[3] buralar Alman sanayisinin ihtiyaçlarını gidermeye yeterli değildi. Almanya, endüstrisi için yeni ve verimli hammadde ve pazar alanları bulmak zorunda idi. Dünyanın en verimli alanları, İngiltere ve Fransa emperyalizminin tahakkümü altına girmişti. Bu dönemde Almanya için, Osmanlı ülkesi halâ zengin kaynakları ile vazgeçilmez görünüyordu.

Bismarck döneminde bir kıta devleti olarak Avrupa denge politikasını korumaya çalışan Alman Hariciyesi,[4] genç ve enerjik İmparator II. Wilhelm’le birlikte bu politikasını değiştirdi. İmparator, Almanya’yı diğer Büyük Güçlerin yanında, hatta daha önünde bir dünya gücü olarak görmek istiyordu. Bunun yolu da, doğrudan doğruya çatışmalara girmeden, barışçı siyasî ve ekonomik çıkar sağlamaktan geçiyordu.[5] Yani emperyalistler arası yarışta geri kalmak istemeyen Alman diplomasisi, Büyük Güç olmanın yolunu yeni bağlantılarda aramaya başladı. “Güneşteki Yer (Platz an der Sonne)”[6] emperyalist teriminin ifa ettiği anlam, Doğu’ya doğru (Drang nach Osten) genişleme ve uluslararası ilişkilerde diğer güçlerle başat duruma gelmekti. 1897’de Başbakan Prens Bernhard von Bülow, “Almanya’nın çıkarlarının Doğu Asya’da olduğunu, kendilerinin de diğer büyük güçler gibi orada pay almak ve saygın olmak istediklerini, kimseyi gölgeye bırakmak istemediklerini, ama kendilerinin de Güneşte yerleri olmasını istediklerini belirtiyordu”.[7] Bu ifadeler, diplomasi dilinde yeni bir emperyalist gücün doğuşunu dünyaya haykırıyordu.

Bunun karşısında Osmanlı devlet mekanizmasındaki -Saray- bürokratik elit, Alman nüfuzunun ülkeye girmesi sayesinde Türk İmparatorluğu’nun parçalanmasının engelleneceğini umut ediyordu. Diğer taraftan Almanya’nın askerî, ekonomik, siyasal gücü ve yardımları sayesinde, uluslararası ilişkilerde bir denge de sağlayabileceklerini uman Türk devlet aktörleri, bir dizi reformlarla eski devlet aygıtındaki yapıları da modernleştirebileceklerini amaçlıyorlardı. Almanya’ya yakınlaşma ile Sultan II. Abdülhamid de, kişisel yönetimini -Saray bürokrasisi- güçlendirmek, Büyük Güçler karşısında dışta olduğu gibi içte de güçlenmek ve dış müdahaleleri önlemek istiyordu.[8]

Nitekim, XIX. yüzyılın 90’lı yıllarından 1908 Genç Türk Devrimi’ne kadarki süreçte Almanya, başta askerî olmak üzere birçok sanayi ürününü ve sermaye yatırımlarını -özellikle demiryolları ve altyapı- Osmanlı ülkesine soktu.[9] Özellikle Bağdat Demiryolu yapımının hızla devam etmesi ve bazı hatların işletmeye açılması,[10] Almanya’nın nüfuz bölgeleri oluşturmak için ilk adımlardı. Colmar von der Goltz başta olmak üzere bazı askerî heyetlerin Osmanlı ordusunda reorganizasyon çabalarına girişmeleri yanında, Türklerin Alman silah sanayii için iyi bir pazar olması,[11] ilişkilerin gittikçe kökleşmesine sebep oldu. Öte yandan uluslararası dış ve iç sorunlarda Almanların diğer Büyük Devletler karşısında Osmanlıları desteklemeleri, Almanya’yı Yakın Doğu’da birincil devlet yapmaya yetmişti. Bu süreç, 1908 Genç Türk Devrimi’ne kadar aralıksız devam etti.

Alman Merkezli Türk Dış Politikasının Batı Avrupalı Önceliklere Kayması (1908-1910)

II. Meşrutiyet’in ilânı ile birlikte İttihat ve Terakki liderleri ya da onların desteklediği yaşlı devlet adamları, Sultan II. Abdülhamid’in dış siyasasına da tepki gösterdiler ve Almanya’ya karşı soğuk bir politika izlemeye başladılar.[12] Her ne kadar Genç Türk isyanının başarısında en önemli rolü üstlenen askerî kanat Alman askerî ekolünden mezun olmuşlarsa da, devrim sonrası asker kışlasına çekilmiş ve yönetim tekrar sivillere geçmişti. Almanya’nın İstanbul Büyükelçiliği de, başlangıçta ordu kanadının Alman yanlısı olmasının, yeni dönemde Alman diplomasisine asgari bir üstünlük sağlayabileceğini umuyordu. Çünkü şimdinin askerî liderleri, General Goltz Paşa’nın etkisinde Alman askerî mantalitesinde yetişmiş eskinin öğrencileriydi ve dolaylı da olsa nüfuz yine de onların elinde olabilirdi.[13]

1908 Devrimi’nin hemen sonrasındaki duruma bakılacak olursa, siyasal süreç Almanların umdukları gibi olmadı. Devrim sonrası genç askerler olaylara direkt müdahale etmediler. Yönetim, İttihatçı sivillerin etkin olduğu bir yapıya sürüklendi. İttihatçı sivil aktörler de, genelde Paris ve Londra gibi Batı Avrupa başkentlerinin kültür ve siyasi merkezlerinden etkilendiklerinden, İngiltere ve Fransa taraftarı bir politika üzerinde yoğunlaştılar. Zaten onlara göre, Alman parlamentarizmi de, Sultan Abdülhamid’in idare tarzına benziyordu ve İttihatçılar için bir örnek teşkil edemezdi. Genç Türkiye için siyasi mekanizma, ancak İngiliz parlamentarizmine benzer bir biçimde örgütlenmeliydi.[14]

Artık İngiltere’ye sempati duyulacak yıllar başlamıştı. Alman Büyükelçisi Baron Marschall von Bieberstein (1897-1912), devrim sonrası İngiltere’nin Osmanlı nezdindeki nüfuzunun arttığını ve bunun göstergesinin İstanbul’a yeni atanan İngiliz büyükelçisi Sir Gerard Lowther’in (1908-1913) ülkeye gelmesi esnasında yaşandığını yazmaktadır. Çünkü Büyükelçinin İstanbul’a gelişi ile birlikte düzenlenen merasimde, Osmanlı vatandaşları büyük sevgi gösterisinde bulunmuşlardı. Bu yaklaşımı, Almanya büyükelçisi Marschall şöyle belirtmektedir:[15] “Anayasanın yürürlüğe girmesinden sonra, özellikle buradaki başkentte (İstanbul) geniş halk çevrelerinde İngiltere’ye karşı sempati oluştu. Bu gerçeği inkar etmek akılsızlık olur. Bu sempati sadece Türk basınında değil, aynı zamanda sokakta nümayişte bulunan halkın davranışlarında da ifadesini buluyor. Yeni İngiliz Büyükelçisinin kabul merasimini hatırlıyorum. Bu görüntü oldukça tabiîdir.”

İttihat ve Terakki Türkiyesi’nde, İttihatçı ya da liberal yönetici veyahut aydınların ve Osmanlı vatandaşlarının İngiltere’nin anayasalı rejimine duydukları sempati karşılıksız kalmadı. İngiliz diplomasisi ve Hariciye Bakanlığı (Foreign Office) da yeni yönetimi destekleme kararı aldı. İngiltere’nin 1908 Devrimi’nden sonra Türkiye’ye karşı göreceli de olsa daha dikkatli ve dostça bir tutuma girdiği, dönemin İngiliz basınında da kendini gösteriyordu. Meselâ, İngiltere’nin yeni dönemdeki politikasının ne olması gerektiği konusunda, Alfred Stead, Fortnightly Rewiew’de görüşlerini açıklamıştır. O, İngiltere’nin Gladstone zamanından bugüne kadar devam eden hatalı Türkiye politikasını terk etmek zorunda olduğunu vurgulayarak başladığı konuşmasını şöyle sürdürür: “İngiltere’nin Türkiye’den bağımsız çok Müslüman tebası var. Bu durumda Sultan onların dini lideridir. Bundan dolayı Türkiye ile gergin zeminde bulunmak İngiltere’nin menfaatine olmaz”. Ona göre, İngiltere’nin bu zamana kadar uyguladığı yanlış politika yararına olmamıştır.

Türkiye ile dostça ilişkiler zemininde bulunmak, malî ve ticari bakımdan İngiltere’nin faydasınadır.[16] Yine Stead’a göre İngiltere, Arapçılık hareketlerinde -Arap milliyetçiliği- Türkiye’ye yardım ederek, Sultan’ın halifelik gücünün zayıflamasına çalışmazsa, Mısır gibi İslam halkın yaşadığı bölgelerde daha da güçlenebilirdi. Bunun için Stead, İngiltere’ye, İstanbul’da Hıristiyan büyükelçi ile birlikte, bir de Müslüman büyükelçi bulundurmasını tavsiye ediyordu.[17]

Stead’ın şahsi değerlendirmelerine benzer yorumlar, münferit de olsa, bu dönemde İngiliz basınında dile getiriliyordu. Bu yorumların ortak noktası, Abdülhamid karşıtı değerlendirmelerdi. Onlara göre, İngiltere Türk düşmanı değil, Abdülhamid ve onun rejiminin düşmanı idi.[18]

Devrim sonrası İngiltere, yeni Türkiye politikasını, Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey’in şahsında sürdürmeye başlamıştır. İngiliz Hükümeti, 27 Temmuz 1908’de Sultan ve Sadrazam’a kutlama telgrafları göndererek, yeni düzen hakkındaki olumlu tavırlarını bildirdi.[19] Buna mukabil Avusturya- Macaristan’ın, Türk devriminin hemen sonrasında Bosna-Hersek’i ilhak etmesi,[20] müttefiki Almanya’yı yeni rejim nazarında zor duruma düşürdü. Sonrasında Bulgaristan’ın da bağımsızlığını[21] ve Girit’in Yunanistan’a katıldığını ilan etmesi[22] karşısında, Berlin diplomasisinin etkisizliği, Almanya’nın itibarını daha da düşürdü. Diğer yandan devrimden sonra yönetimi ele geçiren Sadrazam Kamil Paşa gibi, İttihat ve Terakki’nin bazı yöneticilerinin de, kesinkes İngiliz yanlısı olması, Alman diplomatlarını Türkiye’de daha da zayıflattı.[23]

Alman İmparatorluğu’na gelince, Genç Türk Devrimi’nden sonra, Osmanlı Devleti’ndeki ekonomik ve malî ilişkileri ve gelecekteki yatırımlarının tehlikede olmasından kaygı duymaya başladı. O sıralar İstanbul’da bulunan Deutsche Bank yöneticisi Karl Helfferich, bu kaygılarını meslektaşı Arthur von Gewinner’e aktararak, Alman Büyükelçisi’nin konumunun Türkiye’de hayli değiştiğini vurguluyordu. Ona göre, eskiden her şeye gücü yeten, ancak şimdi iktidarsızlığa mahkum olan Marschall’in durumu üzücü idi. Diğer taraftan, Almanlar’ın Bağdat Demiryolu rüyasının bir hayal olduğunu da vurgulayan Hellferich, bu teşebbüsün bundan böyle İngiltere ile devam edebileceğini söylüyordu.[24]

1910’dan Sonraki Süreçte İngiltere’nin Türkiye Politikasının Değişmesi ve İttihatçılar

1910’dan sonra İngiltere’nin Türkiye politikasında değişiklik belirmeye başladı. Aslında 1907’de gerçekleştirilen Rus-İngiliz anlaşmasından sonra, İngiltere’nin genç Türkiye’yi desteklemesi, mümkün görünmüyordu. İngiliz Hariciyesi’nin gerçek amacı sonra anlaşıldı. Eğer İttihatçıların Türkiyesi çağdaş bir devlet kurar ve ülkelerinde yabancı hegemonyasına karşı tavır alırlarsa, bu tavır İngiltere’nin Müslüman sömürgelerinde ilham kaynağı olabilirdi. Böylece İngiltere dominyonlarında-özellikle Hindistan ve Mısır’da isyanlarla başbaşa kalabilirdi.[25] Bu konuda İngiliz büyükelçisi devrimin hemen sonrasında korkusunu belirtiyor ve kaygılarını Dışişlerine şöyle aktarıyordu:[26]

“Türkiye gerçekten bir Meşrutiyet idaresi kurar ve onu ayakları üstünde tutabilirse ve kendisi de kuvvetli bir hale gelirse, bunun sonuçları şu anda hiçbirimizin tahmin edemeyeceği yerlere ulaşacaktır. Mısır’daki etkisi çok büyük olacak ve Hindistan’da kendini hissettirecektir. Şimdiye kadar ne zaman Müslüman bir tebaamız olmuşsa onlara, dahî bir önderin idaresi altında olan ülkelerde zalim bir istibdadın hüküm sürmesine rağmen, kendilerinin iyiliksever bir istibdatla idare edildiklerini söyleyebilmişizdir… Fakat Türkiye şimdi bir meclis kurar ve hükümetini ıslah ederse, Mısır anayasa talebinde daha zorlu bir yolu seçecek ve bizim bu talebe karşı koyma direncimiz çok azalacaktır. İyi bir şekilde işleyen bir Türk anayasası varken ve Türkiye’nin durumu gittikçe gelişirken, anayasa isteyen Mısır halkının ayaklanmasını zor kullanarak bastırmaya girişirsek durumumuz çok acayip olacaktır. Mısır meselesi yüzünden, Türk hükümetiyle değil, fakat Türk halkının hissiyatı ile çatışmaya girişmenin bize hiçbir faydası olmayacaktır.”

İttihat ve Terakki yöneticilerine gelince, devrim sonrası İngiliz ve Fransız taraftarı bir dış politika izler görünmelerine rağmen, aslında devletin kontrolünü de kaybetmemeye özen gösteriyorlardı. İmparatorlukta yönetimin değiştiğini her fırsatta İngiliz elçisi Lowther’e göstermekten de geri kalmadılar. Özellikle Türk Dışişleri Bakanı Rıfat Paşa’nın, eskiden yabancı elçilik tercümanları ile çözülen bazı diplomatik konuların, şimdi sadece elçilerle çözüleceğini açıklaması, İngiltere’nin nüfuzuna bir müdahale[27] olarak değerlendirildi. Aslında bu tavır, İttihatçıların bağımsız bir politika izleyecekleri ve Büyük Devletlerin imparatorluğun iç işlerine karışmasına izin vermeyecekleri anlamına geliyordu. Buna ilaveten Türk Hükümet Başkanı Kamil Paşa’nın kısa bir süre sonra, İttihatçılarla yetki çatışmasına girmesi ve 1909 yılının ikinci ayından itibaren iktidardan düşürülmesi,[28] İngiliz elçiliğinin sert bir tavır takınmasına yol açıyordu.

Buna rağmen İngiltere ile çatışmanın kendilerine zarar vereceğini anlamakta gecikmeyen Parti liderleri, Hüseyin Hilmi Paşa iktidarında da, İngiltere ile ilişkilerinde herhangi bir değişme olmayacağı konusunda güvence vermek zorunda kaldılar.[29] Ancak İngiltere, Türkiye’de kendini desteklemeyen ya da ters politika takip eden bir hükümetin başta olmasını da arzu etmiyordu. Böylece Kamil Paşa’nın düşüşünden sonraki dönemde İngiltere, Türk kabineleri üzerindeki nüfuzunun azalmaya başladığını görünce, yeni tedbirleri düşünmeye başladı. İttihatçıların kabineleri denetlemesinden rahatsız olan Londra, onların kontrolünü azaltmak ve meşrutiyeti de işlemez duruma getirmek için gerçekleştirilen hareketleri de destekler bir tavıra girdi.

Nitekim İttihat ve Terakki Partisi’ne karşı 1909’da gerçekleştirilen karşı ihtilalde -31 Mart Vakası-, İngilizlerin etkisi ve desteğinden bahsedilmesi,[30] İngilizlerin Türkiye’deki konumunu ve stratejisini daha iyi açıklamaktadır.

Bunun yanında General Mahmut Şevket Paşa’nın karşı devrimi bastırması Almanya açısından, Osmanlı Devleti’nde dengelerin tekrar düzelmeye başladığını gösterdi. Çünkü İstanbul’da Hareket ordusunun başarısı bir Alman zaferi ve bir İngiliz yenilgisi olarak değerlendirildi.[31] Karşı devrimi, Alman subaylarının etkisinde yetişmiş olan ordu bastırmıştı ve devrimin hemen sonrasında Paris ve Londra’ya hayran sivil İttihatçılar safdışı edildiler. Artık yönetici ya da en azından kontrol mekanizması olarak askerî kanat da yönetimde kendini göstermeye adaydı. Ancak küçük rütbeli enerjik askerler direkt olarak -bazen etkili olsa da- en azından 1913 Bâbıâli Baskını’na kadar yönetimde hep geri planda kaldılar. Bu defa da büyük rütbeli askerler vitrine çıkmaya başladılar. Diğer taraftan 1910’da İttihatçıların Maliye Bakanı Cavit Bey’in kredi girişimleri, Fransız ve İngiliz politikacıları tarafından sabote edilince, Almanların işi kolaylaştı. Bu tavırlar, Almanya’dan nefret eden sivil İttihatçıları yumuşattı ve uluslararası ilişkilerde Almanya’yı saf dışı etmenin mümkün olmayacağını gösterdi.[32]

Osmanlı Hükümeti’nin Malî Zorlukları ve Dış Kredi Arayışları (1910)

İttihatçılar, 1908 İhtilali’nden sonra imparatorluğun denetimini Avrupalıların elinden kurtarmak için mücadeleye giriştiler. Bunu gerçekleştirmek için, ekonomik ve idarî mekanizma başta olmak üzere devlet teşkilatlarının yeni baştan örgütlenmesi ve reforme edilmesi gerekiyordu. Bu yolla İttihatçılar, imparatorluğu güç duruma düşüren, siyasî ve malî bağımlılılığı artıran dış borçlardan kurtulabileceklerine inanıyorlardı.[33] Ancak devrim sonrası giderlerin oldukça fahiş bir biçimde artması ve gerekli olan reform girişimlerinin de istenilen başarıyı gösterememesi, para ihtiyacını hat safhaya çıkarmıştı. Bu durumda kredi için yeniden Avrupa sermayesine başvurulması kaçınılmaz olmuştu. İttihatçılar, iyimser bir hava ile Avrupa sermayesinin eskiden olduğu gibi kendilerini destekleyeceğini ve ağır şartları içeren anlaşmalar ileri sürmeyeceklerini umuyorlardı.[34] Ancak 1910’dan sonraki ortamda yeni borç anlaşmalarının şartlarının İttihatçıların ilkeleri doğrultusunda gitmeyeceği kısa sürede anlaşılacaktı.

1910’da hazırlanacak ilk modern bütçe taslağında, devletin kurumları arasındaki dengelerin kurulması amaçlanıyordu. Ancak ordunun iç siyasetteki ağırlığının devam etmesi ve her türlü reformun, ordunun onayına muhtaç olması, malî dengenin kurulamamasının önündeki en büyük engellerdi. İmparatorluğun çeşitli bölgelerinde her an krizlerin baş gösterme olasılığı ve toprak parçalarının kaybedilmesi korkusu, ordunun ihmal edilmemesi gerektiğini de göstermişti. Karışıklıklar ve krizler, ordunun gücünü daha da artıran ve askerleri siyasete karışmaya iten en büyük kozdu.[35]

Böylece 1910’daki malî reform girişimleri, özellikle yeni bütçenin gelir ve gider dengesini kurabilecek realiteden ve temelden yoksun oluşu sebebiyle -buna devlet dairelerinin bütçelerinin dengelenmesi çalışmalarındaki başarısızlıklar da eklenirse- başarısızlığa mahkumdu.[36] Şimdi gerek bütçe açığını kapatmak ve gerek yeni asgari yatırımlara fırsat hazırlamak için, yine eskiden olduğu gibi, Avrupa sermaye çevrelerine başvurmak kaçınılmaz olmuştu. Ancak şimdi acaba Avrupalı maliyecilerin vicdanı, yeni anayasalı sistemin hala devam eden balayında, Türk maliyesinin borçlanma sorununu çözmede gereken kolaylığı gösterebilecekler miydi?

Bu yeni dönemde, Avrupalı kapitalistler açısından, gerek Osmanlı Bankası ve gerekse Düyûn-ı Umûmiye gibi teşkilatların varlığı ve istenecek kredilere güvence teşkil etmeleri bile, açılacak yeni kredilere yeterli güvence sağlamıyordu. Diğer yandan Osmanlı Hükümeti’nin bu teşkilatlara karşı tavır alması,[37] durumu daha da belirsizleştiriyordu. Türk maliyesi düzenlenmeliydi. Bunun yolu da, “Türkiye malî yönetiminin ve iş organizasyonunun uluslararası standartlara uygun hale yükselmesi, güvenirliliğinin artması ve bütçe açıklarının önlenmesi” idi. Bu amaca ulaşmak için Türkiye’deki yeni rejimin bütün eksikliği “para, organizasyon ve eğitilmiş insan” idi.[38] Her ne şekilde olursa olsun, 1910’dan sonra da Türk hükümetlerinin, yeni dış kredilere ihtiyacı olduğu kesindi. Bu isteklerini Avrupa’dan sağlamaktan başka şansları da yoktu. Bu amaçla çok istemekle beraber İttihatçılar, zamanla Osmanlı ülkesinde bir emperyalizm aracı haline gelmiş olan Avrupalı temel teşebbüslere bir süre daha katlanmak zorunda olduklarını anlamakta gecikmediler.

1910 başlarından itibaren Türkiye’nin yeni bir borç anlaşmasına karar vermesi, Avrupa malî çevrelerinde yankılandı. Ancak İttihatçılar, bu defa yeni dış borçları gerçekleştirirken, devletin bazı temel kaynaklarını kullanarak, malî nüfuz aracı olan Düyûn-ı Umûmiye’nin güvencesine gerek duymak istemiyorlardı. Şimdi İttihatçılara göre, anayasalı dönem, eski rejimin bütün suistimallerini ortadan kaldıracak ve devlet yönetiminde bütçe dışında hiçbir şey harcanmayacaktı. Yeni dönemin maliye bakanları için tek bir yol vardı. Yeni bir borç anlaşması ile bütçedeki açığı kapatmak ve malî ezikliğe son vererek, Avrupa Büyük Güçleriyanında prestij kazanmak.[39]

Maliye Bakanı Cavit Bey, 1909/1910 bütçesi görüşmelerinde Mebusan Meclisi’ndeki bir oturumda yaptığı konuşmada, bütçe açığının en üst düzeye çıktığını, Avrupa’dan yeni büyük bir borç anlaşmasının yapılmasınının kaçınılmaz olduğunu açıklıyordu.[40] Ancak bu defa Düyûn-ı Umûmiye İdaresi’nin kefilliği olmaksızın. Artık bu kuruluşun daha fazla Türk maliye sistemi ile oynamasına izin verilmeyecekti.[41] Maliye bakanına göre, İttihatçıların iktidarında Avrupa’dan istenecek olan sadece para idi yoksa başka birşey değil. Öyleyse yeni kredi görüşmelerinde, artık yabancı sermayenin bütün olumsuz istekleri kabul edilmeyecekti.

1910 yaz aylarına doğru Cavit Bey, yeni bir kredi anlaşması için, görüşmelerde bulunmak üzere Paris’e gitti. Fransa doğal bir seçimdi. Çünkü Osmanlı malî sistemi büyük ölçüde Fransız nüfuzu altında idi.[42] Ancak Fransa’nın yeni bir kredi açmaya hiç niyeti yoktu. Hatta İttihatçıların maliye üzerindeki Fransız nüfuzunu azaltma teşebbüslerinden kuşku duyuyordu. Bu sebeple Fransız Dışişleri Bakanı Pichon, bütün Avrupalı hükümetlerin, İttihatçılara imparatorluk içinde yabancı sermayeye karşı düşmanlık beslemelerinin kendi zararlarına olacaklarını anlatılması gerektiğini vurguluyordu.[43]

1910 başında Pichon, Osmanlı Hükümeti’ne, Türkler’in ancak imparatorluk içinde Fransız finansmanının ağır basmasına izin verdikleri sürece, Fransa’dan para almaya devam edebileceklerini kesin olarak bildirmeye karar vermişti.[44] Pichon’un ileri sürdüğü söylenen şartların en önemlisi ve dikkate değer olanı, “Osmanlı Hükümeti’nin; Osmanlı maliye sisteminin, bir Fransız danışman tarafından yönetilmesini kabul etmedikçe, Fransız bankerlerin, Türkiye’ye kesinlikle borç para vermeyecekleri” şeklinde olanı idi.[45] Bu tarz ifadelerin söylenti olmadığı kısa sürede ortaya çıktı. Fransa’nın bu tutumunu ve Türk maliyesi üzerindeki tahakkümcü bir kontrole hazırlandığını ve arzuladığı malî kontrole ulaşmak için de, Türkiye’nin kredi ihtiyacının en hat safhaya ulaştığı bir zamanı gözlediğini “çok gizli” şifresiyle İngiltere’nin İstanbul büyükelçisi Lowther, Dışişleri Bakanı Grey’e şöyle yazıyordu:[46] “Fransızların tutumunun ne olabileceği konusunda işittiklerim benim tahmin ettiklerimden pek farklı değil. Fransız bankerler, yapılacak görüşmelerde Cavit Bey’i oyalayıp yıl sonuna kadar para vermemek niyetindeler. Böylelikle, hem malî sıkıntı, hem de gereken meblağ artmış olacak. O zaman da Fransızlar istedikleri koşulları ve bu arada en fazla değer verdikleri imtiyazları koparabilecekler.”

Fransız Hükümeti ve Osmanlı Bankası’nın yeni bir kredi sağlama karşılığında Türk malî sistemini tamamen ele geçirmeye yönelik ileri sürdükleri ağır koşullar, Cavit Bey tarafından reddedildi.[47] Ona göre, uzun süreden beridir dost görünen güçlerin, şimdi Türk milli onurunu küçük düşürmesine ve hakaret etmesine kesinlikle izin verilemezdi.[48]

Cavit Bey, Fransa hariciyesinin engellemesi sonucu, Osmanlı Bankası’nın başını çektiği resmi gruptan bir kredi sağlayamayınca, rotasını, Fransız özel sermaye gruplarına çevirdi. 29 Ağustos 1910’da bazı basın kuruluşlarında Türk Maliye Bakanı’nın Paris’te bir kredi anlaşması imzaladığı yazıldı.[49] Ancak Fransız hükümetinin engellemesi ile bu kredi hayata geçirilemedi.[50] Çünkü Fransız siyasi aktörleri, bu kredinin kağıtlarının Paris borsasında tedavül etmesine izin vermedi.

Diğer yandan Cavit Bey, Paris’te borç konusundaki görüşmelerini sürdürürken, Temmuz ayında Londra ve Berlin’e -oralardan borç sağlanıp sağlanamayacağını araştırmak için- görevliler göndermişti. İngiltere’deki Sir Ernest Cassel’den hayli ümitli olan Cavit Bey, eğer Fransa sermaye çevrelerinden kredi sağlamada başarısız olunursa, Cassel’in bankası olan National Bank of Turkey’den bir kredi anlaşması yapılabileceğini umuyordu. Ancak Dışişleri Bakanları Fransız Pichon ile İngiliz Grey aralarında anlaşmış olduklarından, böyle bir borcun İngiliz sermaye çevrelerinden gerçekleşmesi de mümkün olmadı.[51] Bu arada Almanlar, eğer Türkler, Fransa’dan bir kredi almada başarısız olurlarsa gereken her türlü yardımı yapmaya hazır olduklarını açıklıyorlardı. Çünkü Almanya, bu kredi görüşmelerinde Türkiye’ye karşı, Fransa’nın takındığı tavrı diplomatları vasıtasıyla iyi yorumluyordu. Marschall, Fransa’nın; rakiplerine, Türk maliyesi üzerinde uluslararası bir kontrol mekanizması oluşturmak istediği imajı vermekle birlikte, asıl amacının Türk maliyesi üzerinde tek başına malî kontrol kurmak istediğini ifade ediyordu.[52]

Cavit Bey, Fransa ve İngiltere’nin bir kredi için, kabul edilemez şartlarını reddettikten sonra, yine Temmuz sonları 1910’da Almanya’dan bir kredinin sağlanıp sağlanamayacağını görmek için Berlin’e gelmişti. Burada Gewinner ile Bağdat demiryolundan başlayarak Cassel’in tutumu ile ilgili olmak üzere her konuda görüşme yaptılar. Gewinner’e göre, bu gezi bakan için iyi bir moral oldu. Gewinner ile Cavit Bey, Berlin’de bazı önemli sermaye gruplarını da ziyaret ettiler.[53] Sonuçta Fransa ve İngiltere’nin ters tavrı, Alman politikacı ve sermaye çevrelerinin işini kolaylaştırdı. Kredi için Alman diplomatlar ve sermayedarlar devreye girdi. Bu yolla, Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki eski nüfuzlarını tekrar kurmaya çalıştılar. İttihatçılar da, Fransa ve İngilizlerin tavırlarını daha açık algılama fırsatı buldular ve Almanyasız olamayacağını anladılar. 11 milyon Osmanlı Lirası değerinde bu kredi anlaşması, Deutsche Bank ve Bleichröder müesssesinin öncülüğünde 31 sermaye grubunu temsil eden K. Helfferich ile Cavit Bey arasında, 07 Kasım 1910’da İstanbul’da imzalandı.[54] Kredinin 7 milyonu 1910 içinde, geri kalan 4 milyonu ise 1911’de verilecekti.[55]

Türkiye ile 1910 borç görüşmeleri boşa çıktıktan sonra Fransa Dışişleri Bakanlığı, bu malî operasyonla Almanya’nın İstanbul’daki siyasî prestijini artırdığını gördü.[56] Çünkü ekonominin bir ülkedeki güçlü fonksiyonu, siyasi arenada da güce aracılık ediyordu. Bu amaçla Fransa, Türkiye ile ilişkilerini düzeltmek için, yeniden çaba içine girmeye çoktan hazırdı. Ancak bunun için daha bir süre beklemeye mecburdu. Sonuçta Osmanlı Hükümeti, Fransızların vereceği ağır şartları içeren bir krediyi almaktansa, fakirliğin getireceği ölüme çoktan razı olmuştu. Çünkü devrim öncesi Genç Türklerin bir baba koruyuculuğunda gördükleri Fransa’nın, beklenmedik emperyalist istekleri, İttihatçıları bu ülkeden uzaklaştırmıştı. Bu dönemde Almanya’nın sağladığı kredi ve Türkiye’nin gittikçe Üçlü İttifaka kayışı, Alman müsteşarının dediği gibi, Fransız para pazarının nüfuzunun yalnızca tesirli olduğunu, fakat mutlak sınırsız olmadığını gösterdi.[57] Diğer yandan tereddütsüz bu krediyi sağlayan Alman kapitalistlerinin ve onları destekleyen Alman diplomasisinin Türkiye’de nüfuzunun nasıl arttığını Cavit Bey -Cavit Bey’in eskiden beridir İngiliz ve Fransız taraftarı ve Alman aleyhtarı bir rotada politika yaptığı biliniyordu- bile şöyle yazıyordu:[58] “Bu vesile ile Almanlar olaya büyük bir anlayışla el atmasını bilmişlerdir. Bu arada borçtan yararlanarak doğrudan doğruya ya da dolaylı bir şekilde herhangi bir imtiyaz talebinde bulunmadıkları gibi Türkiye’nin şerefine halel getirecek bir davranıştan da çekinmişlerdi. Hükümet çok güç bir durumda iken Almanların böyle anlayışlı davranışının nasıl derin bir minnetle karşılandığı ise açıktır.”

Trablusgarb, Balkan Savaşları ve Alman Etkisi (1911-14)

1908 devrimi sonrası, Bosna-Hersek’in Avusturya-Macaristan tarafından ilhak edilmesi, Bulgaristan’ın da bağımsızlığını ilan edip imparatorluktan ayrılması ile başlayan krizler dönemi geçtikten sonra, 1911’den sonra sorunlar, Osmanlı Devleti’nin Kuzey Afrika ve Balkanlar’daki son toprak parçalarına yöneldi. 1910 yılında Türkiye bir taraftan Balkanlar’da ve ülkenin diğer bölgelerindeki isyan ve terörizm hareketleri ile mücadele vermeyi sürdürürken,[59] diğer taraftan malî sorunlarını çözmek için Avrupa sermayesi ile yeni kredi görüşmelerine başlıyordu. 1911 yılından sonraki ortamda dünya dış politikası, Trablusgarb ve Balkan savaşları ile, 1914’teki büyük savaşın provasını yapmakla geçirdi.

Özellikle 1910’dan itibaren yeniden Alman politikasına yönelen İstanbul yönetimi, Almanya’dan hem istediği koşullarda bir kredi sağlamış, hem de deniz kuvvetlerini güçlendirecek iki gemi satın almaya yönelmişti.[60] Fransa Hükümeti ise, 1908’den sonraki parlak nüfuzunu 1910’dan sonraki yeni ortamda Türkiye’de bulamadı.[61] Diğer yandan Türkiye’nin Balkanlar’daki karışık durumlar sebebiyle, Balkan devletleri ile girişilecek bir savaşta etkisiz duruma düşmemek için, ordu ve donanma harcamalarına ağırlık vermesi de, gözden kaçmıyordu.[62] Bununla birlikte İttihatçıların, Balkan devletlerinin bir savaş eğilimine girmelerini engellemek için, bazı askerî ittifak girişimlerine yönelmesi de.[63]

Avusturya-Macaristan Dışişleri Bakanı Graf Ährenthal tarafından Türkiye’nin Üçlü İttifakla anlaşmak için, bir girişimin başlangıcı olarak değerlendirildi. Zira Marschall da, Osmanlı İmparatorluğu’nun eninde sonunda Yunanistan ile bir savaşa gireceğini tahmin ederek, Balkan Savaşlarının ilk haberlerini, daha 1910 yılının sonlarında veriyordu.[64]

1910’larda İngiliz-Rus menfaat işbirliğinin gittikçe belirginleşmesi, sadece İttihatçıların tepkisiyle karşılaşmadı, aynı zamanda bütün Müslüman dünyasını ciddi bir endişe ve heyecana sevk etti.[65] Nitekim 1910 yılı içindeki her türlü siyasi ve ekonomik girişim ve anlaşma zeminleri, 1911-14 arasındaki krizlerin artması ve bir savaş kulvarına girilmesinin alt yapısını hazırlamıştır. 1911 yılı, Osmanlı Devleti üzerinde Avrupa ve Balkan devletlerinin yeni emperyalist isteklerinin gündeme geldiği bir yıl oldu. 1911 Mart ayından itibaren Arnavutluk’ta ortaya çıkan yeni isyan hareketleri[66] ve bir Osmanlı-Karadağ savaşı tehlikesi.[67] Türkleri zor durumda bıraktı. Bu karışıklıklar zamanla Makedonya’ya da sıçradı. Bölgeyi Bulgarlar başta olmak üzere gözü olan diğer Balkan devletleri de hep birlikte karıştırıyor ve kendilerine bağlı çeteleri destekliyorlardı. Bu dönemde Makedonya’daki ayrılıkçı gizli komiteler birbirleriyle çatışmadan uzaklaşarak anlaşmaya vardılar ve Osmanlı Devleti’nden ayrılık çalışmalarını hızlandırdılar. Bu çalışmalar gitgide türlü Balkan uluslarının birbirleriyle boğuşması ve çatışması biçiminden çıkarak, Osmanlı Devleti’ne ve ona bağlı kurumlar ile Türklere karşı gelişti.[68]

Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemde, Osmanlı Devleti’nin en önemli dış sorunlardan birisi, Trablusgarb ve Bingazi’de İtalya ile başlayan savaştır. 1911 yılında İstanbul’da (ve İslam dünyasında) en fazla nefret edilen devlet, Yunanistan’dan daha fazla İtalya idi.[69] İtalya, kendi topraklarına çok yakın ve Akdeniz’de önemli bir konuma sahip olan, Trablusgarb ve Bingazi’yi koloniyal istekleri doğrultusunda ele geçirmek için, fırsat kolluyordu. Olayın Türkler açısından önemi ise başka idi. Eğer Osmanlı Hükümeti, bir dış politika hatası ile Müslüman tebaasının yaşadığı bu toprak parçalarını kaybederse, hem anayasalı rejimi prestij kaybeder hem de diğer Balkan ve Arap uluslarına karşı bir örnek teşkil edebilirdi.[70] İtalya 28 Eylül 1911’de Osmanlı Hükümeti’ne verdiği ültimatomdan bir gün sonra savaş açtı.[71] 05 Kasım’da Trablusgarb ve Bingazi vilayetlerini ülkesine ilhak ettiğini bildirdi. Bu ilhak Bâbıâli tarafından şiddetle protesto edildi. İtalya, savaşın başlarında Trablusgarb ve Bingazi’de önemli bir ilerleme kaydedemedi ve ancak kıyılarda tutunabildi.[72] Barış arayışları devam ederken, İtalyan donanması 18 Nisan 1912’de Çanakkale Boğazı’na bir baskın yaptı[73] ve Mayıs 1912’de de 12 Ada’yı işgal etti.[74] Trablusgarb Savaşı devam ederken Türkiye’nin Balkanlar’daki durumu çok karışık ve zor bir duruma geldiğinden Osmanlı Hükümeti, şiddetle barışa ihtiyacı olduğunu gördü. Balkan devletlerinin birbirleriyle ittifaklar yapmaya başlaması, Balkanlarda bir kriz ve savaşın kaçınılmaz olduğunu gösteriyordu. Kuzey Afrika ve Balkanlar’da iki cephe arasında kalan Osmanlı Hükümeti, başkente daha yakın bölgeler ile ilgilenme pahasına, İtalya ile barış görüşmelerini başlattı. 15.10.1912’de imzalanan Uschi (Lozan) Barış Anlaşması ile[75] Osmanlı Hükümeti, Trablusgarb ve Bingazi’yi resmen terk etti. Bu barış, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuzey Afrika’daki son toprak parçasını da kaybettiğini resmen onaylıyordu.

Birinci Dünya Savaşı öncesi, Osmanlı Devleti’nin en krizli bölgelerinden birisi de Makedonya ile birlikte Balkanlar’daki bazı alanlardı. Berlin Barışı’yla bir güç haline gelmeye çalışan küçük Balkan devletleri kısa süre sonra, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı ayaklanmaya ve bölgeyi karıştırmaya başladılar.[76] Sultan II. Abdülhamid’in, Balkan devletlerinin Osmanlılara karşı yapabilecekleri ittifaklarını uzun süre engellemesi[77] ve onlar arasındaki problemleri, devletlerarası rekabette iyi kullanması, Balkanlar üzerinde savaşın çıkmasını uzun süre engellemişti. Bununla birlikte 1905’ten sonra Rusya’nın tekrar Balkanlara yönelmesi.[78] Avrupa Türkiyesi’ndeki eski karışıklık ve düzensizliklerin yeniden ortaya çıkmasını kolaylaştırdı.[79] Osmanlı Devleti’nin Balkan devletleri arasındaki ittifaklar karşısındaki tutumu, hatalarla doludur. Çünkü İttihatçı politikacılar, Balkanlar’da kısa vadede herhangi bir savaşa ihtimal vermiyorlardı.[80] Bununla da kalmayıp bölgedeki iyi eğitilmiş ve tecrübeli askerlerinin de bir kısmını terhis ettiler.[81] Buna mukabil Makedonya’da ise komitacılar, her geçen gün tedhiş hareketlerini artırdılar.[82]

Balkan savaşları ile Osmanlı İmparatorluğu Avrupa’daki son toprak parçalarını da kaybetti.[83] Balkan devletlerinin ordularının Osmanlı merkez sınırlarına doğru kayması ve İstanbul’un tehdit altına girmesi de, ilerideki yeni kriz ve büyük bunalımların başlangıcı oldu. Savaştan önce Büyük Güçlerin “Balkanlar’daki status quonun değişmeyeceği”[84] güvencesi de doğru çıkmadı.

Balkan savaşlarından sonra İttihatçılar, Osmanlı ordusuna düzen vermek için Almanya’nın yardımına yeniden ihtiyaç duydular ve Almanya’dan hem askerî heyet istediler[85] hem de Alman firmalarına önemli ölçüde silah siparişleri verdiler.[86] Diğer taraftan İttihatçılar, eskiden olduğu gibi İngiltere ile bir ittifak anlaşması yapıp, Üçlü İtilaf Blokuna girmek için bütün şartları denediler,[87] ancak başaramadılar.[88] Buna mukabil ünlü militarist Enver Paşa’nın ihtirasları ve daha da önemlisi olayların İttihatçıları sınırlaması sonucunda Osmanlı İmparatorluğu’nun daha sonraki süreçte yer alacağı blok belirginleşti.

Sonuçta İttihatçılar, alternatiflerinin de kalmaması sonucunda 02 Ağustos 1914’te Almanya ile bir askerî ittifak anlaşması yaparak, resmen Üçlü İttifak’a katıldılar.[89] Bunun anlamı Osmanlı İmparatorluğu’nun Almanya’nın da yer aldığı bu blokla birlikte, Birinci Dünya Savaşı’na resmen katılması demekti.

Sonuç

Osmanlı Devleti ile Almanya arasındaki ilişkilerin temeli, 19. yüzyılın sonlarında başlamış ve Birinci Dünya Savaşı’nda iki devletin çöküşü ile sonuçlanmıştır. Sultan II. Abdülhamid döneminde ilişkilerin gelişme süreci en üst safhada olmasına rağmen, devletin kontrolünü sağlayan nispeten Osmanlı Sultanı olmuştur. 1908 Genç Türk Devrimi’nden sonraki süreçte ise, 1910 yılına kadar, devlet üzerinde Alman nüfuzu yerini İngiliz ve Fransız etkisine terk etmiştir. 1910’dan itibaren eskiden en azından sivil İttihatçıların nefretle baktığı Almanya, tekrar müttefik olmuştur. 1911’den sonraki siyasi olaylar imparatorluğun çöküşünü hızlandırmış, İttihatçılar’ın çözüm üretememeleri, yıkılışı daha da kolaylaştırmıştır.

1908 ile 1914 arasındaki iç ve dış olayları yorumlamak ve siyasi çizgiyi tespit etmek oldukça zordur. Çünkü yönetim sivillerin elinde olsa da, gerektiğinde ve karar verdiklerinde her halde askerler yönetimde söz sahibi olmuşlardır. Devlet idaresinde yer alan İttihatçı ya da İtilafçı kabineler, dış politik eğilimlerini belirlerken-kesin İngilizci ve Almancılar hariç -oldukça zorlanmış, olayların ve dış diplomasilerin oynadıkları role göre, hareket alanlarını belirlemişlerdir. Ancak en azından 1908 ile 1910 arasında İngiliz parlamentarizminin etkisi söz konusu olsa da, 1910’dan sonra özellikle İttihatçı askerlerde Alman militarizminin etkileri en üst düzeyde kendini hissettirmiştir. Özellikle Balkan savaşlarına kadar, devlet yönetiminde doğrudan rol oynayan siyasi unsurlar ve aktörler devletin kontrolünü tamamen kaybetmemiş, kimi zaman Büyük Güçlerin diplomatlarını sınırlayabilmişlerdir. Ancak Balkanların elden çıkması ve düşman ordularının Edirne’ye dayanması, devletin askerî unsurlarını daha aktif hale getirmiş, bu da Birinci Cihan Harbi’ne Osmanlı ordularının katılmasını kolaylaştırmıştır. Dahası Balkan savaşlarından sonra çöken Osmanlı ordularını reorganize etmek işi Almanlara düşünce, Türklerin İttifak blokunda yer almasının önündeki engeller de ortadan kalkmıştır. 02 Ağustos 1914 askerî ittifakı, aslında alternatiflerin ortadan kalkmasının ve devleti apar topar tekrar diriltme düşüncesinin bir sonucudur. Biraz hayalperest bir yaklaşım olduğu da kesindir. Öte yandan Osmanlı Devleti’nin Birinci Büyük Savaş’ta tarafsız kalmasının gerektiği biçimindeki bazı yorumlara rağmen, Yakın Doğu ve Osmanlı ülkesi üzerinde Büyük Güçlerin ve bilhassa İngiliz ve Rus emperyalizminin çıkarları, -ve nüfuz bölgelerinin kesinleşmesi- böyle bir tarafsızlığa fırsat verebilecek realiteden yoksun görünmektedir.

Dr. Mehmet BEŞİRLİ

Gaziosmanpaşa Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 13 Sayfa: 321-330


Dipnotlar:
[1] T. Wilhelm von Kampen, Studien zur deutschen Türkeipolitik in der Zeit Wilhelms II., Kiel 1968, s. 1 vd. Karşılaştırınız Friedrich Dahlhaus, Möglichkeiten und Grenzen auswärtiger Kultur-und Pressepolitik. Dargestellt am Beispiel der deutsch-türkischen Beziehungen 1914-18, Frankfurt am Main, Bern, New York, Paris 1990, s. 78 vd.
[2] Almanya’nın endüstriyel gelişmesi için bakınız, Gustav Stolper, Deutsche Wirtschaft seit 1870, Tübingen 1964; Theodor Schieder, “Nationalismus und Nationalstaat”, Studien zum nationalen Problem in Modernen Europa, (Yayınlayanlar: Otto Dann ve Ulrich Wehler), Frankfurt am Main 1990.
[3] Robert-Hermann Tenbrock, Geschichte Deutschlands, München 1968, 2. baskı, s. 213.
[4] İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, İstanbul 1983, s. 18-19. Karşılaştırınız Ernst Engelberg, Bismarck. Das Reich in der Mitte Europas, Berlin 1993, s. 2B0-292.
[5] İ. Ortaylı, aynı eser, s. 14.
[6] Gregor Schöllgen, Imperialismus und Gleichgewicht. Deutschland, England und die orientalische Frage 1B71-1914, München 1984, s. 3.
[7] Hüseyin Salihoğlu, Alman Kültür Tarihi, İstanbul 1993, s. 164, dipnot 1.
[8] II. Abdülhamid’in dış politikası için bakınız Cevdet Küçük, “II. Abdülhamid’in Dış Politikası”, II. Abdülhamid ve Dönemi Semineri Bildirileri, 02 Mayıs 1992, İstanbul 1992, s. 19-25.
[9] Şevket Pamuk, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Yabancı Sermaye: Sektörlere ve Sermayeyi İhraç Eden Ülkelere Göre Dağılımı, 1854-1914”, ODTÜ Gelişme Dergisi-Türkiye İktisat Tarihi Özel Sayısı, 1978 Özel Sayı, s. 131-162.
[10] Murat Özyüksel, Osmanlı-Alman İlişkilerinin Gelişim Sürecinde Anadolu ve Bağdat Demiryolları, İstanbul 1988, s. 232.
[11] Türk-Alman askeri ilişkileri için bakınız Yehuda Wallach, Bir Askeri Yardımın Anatomisi, (Çev.: Fahri Çeliker), Ankara 1977.
[12] Mim Kemal Öke, Sultan II. Abdülhamid’in diplomasisini bir “özgür siyaset gütme arayışı” olarak tanımlamaktadır. Karşılaştırınız, Mim Kemal Öke, “Son Dönem Osmanlı İmparatorluğu”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, İstanbul 1989, cilt 12, s. 217. Karşılaştırınız, Alman Dışişleri Bakanlığı Siyasi Arşivi, (Bonn), (Bundan sonra PA, AA şeklinde gösterilecektir), Deutschland 127, no. 7, 25 Kasım 1908. Ayrıca bakınız Sultan Abdülhamid, Siyasî Hatıratım, İstanbul 1987, 5. baskı, s. 139.
[13] Alman Büyükelçiliği’nden Başbakan Bülow’a telgraf, Tarabya, 20 Ağustos 1908, PA, AA, Türkei 158, no. 176, A. 13760.
[14] Aynı belge.
[15] Marschall’dan Bülow’a, Tarabya, 4 Eylül 1908, PA, AA, Türkei 158, no. 197, A. 14518.
[16] Metternich’den Bülow’a, Londra, 6 Mart 1908, PA, AA, Türkei 154, A. 3561, Alfred Stead’ın Fortnightly Rewiew’deki yorumlarından.
[17] Aynı belge.
[18] PA, AA, Türkei 154, 25. B. 190B, A. 1356.
[19] F. Ahmed, İttihaçılıktan Kemalizme, (Çev.: Fatmagül Berktay), İstanbul 1986, 2. baskı, s. 176-177.
[20] Feroz Ahmad, İttihat ve Terakki, 1908-1914 (Çev.: Nuran Yavuz), İstanbul 1986, s. 54.
[21] Yine 19 Nisan 1909 Osmanlı-Bulgar anlaşmasıyla da Bulgaristan’ın bağımsızlığı onaylandı. Bulgaristan’ın bağımsızlık girişimleri üzerine Kazım Bey’ın yorumları için bakınız, PA, AA, Türkei 158, 29 Eylül 1908, A. 15996.
[22] F. Ahmed, İttihat ve Terakki, s. 54.
[23] Kamil Paşa, hükümeti kurduktan sonra, yaptığı röportajda, Türkiye’nin Alman dostluğunun kendisine hiçbir faydasının olmadığını söylemişti. Alman Büyükelçi Marschall, bu açıklamayı akılsız ve itiraz edilecek mahiyette bulur. PA, AA, Türkei 158, no. 197.
[24] J. Lepsius, Die Große Politik der Europäischen Kabinette 1871-1914 (GP), Berlin, cilt 27/2, no. 9958.
[25] PA, AA, Türkei 154, 25 Ağustos 1908, A. 1356.
[26] Grey’den Lowther’e, özel, Londra 31 Temmuz 1908, Public Record Office-İngiliz Resmi Arşivi-(F. O.) 800/78, aktaran F. Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, s. 176-177.
[27] F. Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, s. 187.
[28] İkdam, 14 Şubat 1909.
[29] Lowther’den Grey’e, no. 53, İstanbul 15 Şubat 1909, F. O. 371/760/6275, aktaran F.Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, s. 21.
[30] PA, AA. Türkei 134, 08 Mayıs 1909. A. 8276.
[31] Bakınız, Sina Akşin, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, İstanbul 1987, s. 138-141.
[32] PA, AA, Türkei 159, no. 2, 04 Eylül 1908.
[33] Mehmet Beşirli, Die europäische Finanzkontrolle im Osmanischen Reich in der Zeit von 1908 bis 1914, Berlin 1999, s. 129.
[34] Miquel’den Hollweg’e, İstanbul, 27 Temmuz 1910, PA, AA, Türkei 110, no. 350 ve Hüseyin Cahid, Tanin, 09 Eylül 1909.
[35] Bakınız, Tanin, 17 Haziran 1910; Yeni İkdam, 17 Haziran 1910.
[36] Bakınız Adip Roumani, Essai Historique et Technique la Dette Publique Ottomane, Paris 1927, s. 268. Ayrıca Sadrazam Hakkı Paşa’nın yeni Parlamento ve giderler üzerindeki görüşleri için bakınız, Miquel’den Hollweg’e, İstanbul 14 Temmuz 1910, PA, AA, Türkei 110, no. 233.
[37] Helfferich’ten Dışişleri Bakanlığı’na rapor, Berlin 28 Haziran 1913, PA/AA, Türkei 110, cilt. 67, A. 12930.
[38] Frankfurter Zeitung, no. 158, 9. 6. 1909, akşam baskısı.
[39] Hüseyin Cahid’in yeni rejimin kredi potansiyeli ve mali bağımsızlığı konusundaki yorumları için daha ayrıntılı bilgi için bakınız, Tanin, 09 Eylül 1909.
[40] Hamburgischer Correspondent, no. 480, 21. 9. 1910.
[41] Cavit Bey, çoğu defa Fransız basınıyla Türkiye’nin mali durumu ve sermaye ihtiyacı konusunda polemiğe bile girmekte idi. Fransa’nın, Türk mali politikasının yanlışlığı üzerine Cavit Bey Tanin’de görüşler ileri sürüyordu. Tanin, 29 Eylül 1910. Cavit Bey’in Tanin’deki suçlamalarına karşı, Times’ten de cevaplar verildi. Bu yorumlar için bakınız Geheimes Staatsarchiv Berlin-Dahlem (GStA), Sig. I, HA, REP 151, no. 1405.
[42] Miquel’den Dışişleri Bakanlığı’na (Auswärtiges Amt), İstanbul 21 Haziran 1910, PA, AA, Türkei 110, cilt. 58, no. 124, A. 10794.
[43] İttihatçıların yabancı sermayeye karşı tutumları karşısındaki Fransa’nın görüşlerini içeren yazışmalar için bakınız, Documents Diplomatiques Français, 2. Seri, cilt. XI, no. 643, s. 1068-69, aktaran F. Ahmad, İttihat ve Terakki, s. 137.
[44] F. Ahmad, İttihat ve Terakki, s. 138.
[45] Aynı eser, s. 138; Edward Mead Earle, Bağdat Demiryolu Savaşı (Çev.: Kasım Yargıcı), İstanbul 1972, s. 245.
[46] F. Ahmad, İttihat ve Terakki, s. 138.
[47] Bakınız, Peter W. Reuter, Die Balkanpolitik des französischen Imperialismus 1911-1914, Frankfurt am Main/New York 1979, s. 173-174. Karşılaştırınız, PA, AA, Türkei 110, 28 Eylül 1910, R. 12487, Kölnische Zeitung’dan alıntı.
[48] PA, AA, Türkei 110, no. 404, 26 September 1910. Bu aşırı isteklere karşı Türkiye’de gerek basında ve gerekse kamuoyunda önemli ölçüde tepkiler geldi. Türk devletinin resmi cevabını Maliye Bakanı Cavit Bey açıkladı. Türkiye, kısım kısım Fransa’nın mali koruyuculuğundan ve bilhassa Osmanlı Bankası’nın mali kontrolünden kurtulacaktır. Gelecekte Osmanlı Bankası’nın “devlet içindeki devlet rolüne” bütünüyle son verilecektir. P. Reuter, aynı eser, s. 174. Alman Büyükelçi Marschall, Cavit Bey’in Osmanlı Bankası’na karşı tavrını ve bankanın dikte ettirmek istediği şartlara karşı çıkışını kendisine aktardığını, Alman Dışişlerine bildirmektedir. Bakınız Marschall’dan Hollweg’e, İstanbul 21 Eylül 1910, PA, AA, Türkei 110, no. 299, A. 16714.
[49] Frey’den Hollweg’e, İstanbul 29 Ağustos 1910, PA, AA, Türkei 110, no. 401, A. 15687.
[50] Aynı belge.
[51] F. Ahmad, İttihat ve Terakki, s. 140-141.
[52] PA, AA, Türkei 158, 8 Kasım 1910.
[53] Von Gewinner’den çok gizli, Berlin 18 Ağustos 1910, PA, AA, Türkei 152, cilt 51.
[54] Ş. Akşin, a.g.e., s. 177.
[55] Anlaşmanın orijinal metni için bakınız Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), İrade-i Meclis-i Mahsus, 58, 09 R. ahir 1331; Mertens’ten Hollweg’e, İstanbul 23 Mart 1912, PA, AA, Türkei 110, cilt. 64, no. 144, A. 5988.
[56] Tyrrell’den L. Mallet’e, İstanbul 02 Aralık 1913, G. P. Gooch ve H. Temperley (yayınlayanlar), Die Britischen Amtlichen Dokumente über den Ursprung des Weltkrieges 1898-1914 (BD), cilt 10/I-1, no. 41.
[57] Magyar Nemzet Gazetesi’nden alıntı, 02 Ekim 1910. PA, AA, Türkei 110, cilt 58.
[58] Tevfik Çavdar, Osmanlıların Yarı Sömürge Oluşu, İstanbul 1970, s. 140.
[59] Marschall’dan Hollweg’e, İstanbul (Tarabya/Büyükelçilik), 7 Ekim 1909, PA, AA, Türkei 198, cilt. 6, no. 310, A. 16690.
[60] Miquel’den Hollweg’e, İstanbul (Tarabya/Büyükelçilik), 26 Ağustos 1910, PA, AA, Türkei 158, no. 273, A. 14667; P. Reuter, a.g.e., s. 175. Türkiye’nin Alman Krupp firmasından iki savaş gemisi almaya yönelmesi, emperyalistlerarası mücadeleyi yeniden kızıştırdı ve diplomatik tepkiler oluşmaya başladı. Karşılaştırınız O’Beirne’den Grey’e, St. Petersburg 30 Ağustos 1910, BD, cilt 9/I-1, no. 363, A. A. 371/980 32 988/32 988/10/38. Diğer taraftan Rusya Dışişleri Bakanı Sasanow, özellikle hem savaş gemisi probleminden hem de Türkler’in Orta Asya’daki Pan-İslamizm faaliyetlerinden şikayet ediyordu. Pourtales’ten Hollweg’e, St. Petersburg (Büyükelçilik) 16 Ocak 1911, PA, AA, Orientalia Generalia 9, cilt 4, no. 19, A. 989. Türkiye’nin Almanya’dan gemi sipariş etme girişimleri üzerine bakınız, GP, 27/I, s. 287-315.
[61] Miquel’den Hollweg’e, İstanbul (Tarabya/Büyükelçilik) 26 Ağustos 1910, PA, AA, Türkei 158, no. 273, A. 14667.
[62] İstanbul’dan Pallavicini’nin haberi, 07 Ocak 1910, no. 1B, Ludwig Bittner/Hans Übersberger (yayınlayanlar), Österreich-Ungarn Außenpolitik von der Bosnischen Krise 1908 bis zum Kriegsausbruch 1914. Diplomatische Aktenstücke des Österreich-ungarischen Ministeriums des Äußeren, (ÖUAP), cilt. II, no. 1937, s. 640.
[63] 1910 yazında Başbakan Hakkı Paşa’nın Romanya ile Türkiye arasında bir askeri ittifak anlaşması yapmak için Bükreş’e gitmesi, bu ittifak arayışlarının başlangıcı olarak kabul edildi.
[64] PA, AA, Türkei 158, no. 346, 08 Kasım 1910.
[65] Saunier’den Hollweg’e, Bombay 16 Eylül 1912, PA, AA Orientalia Generalia, 9. cilt 5, A. 17150; Lichnowsky’den Hollweg’e, Londra 15 Temmuz 1913, PA, AA, Orientalia Generalia 9, no. 413; Luxburg’dan Hollweg’e, Simla 07 Ağustos 1913, PA/AA, Orientalia Generalia 9, cilt 5, A. 15731.
[66] Hüseyin Kazım Kadri, Türkiye’nin Çöküşü. II. Meşrutiyet’in Perde Arkası, Makedonya, Arnavutluk, Suriye ve Ermenistan’ın Elden Çıkışı, (Hazırlayan: Yılmaz Daşçıoğlu) İstanbul 1992, s. 99-123. Karşılaştırınız PA, AA, Türkei 198, cilt. 7, Selanik 22 Ocak 1912, A. 1821.
[67] Wangenheim’den Hollweg’e, Korfu (Başkonsolosluk) 02 Nisan 1912, PA, AA, Türkei 134, cilt 30, no. 4, A. 6382; PA/AA, Türkei 198, cilt 7, Selanik 22 Ocak 1912, A. 1821.
[68] Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılabı Tarihi, cilt II, Kısım I, Ankara 1991, 3. baskı, s. 197-230.
[69] Schmidt’den Hollweg’e, Zanzibar (Konsolosluk) 02 Aralık 1911, PA, AA, Orientalia Generalia 9, cilt. 4, A. 21368.
[70] PA, AA, Orientalia Generalia 13, 10 Eylül 1911. no. 1, A. 14591.
[71] Y. H. Bayur, a.g.e., cilt II, Kısım I, s. 97-98.
[72] Wangenheim’den Hollweg’e, Korfu (Başkonsolosluk) 02 Nisan 1912, PA/AA, Türkei 134, cilt 30, no. 4, A. 6382. İtalya’nın Trablusgarb’ta bocalaması ve kıyılarda sıkışması, bölgedeki yerli kabilelerin gayretleri ve bilhassa Türk komutanlarla -Mustafa Kemal ve Enver Bey- birlikte mücadele eden Sünusi tarikatının büyük bir rolü olmuştur.
[73] Mutius’dan Hollweg’e, İstanbul 06 Haziran 1912, Geheimes Staatsarchiv preussischer Kulturbesitz Berlin (GStA), Finanzministerium, “Der Krieg und die türkischen Finanzen”, A. 10054.
[74] Aynı belge.
[75] Dering’den Grey’e, Roma 15 Ekim 1912, BD, cilt 9/I-1, gizli, tel. no. 134, A. A. 43 408/4/12/44.
[76] PA/AA, Türkei 198, cilt 7, Selanik 22 Ocak 1912, A. 1821.
[77] Sultan’ın düşmesinden sonra Balkan devletleri İttihatçıların yanlış politikaları sayesinde aralarında birer birer anlaşarak ittifak kurmaya başladılar. Bu çalışmalar ve diplomatik yazışmalar için bakınız, BD, cilt. 9/I-2, bölüm LXXVI, “die Bildung des Balkanbundes”, 23 Ekim 1911-22 Ağustos 1912, s. 829-995.
[78] PA, AA, Türkei 155, 30 Mayıs 1910, A. 9650.
[79] Balkan devletlerinin anlaşmaları için bakınız, Georg W. Hallgarten, Imperialismus vor 1914. Die sozialen Grundlagen der Außenpolitk europäischer Großmächte vor dem Ersten Weltkrieg, München 1963, 3. baskı, cilt, II, s. 318.
[80] Miquel’den Hollweg’e, İstanbul 26 Ağustos 1910, PA, AA, Türkei 158, no. 273, “Zur auswärtigen Lage”, A. 14667.
[81] H. Kazım Kadri, a.g.e., s. 71.
[82] İstanbul’dan Pallavicini’nin haberi, 31 Ocak 1912, ÖUAP, cilt. 3, no. 3258, s. 802-803.
[83] 17 Ekim 1912’de Yunanistan, Bulgaristan ve Sırbistan Türkiye’ye savaş ilan ettiler. Gennadius’dan Grey’e, Londra (Yunan Başkonsolosluğu) 18 Ekim 1912, BD, cilt. 9/I-2.
[84] Grey’den Bertie’ye, Dışişleri Bakanlığı, 11 Ekim 1912, BD, cilt. 9/II-1, No. 500, A. A. 42 632/33 672/12/44.
[85] Y. Wallach, aynı eser, s. 119.
[86] Aynı eser, s. 90-91.
[87] Hatta Aralık sonu 1913’te Paris’te Türkiye Büyükelçisi Rifat Bey ile Fransız Başbakanı Doumergue’nin görüşmeleri, Türkiye’nin ittifak arayışı olarak değerlendirildi. Alman Büyükelçiliği’nden Hollweg’e, İstanbul 29 Aralık 1913, PA/AA, Türkei 110, cilt 70, no. 379, A. 13.
[88] Lichnowsky’den Hollweg’e, Londra 22 Nisan 1914, PA, AA, Türkei 110, cilt. 72, no. 223, A. 79.
[89] Türkler uzun süre Üçlü İtilaf’a girmek için mücadele ettilerse de, İngiltere tarafından devamlı surette oyalandılar. Uzun süredir küçümsenen Osmanlı İmparatorluğu, 02 Ağustos 1914’de Almanya ile yaptığı anlaşma ile Üçlü İttifak’a katılarak, Avrupalı bir devlet tarafından eşit şartlarda tanınıyordu. Daha geniş bilgi için bakınız, Ulrich Trumpener, Germany and the Ottoman Empire 1914-1918, 1968.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.