Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Bir Eğitimci Olarak Nasreddin Hoca

0 16.165

Prof. Dr. Abdullah ÖZBEK

Nasreddin Hoca yaşamış bir şahsiyet midir? O’nun adına söylenen nükteler gerçekten O’na mı aittir?

Başka ülkelerin Nasreddin Hoca’ya sahip çıkmaları ne anlama gelmektedir?[1] Biz yeterli ölçüde sahip çıkabildik mi?

Hoca’nın kültür tarihimizdeki yeri nedir? Niçin O’nun nükteleri, zihinlerde daha çok yer etmiştir?

Hoca’nın nükteleri sırf güldürmek için mi anlatılır?

Yabancı ülkelerde yaşayan Türk çocukları, neredeyse fıkralarımıza gülemez hale gelmişlerdir. Deyim ve ata sözlerimizi de anlamakta büyük güçlük çekmektedirler. Nasreddin Hoca nükteleri ile, biraz olsun onları bu vahim durumdan kurtarabilir miyiz?

Nasreddin Hoca vasıtasıyla insanların mizah duygularını harekete geçirip bazı sertlikleri ve kaba davranışları önleyebilir miyiz?

Toplumun çeşitli kesimlerinde yönetici olarak bulunan kişiler, Nasreddin Hoca Nükteleri’nden alacakları ilhamla daha başarılı olabilirler mi?

Günümüzde, çeşitli seviyede pek çok iletişim problemleri vardır. Nasreddin Hoca nükteleri bunun çözümüne ne derece yardımcı olabilir?

Nasreddin Hoca’nın nüktelerini öğretmen ve öğrencilerimize öğrettiğimiz takdirde eğitimin kalitesini artırabilir miyiz?

Nükteler yardımıyla bir düşünme eğitimi verebilir miyiz?

Hoca’nın nükteleri üzerinde düşündürerek, toplumda katılımcılık, hoşgörülülük, işbirliği ve teşebbüs ruhu uyandırılabilir mi?

İşte bu ve benzeri sorular, bizi Nasreddin Hoca konusunda düşünmeye ve araştırmaya sevk etmiştir.

Neticede O’nun eğitimci bir kişiliğe sahip olduğunu gördük. Bu konudaki tespitlerimizde, “Nasreddin Hoca Fıkraları” olarak sunulan nükteleri esas aldık.[2]

Bu fıkralar, Türk’ün aklını, şuur altını, zekâ inceliğini, nükte gücünü ve hayat felsefesini belli ölçüde yansıtmaktadır. Halkımızın mizah dehasını temsilde de önemli bir kilometre taşıdır. Bu sebepten, birçok mütefekkir, sanatkar, yazar ve karikatüriste ilham kaynağı olmuştur.

Hoca, kelimenin tam anlamıyla eğitimci bir millî şahsiyettir. Yediden yetmişe her kademedeki Türk halkı O’nu tanımakta, sevmekte, fıkralarını kendi mizahına vasıta yapmaktadır.

Hoca’nın bu derece gönülden sevilmesinin ana sebebi, O’nun nüktelerinde ele alınan konuların hayatla iç içe olması ve her seviyedeki insana hitap etmesidir.

Hoca’nın fıkralarına gülünür. Ama asıl amaç güldürme değil; düşündürerek insan davranışlarında müspet yönde değişiklik meydana getirmektir. Bir mantıksızlığın, düzensizliğin ve tutarsızlığın göz önüne serilişi hep bu yüzdendir.

Hoca, mizahlarının ilk bölümünde zekâsını göstermez. Bunun sebebi, halkın seviyesine inmektir. İkinci kısımda ise, kademeli bir şekilde dersini verir.

Hoca’nın fıkralarında tabiat ve toplum unsurları çoktur. O’nun nüktelerinin ayırt edici özelliği, zamana, mekâna, olaylara ve problemlere uygunluk arz etmesidir. Bu yönüyle Hoca, büyük bir eğitimcidir. Bu nüktelerin bir özelliği de, her zaman vuku bulması muhtemel olan sade olayları konu edinmesidir. Bu sebepten nüktelerdeki dersler, her zaman tazeliğini koruyacaktır.

Eğitim ve öğretim işini kendilerine meslek olarak seçenlerin, özellikle, Hoca’dan öğrenecekleri çok şey vardır.

Biz, iddiasız bir şekilde, konuyla ilgili bazı tespitlerimizi ortaya koymaya çalıştık. Ümit ederiz ki, bu sahada araştırma yapanlar, konuyu daha da derinleştirirler.

A. Hoca’nın Hayatı

Büyük halk filozoflarından olan Nasreddin Hoca, 1208’de Sivrihisar’ın Horto köyünde dünyaya gelir, 1284’de de Akşehir’de vefat eder. Devir, Anadolu Selçuklu devridir.[3]

Babası, köyün imamı Abdullah Efendi’dir. Okuma-yazma, ilmihal bilgisi, Arapça ve Farsça’yı ondan öğrenir.[4]

Hoca, küçük yaştan itibaren, çalışkanlığı ve afacanlığı ile bütün dikkatleri üzerine çeker. Bununla birlikte çocuk denecek yaşta Kur’an’ı hıfzeder. Aynı zamanda, fıkıh[5] ve kelâm ilmi[6] sahasında da derin bilgiye sahip olur.

Babası ölünce, yerine imam olarak geçer. Ama bu meslekte pek fazla gözü yoktur. O, her şeyden önce, sürekli okuma ve araştırma azmiyle yanıp tutuşmaktadır. Bu sebepten, imamlığı bırakarak ilim uğruna yollara düşer; birçok kasaba ve şehir dolaşır, insanların problemlerini yakından tetkik eder, gördüğü aksaklıklar karşısında içi burkulur.

Sadece görmekle yetinmez, hal çarelerini de araştırır. Âdeta bir psikolog ve sosyolog gibi insanların davranışlarını gözler, tahlil eder, kendine has metotlarla çözümler üretir. Bu yönüyle O, büyük bir eğitimcidir. O bu yola kendisini küçük yaştan beri adamıştır. Öyle ki, bazı aksaklıkları halka daha iyi gösterebilmek için, kendi üzerinde deneme yapmaktan bile çekinmemiştir. Bu tıpkı, bir ilaç keşfeden bilim adamının, kobay kullanma yerine, ilacı önce kendi üzerinde denemesi gibidir. Her eğitimci ve araştırmacı bunu göze alamaz. Böyle bir davranış, hem bilgi hem de yürek ister.

Hoca insanları eğitmenin bir toplum işi olduğunu bilir. O’na göre insanların eğitiminden herkes sorumludur. Sadece tek bir kişinin doğru olması yetmez.

Hoca bu düşüncesini şu nüktesi ile anlatır:

Bir gün eşeğe ters biner. Görenler hep bir ağızdan avazları çıktığı kadar bağırır:

-Niçin eşeğe ters biniyorsun?

Hoca cevap verir:

-Kabahat yalnız benim mi? Eşek ters duruyor. Onun hiç mi suçu yok? Eğer o doğru olsaydı, ben doğru binecektim. Niçin eşekte suç bulmuyorsunuz da hep beni paylıyorsunuz?

Yalnız suçu tek bir insanda ya da toplumda aramak, problemi çözmeyi zorlaştırmaktadır. Eğer toplum topyekûn tersine işliyorsa, sistem bozuksa, düzgün bir davranış sergilemek oldukça güçtür. Meselâ vasıtanız bozuksa, sizin mükemmel bir sürücü olmanız, pek fazla işe yaramaz. Aynı şekilde ehliyetsiz sürücüler olursa, mükemmel vasıtalarla da bir işe yaramaz.

Evet, eğitim bir toplum işidir.

Hoca birçok nüktelerinde bunu vurgular.

Meselâ bir gün evine hırsız girer, nesi var nesi yok hepsini yüklenip götürür. Duyan herkes, yine suçu Hoca’ya yükler:

-İlâhi Hoca, insan kapısını kilitlemez mi? Ev yalnız bırakılır mı? diye suç üstüne suç yüklerler Hoca’ya… Hoca ise şu cevabı verir:

-Anladık, bütün kabahat bende; ama şu hırsızın hiç mi suçu yok?

Önemli olan hırsıza karşı kaliteli kilit geliştirmek değil; hırsızlık yapmayan insanı yetiştirmektir. Tabiî ki bu prensip, eğitimin ideal yönünü oluşturmaktadır.

Molla Nasreddin, bozukluklara karşı çıkmanın bedelinin ağır olduğunu bilir. Fakat O, bu uğurda mücadele etmekten geri durmaz. Bilakis bu sahadaki bilgilerini daha da geliştirmek ister. Bunun yolu da okumak, daha çok bilgi edinmek, görmek, araştırmak, tartışmak, büyük bilginler ve mürşitler meclisinde bulunmak ve bu uğurda her türlü çilelere katlanmaktan geçerdi. Mevlânâ’nın deyişiyle hamdı, pişmesi ve yanması gerekiyordu.

Bu aşkla Konya’nın yolunu tutar.[7]

O devirde Konya, dünyanın her yerinden gelen bilginler, mutasavvıflar, dervişler, gezginler, tacirler ve gönül erlerinin harman olduğu yerdir. Medreseler öğrencilerle, tekkeler dervişlerle dolup taşmaktadır. İlim ve irfan sahipleri, saraylarda ve konaklarda ileri derecede saygı görmekte ve ağırlanmaktadır.

Diğer taraftan Konya, Anadolu Selçuklu Devleti’nin baş şehridir. Tahtta adaleti, kahramanlığı, bilgisi, dirayeti ve ilim adamlarını sevmesi ile ün yapmış Sultan I. Alâaddin Keykubad vardır. Devlet, bir taraftan en parlak dönemini yaşarken, diğer taraftan da pek çok problemlerle başa çıkmak zorundadır.[8]

İşte Molla Nasreddin, toplumu eğitmek için gerekli olan bilgi ve tecrübeyi bu ilim ve irfan şehrinde kazanır. Sonra Akşehir’e gelip yerleşir, evlenir ve çoluk çocuk sahibi olur.

Diğer taraftan Hoca, bir ilim adamı olup müderrislik görevi yürütür. Bir ara kadılık (hâkimlik) görevinde de bulunur. Kısaca Hoca, ilminin gereği olan bütün hizmetleri deruhte eder.

Hoca, talebelik hayatında olduğu gibi, meslek hayatında da azimli ve çalışkandır. Hakkında yazılan bazı kitaplarda, “cerri sevdiği için derslere çok çalışırdı.” şeklinde tasvirlere yer verilmektedir. Bazıları ise, “Hoca cerre çıkmakla birlikte softa[9] değildi.” gibi zorlama izahlar yapılmıştır. Kanaatimizce bu yazarlar, “cerr”in ne anlama geldiğini bilmediklerinden, Hoca’yı temize çıkarma gayreti içine girmişlerdir.

“Cerr” medreselerde, bir tür eğitim ve öğretim uygulamasıdır. Gerek Selçuklu ve gerekse Osmanlı döneminde medreseler, Recep, Şaban ve Ramazan aylarında öğrencilerini Anadolu’nun muhtelif yerlerine gönderirler, uygulama yaptırırlardı. Bu faaliyet, medreselerdeki bilgilerin halka iletilmesi maksadıyla yapılırdı. Bu esnada öğrenciler, halkı daha yakından tanırlar, gözlem yapma fırsatı bulurlardı. Medrese ile halk bu sayede bütünleşmiş olurdu.

Haliyle öğrencilerin bu hizmetlerine mukabil, halk (kendi isteği ile), bir miktar da yardım yapmaktadır. İşte “cerr” isminin çıkışı bu sebebe dayanmaktadır. Bunu hiç bir zaman, “medrese talebelerinin yardım toplamaya çıkması” şeklinde anlamamak gerekir.[10]

Nüktelerinin kalitesine ve temas ettiği meselelere bakıldığında, Hoca’nın hem iyi bir eğitim gördüğü, hem de kazandığı bilgileri çeşitli vesilelerle halka ulaştırdığı anlaşılmaktadır.

B. Hoca’nın Kültürümüz Üzerindeki Etkileri

Kültürün en güçlü aracı dildir. Nesiller kendi düşüncelerini, yaşama biçimlerini, sanatlarını ve dinlerini, hep bu dil aracılığı ile nesilden nesile aktarırlar.

Anadolu insanının başından geçen birçok olay, nerdeyse bir Nasreddin Hoca nüktesiyle özdeşleştirilerek anlatılmaktadır. Bu da zamanla, insanımızın hem dilini hem de düşüncesini etkilemiştir. Öyle ki, bazı atasözü ve deyimlerimizin kaynağı, Nasreddin Hoca nüktesidir. Bunlar dilimizde benimsenmiş olup yüzyıllar boyunca yaşayarak günümüze kadar gelmiştir.[11] Meselâ “Parayı veren düdüğü çalar” sözü, atasözü olarak dilimize yerleşmiştir. Bilindiği kadarıyla bu söz, Nasreddin Hoca’nın şu nüktesine dayanmaktadır:

Bir gün Hoca Konya’ya gitmek üzere yola çıkar. Akşehirli çocuklar etrafını sararak düdük ısmarlarlar.

Yalnız tek bir çocuk, ısmarladığı düdüğün parasını peşin verir. Bir kısmı da sonra vereceğini söyler.

Konya dönüşü Hoca, peşin para veren çocuğun düdüğünü getirir.

Bedelini ödemeden düdük öttürmeye çalışan çocuklar ise, Hoca’yı sıkıştırmaya başlarlar. Doğrusu Hoca, bu kadar yüzsüzlüğe dayanamaz:

-Çocuklar öyle yağma yok! Parayı veren düdüğü çalar! der.

Hoca bu nüktesinde, huzuru hazıra konmakta bulanlara, taban eti yemeden av eti yemeye çalışanlara, sabretmeden murada ermeyi düşünenlere, ortaya bir değer koymadan değerli olmak isteyenlere kızar. Aynı zamanda bu tiplerin, hem kel hem fodul oluşlarına dikkat çeker…[12] İşte onun için Hoca çocuklara, daha hayatlarının baharında iken, bir de ekonomi dersi vererek şu gerçeği öğretmek ister:

Ekmeden olmaz yemek.

Allah’a mahsustur almadan vermek.

Ne ekersen onu biçersin.

Beklersen tekkeyi çorbayı içersin.

Kim ki “yazın gölge hoş” türküsü çağırır,

Kışın çuval boş diye namerde yalvarır!.

Bilirsin ki çiğnemeden yutulmaz.

Ağustos’ta beyni kaynamayanın Zemheride kazanı kaynamaz!.[13] “Damdan düşen halden anlar!.” atasözünün dayandığı nükte ise şöyledir:

Bir gün Hoca damdan düşer. Ancak çektiği acıyı, soranlardan hiç birisine söylemez. Bunun sebebini soranlara şöyle cevap verir:

-İçinizde damdan düşen var mı? Benim acımı ancak o anlar!.

“El elin eşeğini türkü çağırarak arar.” atasözü de şu hikâyeden çıkarılmıştır:

Hoca bir gün dağ yolunda türkü çağırarak dolaşırken birisi:

-Ne yapıyorsun böyle Hoca? diye sorar. Hoca:

-Komşunun eşeğini arıyorum! der. Adam, Hoca’nın kaygısız, ilgisiz, vurdum duymaz haline şaşar. O zaman Hoca, insandaki bencillik duygusunun yansıması olan şu açıklamayı yapar:

-El, elin eşeğini, türkü çağırarak arar!.

“Dostlar alışverişte görsün.Yorgan gitti, kavga bitti; Kazan doğurdu; Ye kürküm ye, sana rağbet; Ben senin gençliğini de bilirim; Bilenler bilmeyenlere anlatsın. Sen de haklısın; Eşeğin sözüne mi inanıyorsun; İpe un sermek; Fincancı katırlarını ürkütmemek; Hırsızın hiç mi suçu yok; Buyurun cenaze namazına; İşte şimdi kuşa benzedin; Ağaçtan öte yol vardır.” gibi sözlerin kaynağı da Hoca’nın nükteleridir.[14]

C. Hoca’nın Eğitiminin Amaçları

  1. İnsanı Tanıtmak

İnsanı eğitmek için onu bütünüyle tanımak gerekir. Tanımadığınız insana hitap etmek, karanlığa taş atmak gibidir. Hoca’nın nüktelerinde göze çarpan belirgin bir özellik de insanın çeşitli boyutlarıyla dile getirilmesidir.

O âdeta insan sarrafıdır. Onun için insanı teraziye koyar, pek çok açıdan değer biçer.

Hoca nüktelerinde daha çok insanın egoistliği, fırsatçılığı, mütecessisliği, zayıflığı, korkuları ve şüpheleri üzerinde durur.

Hoca’ya, “En tehlikeli hayvan nedir?” diye sorduklarında, “İnsandır” cevabını verir. Sebebini soranlara ise, şu açıklamayı yapar:

-Köpek ekmeğini yediği adama hıyânet etmez. Yılan kendisine dokunmayanı sokmaz. Kurt ise, insanın bulunduğu yerlerden uzakta yaşar. Halbuki insan, hiç de böyle değildir. O kendisine iyilik edene bile fenalık yapar. Eğer inanmazsanız, birisine iyilik ediniz. Bakınız nasıl bir karşılık göreceksiniz? Siz, hiç dünyada hemcinsine insanlar kadar kötülük eden bir mahluk gördünüz ve duydunuz mu?

Hoca bu görüşleriyle, insanın iyi tanınmasına dikkat çekmektedir. Asla insan hakkında kötümser değildir. O bilhassa eğitilmemiş, ahlâkî şuuru gelişmemiş insanların ne derece zararlı olabileceklerini, hatta hayvanları bile geride bırakabileceklerini gözler önüne sermektedir.

Aslında Hoca insana, her şeyden daha fazla değer vermektedir. İnsanların dış görünüşlerine, elbiselerinin yeni ve pahalı oluşlarına göre değerlendirilmesini hoş karşılamaz. Hoca’nın nüktelerinde konuyla ilgili oldukça enteresan misâller vardır.

  1. Ahlâkî Bozukluklara Karşı Tavır Almak

Hoca kötü huylu kişilerle hiç geçinememiş, ömür boyu bunlarla mücadele etmiştir. Nüktelerde bu gibi kişilerin genel karakterlerini birer birer gözler önüne serer. Kimlerdir bunlar?

Her sakala tarak uyduranlar, nabza göre şerbet verenler, neme lazımcılar, hazır yiyiciler, çıkarı uğruna her şeyini feda edenler, hem nalına hem mıhına vuranlar, pireye kızıp yorgan yakanlar, tepeden bakanlar, pişmiş aşa su katanlar, sağı solu belli olmayanlar, sinekten yağ çıkaranlar, su katılmadık hokkabazlar, suratı bir karış idareciler, tavşana kaç tazıya tut diyenler, hep “vur abalıya” felsefesi ile hareket edenler, başına buyruk gençler, çok bilmiş ukalâlar, daldan dala konanlar, kapıdan kovulsalar bacadan girenler, gücünün yettiğine kan kusturanlar, en küçük menfaat için her gün boğaz boğaza gelenler, boğaz tokluğuna çalıştırılan zavallılar, her devirde borusu ötenler, buldukça bunayan aç gözlüler, yürek yakanlar, kulp takanlar, kurtarıcılık yapanlar!.

Ekmek elden su gölden deyip âvare dolaşanlar, her mecliste boy gösterenler, boşta gezenler, boşboğazlık edenler, boş yere ömür geçiren boş kafalılar, bir baltaya sap olma yerine boş gezenin boş kalfası olanlar, üç kuruşluk keyif için borca batanlar, haline bakmayıp çalım satanlar, pot kıranlar, çam devirenler, çalımından geçilmez kabadayılar, çalıp çırpmayı meslek edinenler, “Rabbenâ hep bana!” diyenler!.

  1. Teşebbüs Ruhu Kazandırmak

Hoca her vesileyle insanların çok yönlü düşünmelerini ister. İnsanları dar görüşlülükten ancak bu şekilde kurtarmak mümkündür.

Onun için, öğretmek istediği bir husus da teşebbüs ruhudur. Çünkü bu ruha sahip olan insanlar işin başını ve sonunu aynı anda görebilirler.

Bir gün Hoca bir dükkana uğrar. Bir anda gözüne ayrı ayrı yerlerde duran un, şeker ve yağ ilişir. Meraklanıp sorar:

-Bu ne?

-Un.

-Peki, bu?

-Şeker.

-Ya bu?

-O mu? O yağ.

-Öyleyse, niçin helva yapıp yemiyorsun?

Hoca bu nüktesiyle çok önemli bir ders vermektedir. Teşebbüs ruhu.. Yani pamuk ve yünü elbise, bir demir cevherini araba yapmak gibi bir şey.. Bu hem daha karlı hem de çok yönlü bir iştir. Eğer bugün bu ruha sahip olabilseydik.

  1. Yoksulluk ve Açlığın Acısını Hissettirmek

Yoksulluk ve açlık, sosyal ve ahlâkî problemlerin en büyük sebepleri arasında yer alır. Onun için Hz. Peygamber, fakirliğin nerdeyse insanı dinden bile çıkaracağını söyler. Birçok siyasetnamelerde de, yöneticiler bu konuda ciddi bir şekilde uyarılır.

Hoca’nın yaşadığı devir, Anadolu’nun bin bir çileyle karşı karşıya geldiği yıllardır. Bunların başında da yoksulluk ve acılar gelir. Hoca nüktelerinde bu gerçeğe dikkat çeker ve üzerinde düşündürür.

Günlerden bir gün Hoca çok açtır. Belli ki kesesinde parası da yoktur. Hemen yol üzerindeki fırına uğrar. Yiyecek ekmek istemeyi kendisine yakıştıramadığı için, fırıncıya şöyle bir soru yöneltir:

-Bu ekmeklerin hepsi senin mi? Ekmekçi:

-Evet, benim! diye cevap verir. Bu cevap karşısında Hoca’nın biraz canı sıkılır ve çıkışır:

-Be adam, madem ekmeklerin var, hepsi de senin, ne duruyorsun, yesene!.

Bir keresinde de Hoca, bir dere kenarında kuru ekmeğini suya batırıp yerken, oradan geçen bir tanığı sorar:

-Hoca ne yiyorsun? Hoca bu soruya, uzakta yüzen ördekleri göstererek, şöyle bir cevap verir:

-Ördek çorbası!.

Bir bayram günü, her taraf bol yemeklerle dolar. Börekler, tatlılar ikram edilir. Hoca bu bolluğun sebebini sorunca,

-Hoca, bugün bayramdır, onun için herkes güzel yemekler hazırladı! derler. Hoca bu açıklamayı, açlığın kara mizahını yaparak şöyle cevaplandırır:

-Keşke her gün bayram olsa!.

Bir gece Hoca’nın evinde geceleyin gürültüler duyulur. Karısı:

-Hoca, hırsız tıkırtısı galiba, nasıl yapsak acaba? der. Hoca, yoksulluğun kara mizahını yansıtan şu cevabı verir:

-Üzülme hanım, çalınmaya değer bir şey bulursa, elinden almak kolay!

Hoca’nın başı, bu hırsızlardan hep derttedir. Yine bir gün evine bunlardan birisi girer. Hoca hemen yatakların konduğu yüklüğe saklanır. Hırsız her yeri arayıp tarar. Fakat çalınacak kıymetli bir şey bulamayınca, yüklüğe bakar. Bir de ne görsün, Hoca orada değil mi? Şaşkınlıkla ne aradığını sorar. Hoca hiç istifini bozmadan şöyle cevap verir:

-Çalacak bir şey bulamayacağını bildiğim için, utancımdan buraya saklandım!.

  1. Cimriliği Yermek

Hoca, hayat felsefesi itibariyle cömert bir kişidir. O cömertliğin üstün bir fazîlet olduğunu bilir. Onun için cimrileri fırsat düştükçe yerer. Av için tazı isteyen bir cimriye, semiz bir çoban köpeği götürüp:

-İriliğine bakma, bu hayvan senin kapında, on güne kadar tazı haline gelir! der.

  1. Aşırılıklardan Sakındırmak

Hoca, her türlü aşırılığın zararlı olduğu inancındadır. Bu sebepten sahte ilim adamlarını, rüşvet yiyen kadıları, kerâmet simsarlarını hiç sevmez. Fırsat buldukça bu konuda halkı aydınlatır, yeri geldiğinde de bu cahilleri topa tutar. Bütün mesele, bu gibilerin kötülüklerinden halkı korumaktır.

Bir gün bir derviş[15] Hoca’ya, biraz evliyâlık taslar.[16] Hoca’ya bütün hünerinin insanları maskara etmek olduğunu, başka maharetleri varsa göstermesi gerektiğini söyler. Hoca:

-Sanki sende o saydığın şeyler var mı? Varsa söyle de bilelim der. Derviş de:

-Benim hünerim çok ve kemâlime de nihayet yoktur. Ben her gece bu dünyadan göçer ve göklere çıkarım. Oralarda gezer, acayip ve garip semayı seyir ve temaşa eylerim. dediği zaman, Hoca derhal:

-Oralarda gezerken yüzüne yumuşak ve sıcak bir şeyin dokunduğunu hisseder misin? diye sorunca, yalan ve düzenlerini yutturduğunu zanneden derviş, sevinç ve heyecanla:

-Evet, Hoca Efendi, evet! der. Bunun üzerine Hoca gayet ciddî bir tavırla:

-İşte o bizim eşeğin kulağıdır!

Hoca bazen, kendi hayatındaki aşırılıkları da dile getirip öz eleştiri yapar. Bunun anlamı şudur: “Ben denedim, iyi netice vermedi, siz yapmayın!”

Bir ara Hoca geçim sıkıntısı içine düşer. Buna çare olarak da her şeyden kısmaya başlar. Bu arada eşeğin de yemini azaltır.

Hoca ilk zamanlarda eşeğine bir şey olacağından korkmaktadır. Halbuki tasavvur ettiği gibi çıkmaz. Eşek yine eski neşesini muhafaza eder ve başı boş bırakılınca zıplayıp oynar. Bundan cesaret alan Hoca, eşeğin yemini biraz daha azaltır. Hayvanda yine bir değişiklik görmez. Tekrar yem miktarını eksiltir. Böyle yapa yapa hayvancağızın yemini bir avuç arpaya kadar indirir.

Hoca yaptığı bu tasarruftan son derece memnundur. Fakat günün birinde açlıktan, halsiz ve takatsiz kalan hayvan ölür. Bunun üzerine Hoca:

-Yazık oldu, hayvan tam alışmıştı ki, öldü! der.

  1. Sorumlu İnsan Yetiştirmek

Hoca bir gün vaaz etmek üzere kürsüye çıkar. Kendisine göre bazı meseleleri dile getirir. Fakat bir ara, söyleyecek söz bulamaz. Cemaate:

-Bugün size çok faydalı şeyler söyleyecektim ama, nedense aklıma hiçbir şey gelmiyor! diyerek yakınır. O zaman oğlu:

-Baba, kürsüden inmek de mi hatırına gelmiyor? diye sorar.

Bu soru karşısında, Hoca derhal kendine gelir, topluma karşı olan sorumluluklarını hatırlar, cemaatin huzurunu bozmamak için derhal aşağı iner. Ve böylece, toplumda görev ya da sorumluluk yüklenen kişilerin başarısız duruma düştüklerinde, kendiliklerinden ya da küçük bir ikazla çekilmeleri gerektiğini öğretmiş olur.[17]

  1. Egoistliği Yermek

Egoistlik, insanın sadece kendi çıkarını düşünmesidir. Bu düşünce, pek çok kötülüklerin de kaynağını oluşturur. Onun için Hoca, bunun ne derece zararlı olduğunu anlatmak için, “kötü adam” rolü bile üstlenir.

Hoca Akşehir’de kadı iken, bir gün biri mahkemeye gelerek:

-Kadı Efendi! Sığırlar kırda otlarken, sizin inek, bizim ineği karnından boynuzlayarak öldürmüş. Buna ne lâzım gelir? diye sorar. Hoca, derin derin düşündükten sonra:

-Hayvan bu! Ne bilsin. Öldürür a! Bunda sahibinin ne suçu var? diye hüküm verir. Bu sefer adam sözü değiştirerek:

-Yok yok, yanlış söyledim. Bizim inek sizinkini öldürmüş! diye işi düzeltir. Hoca’da şafak atar. Başını kaşır, kalkar, oturur ve çok ciddî bir tavırla:

-Ha. Öyle ise, mesele çatallaştı! Bana raftaki şu kara kaplı kitabı[18] indiriverin bir bakayım! der.

  1. Şüpheli Şeylerden Sakındırmak

İnsanların olayları bütünüyle görmesi zordur. Bunun pek çok sebepleri olabilir. Meselâ insanın yaşı, bilgisi, kültürü, ihtiyaçları, hırsları, karakteri, menfaatleri, içinde bulunduğu zaman ve mekân, yanlış gözlemlere ve tereddütlere sebep olabilir.

Bundan dolayı insan, kayıtsız şartsız doğru olan bir gerçeği, pek alâ, yanlış ya da ters anlayabilir. Bilhassa, halkı aydınlatma, bilgilendirme, ya da idare etme görevini yüklenen insanların buna çok dikkat etmeleri gerekir.

Dedi kodular ve iftiralar da, çoğu kere bu yanlış gözlem ve anlamalardan kaynaklanır. Onun için, her zaman doğru olmak yetmez. Yapılan işlerin, başkalarını şüphelendirmemesi de gerekir.[19]

Unutmamak gerekir ki, başkalarının sûizanda bulunmasına sebep olacak hareketlerden korunmak, önemli bir tedbirdir.[20]

Hoca’ya kadılığı zamanında bir fetva sorarlar. Derler ki:

-Kadı efendi ! Helâda bir şey yemek câiz midir, değil midir? Hoca şak diye cevabı yapıştırır:

-Câizdir amma, çıkarken adamın ağzı oynar. Taamdan başka nesne yediğini de zannederler !

Kıssadan hisse.

Halkın zihninde boş yere şüpheler uyandırmak ve yanlış kanaatler oluşturmak, hiç bir zaman iyi bir davranış tarzı değildir.[21]

Bazı işler için, “Şüyuu’ vukûundan beterdir!.” denilir. Yani, bir konuda söylentilerin olması, o işin olmasından daha kötü tesir uyandırabilir. Onun için, sorumluluk mevkiinde olan kişilerin işleri, açık ve net olmalıdır. Asla su götürür tarafı olmamalıdır!.

  1. Bilene Sormak

Bir gün Hoca’nın hanımı, eceli gelip ölür. Dinî âdetler yerine getirilir ve nihayet imam, cemaate:

-Ey cemaat! Merhumeyi nasıl bilirsiniz? diye sorar. Cemaat bir ağızdan:

-Çok iyi biliriz! deyince, Hoca başını sallayarak:

-Yahu! Kimi, kimden soruyorsunuz; siz onu bana sorunuz! der.

  1. Zorlukları Nükte Vasıtasıyla Aşmak

İnsan hali her zaman bir olmaz. Bir bakarsın güneş açmış, gönüller neşe dolmuş. Her taraf güllük gülistanlık. Bir de bakarsın kara bulutlar, şimşekler, yeller. Arkasında da fırtınalar, yağmurlar, seller!.

İşte böyle anlarda insan, bir mizahla bu acılarını hafifletebilir. Hem kendisi hem de başkalarını bir an için neşelendirebilir. Ve böylece kötümser bir halden kurtulup iyimser bir tavır sergileyebilir.

Nükte bir nevi, kalkan görevini görmektedir. Bu sayede insan, kendisine yapılan hücumları, nükte sayesinde savar ya da hafif atlatır.

Nükteyi, azgın boğalarla savaşan gladyatörlerin ellerindeki kırmızı beze de benzetebilirsiniz.

Onun için öğretmen ve yöneticileri, mümkün mertebe, nükte yapmasını bilen kişilerden seçmek gerekir.

Bir gün ihtiyar bir kadınla genç bir kadın Hoca’ya gelir ve ihtiyar kadın:

-Hoca Efendi, bu taze gelinimdir. Oğlum ile evleneli üç sene olduğu halde henüz çocuğu olmamıştır. Kendisi ve kocası bundan çok müteessirdirler. Bilhassa oğlum çocuğu çok seviyor. Bu yüzden evde dirliksiz oluyor. Siz çok şeyler bilirsiniz. Bir dua mı okursunuz, bir muska mı yazarsınız? Yoksa bir ilaç mı tarif edersiniz? Allah aşkına şunun bir çâresini bulunuz ve evi cehennem olmaktan kurtarınız der.

Hoca kadına acır. Bazı şeyler söyler ve sonra da geline:

-Kızım acaba bu hal sizde irsî midir?[22] Sizin gibi validenizin de hiç çocuğu olmaz mı idi? diye sorar ve müteessir olan kadınları güldürür.

  1. Düşünmeyi Öğretmek

Düşünmenin pratik tarifi, sebeplerle sonuçlar arasında ilişki kurmaktır. Doğru düşünmek için, dünyayı ihtirasların değil; hakikatin gözüyle görebilmektir.[23] Fakat bunun önünde pek çok engeller vardır. Meselâ bilgisizlik, zevkler, iştihâlar, şahsî menfaatler, zümre çıkarları, peşin hükümler, sabit fikirler, batıl inançlar, propagandalar, aşırı sevgiler ve nefretler, ne olursa olsun benliğimize tahakküm eden hisler, zafer duygusu, başarı gururu, nefse aşırı güvenmek, sağlıklı düşünmenin önündeki engellerden birkaçıdır.[24]

Bu açıdan Hoca’nın nüktelerine bakarsak, nerdeyse tamamına yakınının, düşünmenin önündeki engelleri kaldırmaya yönelik olduğunu görürüz.

Kendini beğenmiş müritlerinden biri, bir gün Sokrates’e sorar:

-Müridiniz olabilmek ümidiyle sizden ders almak için gelen herkese niye bir gölcüğe bakıp ne gördüklerini söylemelerini istiyorsunuz?

Sokrates şu açıklamayı yapar:

-Bu çok basit. Havuzda balıkların yüzdüklerini söyleyen herkesi yanıma almaya hazırım. Fakat havuzda, kendi imajlarının yansımasından başka bir şey göremeyenler, kendilerine aşık insanlardır. Benim onlarla alıp vereceğim olamaz!.

Görüldüğü gibi Sokrates, öğrencilerini seçerken, bir nevi düşünme testi uygulamaktadır. Çünkü O’na göre, kendisinden başkasını göremeyenler ve bilirim iddiasında olanlar iyi düşünemezler.

Bu açıdan bakıldığında, Hoca’nın bir çok nükteleri düşünme ile ilgilidir.Hoca bir gün, yelkenli bir gemiyle seyahat etmektedir. Âniden bir fırtına çıkar. Ve denizi alt üst etmeye başlar. Şiddetli dalgaların tesiriyle ipler kopma, yelkenler de parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Hoca fedakâr tayfaların direklere çıkarak kopan ipleri ve yelkenleri bağlamaya çalıştıklarını görünce:

-Ayol, gemi dibinden sallanıp sıçrıyor. Halbuki siz onun tepesiyle uğraşıyorsunuz. Sallanmayı durdurmak istiyorsanız gemiyi dibinden bağlayınız der. Bu nüktede Hoca, insanın bilmediği konularda fikir yürütüp tavsiyelerde bulunmasının, onu gülünç duruma düşüreceğini vurgular. Ayrıca anlaşılıyor ki Hoca, yelkenli gemilerin çalışması ile ilgili malumata sahip değildir. Onun için de sağlıklı düşünememektedir. Yani bilgisizlik doğru düşünmeyi engellemektedir.

D. Hoca’nın Eğitiminin İlkeleri

  1. Çocukların Cevaplarını Hoş Karşılamak

Çocuklar, zihinleri yeterince gelişmediğinden, duyduklarını ve düşündüklerini ifade ederken, zaman, mekan ve gramer hataları yapabilirler.

Çocuğun bir özelliği de çok soru sormaktır. Onun için bazı eğitimciler çocukluk çağına “filozofluk çağı” derler. Özellikle çocuk, iki yaşından itibaren her şeyi merak eder, bıkmadan usanmadan sorar. Bütün bunları hoş görmek ve çocuğu ciddiye almak gerekir. Nitekim Hoca da öyle yapar.

Bir gün oğlu Hoca’ya:

-Baba! Ben, senin doğduğun günü hatırlıyorum!. der. Bu münasebetsiz sözü duyan annesi, kızarak;

-Sus ulan, halt etme!. Terbiyesiz!. deyince, Hoca müdahale ederek:

-Bırak karı, o akıllıdır; belki doğru söylüyor!. der.

  1. Bilenlerin Bilmeyenlere Öğretmesi

Hoca bir Cuma günü vaaz etmek için camideki kürsüye çıkar ve:

-Ey cemaat!. Benim size ne söyleyeceğimi bilir misiniz? der. Cemaat hep birden:

-Bilmeyiz!.

Cevabını verir. Bunun üzerine Hoca:

-Siz bilmedikten sonra ben size ne söyleyeyim? der ve kürsüden inerek çıkıp gider.

Ertesi Cuma yine kürsüye çıkarak bir hafta evvelki gibi:

-Ey cemaat! Benim size ne söyleyeceğimi bilir misiniz? Sualini tekrar sorunca, bu defa cemaat hep birden:

-Evet biliriz! der. Hoca da:

-Madem ki biliyorsunuz. Benim söylememe hacet kalmadı diyerek yine kürsüden iner ve çıkıp gider. Öbür hafta tekrar kürsüye çıkınca, bu sefer cemaat, verecekleri cevabı aralarında kararlaştırır.

Hoca yine o suali sorunca halk:

-Kimimiz biliriz, kimimiz bilmeyiz!.

Cevabını verir. Hoca da:

-Öyle ise bilenler bilmeyenlere öğretsin!. der ve kürsüden inip gider.

Kıssadan hisse.

Bilenlerin de, bilmeyenlerin de sorumlulukları vardır. Bilenlerin sorumlulukları, bildiklerini, bilmeyenlerin akıl seviyelerini dikkate alarak onlara öğretmektir. Bilmeyenlerin sorumlulukları ise, öğrenme fırsatı buldukları her zaman ve her yerde bilmediklerini sormak ve öğrenmektir.[25]

  1. İnsaflı Olmak

İnsaf, ölçülü hareket etmek demektir. Nitekim “İnsaf dinin yarısıdır” diye bir atasözümüz de vardır. İnsafsızlığın pek çok çeşidi vardır. Meselâ bir görevi ve iyi niyeti kötü bir amaç için kullanmak, tamamen insafsızlıktır.

Köylünün biri hediye olarak, Hoca’ya bir tavşan getirir. Hoca bu ikram karşısında elinden gelen misafirperverliği göstererek köylüyü ağırlar. Bir müddet sonra bu köylünün yakınları:

-Biz tavşanı getirenin komşusuyuz. der.

Hoca bunları da elinden geldiği kadar hoşnut etmeye çalışır.

Birkaç gün sonra gelenler de:

-Biz tavşan getirenin komşusunun komşusuyuz. diyerek Hoca’ya kendilerini bir güzel ağırlatmak ister.

Bu sefer Hoca,

-Bu tastaki su, o tavşanın suyunun suyudur!

diyerek iyi bir insaf dersi verir.

  1. Bilimi Üstün Tutmak

Kâinat sebep-sonuç ilişkisi esası üzerine yaratılmıştır. Hangi sebeplerin hangi sonuçları doğurduğunu, ya da hangi sonuçların hangi sebebe dayandığını bilmek, gerçek anlamda “bilgi” demektir. İşte gerçek bilim budur. Fakat insanların çoğu, bu gerçeği bilmedikleri için, bilim yerine birtakım teferruatı ön plâna çıkarırlar. İşte Hoca, bu noktalarda uyarır. Özellikle de bilim yerine gösterişi ve dış görünüşü ön plâna çıkaranların gülünç durumlarını ortaya koyar.

Okuması için Hoca’ya Acemce bir mektup getirirler. O da, lafı hiç evirip çevirmeden bilmediğini söyler. Mektubu getiren:

-Kocaman kavuğu başına geçirmişsin. Bir mektubu bile okuyamıyorsun. Nasıl hocasın sen? Utanmıyor musun? diye paylamaya çalışır. Hoca buna karşılık, kavuğunu hemen çıkarıp adamın başına koyar:

-Kavukla okunuyorsa, sen oku da bir görelim!.der.[26]

  1. Tecrübeye Önem Vermek

Tecrübe, bilgi ve anlayışı arttırıcı nitelikteki olaylarla çok karşılaşma hâlidir. Kültürümüzde görmüş ve geçirmiş olmak, bir olgunluğun ve bilgeliğin işareti sayılır. Onun için, “Başa gelmeyince bilinmez.” denilmiştir. Yani, tecrübeye dayanmayan bilgiye pek güvenilmez.

Hoca’ya,

-Çaylaklar bir sene erkek, bir sene dişi olurmuş, doğru mu? diye sorarlar. Hoca’nın cevabı şudur:

-En az, iki sene çaylak olmadan, bu soruya cevap veremem!.

Eğitimle yetenekler aşılamaz

Çürük tahta çivi tutmaz!.

Eşek büyümekle tavla başı olmaz!.

Hoca bir gün kara tavuğunu pazara götürür ve satılığa çıkarır. Müşterinin biri tavuğu iyice tetkik ettikten sonra:

-Beyaz olsaydı alırdım! der. Bunun üzerine Hoca, derhal oradan ayrılarak, eve gelir ve tavuğu sabunla yıkamayğa başlar. Fakat maksadına nail olamayınca da:

-Aferin boyacıya! Tamahkâr değilmiş; boyayı bol bol sarf etmiş! der.

  1. Fırsat Kollama

Hoca uyarılarını yaparken, öyle ulu orta her yerde her şeyi söylemez. Uygun zamanı bekler, fırsat düştüğünde nazik bir şekilde araya girer ve taşı gediğine koyar.

Hoca, bir meseleyi söylemenin çok çeşitli yolları olduğunu bilir. Bazen bir olay, bazen bir soru, bazen de bir problem, O’nun söyleyeceği hikmetler için tam bir fırsattır. Bir keresinde, “Dünya kaç arşındır?” diyen gençlere, o sırada geçen tabutu göstererek:

-Onun erbabı işte şu gidendir. Sualinizi ona sorunuz. Bakınız dünyayı yeni ölçmüş gidiyor! der.

  1. Ferdî Farklılık

İnsanlar farklı kabiliyetlerde yaratılmışlardır. Eğer bu özellik dikkate alınmazsa, insanlara büyük adaletsizlik yapılmış olur. Üstelik bu adaletsizlik, her sahada kendisini gösterir. Meselâ insanları yönetmek, problemlerini tanımak ve çözmek, kişilik ve yeteneklerine uygun düşen iş ve davranışa sevk etmek mümkün olmaz.

Batılı eğitimciler, eğitimde “ferdî farklılık” meselesinin önemini 17. yüzyılda yeni fark etmeye başlamış, uygulamaya ise ancak 19. yüzyılda geçebilmiştir. Fakat İslâm dünyasında, Hz. Peygamber’den itibaren, bütün âlimlerce bu konuya dikkat çekilmiştir. Yani bütün mesele, insanlara kabiliyeti ölçüsünde hitap etmek, aklının kavrayamayacağı ve nihayet nefret edeceği incelikleri açmamaktır. Hoca’nın eğitim prensipleri içersinde “ferdî farklılık”, son derece önemli bir unsur olarak görülmektedir. Onun içindir ki, herkesle anlayacağı dilden konuşmaya çalışmıştır. Nerdeyse bütün nüktelerinde, bu düşünce hâkimdir. Aynı zamanda bu sözler ve nükteler, mekâna da makama da uygundur.

Bir tarihte, Hoca’nın kadılık yaptığı bir sırada, birisi evine gelir. Başında bulunan bir davayı uzun uzadıya anlattıktan sonra:

-Kadı efendi, Allah aşkına söyle! Bunda ben haklı değil miyim? deyince, Hoca derhal:

-Hay hay, efendim! Haklısın, hem de yerden göğe kadar haklısın!. der.

Ertesi gün, bu zatın şikâyet ettiği ve mahkemeye verdiği adam gelir. O da Hoca’ya derdini anlattıktan sonra:

-Sen ne dersin Kadı efendi? Bu meselede ben haklı değil miyim? diye sorunca, Hoca ona da:

-Çok haklısın, bu kadar aşikâr hakka ne denir? der.

E. Hoca’nın Eğitim ve Öğretimde Kullandığı Metodlar

  1. Soru-Cevap Metodu

Soru-cevap metodu, eğitim tarihinde en çok kullanılan öğretim metotlarındandır.

Bu metot, yaratıcı düşünmeye, ferdî teşebbüs kabiliyetinin gelişmesine, serbest konuşma ve tartışmaya meydan verir, fırsat hazırlar.

Soru-cevap metodu, muhâkeme, tasavvur ve araştırmaya sevk eden bir yoldur. İlk defa Socrates (M.Ö. 470-3397) tarafından belli bir sistem dahilinde kullanılmıştır.[27] Sorular şu sebepten dolayı öğretim için en uygun ortamı oluştururlar.:

  1. Soran kişi, amacı belli olan sorular yöneltmek suretiyle muhatapta ilgi uyandırabilir. Bir konuyu öğrenmede ilgi uyandırılmışsa, öğrenme son derece kolay olur.
  2. Sorulan kişi, bu soruları fırsat bilerek, cevap verirken, soran kişiye bazı meseleleri dolaylı bir şekilde öğretebilir.

Hoca çok soru sorulan bir kişidir. Bunlardan bir kısmı da lüzumsuz ve mantıksız sorulardır. Hoca’yı mat etmek maksadıyla sorulanlar da az değildir.

Bazen bir şeyi öğrenmek için, Hoca’nın da sorduğu sorular olmaktadır.

Hoca sorular karşısında son derece pişkindir. Hepsine sabırla ve güler yüzle cevap verir. Bu sorulardan bazı örnekler sunalım:

Bir gün bir papaz:[28]

-Sizin Peygamber mîraca[29] çıktı ve gökleri gezip dolaştı, değil mi? şeklinde alaycı bir soru sorar. Arkasından da:

-Bu nasıl oldu? Merak ediyorum doğrusu!. diyerek bir ilâvede bulunur.

Hoca alay edilmek istendiğinin farkındadır. Hemen elini sakalına götürerek, derin derin düşünür ve mütebessim bir sîma ile:

-Sizin İsâ’nın bıraktığı merdivenle![30] cevabını verir.

Bir gün ahmak bir adam, Hoca’yı sokakta yakalar ve burnunun dibine sokularak:

-Aman Hoca efendi, çok büyük bir müşkülüm var. Bunu rast geldiğim bütün hocalara sordum. Hiç biri cevap veremedi. Bilsen, bilsen, bunu ancak sen bilirsin! deyince, Hoca, fena yakalandığını anlar ve hiç renk vermeden:

-Haydi oğlum, anlat bakalım. Müşkülün nedir? der. Herif bir şey söyleyecekmiş gibi, ciddî bir tavır takınarak:

-Ben, yaz kış gölde yıkanır ve abdest alırım. Bunu yaparken, acaba ne tarafa döneyim diye, daima düşünürüm. Bunu âlimlere, şeyhlere ve başı sarıklı birçok kişiye sordum. Cevap alamadım.

Geçen gün yine gölde yıkanırken, bu meseleyi düşünüyordum. Biri dalgınlığımdan istifade ederek, esvaplarımı alıp gitmiş. Ben de tabiî ki, çırılçıplak çıkıp gitmek zorunda kaldım. deyince, Hoca meseleyi anlar ve aptal adama dönerek ciddî bir tavırla:

-Oğlum! Sualin hakikaten güç. Bunu herkes halledemez. Gölde yıkanır ve abdest alırken, elbiselerin ne tarafta ise, o tarafa dön!.

Hoca bilgi üretmeyen, yersiz tartışmalara sebep olan sorulardan, zihinleri karıştıran cevaplardan nefret eder. Bu gibi boş işlerle halkı oyalayan hocalardan da aynı şekilde hoşlanmaz.

Bir gün ölüyü gömmeye giderken, iki kişi kenara çekilip şu meseleyi münakaşa etmeye başlar: -Cenazeyi götürürken, tabutun sağında mı, solunda mı, arkasında mı, önünde mi durmak daha iyidir?

Hoca’nın verdiği cevap oldukça mânidârdır:

-İçinde bulunma da, neresinde bulunursan bulun!.

Bir gün bir toplantıda Hoca’ya bazı münasebetsizler, karısını çekiştirerek:

-Hoca, sizin hanımın maşallah hiç evde oturduğu yok, mütemadiyen komşu komşu geziyor derler. Hoca derin derin düşünmeğe başlar. Bunu görenler:

-Ne düşünüyorsun, yalan mı? deyince, Hoca lâkayt bir tavırla:

-İnanmam. Dedikodu olsa gerek.

Cevabını verir.

Toplantıda bulunanlar, kendilerinin haklı olduklarını ve Hoca’nın da hiçbir şeyden haberi olmadığını göstermek için:

-Niye inan mıyorsun? Bunu senden başka herkes biliyor. Sizin hanım çat kapı şurada, çat kapı burada dolaşıyor işte! dedikleri zaman Hoca:

-Aslı olmasa gerek!. Öyle olsaydı, bir kere de bizim eve uğrardı! cevabını verir.

Her sabah insanlardan bir kısmının bir tarafa, ötekilerin de öbür tarafa gittiğini soranlara Hoca: -Eğer hepsi aynı tarafa gitseydi, dünya devrilirdi! cevabını verir.

Hoca bu cevabıyla insanlara, toplumdaki işbölümünün gerekliliğini anlatmaktadır. Herkes aynı işi yaparsa, birçok iş ortada kalır. Bu konuda şöyle bir atasözümüz de vardır: Sen ağa ben ağa, bu ineği kim sağa.

  1. Muhatabın Delillerini Kullanmak

Birisine bir şey anlatırken, ya da bir problemin çözümünün ispatını yaparken, muhatabın konu hakkındaki bilgilerini ve delillerini kullanmak, oldukça etkili bir ikna metodudur. Bu metot aynı zamanda, muhataba kendi tutarsızlıklarını göstermek için, son derece faydalıdır. Kurnazlık yapanları, inatçılık edenleri ve ukalâlık taslayanları, kendi silahıyla susturmak için de birebirdir.

Muhatabın delillerini kullanarak bir meseleyi anlatmak ve bu yolla karşı tarafa bir şeyler öğretmek kolay olur. Bu bir nevi bilgi transferidir. Böyle durumlarda muhatabın diyecek pek bir şeyi olmaz. Çünkü kişiden, kendisi yaptığı zaman doğru kabul ettiği şeyi, başkası yaptığında da doğru kabul etmesi istenmektedir.

Hoca bilhassa fırsatçıları, kantarın topunu kaçıranları, ileri geri konuşanları, edebiyat yaparak hak elde etmeye çalışanları, en küçük menfaat için ağız değiştirenleri, çok bilmiş geçinenleri, tepeden bakanları, yere bakan yürek yakanları, pireyi deve yapanları, pişmiş aşa su katanları, masal okuyanları, oyunbazlık ederek makbule geçme hayaline dalanları, küçük bir ikaz karşısında küplere binenleri, kimin arabasına binerse onun düdüğünü çalanları, haksızlık karşısında kılını bile kıpırdatmayanları, kırık dökük bilgilerle bilgiçlik taslayanları, başkalarına külâh giydirmeyi düşünenleri, yaygarayı basarak hep dört ayak üstüne düşenleri, kendi delilleriyle susturmaktadır.

Bir gün Hoca, çamaşır yıkayacaklarından bahsederek komşusundan bir kazan alır. Ertesi gün kazanın içine ufak bir tencere koyarak sahibine iade eder. Komşusu tencereyi görünce:

-Hoca Efendi, bu nedir? diye sorar. Hoca da:

-Sizin kazan bu gece doğurdu. O da yavrusudur.

Cevabını verir.

Kazan sahibi itiraz etmez, “pekâlâ” diyerek kazanla birlikte tencereyi alır.

Bir müddet sonra Hoca yine kazan ister. Komşusu, “hay hay” diyerek hemen kazanı getirir. Aradan epeyce zaman geçer, kazan iade edilmez. Artık sabrı taşan komşu, doğru gidip Hoca’dan kazanı ister. Hoca da:

-Başın sağ olsun komşucuğum! Sizin kazan öldü! deyince, herif hayret ve telâşla:

-Ne diyorsun Hoca Efendi, hiç kazan ölür mü? der. Hoca da:

-Sen ne tuhaf adamsın. Geçen gün kazanın doğurduğuna inandın da şimdi öldüğüne inanmıyor musun?

Cevabını verir.

Hoca bu olayda, kazanın doğurduğuna inanan; fakat işine gelmediği için öldüğüne inanmak istemeyen fırsatçı komşusuna karşı da aynı şekilde, komşusunun kendi delilleriyle cevap verir.

Bu gibi kişiler, karşısındaki kişilerin hatalarından, saflıklarından, unutkanlıklarından ve dalgınlıklarından, sinsice kendilerine pay çıkarmaya çalışırlar. Tabiî ki her zaman dört ayak üstüne düşemezler. Elbette bir gün iplikleri pazara çıkar. Eh, ne demişler? Ava giden avlanır. Eşen düşer. Doğrarsan kaşığına gelir. Avcı ne kadar al (hile) bilse, ayı o kadar yol bilir. Çalma elin kapısını, çalarlar kapını.

Açıkça anlaşılmaktadır ki Hoca, karda gezip izini belli etmeyen, nalıncı keseri gibi hep kendi tarafına yontan, menfaati il n, diye sorunca, yüzsüz adam gülerek:

-Tanrı misafiriyim ve bugün sizdeyim!

Cevabını verir. Hoca’nın tepesi atar. Bu hayâsız adama bir bir ders vermeye karar verir. Derhal kapıdan dışarı fırlar ve herife:

-Arkamdan gel! diyerek, onu câmi kapısına kadar götürür ve eliyle câmiyi göstererek:

-Ayol, sen yanlış yere gelmişsin! Tanrı’nın evi işte burasıdır; bizim ev değil! der ve herifi orada bırakarak evine döner.

Bu olayda adam, “Tanrı misafiriyim” demek suretiyle, kendi konumuna ve isteklerine kutsallık kazandırmaya çalışır.[31] Bu yolla insanları aldatmanın daha kolay olacağını düşünür.

Bazı kurnaz kimseler, istek ve arzularını, büyük bir ustalıkla, Tanrı’nın adını kullanarak dile getirir. Bu yolla, pek çok kişinin aldatılması ve beyninin yıkanması pekâlâ mümkündür. Çünkü, insanın yüce değerlere karşı büyük bir zaafı vardır.

  1. Tabiî Ceza Metodu

Hoca bir gün eşeğine binmiş, bir köye gidiyormuş. Yolda hayvan, eşek terslerini görünce durur, yere eğilerek bu pislikleri koklamaya başlar. Hoca, eşeğinin beğendiği kanaatine vararak bunları toplar ve yem torbasına doldurur. Akşam olunca, torbayı hayvanın başına asarak, yem yerine bu tersleri verir. Fakat eşek huysuzluk eder ve başını sallayarak torbayı başından atmaya çalışır. Hoca eşeğin bu huysuzluğunu görünce:

-A mübarek hayvan! Bana zulmün ne? Sen beğendin, ben de doldurdum! der.

Hoca bu nüktesiyle tabiî cezâdan yana olduğunu göstermektedir.[32] Yani kişi yaptığı işin sonucuna katlanmalıdır. Bu arada, kişinin yanlışlarını görmesi için, sabredip kendisine biraz zaman tanımak yararlı olur.

  1. İkâme Metodu

Sözlük anlamı itibariyle “ikâme”, yerine koyma, oturtma, ayağa kaldırma ve meydana çıkarma demektir. Terim olarak ise, kaldırılan bir şeyin yerine başka bir şeyin konulması anlamına gelir. Onun için ıslahâtçıların, eğitimcilerin ve idârecilerin ikâme metodunu iyi bilmeleri gerekir. Çünkü eğitim de ıslahât da, idâre de, eski şeylerin yerine bir nevi yeni şeyler yerleştirme demektir.

İnsanları alışkanlıklarından vazgeçirmek kolay değildir. Burada temel problem, vazgeçilen alışkanlığın yerine neyin konulacağıdır. Çünkü tabiat boşluk kabul etmez. Siz doldurmazsanız, iyi ya da kötü bir şeyle, mutlaka kendiliğinden dolar.

Bazı kişilere, “Şu zararlıdır, mutlaka vazgeçmelisin!. Vazgeçmezsen, şu şu tehlikeler seni bekliyor!.” deseniz de, pek fayda sağlamayabilir. Bu ikazlar, bakarsınız, bir kulağından girip öbür kulağından çıkar! Asıl hüner, insanlara ne yapacağını göstermek ve bu alanda yardımcı olmaktır.

Meselâ sigara paketlerinin üzerinde, “Sigara sağlığa zararlıdır!” ikazı yer almaktadır. Bu ikazdan dolayı kaç kişi sigarayı bırakmıştır? Bu konuda bir araştırma yapılmış mıdır? Bana kalırsa çok faydası olmamıştır. Çünkü insanın tabiatında, (hele de ikna edilmemişse) yasaklara karşı tabiî bir ilgi vardır.[33] Bunun yerine, “içtiğiniz bu sigara ile günde şu kadar, şu kadar, yılda da şu kadar yiyecek ya da giyecek alabilirsiniz.” demek daha doğru olur. Her şeyden önce, bu parayı hangi olumlu yerlerde kullanabileceği hatırlatılmalıdır. Sonra da boşta kalan ağzını nasıl meşgul edeceği hususunda rehberlik yapılmalıdır. İşin fizyolojik boyutunu elbette ki kabullenmek gerekir. Yani peşinen bir zorluğa göğüs germek gerekir.

Adamın biri fazla küfürbâzmış. Vakitli vakitsiz küfreder ve bu yüzden başı da birçok belâlara girermiş. Bu huyundan vazgeçmek istediği halde, bir türlü terk edemeyince, Hoca’ya başvurmaya mecbur kalır ve kemâli afiyetle:

-Aman Hoca Efendi! Benim fena bir huyum var: Küfürbâzlık. Bundan bir türlü vazgeçemiyorum. Bana bir çare öğret de şu fena huyumdan vazgeçeyim der. Hoca bir müddet düşünür ve sonra ciddî bir tavırla:

-Evlât! Her sabah evden çıkarken, ağzına kuru bir bakla koy. O ağzında kaldıkça hatırlar ve küfretmezsin! cevabını verir.

  1. Dolaylı Anlatım

Kimileri, hatalarının yüzlerine doğrudan doğruya söylenmesinden pek hoşlanmaz. Hatta kızanlar, kin besleyenler bile olur. Ama dolaylı bir şekilde yapılan ikazlar, karşı tarafı kızdırmaz. Onun için Hoca, uyarılarının birçoğunu, bu yolla, yani “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen dinle!” metoduyla yapar.

Bir gün Hoca bir eve misafir gider. Fakat her nasılsa biraz geç kalır. Akşam yemeğine de yetişemez. Ev sahipleri yemeklerini yedikleri için, Hoca’yı da yeyip gelmiş zannederler. Hoca’nın kibarlığı tutar bir şey söyleyemez. Dereden tepeden konuşulur, kahveler, şerbetler içilir. Yatma zamanı gelir. Hoca’yı odasına götürerek:

-Allah rahatlık versin!

Derler ve kendileri de odalarına çekilerek yatıp uyurlar. Hoca, uyuyunca belki açlığı unuturum diye yatar. Sağına döner, soluna döner, bir türlü gözüne uyku girmez! Açlıktan kazınan midesi, bir türlü Hoca’ya rahat vermez. Uyku tutmayacağını anlayınca, kalkar ve ara kapıyı vurmaya başlar. Ev sahipleri alelacele yataklarından fırlarlar ve telâşla koşarak:

-Hayrola Hoca Efendi! Bir şey mi var? Bir emriniz mi var?

Diye sorduklarında Hoca da:

-Birader! Benim için çok mükellef bir yatak hazırlamışsınız. Teşekkür ederim. Ama dostum, ben fukara takımındanım. Böyle yataklara alışık değilim. Beni bir türlü uyku tutmuyor. Siz lütfen bana büyücek bir pide ihsan ediniz. Ben onun yarısını başımın altına yastık ve yarısını üzerime yorgan yapar ve altında rahat rahat ve mışıl mışıl uyurum diyerek açlığını anlatır.

  1. Seviyeye İnmek

İnsanlar farklı kabiliyetlerde yaratılmıştır. İhtiyaç ve ilgileri de zaman içinde değişiklik arz eder.

Bilindiği gibi Hoca, hem örgün hem de yaygın eğitimde, aktif bir eğitimcilik görevi sürdürmüştür.

Yani, halkın her kesimiyle hemhal olmuştur. Çocuk, genç, ihtiyar, kadın, erkek, O’nun eğitimine muhataptır. Ara sıra gayr-i müslimler ve yabancılarla da tartıştığı bir gerçektir.

İşte bu sebepten Hoca, insanlara seviyelerine göre davranmakta ve anlayabilecekleri dilden konuşmaktadır.

Köylülerden birinin keçisi hasta olur, katran sürmesini tavsiye ederler. Köylü keçisini alıp doğruca Hoca’ya gelir:

-Hoca, senin nefesin uyuz illetine bire birmiş. Okuyunca hastalık şıp diye kesilirmiş. Şu keçiye bir nefes et. der.

Hoca şöyle cevap verir:

-Nefes ederim etmesine ama, illetin bir an önce hayvandan gitmesini istersen, benim nefese biraz da katran ilave etmelisin.

Hoca, insanların alışkanlıklarının bir çırpıda değişmeyeceğini, dolayısıyla da doğrulara inandırmanın kolay olmayacağını iyi bilmektedir. Onun için, “Bu keçinin hastalığı okumakla geçmez, bu bir bâtıl inançtır” diyerek boşuna çene yormaz.

Hoca burada, nefesle birlikte katran da sürmesini tavsiye eder. Ve problemi çözer. Zaten bir olayda ilk yapılacak iş, âcil olan durumun çözüme kavuşturulmasıdır. Bir anda A’dan Z’ye kadar düzeltmeye çalışmak, işi sarpa sardırabilir. Sonra da iş işten geçmiş olur.

Görüldüğü gibi bu olayda köylü, katran kullanmakta hiç tereddüt etmez. Eğer direkt olarak katran kullanması tavsiye edilseydi, kabul görmeyebilirdi. Onun için, verilen bilgilerin doğru olması yetmez. Bilgiyi verme metodunun da hesaba katılması gerekir. Hangi konuda olursa olsun, halkı eğitmek isteyenlerin, özellikle bu konuya çok dikkat etmeleri gerekir. Hoca’nın, hemen gerçekleri söyleme gibi bir acelesi yoktur. O yanlışların bir anda kökünün kazınamayacağını bilir. Onun için de insanlara anlayacakları şekilde konuşur.Şunu da unutmamak gerekir ki, insanlara bazı gerçekleri kabul ettirmek için tedricî bir metot uygulamak gerekir.[34]

Tedrîc metodu, birçok konularda eğitimcilerin uygulamaya ihtiyaç duydukları bir metottur. Bu metotta, parçadan bütüne, kolaydan zora, basitten mürekkebe, bilinenden bilinmeyene, mücerretten müşahhasa doğru bir yol izlenir. Kişinin önceki tecrübeleri hemen bir tarafa atılmaz; bunlardan yararlanılır. İnsanların eski tecrübe ve inançlarının hepsine birden karşı çıkarak onlara bir şeyler öğretmeye çalışmak, eğitimcilikle pek bağdaşmaz.

Yukarıdaki nüktede Hoca, katran ve nefesi birbirinden ayırmamaktadır. Çünkü O’nun hedefi, üzüm yemektir, bağcıyı dövmek değil.

Sonuç

Bu mütevazî ve kısa araştırmamızda gördük ki, Hoca çok yönlü bir Halk Eğitim Filozofudur. O aynı zamanda, İslâm Eğitim Felsefesi ve Türk karakterinin birçok inceliklerini yansıtmaktadır. Bu ölçülerin dışındaki nükteleri Hoca’ya mal etmek insafsızlık olur.

Hoca başta insanı, ihtiyaçları, ilgileri ve zaaflarıyla tanımaktadır. Aslında Hoca’nın insanlara, – herhangi bir vesileyle- zaaflarını öğretmesi esnasında ortaya çıkan hayret ve şaşkınlık, nükte şeklinde ortaya çıkmaktadır.

Hoca’nın ele aldığı konular, insan ve problemleridir. Bu da fikirlerinin taze kalmasını sağlamıştır. Öyle ümit ediyoruz ki, ibret gözüyle okuyanlar, çok defa kendi problemleriyle nüktede ele alınan problemleri özdeşleştirmektedir. Çünkü Hoca, nükte ile tefekkürü birleştirmiştir. Yani nükte, verilen bilgilerin unutulmaması için bir öğretim vasıtasıdır.

Bu açıdan bakmak suretiyle, “Nüktelerin eğitimde kullanılması” adlı bir araştırmanın yapılması gereğine inanmaktayız.

Hoca hakkında araştırma yapanlar, O’nun pek çok yönünü ele almışlardır. Biz bu araştırmamızda konuya, eğitimci gözüyle bakmaya çalıştık.

Hoca sadece milletimizi değil; pek çok komşu milletleri de etkilemiştir. Son yıllarda uluslararası düzeyde gündeme getirilişi, yerli yabancı ilim adamlarının konuya eğilmesi, dikkatleri yeniden Hoca üzerine çekmiştir.

Hoca, yetişme şekline, mesleğine ve hayatına bakılırsa, bütünüyle eğitimcidir. Araştırmacıların bundan sonra, bu konuya daha ağırlık verecekleri kanaatindeyiz.

Nasreddin Hoca hakkında araştırma yapacaklara küçük bir hatırlatmada bulunmak istiyoruz. Hoca’yı anlamak için, Türk tarihini, Türk edebiyatını, Türk folklorunu, İslâm dinini, kısaca Türk kültürünü çok iyi bilmek gerekir.

Bu çalışmanın, her seviyedeki eğitimcilere, yararlı olacağını düşünmekteyiz. Eğitimcilerimiz Nasreddin Hoca’nın bu yönünü tanıdıkça, hem mesleklerinde başarılı olacaklar, hem de büyük Türk eğitimcisini tanıdıkları için gurur duyacaklar, kendilerine karşı güvenleri artacaktır.

Prof. Dr. Abdullah ÖZBEK

Selçuk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 7 Sayfa: 522-535


Dipnotlar :
[1] Başka milletlerin hikâyeleri arasında Hoca’nın nüktelerine benzeyenler şüphesiz vardır. Bunun bize göre iki sebebi olabilir: Birincisi, Hoca’nın bazı hikâyelerini alıp kendi kültürlerine adapte ederek yazmış olabilirler. İkincisi, insan oğlunun farklı kültürlerde de olsa, benzer problemlere yine benzer çözümler üretmiş olmasıdır. Nitekim atasözleri ve deyimlerde bu durum açıkça görülmektedir. Onun için, bu benzerlikler, hiçbir zaman, Nasreddin Hoca’yı başka kültürün insanı yapmaz.
[2] Hangi nüktelerin Nasreddin Hoca’ya ait oluşuyla ilgili olarak, şimdiye kadar değişik fikirler ileri sürülmüştür. Hatta konu ile ilgili bazı ölçüler de getirilmiştir. Ama bunun üstesinden gelmek o kadar kolay değildir. Onun için biz, Türk halkını temsil eden bir Nasreddin Hoca olarak meseleye yaklaştık. Ve O’nun adına söylenen nükteleri de, Nasreddin Hoca Okulu’nun amaçları, ilkeleri, müfredatı ve metodları olarak değerlendirmeyi uygun bulduk.
[3] Bazı araştırmacı ve yazarlar, sırf ad benzerliğinden (Nasraddîn) dolayı, Hoca ile alakası olmayan kişilerin Nasreddin Hoca olabileceğini ileri sürmektedirler. Böylece ortaya bir sürü Nasreddin Hoca çıkmaktadır. Bununla birlikte, kulaktan kulağa duyulan ve geleneksel olarak yaşatılan bir “Akşehir-Nasreddin Hoca” ilişkisini göz ardı etmemek gerekir. (Bak: Pertev Naili Boratav, Nasreddin Hoca, Edebiyatçılar Derneği, İkinci Baskı, Ankara, 1996, s, 7-39.)
“Nasreddin Hoca” ismi, Osmanlı Coğrafyası ve ona komşu olan yerlerde değişik adlar altında tanınmaktadır. Araplar “Cuha”, İranlılar ise “Hace Nasreddin” olarak isimlendirmişlerdir. Bu adlarla O’nun adına yazılan risâle ve kitaplar da vardır. Diğer taraftan Mevlânâ, ünlü eseri Mesnevisinde “Cuhî” isimli bir şahıstan bahseder. (Bak: Mevlânâ, Mesnevî, Terceme ve Şerh: Abdulbaki Gölpınarlı, Remzi Kitabevi, İst. 1984, c,5, Beyit No: 335-340.)
Bazı kıyaslamalar yoluyla, Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde geçen “Cuhî”nin Nasreddin Hoca olduğunu iddia edenler vardır. Delilleri ise şudur: Rivâyete göre, Mevlânâ ile, Ahîliğin kurucusu Ahi Evran Nasıruddin Mahmud’un araları açıktır. Mevlânâ bu şahsı, direkt isim vermeden, O’nun çeşitli sıfatlarını kullanarak eleştirir. Bu noktadan hareketle, Ahi Evran’ın bilinen Nasreddin Hoca olduğu ileri sürülmektedir. (Bak: Mikâil Bayram, Tarihin Işığında Nasreddin Hoca ve Ahi Evren, Bayrak Mat. Ltd. Şt. İst. 2001, s, 33-40)
[4] İlmihâl: Namaz, abdest ve temel inanç konularını ele alan öğretici kitap.
[5] Fıkıh: Kelime anlamı itibariyle, “bir şeyi layıkıyla bilme, şuurlu olarak idrak etme, kavrama” demektir. Bu kelime İslâm kültüründe,-Istılah olarak-daha ziyade “İslâm hukuku” anlamında kullanılmaktadır.
[6] Kelâm: Kelime olarak, “söz, lafız, konuşma, nutuk, ibare, bir mana ifade eden söz dizisi, dil, lehçe, söyleme tarzı, söyleyiş” anlamlarına gelmektedir. Kur’an’a da “Kelâm-ı Kadîm, Kelâmullah” denilir. Bu anlamda “Kelâm”, “İlâhî emir, vahiy” manalarına gelir. İslâm kültüründe gelişen bir ilmî disiplin olarak gelişen Kelâm’ın manası şudur: İslâmî inançları aklî ve naklî (nakil ve rivâyete dayanan) delillerle ispat ederek şüpheleri ortadan kaldırmayı hedefleyen, İslâmiyeti çeşitli felsefelere karşı korumak için ortaya çıkan ilim, müslüman felsefesi, ilm-i kelâm.
[7] İbrahim Hakkı Konyalı, Konya Tarihi adlı kitabında “Pirebi Türbesi ve Zâviyesi”ni anlatırken, Hoca hakkında şöyle bir izah yapar:
“Ağız haberlerine göre Pir Ebî; 618 H. 1221 M. yılında ölen Hacafakıh’ın müridlerinden ve talebesinden imiş. Hoca Nasreddin ile Hoca Cihan da samimi arkadaşlarından imişler. Bir gün hocalarının kuzusunu kesip yemişler. Hocaları da bunlara inkisar etmiş:
Nasreddin’e:
-Sen dünyalar durdukça âleme gülünç ol!.
Pirebî’ye:
-Senin de daima kemiklerin kaynasın.
Hoca Cihan’a da:
-Çocuklar seni mezarında rahatsız etsinler!. Bak: İbrahim Hakkı Konyalı, Konya Tarihi, Yeni Kitap Basımevi, Konya, 1964, s, 701.
Evliya Çelebi de, ünlü eseri olan Seyahatnâmesi’nde Timur’la Hoca’nın aynı çağda yaşadığını yazmaktadır. Bak: Evliya Çelebi, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, Topkapı Sarayı Bağdat 305 Transkripsiyonu-Dizini, Hazırlayanlar: Seyit Ali Kahraman ve Yücel Dağlı, Yapı Kredi Yayınları, İst. 1999, 3. Kitab, s, 14.
Şükrü Kurgan, Evliya Çelebi’nin bu tespitinde yanıldığını söyler. Bak: Şükrü Kurgan, Nasrettin Hoca, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları/695, Ank. 1996, s, 10.
Yalnız Evliya Çelebi (M.1611-1682) gibi ünlü bir seyyâhın Nasreddin Hoca’dan bahsetmesi çok önemlidir. Bu vesile ile, yaklaşık üç yüz elli yıl sonra, Akşehir halkı arasında Nasreddin Hoca nüktelerinin söylendiğini öğrenmiş bulunuyoruz. Bu da bize göstermektedir ki, Nasreddin Hoca öz be öz bu ülkenin ve bu kültürün yetiştirdiği ulu bir şahsiyettir.
Tarih itibariyle Hoca ile Timur aynı asırda yaşamamıştır. Hoca 13. yüz yılda, Timur ise, 1336-1405 yılları arasında yaşamıştır. Ama Hoca’nın yaşadığı yıllarda Selçuklu Devleti Moğol istilası altındadır. Akşehir’de de zâlim Moğul şehzâdelerinin bulunması muhtemeldir. Onun için halk zâlim ve despotlara karşı, daima âlim ve hazır-cevap kişileri çıkarır. Böylece onları susturmuş olur. Bize göre, Hoca ile Timur’un karşı karşıya getirilişinin sebebi bu olsa gerektir.
[8] Hoca’yı tanımak için, yaşadığı devrin özelliklerini de göz önünde bulundurmanın yararlı olacağı kanaatindeyiz. Kısaca bu devri şöyle özetleyebiliriz:
Anadolu Selçukluları’nın en sıkıntılı dönemleri. Anadolu isyan ve sıkıntılarla çalkalanmaktadır..Yerleşme sıkıntıları. Çeşitli sosyal sıkıntılar. İç huzursuzluklar. Mogol istilâsı her tarafı kasıp kavurmakta. Saltanat kavgaları. İlmî hayat kısmen durmuş. Halkı eğiten gönüllü kuruluşlar birbirlerine küskün ve düşman hale gelmiş. Tasavvuf hareketi yaygın. Buna karşılık, gerçek din anlayışı küçümsenmektedir. Bâtınî zümrelerin faaliyetleri artmış. Hurâfe her tarafta kol gezmekte. Dinî bağların zayıflamasına paralel olarak sosyal ilişkiler de zayıflamış durumda. Herkes ümitsizlik içinde!.
[9] Softa: Medrese talebesi için halk arasında kullanılan bir tabirdir. Aslı “suhte = ilim aşkıyla yanan” demektir. Sonraları kelime tahrife uğrayarak, “softa” şeklini almıştır. Bak: M. Zeki Pakalın, Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, M. E. B. c, 2, s, 252.
[10] Bak: Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, İst. 1977, c, 1-2, s, 554 (8 No’lu dipnot); Pakalın, a.g.e, c, 1, s, 279-280.
[11] Bak: Şükrü Kurgan, age., s, 54-58.
[12] Hem kel hem fodul: Eksik tarafı olduğu halde üstünlük taslayanlar için söylenir.
[13] Zemheri: Kışın en soğuk zamanı, şiddetli soğuk, karakış.
[14] Hoca’nın nüktelerinde geçen deyim ve atasözleri, aynı zamanda O’nun eğitiminin ilkeleridir.
[15] Derviş: 1. Kapı kapı dolaşan dilenci, fakir. 2. (Tasavvuf dilinde) Tarîkata girmiş kişi. 3. Dünyadan yüz çevirip kendini ibadete veren kişi. 4. (mec.) Alçak gönüllü, hoşgörülü kimse. Yunus’un tarifine göre derviş şöye tanıtılır: “Derviş bağrı taş gerek. Gözü dolu yaş gerek. Koyundan yavaş gerek. Sen derviş olamazsın!.”
[16] Evliya: (tek. velî) 1. Velîler, ulular. 2. Dostlar, yakınlar, velâlyet ve kerâmet sahipleri, Allah’a yakın olanlar, ermişler. 2. Halim selim ve iyi ahlâk sahibi kimse. Evliyalık ise, evliya olma halidir.
[17] Bak: Şükrü Kurgan, a.g.e. s, 69.
[18] Kara kaplı kitap: Her işte, her meslekte zorlukların nasıl giderileceğini halletmeye yarayan kitap, özellikle kanun vb. kitabı.
[19] Şüphe: 1.Bir konuda kesin bilgi veya kanaate varamamaktan doğan tereddüt. 2. Kararsızlık. 3. İnançsızlık. Tabiî ki biz burada “bilimsel şüphe”yi söz konusu etmiyoruz.
[20] Sûizanda bulunmak (etmek): Kötü şeyler yakıştırmak.
[21] Yapılan işlerle ilgili olarak başkalarını şüphelendirmeme konusunda Hz. Peygamber’in önemli bir ikazı vardır. Bir keresinde Hz. Peygamber mescidde i’tikafta iken, hanımı Safiyye ziyaretine gelir. Bir müddet sohbet ederler. Ayrılırken Hz. Peygamber hanımını uğurlamaya çıkar. O esnada oradan Ensâr’dan (Hicret eden müslümanlara yardım eden Medineli’lerden) iki zât geçmektedir. Ve bu iki şahıs Hz. Peygamber ve hanımını görünce hızlarını artırırlar. Bu durumu farkeden Hz. Peygamber, “Ağır olun!. Bu kadın Huyey kızı Safiyye’dir” der. Adamlar, “Sübhânellah yâ Rasûlellah!.” derler. O zaman Hz. Peygamber şu önemli açıklamayı yapar: “Şüphesiz Şeytan insanın kanının aktığı yerden akar. Ben de sizin kalbinize şerr atar diye korktum.” Bak: Müslim, Selâm, 23, 24, 25. Yine Hz. Ali’nin oğlu Hasan’a Hz. Peygamber’den (Dedesinden) ne ezberlediğini sorarlar. O da şunu ezberlediğini söyler: “Sana şüphe (kuşku) veren şeyi bırak. Şüphe vermeyen şeyleri yap!. Doğruluk gönül rahatlığı, yalan ise kuşkudur.” Bak: Tirmizi, Kıyâme, 60. Bu konuda Hz. Peygamber’in daha pek çok uyarıları vardır.
[22] İrsî: Soydan geçme.
[23] Bak: Nurettin Topçu, Var Olmak, Dergah Yayınları, İkinci Baskı, ist. 1977. s, 24.
[24] Bak: Nüvit Osmay, İnsan Mühendisliği, 3. Baskı, Ank. 1985, s, 103-104.
[25] Bilenlerin bilmeyenlere öğretmesi: Bilgi, insanlığın ortak malıdır. Kim bir şeyler biliyorsa, onu, bilmeyenlere öğretmesi gerekir. Nitekim Hz. Peygamber, Veda Hutbesi’inde (Vefatından önce Mekke’de, Arafat’da yaptığı konuşmada), son tavsiyelerini, toplanan halka (yaklaşık124 bin kişi) yaptıktan sonra, “Burada bulunanlar, bulunmayanlara bu söylediklerimi ulaştırsın. Olur ki kendisine bilgi ulaştırılan kimseler, dinleyenlerden daha kavrayışlı olabilir!.” demiştir. Bak: Müslim, Kasâme, 29, 30; Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, İrfan Yayınevi, 4. Baskı, Terceme: Salih Tuğ, c, 1, s, 300.
[26] Benzer bir eleştiriyi Yunus da yapar. Birtakım görüntülerle bilgiçlik taslayanlara, “Dervişlik olsaydı tâc ile hırka/Biz dahi alırdık otuza kırka.” Diyerek.
[27] Socrates soru-cevap metodunu çok dar anlamda kullanmıştır. Fikir doğurtmak için (Irony=İstihzâ), karşısındaki ile alay etmiştir. Bak: Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Ansiklopedisi, Remzi Kitabevi, İst. 1979, c, 6, s, 40. “Saraka” md.
Socrates, meseleleri, “doğurtucu” bir yöntemle tartışmaktadır. Amacı tartışmak değil, ustaca sorularla gerçeği karşısındakine buldurmaktır. Bu yüzden kendisine, “Ben ebeyim” demektedir. Çünkü Sorates’e göre bilgi “doğuştan”dır. Onun için, insanların akıllarında taşıdıkları gerçekleri doğurtmak, yani meydana çıkarmak gerekir. O’na göre eğitimciye düşen görev, öğretmek değil, doğurtmak’ tır. Bak: Orhan Hançerlioğlu, age, c, 1, s, 338, Doğurtucu md; Cemil Sena, Filozoflar Ansiklopedisi, Remzi Kitabevi, İst. 1979, Socrates md.
[28] Papaz: Hıristiyan ruhanî reisi, din adamı; râhip, keşiş.
[29] Mirac: “Urûc” kökünden türetilmiş olan “Mirac”, yükseğe çıkarılma anlamına gelir. Dinî bir terim olarak ise, Hz. Muhammed’in Allah tarafından göklere yükseltilip kendi huzuruna çıkarılmasıdır.
[30] Hz. İsâ: Kur’an’da zikredilen kitap sahibi peygamber. Hıristiyanlık onun takipçileri tarafından kurulmuştur.
[31] Tanrı misafiri: Bu tabir daha çok, kendiliğinden gelen ve genellikle tanımadığımız bir konuk için kullanılır.
[32] Cezâ: Kelime anlamı itibariyle “karşılık” anlamına gelmektedir. Karşılık, olumlu ya da olumsuz yönde olabilir. İkisi de “cezâ” demektir. Tabiî cezâ daha çok, kişiye, işlediği fiilin kendi cinsiyle ilgili bir müeyyide uygulamaktır. Yani eşen düşmeli, doğranılan şey, doğrayanın kaşığına gelmeli; kısaca herkes, kendi ettiğini bulmalı!. Hani bir söz vardır: Kendi düşen ağlamaz!. Espirisi itibariyle çok dğru bir söz. Biz konuya şöyle bir açıklık getirmek istiyoruz: Kendi düşen de ağlar; ama başkasına bahane bulamaz!. Bu anlayış, ferdî sorumluluğu da kuvvetlendirmektedir.
Hukûkî anlamda cezâ ise şu anlama gelmektedir: 1. Suç, kusur veya yanlış hareket sonucunda tatbik edilen müeyyide. 2. Kanunların ihlali halinde uygulanan müeyyide.
[33] Yasaklara karşı ilgi: Niçin yasaklara karşı ilgi vardır? Bunun pek çok sebepleri vardır. Başta insan, merak sahibi bir varlıktır. Yasaklarla, belki de aklında olmayan şeyler hatırına getirilmiştir. Yasaklarla dile getirilen hususların ne anlama geldiğini bilmeyen kişiler ve toplumlarda da yasaklara karşı ilgi vardır. Yani bilgisizlik, bu konuda bir ilgi sebebidir. Yasaklarla engellenen hususların mantıksızlığı veya insan tabiatına aykırı oluşu da ilgiyi artırmaktadır. Menfaatler ve iktidar hırsları da yasaklara karşı ilgi uyandırır.
[34] Tedrîc: Derece derece, azar azar, yavaş yavaş gitme, olma, ilerleme.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.