1. Genel Olarak Siyasetnâmeler
Arapça s.v.s. kökünden gelen siyaset kelimesi, etimolojik olarak atı tımar veya idare etmek, bir nesneyi dikkatle gözetmek anlamlarına gelir. Muhtemelen buradan mülhem olarak zamanla, halkın işlerini görüp gözetmek, devlet işlerini yürütmek ve düzenlemek manalarını kazanmıştır.[1] Daha sonraları ise hükümet işleri, politika ve diplomasi kelimelerinin karşılığı olarak kullanılır olmuştur.[2]
Kelimenin ihtiva ettiği bu fiilî ve nazarî siyaset, İslâm tarihinin ilk dönemlerinden itibaren Müslümanların hayatında önemli bir yer işgal etmiş ve bunun sonucunda, bu alanda, biri İslâm’ın kendi iç dinamiklerinden, diğer ikisi de İslâm dışı kaynaklardan beslenen üç farklı kitabî gelenek vücût bulmuştur. Ekseriyetle fıkıhçıların temsil ettiği, idarecilere adalete ve İslam’a uygun davranmalarını tavsiye eden kuramsal çalışmalarla, felsefecilerin temsil ettiği, eski Yunan filozoflarından ilham alınarak kaleme alınan ütopik denemelerin dışındaki üçüncü çizgi, menşei itibarıyla Hind’e dayanmakla birlikte İran’da gelişme kaydeden hikaye tarzındaki edebî eserler olmuştur.
Sasanîlerin son zamanlarında enderznâme, pendnâme gibi isimlerle yaygınlık kazanan bu nasihatnâme/siyasetnâme türü, özellikle Abbasilerle birlikte İranlı unsurlar yönetime taşındığında, ilim çevrelerinde revaç bulmaya başlamış ve zamanla bir “edeb” literatürü oluşmuştur. Nasihatü’l-mülûk, umdetü’l-mülûk, tuhfetu’l-mülûk, zahiretü’l-mülûk, enisü’l-mülûk, kitabü’s-siyâse, rumuzü’l-kenz gibi isimlerle de karşımıza çıkan bu kitaplar, Müslüman toplumunun veya devletinin karşılaştığı meselelere âcil çözümler üretilmesi gerektiğini gören tecrübeli devlet ricali veya hatırı sayılır ilim adamları tarafından yapılan tavsiye ve tenkitleri içermektedirler. Müellifleri, genellikle idarede çalışan üst düzey yetkililer olduklarından, felsefeciler gibi devlet ve hükümet teorileriyle uğraşmayıp, “devlet işleri en iyi şekilde nasıl yürütülebilir” sorusunun cevabını aramakla meşgul olmuşlardır. Cevap için başvurdukları kaynaklar ise genellikle, İran yönetim anlayışı, âdet ve gelenekleri olmuş, fakat yoğunluğu müellifinin yetişme tarzına göre değişen oranlarda, dinî ve ahlakî mevize ve menkıbeler ve mümtaz tarihî şahsiyetler hakkında anlatılan hikayeler de kullanılmıştır. Bu müellifler, meseleyle ilgili gelenek ve hikayeleri nakledecekleri bölümden önce, ekseriyetle bu bölümün öğreteceği şeyleri özetleyen genel bir ifadeyle konuya giriş yapmayı tercih etmişlerdir.[3]
Ana temaları bu şekilde devlet yönetimi olduğundan, kendilerine muhatap olarak genellikle, devletin güç ve yetkisini birinci derecede uhdesinde bulunduran hükümdarı seçmişlerdir. Bu durumda, saltanatın esasları ve şartları, zamanın anlayışlarına göre yürütme teşkilatının en uygun ne şekilde örgütlenmesi gerektiği ve bu hedeflere hangi yollarla ulaşılabileceği gösterilmeye çalışılmıştır.
Ayrıca halkın durumu ve toplumun hali anlatılarak, kötü idarenin halk ve dolayısıyla yönetim üzerinde yapacağı menfi tesirler üzerinde durulmuş, adaletten sapılmaması gerektiği vurgulanmıştır.[4]
Ancak bu, sultanın, tabii ki buna bağlı olarak devletin menfaatinin söz konusu olduğu durumlarda, adalet ve hakkaniyet prensiplerinden ödün verilmeyeceği anlamına gelmemiştir.[5]
Son olarak, şekil ve içerik itibarıyla bu tarzda kaleme alınan siyasetnâmelerin, genel olarak “tekerrür eden bir tarih” anlayışını vazettikleri söylenebilir. Müelliflerinin şahsî tecrübelerinden neşet eden bu kitaplar, hayatı, geçmişten geleceğe doğru gelişen sürekli bir çizgi olarak değil, belli formlar çerçevesinde Allah’ın takdiriyle deveran eden kesik kesik ve birbirinden bağımsız halkalar olarak gösterme eğiliminde olmuşlardır. Buna göre kişinin geçmiş olaylar hakkında edineceği bilgiler, kendisine, bu olaylar tekerrür ettiğinde ortaya çıkabilecek sonuçları tahmin edebilme imkanı verecektir.
2. Nizamü’l-Mülk’ün Siyasetnâme’si (Siyerü’l-Mülûk)
A. Yazılış Gayesi ve Metodu
Etnik olarak Farisî bir menşeden gelen Nizamü’l-Mülk’ün Farsça kaleme aldığı Siyasetnâme ya da daha az bilinen ismiyle Siyerü’l-Mülûk adlı eseri de yukarıda verdiğimiz genel çerçeve içinde mütâlaa edilebilir. Ancak, yazıldığı dönemden itibaren gerek yöneticiler gerekse sonraki siyasetnâme yazarları arasında kazandığı itibar ve yaygınlık bu kitabın değerini daha da artırmaktadır.[6] Ayrıca, eser, uzun süre vezirlik görevinde bulunmuş bir kişinin saltanat ve hükümet hakkındaki görüşlerini ihtiva etmesi yönüyle de önem arz eder. Bu bakımdan biz, şimdi, vezirin kendi ifadelerinden hareketle, eserin yazılış serüvenini ve metodunu ortaya koymak ve bu vesileyle eserin niteliği hakkında bir fikir vermek istiyoruz.
Takriben 479/1086-7 yılında[7] Sultan Melikşah; Nizamü’l-Mülk, Şerefü’l-Mülk, Tacü’l-Mülk ve Mecdü’l-Mülk’ün de aralarında bulunduğu devlet ricaline: “Her biriniz memleketimiz hakkında düşünsün ve zamanımızda neyin iyi olduğuna, dergâh, divan ve bârgâhımızda bu şartların yerine getirilmemesi veya bunların bizden gizlenmesi sebeplerine, önceki padişahların yerine getirip de bizim yapamadığımız hangi devlet işleri bulunduğuna baksın. Geçmiş emirlerin, Selçuklu sultanlarının ve diğerlerinin kanun ve âdetlerini araştırsın. Bunları yazarak bize arz etsin ki, biz de din ve dünya işlerinin kendi kanunları çerçevesinde nasıl yürüdüğüne bakıp, bu minval üzere emredelim. Öteki dünyada cezalandırılmamamız için hayır ve şerden olup bitmiş olanı bilelim ve bu sâyede yüce Allah’ın emirlerine ittibaya çalışalım. Çünkü, bize dünya padişahlığını ihsan eden Allah Teâlâ, üzerimizdeki nimetleri tamamlayıp, düşmanlarımızı da kahretti. Bundan sonra memleketimizde Allah’ın fermanına veya kanunlarına aykırı, onlara halel ve noksanlık ulaştıracak bir hadise olmamalı ve yürümemelidir”[8] diyerek, kendilerinden birer siyaset kitabı yazmalarını istemişti.
Bu talep üzerine harekete geçen Nizamü’l-Mülk, sultanın dilekleri doğrultusunda “bildiklerini, gördüklerini, zamanla edindiği tecrübeleri ve üstatlarından öğrendiklerini”[9] ihtiva eden bir kitap kaleme aldı. İlk başta, 39 bab halinde kısa olarak kaleme alınan bu eser, diğer devlet ricalinin yazdıklarıyla birlikte 484/1091 yılında sultana takdim edildi. Sunulan bu eserler içinde yalnızca Nizamü’l-Mülk’ün Siyasetnâme’si sultan tarafından ilgiye mazhar oldu.[10]
Ancak, Nizamü’l-Mülk uzun yıllar boyunca elde ettiği devlet tecrübesinin bir ürünü olan bu esere tamamlanmış olarak bakmamaktadır. Nitekim, müsvedde halinde bulunan bu ilk metne, okuyanların canlarının sıkılmaması ve hoşlarına gitmesi için, her faslın gerekli yerlerine âyet ve hadisler, bir takım hikayeler, seçkin sözler ve zamanın büyüklerinin konuşmalarından bölümler eklemiştir.[11] Son olarak, temize çekilmesi için metni saray müstensihlerine verdiği esnada da devletin muhaliflerinin (Batınîlerin) gönlüne verdiği ıstırap sebebiyle on bir fasıl daha ilavede bulunmayı uygun görmüştür.[12]
Bu şekilde tamamlanmış olan eseri Nizamü’l-Mülk, 485/1092 yılında Bağdat’a gitmek üzere çıktığı son yolculuğundan önce saray kitapları yazıcısı Muhammed b. Nasıh’a emanet etmiş ve kendisine herhangi bir şey olduğu takdirde bu metinleri Melikşah’ın şahsına vermesini tembih eylemiştir.[13] Ancak, Bağdat yolunda ölüm vaki olup ortalık karışınca müstensih, kitabı ortaya çıkarmaktan korkmuş ve Şehinşahü’l-Azam Muhammed b. Melikşah’ın zamanına kadar (498-511/1105-1117) kitabı gizlemiştir.[14]
Nizamü’l-Mülk, kaleme aldığı bu eserin değeri konusunda bir hayli iddialıdır. Ona göre, “Hiçbir padişah ve emîrin bu kitaba sahip olmasından ve onun içindekileri bilmesinden başka çaresi yoktur. Bilhassa içinde bulunduğumuz bu zamanda, insanlar bu kitabı okumak mecburiyetindedirler. Dikkatlice okuyup ona vâkıf olduklarında, onların din ve dünya işleri hakkındaki bilgileri artacak, dost ve düşmanın durumunu daha iyi fark edecekler, doğru tedbir almaları daha da kolaylaşacaktır. Çünkü burada verilen bilgiler sayesinde, dergâh, bârgâh, divan, meydan, meclis, mal ve vergi işleri, halk ve ordunun ahvali gibi bütün şeyler onlara malum olacaktır.”[15] Yine ona göre, “bu kitapta; hem nasihat, hem hikmet, hem atasözü, hem peygamberlerin hikayeleri, hem velilerin faaliyetleri, hem de âdil padişahlarla ilgili hikayeler” bir araya toplanmış ve böylece, “geçmiş olanların haberleri, yaşayanların hadiseleri ve âdil padişahların siyasetinden”[16] söz edilmiştir.
Nizamü’l-Mülk, söz konusu muhteva çerçevesinde kaleme aldığını ifade ettiği eserindeki asıl tavsiyelerini Siyasetnâme’yi oluşturan 50 bölümün her birinin başında bulunan giriş kısmında yapmıştır. Bunun dışındaki bölümler ise, yaptığı bu tavsiyeleri desteklemek için kaleme aldığı hikayemsi kısımlardan oluşur. O, bu bölümleri, yukarıda da ifade olunduğu üzere, tarihte isim bırakmış halifeler, emirler, sultanlar ve İslam öncesi büyük İran kisralarına ait hikayelerle süslemiştir. Ayrıca bu bölümlerde, Hz. Peygamber’e atfedilen bir kısmı zayıf hadislere ve konuya uygun ayetlere de yer vermiştir.[17]
Bununla birlikte vezir, Sasanîler, Hulefa-i Raşidîn, Emevîler, Abbasîler, Saffârîler, Büveyhîler, Samanîler ve Gaznelîler gibi zamanından önceki hükümetlere dair anlattığı hikayelerin kendisine nasıl ulaştığı hususunda çok açık değildir. Ancak o, bu hikayeleri anlatmaya başlarken, bunları nasıl elde ettiğiyle ilgili az da olsa bir takım ipuçları vermektedir. “Cunîn gûyend” tarzındaki “şöyle derler” veya “dediler” ya da “işittim ki” türünden ifadelerine bakılacak olursa, bu rivayetlerin bir kısmının, kendisine şifahen ulaştığı veya bunların dost toplantıları ve ilim meclislerinde duyduğu söylentilerden ve üstatlarının kaynağını belirtmeden aktardığı hikayelerden ibaret olduğu ileri sürülebilir.
Bunun dışında, onun bir takım kitaplardan da alıntılar yaptığı yine kendi ifadelerinden çıkarılabilir. Kitabının bazı yerlerinde o, herhangi bir isim ve kitap adı zikretmeksizin, sadece “eskilerin kitaplarından okudum ki” veya “peygamberler tarihinde şöyle geçer” ya da “tarihte şöyle geçmiştir” diyerek, açıkça adını vermese de, en azından bu bilgiye nasıl ulaştığı hakkında bir fikir verir. Yine eserinde, başvuru kaynakları hakkında da bir miktar bilgi bulmak mümkündür. O, bir yerde, yazarlarından söz etmeksizin “her kim Batinîler ve Hürremîlerin isyan ve karışıklıklarını bilmek istiyorsa Tecaribü’l-Ümem,[18] Tarihu İsfehan[19] ve Tarihu Hulefa-i Beni Abbas[20]’a baksın” diyerek üç kitap ismi verir. Ancak, benzer adlar altında başka kitaplar da bulunduğundan, bu üç kitapla hangilerinin kastedildiği açık bir şekilde ortaya çıkmaz.[21]
Böylece, buraya kadar ifade edilenler çerçevesinde Nizamü’l-Mülk’ün metodunu tarihsel olarak nitelendirmek mümkün görünmektedir. O, neredeyse bütün hallerde, ileri sürmek üzere seçtiği bir prensibin doğruluğunu ispat etmek için, yukarıda da değindiğimiz gibi, gelenek ve tarihî olayları mihenk taşı olarak kullanmıştır. Ancak, belki de uyguladığı tahkiye metoduna binaen tarihî vakıalara tam olarak sadık kalmamış ve hatta, kendisi açısından ileri sürdüğü prensibin doğrulanması birinci derecede önemli olduğundan, kronoloji ve tarihî gerçeklere aykırı olarak tarihen bir araya gelmesi mümkün olmayan şahsiyetleri bile aynı hikayede buluşturabilmiştir.[22]
Böylece o, devletin başarıyla yönetilmesi hususunda kendi döneminde edindiği tecrübeler vasıtasıyla geliştirdiği prensipleri, geriye dönerek tarihe onaylatmaktadır. Bu durumda tarih, sorunların çözümü için başvurulacak bir kaynak olmaktan ziyade, elde edilen çözümleri onaylayan bir araç hüviyetine bürünmektedir.
B. Sultanın Nitelikleri ve Devlet Teşkilatındaki Yeri
Sultan tarafından yazımı ısmarlanmış bir kitap olması hasebiyle vezirin eserindeki ana temayı sultanın oluşturması kaçınılmazdı. Yine, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, siyasetnâme geleneğine uygun olarak kaleme alınan eserlerde sultanın ana mihveri teşkil ettiğini görmüştük. Bununla birlikte, sultanın, bu şekilde ilginin ana merkezi olmasının ve geleneğin bu şekilde teşekkül etmesinin Orta Çağ devlet yapısıyla alakalı bir yönünün bulunduğu da söylenebilir.
Bilindiği gibi, Orta Çağ’da devletler, halk tabakalarına derinliğine nüfuz etmekten ziyade geniş ülkelere alabildiğine yayılma istidadı gösteriyorlardı. Yayıldıkları geniş topraklar üzerinde devletler, mevcudiyetlerini büyük oranda kuvvet ile muhafaza edebiliyorlarsa da bu kuvvet ve kudretin vurgulanması, daha ziyade debdebe ve ihtişam gösterileri ile mümkün olabiliyordu.[23]
Doğal olarak, bu gösterilerin merkezinde de devletin mihverini teşkil eden hükümdar yer alıyordu. Bu sebeple, dönemin maddî ve manevî hakimiyet alametleri, saray teşkilatı, hükümdarın dışa ve içe karşı haşmet ve debdebe içinde gösterilmesi, rahat ve huzur içinde yaşamasını temin edecek nizamın kurulması, bütünüyle hükümdar etrafında örülmüş ve onunla kaim bir yönetim anlayışını yansıtırdı.[24] Bu bakımdan, sultana sunulacak bir eserin içeriğini onunla ilgili konuların oluşturması kadar tabii bir şey olamazdı.
Sultanla ilgili konular ana ekseni teşkil ettiği halde vezir, saltanatın ne şekilde elde edileceği veya el değiştirmesi gerektiği hususunda herhangi bir fikir beyan etmemiş, fakat bir şekilde elde edilen saltanatın nasıl kullanılacağı hakkında doyurucu açıklamalarda bulunmuştur. Bu durum, mevcut siyasî gerçeklik içinde, vezirin, değiştirilmesi muhal olan şeylerden çok, mümkün olanlarla ilgilendiği şeklinde yorumlanabilir. Zira vezir, yönetim işini yüklenen kişinin, İslamiyet’in ilk dönemlerinde olduğu gibi kısmen de olsa, seçimle işbaşına gelmediğini bilmekteydi. Artık yöneticiliğin veraset yoluyla intikal etmesi bir anane halini almış, seçim şartı geçersiz bir hukukî kurala indirgenmişti. Böyle bir durumda, yönetim işinin küçük bir grubun inisiyatifi dışına çıkamayacağı da ortada idi.[25] Ancak, yine de Nizamü’l-Mülk, yöneticiliğin deveranı hususunda açık bir kapı bırakmış ve adaletle hükmetmeyen, halkını gözetmeyen hükümdarı Allah’ın gidereceğini söyleyerek, değişimin bizzat Allah tarafından idare edileceğini iddia etmiştir. Bir kişi veraset yoluyla veya güç kullanarak kişisel çabasıyla iktidarı ele geçirdiğinde, buna Allah’ın bir lütfü olarak bakmalı ve Allah’ın kendisini bazı amaçları gerçekleştirmek için seçtiğini unutmamalıydı.
Buna göre vezir: “Sultana ait olan mülk üzerinde yaşayan halk,[26] sultana itaatle mesuldür. Bunlardan nimetin hakkını tanımayan, emniyet ve huzurun kıymetini bilmeyip hıyanet düşünen, itaat etmeyen, haddini aşan kişilere sultan, suçları miktarınca muamele etmelidir. Çünkü, kullarda şeriatı küçük görme ve inkar etme gibi bir takım haller zuhur eder de bunların cezası verilmezse, o isyanın uğursuzluğu ile Allah’ın gazap ve öfkesi her tarafa yayılır. Bu esnada Allah, iş başındaki adaletli hükümdarı da giderir. Bu da insanlar arasında kılıçların çekilmesine sebebiyet verir. Güçlü olanın dilediğini yaptığı bu zaman zarfında, pek çok kişinin kanı dökülür. Günahlar ve fitne bu kanda yok olup dünya temizlendikten sonra Allah, kullarından birine saadet ve devlet takdir eder”[27] diyerek hükümdarlığın, her asır ve zamanda deveran halinde bulunduğunu ve Allah’ın onu layık olana ihsan ettiğini iddia etmektedir. Böylece o, hükümdarı Allah’ın kanunları ile sınırlandırmakta ve hükümdarlığının devamını da gerek halkın gerekse hükümdarın Allah’ın muradına uygun davranması şartına bağlamaktadır.
Sonraki siyasetnâme yazarları tarafından da farklı şekillerde dile getirilen bu daire-i adliye prensipleri gereğince hükümdarlık bir kişide karar kıldığında, o talihli kişi, Yüce Allah’ın ihsan ettiği nimetin kadrini bilerek onun rızasını gözetmeye çalışmalıdır. Yüce Allah’ın rızası ise halka yapılan ihsan ve onlar arasında yayılan adalet ile elde edilebilirdi. Zira ona göre, mülk küfürle devam eder, fakat zulümle devam etmezdi.[28]
Halk için en büyük ihsan ise, onlar için kanallar açmak, belli başlı ırmaklara yataklar kazmak, köprüler yapmak, köyleri ve tarım alanlarını mamur kılmak, surlar inşa etmek, yeni şehirler kurmak gibi cihanın imarı ile uğraşmak; ana yollar üzerine ribâtlar, ilim talipleri için medreseler yapılmasını emretmektir. Bu iyiliklerden nimetlenen halk hayır sahibine dua ettiğinde, mülk payidar olacak ve her dem genişleyecektir.[29]
İnsanları yönetmek üzere seçilmiş, bilgi ve akıl ile donatılmış ve ihsan ve adaletle hükmeden hükümdar, böylece insanlara nezaret etme görevini üzerine almıştır.[30] Kaldı ki zaten o, “cihanın aile reisi, insanlar da onun evlad ü iyalidir”.[31] Bununla birlikte, kendisine tevdi edilen kulların hesabı kıyamet gününde yine ondan sorulacaktır.[32] Böylece vezir, sultan ve halk arasındaki ilişkiyi, eşitler arası karşılıklı bir alışveriş olmaktan ziyade büyük ve güçlü olanın merhamet duygularının tecelli ettiği bir alan olarak görmekte ve tavsiyelerinde sultana, halka karşı bir baba gibi davranmasını salık vermektedir. Bu baba çocuğuna karşı müşfik ve merhametli olacak, fakat gerektiğinde onun iyiliği için zor kullanmaktan kaçınmayacaktır. Bu durumda, vezirin zihnindeki hükümdar imajının, adaletle hükmeden, ihsan eli açık, fakat gerektiğinde de zor kullanmasını bilen bir kişi olduğu söylenebilir.[33]
Onun Müslüman bir hükümdarın şahsında görmek istediği, efendisi Melikşah’ta bulduğunu farz ettiği insanî vasıflar ise şunlardır: Hükümdar, “güzel yüzlü, iyi huylu, mert, cesur, ata iyi binen, her türlü silahı kullanmayı bilen, sanat ve ilim zevki taşıyan, Allah’ın kullarına şefkat ve merhamet gösteren, vaadlerinde duran, doğru din ve iyi itikat sahibi olan, ibadeti seven, gece namazı kılan, oruç tutan, faziletli kimselere ziyaretlerde bulunan, din alimlerine saygı gösteren, ilim ve hikmet ehli ile alakadar olan, yoksullara iyilik edip sadakalar veren, maiyeti ve hizmetkarları ile iyi geçinen, zalimlerin zulmünü halkın üzerinden kaldıran”[34] bir kişidir.
Bütün bu üstün vasıflarına rağmen hükümdar, karar verirken, yine de birilerine danışmalıdır. Ancak vezirin bu danışma tavsiyesi, hükümdarın salâhiyetlerini ve hukukunu tahdit etmek için değil, onun daha doğru bir karar verebilmesini sağlamak içindir. Kaldı ki bir iş yapmaya niyet edildiğinde ehline danışmak zarureti, düşünüldüğünde akıl için zorunludur ve zaten, bu durum nâs ve tarihî tecrübelerle de sabittir.[35]
Hükümdar lüzum gördüğü anda, danışmaya ehil olan vezir, alimler, tecrübeliler veya ihtiyarlardan bir konu hakkında görüş belirtmelerini isteyebilir veya bunlar arasında bir konuyu müzakereye açabilirdi. Müzakere sonunda çıkan kararı uygulayıp uygulamamak, tamamıyla hükümdarın şahsına kalmış bir meseleydi, ancak uyguladığı takdirde bundan kazançlı çıkacak olan yine kendisiydi.[36] Bununla birlikte, hükümdarın görüş isteyeceği veya müzakereye açacağı konular gruplara göre farklı olmalıydı.[37] Bu son noktada vezir, danışılabilecek kimseler arasına padişahın nedimlerini de dahil eder. Ancak bu taifeye danışılacak konuların mahiyeti diğerlerindekilerden farklıdır.[38] Mamafih, danışılmayacak ve istedikleri emredilemeyecek bir kitle vardır ki, onlar da kadınlardır. Hükümdar, akılları kıt ve dışarıdaki ahvalden bihaber olan kadınların istediklerini yapacak olursa, ülkede fesat doğar ve bundan dolayı padişahın haşmeti zarar görebilirdi.[39]
Hükümdarın haşmetini ve saygınlığını korumakta oldukça hassas davrandığını gördüğümüz vezir, saraydan çok ferman çıktığından şikayetle, bunun bir esasa bağlanmasını istemektedir. Ona göre, mühim bir iş zuhur etmedikçe hükümdar, yerli yersiz ferman buyurmamalıdır. Çünkü, bir şey ne kadar çok olursa, kıymeti de o kadar düşük olurdu. Oysa, hükümdar bir şey buyurduğunda kimse onu tatbik etmedikçe fermanı elinden bırakma cesareti göstermemeliydi. Fermana hakaret gözüyle bakan ve itaatte ihmal gösteren kimse, hükümdara ne kadar yakın olursa olsun şiddetle cezalandırılmalıydı.[40] Bu bakımdan sultan, devlet büyükleri, eyalet valileri ve ordu kumandanları ile çok oturmamalı ve onlarla samimi olmamalıdır. Çünkü bu taife hizmet ehlidir. Bunlar padişahla gereğinden fazla oturup kalkarlarsa, aradaki korkuyu ortadan kaldırırlar ve cüretkar olup fermanlara karşı gevşeklik göstermeye başlayabilirlerdi.[41] Hükümdar, şahsî dostluk için kendisine memuriyet buyurulmamış, her hangi bir tehlike anında vücudunu siper etmekten kaçınmayacak ve kendisine hoşça vakit geçirtebilecek samimi olabileceği, görgülü, neşeli, bilgili nedimler edinmeliydi.[42] Diğer taraftan, divana ve hazineye gelen sözlü emirler hususunda dikkatli olunmalı; bunlar tekrar yüce divana arz edilmedikçe icraya konulmamalıydı. Çünkü bu emirlerden bazıları neşe (sarhoşluk) halinde iken verilmiş olabilir veya elçiye söylenenle, elçinin aktardığı veya anladığı şey farklılık arz edebilirdi.[43]
Ayrıca devlet erkanının, resmi işler için hükümdarla kolayca temas edebilmeleri de önem arz etmekteydi. Ona göre, hiçbir tedbir padişah için bundan daha iyi değildir. Çünkü, dergaha defalarca gelip de hükümdarı göremeyen devlet büyükleri, padişaha iyi gözle bakmazlar ve düşmanca bir tutum takınmaya başlarlardı. Huzura kabullerin nadir olması yüzünden işler yüzüstü kalır, reaya da sultan da sıkıntıya düşerdi. Fesatçılar cüretlerini arttırırlar, memleketin ve ordu mensuplarının halleri perişan olurdu. Ancak, yukarıda da belirtildiği üzere, bu taife hükümdarı görüp hizmet şartlarını yerine getirdikten sonra, maiyetindeki adamlarla beraber hükümdarın huzurundan ayrılmalıydı.[44]
Son olarak, Nizamü’l-Mülk, bir takım menfaatleri havi olacağını düşündüğünden, hükümdarın din ulemasıyla haftada bir veya iki defa görüşmesini ve onları himaye etmesini salık vermektedir. Bu sayede hükümdar, din ve dünya işlerinde daha doğru tedbir alacak, hiçbir bidat sahibi ve kötü mezhep saliki onu doğru yoldan çıkaramayacak, fikrinde kuvvetli olacak, adalet ve insafı artacak ve onun saltanatı döneminde şer ve fesadın kökü kazınacaktır. Böylece o, dünyada iyi bir ad bırakacak ve hayırla yâd edilecektir. Ayrıca, din adamlarına yapılacak yardım ile halkın ilme rağbet etmesi de sağlanmış olacaktır.[45]
Bütün bunlara ilave olarak, sultan halkın şikayetlerini dinlemeli,[46] kadıları tayin,[47] iktaları tevzi’[48] ve divan-ı mezalime başkanlık[49] görevlerini de yerine getirmeliydi.
C. Diğer Konular
Nizamü’l-Mülk, herhangi bir başlık açmasa da sultanın, yine itibarını koruması ve devletini yüceltmesi için belli bazı nitelik ve kabiliyetlere sahip vezirler edinmesini öğütlemektedir. Bilindiği gibi, Büyük Selçuklu İmparatorluğu döneminde, genelde diplomatik belgelerin hazırlanmasında ve mali sahada ihtisas görmüş İranlı şahsiyetler arasından seçilen vezirler, oldukça geniş yetkilere sahip bulunuyorlardı.[50] Bu nedenle bir vezir “temiz dinli, iyi itikatlı, sadık bir Hanefi veya Şafiî, işlerinde yeterli, insanlara muameleden anlayan ve padişahını seven biri olmalıydı. Hatta, vezir oğlu vezir olursa bu daha iyi olurdu”.[51] Zira bu kimseler, vezirlik adâbını ailelerinden miras aldıklarından padişahı mutlu kılmada ve raiyyeti yönetmede yeterli bilgiye sahip oluyorlardı.
Bir vezir, insanların arasından kabiliyetli olanları tefrik etmesini bilmeli ve memuriyetlere onları getirmeliydi. Ancak, bir âmil âmillik işlerini ne kadar iyi bilirse bilsin; bir kâtip veya bir müstevfi ne kadar iyi muamele yaparsa yapsın bu kimseler, kötü mezhepli, Yahudî, Hıristiyan veya Zerdüştî ise, vezir bu kişilere görev vermemeli; kabiliyetlerine ve bilgilerine iltifat etmemelidir. Çünkü bu nevi kimseler, hesap bahanesiyle Müslümanları sıkar ve ıstırap vererek onları küçümseyebilirlerdi.[52] Yine vezir tanınmış, asil, faziletli ve meslek sahibi kimseleri işsiz-güçsüz bırakıp da bir kişiye 5-6 iş yüklememeliydi. Bu durumda hem işsizlik artar hem de bu tâife devletten ümidini kestiğinden mecburen o devlete düşman olur ve karışıklık çıkarırdı.[53]
Amir ile memur devlet işlerini yerine getirme hususunda birbiriyle uyum içinde çalışacağından, bütün amirlerin başı olan vezir nasıl davranırsa emri altındakilerin de aynı şekilde davranacakları meydandadır. Buna göre, “vezir kötü, hain, zalim veya hırsız ise bütün memurları da öyle olacak”,[54] bu nedenle memlekette karışıklıklar zuhur edip devlet inkıraza uğrayacaktır. Buna karşılık vezir, iyi davranışlı ve tedbir sahibi bir kişi olursa memleket mamur, ordu ve reaya memnun olacak; bu sayede padişah, hem bu dünyada iyi bir isim bırakacak hem de kıyamete kadar hayırla yâd edilecektir.[55] Zaten Peygamberler de dahil olmak üzere bütün padişahlar, edindikleri iyi rey sahibi vezirler sayesinde isimlerini duyurmuşlar ve geniş topraklara hükmetmişlerdir.[56]
Nizamü’l-Mülk, padişahın itibarının yüceltilmesi ve korunmasında önemli bir görev yüklediği orduyla ilgili olarak da bazı tekliflerde bulunmaktadır. Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun kuruluş aşamasında istinat ettiği göçebe unsurların, herhangi bir otoriteye uzun müddet bağlı kalmaktan imtina etmeleri, zamanla bunların tasfiye edilip yerlerine gulam sistemine göre yetiştirilmiş Türklerin ikame edilmesini zorunlu kılmıştı.[57] Samanî Dönemi esas alınarak kurulduğu ifade edilen bu sisteme göre askerler, sıkı bir disiplin içinde yetiştiriliyor ve en küçük bir ihmalkarlığa müsaade edilmiyordu.[58] Bununla birlikte, Nizamü’l-Mülk’ün bu sistemle ilgili olarak bazı ıslah teklifleri mevcuttur. Ona göre, gulamlar sadece tek bir soydan seçilmemeliydi. Eğer her soydan gulam alınırsa, savaş anında her soy kendi ad ve şerefini korumak için çalışacak ve kimseye filan soy mensupları savaşta gevşeklik gösterdi dedirtmeyeceklerdi.[59] Bu şekilde iyi bir hizmet yaptıklarında, bu kimseler takdir edilmeliydi. Ancak, bir zaruret olmaksızın kusur işleyenleri de diğer gulamların hizmette gayretlerinin artması için kusurları nispetinde cezalandırmak gerekirdi.[60]
Buna karşın, yüksek makam sahipleri herhangi bir hata işlediklerinde, onlar hemen azarlanmamalı, gizlice çağrılarak dikkatleri çekilmeliydi. Aksi takdirde haysiyetleri kırılır ve vakarları kaybolabilirdi. Diğer taraftan askerler, ihtiyaçlarını kumandanları vasıtasıyla dile getirmeliydiler.[61]
Aynı şekilde, onlara yapılacak iyilikler de kumandanları yoluyla olmalıydı. Böylece, onlar kumandanlarına karşı saygıyı muhafaza ederlerdi.[62] Yine, her ne kadar itaatsizliklerinden dolayı kendilerinden üzüntü sadır olmuşsa da, devletin kuruluşundaki hizmetleri ve sultanın akrabaları olmaları nedeniyle Türkmenlerden de gulamlar alınmalı ve bunlar saray gulamları tarzında yetiştirilmeliydi. Belki bu sayede, onların Selçuklu Hanedanı hakkındaki sabit fikirleri izale olur ve halk ile kaynaşarak bu devlete gönül bağlayabilirlerdi.[63]
Eserinin prensipler kısmında, Abbasî Halifeliği’nin konumu ve halifelerin yetki ve sorumluluklarından hemen hemen hiç bahsetmeyen Nizamü’l-Mülk, bu prensiplerin bir nevi tasdik edicileri hüviyetinde olan hikayeler kısmında, karşı karşıya bulunduğu olumsuz şartlara rağmen halifeyi, saygı gösterilmesi gereken muhterem bir zat olarak tasvir eder ve mevki olarak da sultanın üzerinde bir konuma yükseltir.[64] Yine, dönemle ilgili diğer kaynaklara baktığımızda, Nizamü’l-Mülk’ü halifenin manevi şahsiyeti karşısında huşu ile eğilen ve sultan ile halife arasındaki ilişkileri mümkün olduğu ölçüde ikincisinin lehine düzenlemeye çalışan bir kişi olarak görürüz. Onun, Mısır merkezli Şiî Fatimî halifesine karşı Bağdat’taki Sünnî halifeyi bütün gücüyle desteklediği de bilinen hususlar arasındadır.[65] Bu bakımdan, dönemin diğer siyasetnâme yazarlarının aksine, onun hilafetin konumundan bahsetmemiş olması, bizzat sultan tarafından ısmarlanmış bir eser kaleme almış olması gerçeğiyle açıklanabilir.
Vezirliğinin sonlarına doğru ortaya çıkan Batınî hareketinin temsilcilerini din ve devlet düşmanı olarak niteleyen Nizamü’l-Mülk, hem bunlar hakkında sultanı aydınlatmak hem de bunların tarihsel uzantılarını ve melanetlerini ortaya koymak ve böylece devlet tarafından bunlara karşı takip edilecek olan siyasete yön vermek istemektedir.
Kitabına sonradan ilave ettiği bu fasıllardaki ortak nokta; bunların mevcut düzene karşı oldukları ve nihai hedeflerinin İslamiyet’i yıkmak olduğu, desteklerini de halk içindeki gayrı memnun kitleden aldıklarıdır. Nizamü’l-Mülk, bu fasıllarda, söz konusu zümrelerin genellikle devlet içindeki adamları ve destekçileri vasıtasıyla yönlendirildiklerine de dikkat çekmektedir.[66]
Nizamü’l-Mülk’ün, herhangi bir müstakil başlık açmadan da olsa, kendi dönemindeki bazı hadiselere atıfta bulunduğu da görülmektedir. Sahib-i haber (casusluk) müessesesinin ihmal edilmesi, memur alımında hassas olunması, elçilerin karşılanması gibi ekseriyeti Alp Arslan Dönemi’yle ilgili olan bu nakilleri vezir, daha ziyade yaptığı tavsiyeleri tekit için kullanmıştır. Ya da asker sayısının azaltılması teklifinde olduğu gibi, kendisine yöneltilen tenkitlere bir cevap mahiyeti taşırlar.[67]
Böylece, hakimiyetin kaynağından sultanın özel ve resmi hayatına, hükümet teşkilatından saray ve askerî teşkilata, memur alımından memurlara emredilecek işlere, devlet ve din düşmanlarından devletin dayanması gereken zümrelere ve türlü meselelerin danışılacağı kimselerden halk arasında adalet ve refahın sağlanmasına kadar devleti ve sultanı ilgilendiren her türlü konunun Siyasetnâme içinde yer bulduğunu söyleyebiliriz.
Ancak, özellikle vezirin devlet teşkilatı ve kurumlarıyla ilgili aktardığı bilgilerin, kendi döneminin idarî anlayışını tasvir ettiği anlamına gelmediğinin bilinmesi gerekir. Zira o, eserinde, Selçuklu Devleti’nin idâri mekanizmasını olduğu gibi tespit etme kaygısından ziyade, zamanının şartlarına ve anlayışına göre en uygun devlet nizâmının nasıl olabileceğini ve başarılı bir hükümdarın neler yapması gerektiğini anlatmaya çalışmaktadır.
Son olarak, vaktiyle Mehmet Altay Köymen’in bir eseri tenkit münasebetiyle kaleme aldığı makalesinde verdiği tabloyu bir miktar tadil ve tevsi ederek vermenin uygun olacağı kanaatindeyiz.[68] Böylece, yukarıda değinmeye çalıştığımız konuların istatiskî bir tasnifini görmek de mümkün olacaktır.
Dokuz Eylül Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 5 Sayfa: 271- 278