Türk ve dünya tarihini, sonuçları bakımından derinden etkilemiş olan Çanakkale Savaşlarında[1] şehit olmuş on binlerce askerimizden birisi de, Mustafa Kemal’in komutasındaki 19. Tümen’e bağlı 57. Alay 2. Tabur 6. Bölük ihtiyat zabit namzetlerinden, Konya vilayetinin Niğde sancağı Andirlos (daha sonra Andulus ve Hacı Abdullah) köyünden[2] İbrahim Ethem’dir.
İbrahim Ethem, daha ziyade, şehadetinden kısa bir süre önce Bigalı’dan annesine hitaben yazdığı, askerlik hayatının ilk ve son mektubu ile tanınmaktadır. Çanakkale Ruhu’nu yansıtan en güzel metinlerden birisi kabul edilebilecek mektup, literatüre şehidin yeğeni Ethem Ruhi Üngör[3] tarafından kazandırılmıştır. Bu mektup, Çanakkale üzerine yazılmış birçok kitapta, internet sayfalarında yer almaktadır. Bazı şairlerimize[4] ve romancılarımıza[5] ilham kaynağı olmuş, TV filmi olarak senaryolaştırılmıştır.[6] Çanakkale’deki müzelerde sergilenmekte ve 57. Alay Şehitliği’ne resmedilmiş bulunmaktadır. Ayrıca Cephede Bir Muallim Şehit Ethem adlı müstakil bir kitabın da[7] konusunu teşkil etmiştir. Hemşerileri doğduğu kasabanın sağlık ocağına onun adını vermişler, belediye bahçesine de bir anıtını yaptırmışlardır.
Son yıllarda Çanakkale Savaşı’na artan ilgiye paralel olarak, yayınlarda da oldukça artış görülmektedir. Maalesef, çoğu popüler nitelikteki bu yayınlar Google’dan derlenip, kopyala-yapıştır mantığıyla hazırlanmaktadır. Bu nedenle de, yayınların çoğu bilinen yanlışları tekrar etmekte ve bu yanlışlar bir müddet sonra birer gerçek olarak algılanmaktadır. Bu yayınların büyük kısmı menkıbelerden, efsanelerden, gerçekliği tartışmalı hikâyelerden oluşmaktadır.[8] Ayrıca bu yayınların bazılarının yazarları, metinler üzerinde dilediğince tasarrufta bulunmakta, yayınlanan metnin orijinal hali ortadan kalkmakta, bu durum da, gerçeği tahrip ve tahrif etmektedir. Bu tahrifat, bazen, dikkat ve metodoloji bilgi eksikliğinden kaynaklandığı gibi, bazen de ideolojik denilebilecek bir tavırdan ileri gelmektedir.
Bugüne kadar, Ethem’den ve mektubundan bahsedilen bütün yayınlarda, ciddî bir tahlil ve inceleme çabasına rastlamak mümkün değildir. Kaynaklar, neredeyse, hiçbir tenkide tabi tutulmamıştır. Edebî üslubu, muhtevasının zenginliği dolayısıyla mektuptan vazgeçilememekte; ama yazarlar, nasıl işlerine geliyorsa öyle bir metin neşri ile mektubu ele almaktadırlar. Henüz, şehidi doğru bilgilerle tanıtan ve mektubun bütününü akademik usullere göre değerlendiren bir yayın da mevcut değildir.
Bu çalışma, Şehit Ethem ve mektubu hakkında yapılan yayınlardaki yanlışlara dikkat çekmek, bu bilgi yanlışlarını düzeltmek ve özellikle popüler tarih çalışmalarında karşımıza çıkan, bilgi ve belgeleri tahrif etmek noktasındaki keyfiliğe vurgu yapmak maksadını taşımaktadır.
Şehit Ethem’in Biyografisini Doğru Yazmak
Şehit Ethem’in Kimliği
Şevket İstanbul’da Darüşşafaka’da okumaktadır. Hilmi ise henüz on yaşındadır. Literatürde Çanakkale şehidi olarak geçtiği ilk yer olan Harp Mecmuası’nda ismi Ethem olarak verilmiştir.[9] Genellikle isminin Hasan Ethem olarak bilinmesi ve yayınlarda böyle yer almasının sebebi; kendisinin, mektubunun sonuna ismini bu şekilde yazmasından[10] kaynaklanmaktadır. Yeğeni Ethem Ruhi Bey, bu durumu; “O sırada hayatta olmayan babasının adına isminde yer vererek annesinin gönlünü hoşnut etmek istemiş” olmakla izah etmektedir.[11] Son nüfus kaydı bilgilerine göre, Ethem 1308/1892 doğumludur. [12] Ama literatürde yer alan bütün bilgiler, onun 25 yaşında şehit olduğuna ve 29.02.1890 tarihinde doğduğuna işaret etmektedir. Ethem Ruhi Bey tarafından hazırlanmış şecerede de bu tarih yer almaktadır. Yaygın olarak kullanılan bu tarihin de yanlışlığı ortadadır. 1890 yılında Şubat ayının 29 gün çekmesi mümkün değildir. Şecere altına düşülen nottan anlaşıldığına göre; Süllüoğlu İbrahim Ağa (ö.1881) oğlu Hasan Fehmi’yi İstanbul’a getirerek Cedit Mehmet Efendi Medresesi’ne kaydettirmiştir. Ethem’in babası olan Hasan Fehmi Beyazıt Rüştiyesi’nde Sarf-Nahiv hocalığı yapmıştır. Hasan Fehmi Efendi, Ethem sekiz-on yaşlarında iken ailesini İstanbul’a taşımış ve Sultanahmet semtine yerleşmiştir. Ethem’in çocukluk ve gençlik yılları Sultanahmet ve Beyazıt semtlerinde geçmiştir. İlk ve orta tahsiline ait herhangi bir bilgi sahibi değiliz.[13] 1913-1914 yıllarında Beyazıt Numune Mektebi muallimi ve Darülfünun Hukuk Mektebi ikinci sınıf talebesi iken gönüllü olarak askere gittiğini ve Çanakkale muharebelerine katıldığını bilmekteyiz.
Ethem’i öğretmenlik yıllarından tanıyan İsmail Hakkı (Baltacıoğlu) Bey, onun fizikî portresi ve öğretmenlik hakkındaki düşüncelerini şu satırlarla veriyor: “1912 de Beyazıt Numune Mektebinde muallimdi. Kendisini orada tanıdım. 22 yaşlarında, orta boylu, hafif kara sakallı, yağız çehreli, çok sevimli bir insandı. Bütün hayatında yalnız bir şey düşünüyordu; çocukları iyi yetiştirmek… Ethem’in bütün hayatında aradığı ve yapmaya çalıştığı bu idi.”[14] İsmail Hakkı Bey devamla; Ethem’in, kendisi ile sık sık görüştüğünü, öğretmenlik mesleğinde muvaffak olmak için hocalık aşkıyla yandığını, hep çocuklara iyilik etmek için çalıştığını, okul müdürünün onun hayatını anlatırken herkesin hürmet duyup, hayret gösterdiğini ifade ediyor.[15]
Ethem’in Şehadet Tarihi
Şehit İbrahim Ethem hakkındaki en yaygın kaynak; 1970’li yıllardan beri bastırılan ve dağıtılan, ön sayfasında Harp Mecmuası’ndan alınma resmi ve resim yanında açıklama yazısı, iç sayfalarda mektup metni ve son sayfada Ethem Ruhi Bey tarafından hazırlandığı anlaşılan Şehit Ethem, ailesi ve mektubun nerelerde yayınlandığına dair bilgiler bulunan dört sayfalık bir broşürdür. Ethem Ruhi Üngör Özel Arşivi’nden temin edilen bu broşürlerden birisi 1984 yılında Türkpetrol Vakfı tarafından İstanbul’da basılmıştır. Broşür arka sayfa bilgilerinde “Bu mektup ayrıca; binlerce nüsha basılıp 1970-1985 yılları arasında Çanakkale Savaşları 1915 Harp Hatıraları Koleksiyonu Müzesi’nce ziyaretçilere sunulmuştur. (Aynı mektup baskısı, bazı edebiyat ve tarih öğretmenlerince ayrıca bastırılarak öğrencilere dağıtılmıştır.)” notu yer almaktadır.[16] Birçok kaynak bu broşürdeki bilgilerden yararlanmıştır. Bu broşürlerin arka sayfa notlarının ilkinde şehidin doğum ve ölüm tarihleri verilmektedir. Doğum tarihi 29.2.1890, şehadet tarihi ise 19 Nisan 1915 olarak belirtilmiştir. Şehadet tarihindeki bu yanlışlık birçok kaynağa buradan intikal etmiştir.[17] Bu durum, bazı kaynaklarda yer alan “Bu mektubu yazdıktan iki gün sonra şehit olmuştur.” şeklindeki yanlış tespitin de sebebidir.[18]
Şehadet tarihini 6 Nisan 1915 olarak veren kaynaklara da rastlamaktayız.[19]
Fatih Nüfus Müdürlüğü’nün verdiği kayıtta, ölüm tarihi 22.04.1331 olarak gösterilmiştir. Bu tarih, Konya Meram Nüfus Müdürlüğü’nden temin edilen Nüfus Kayıt Örneği’nde 05.05.1915 olarak miladî tarihe çevrilmiştir.
Harp Mecmuası’nda Ethem’in 6 Mayıs 1331, yani 19 Mayıs 1915’te şehit olduğu belirtildiğine göre; acaba bu tarihlerden hangisi doğru kabul edilmelidir? Bu sorunun cevabı, mevcut bilgiler ışığında, kendisi ile aynı tarihlerde Çanakkale’de Kumkale cephesinde Fransızlara karşı savaşmakta olan kardeşi İhtiyat Zabit Namzedi Ahmet Halit Bey’in günlüğüne bakılarak verilebilir. Savaştan sonraki yıllarda kaleme alındığı belli olan günlükte Ahmet Halit Bey; “17 Nisan 1331/1915 Mezarlık içinde iken ağabeyimin tabur kumandanından Hayat-mematı sorulan İhtiyat Zabit Namizedi Ethem Şehit düştü.’ diye yazılı teli aldım.” notunu düşmektedir.[20] Aynı günlüğün takip eden satırlarında “6 Mayıs 1331/1915 Harp Mecmuası (No. 22, s. 351) şehitler kısmında ağabeyim Ethem’in fotoğrafı altına: Kolordu 3, Alay 57, Tabur 2, Bölük 6 İhtiyat Zabit Namizedi Ethem Efendi 6 Mayıs 1331’de şehit oldu yazılı. Ben ise 17 Nisan’da tel aldım. Bu yanlışlığı henüz öğrenemedim.” şeklinde, ağabeyinin şehadet tarihini sorguladığı görülmektedir.[21] Bu bilgiler ışığında, İbrahim Ethem’in şehadet tarihi ile ilgili şu tespiti yapabiliriz: Bir insanın ağabeyinin ölüm tarihine dair bilgi veren bir vesikanın tarihini yanlış hatırlıyor olması pek mümkün gözükmüyor. Üstelik telgrafın alındığı yer ve zaman kesin bir şekilde dile getiriliyor. 30 Nisan 1915’te kardeşinin şehit olduğunu haber veren telgraftaki “hayat-mematı sorulan” ifadesinden, bu bilginin Ahmet Halit tarafından istenildiği anlaşılmaktadır.
25 Nisan 1915 tarihinde Çanakkale’nin Anadolu tarafında Kumkale’ye Fransızlar tarafından bir şaşırtma çıkarması gerçekleştirilmiş ve buradaki çarpışmalar 27 Nisan tarihine kadar sürmüştür.[22] Çıkarmanın yapıldığı saatlerde birliği ile birlikte Beşige Limanı’nda bulunan Ahmet Halit Bey daha sonra Kumkale çarpışmalarına bizzat katılmıştır. 26/27 Nisan gecesi düşmanın Kumkale’yi boşalttığı 27 Nisan gündüzü anlaşılmıştır. Bu olaylar, Ahmet Halit Bey tarafından kaleme alınan günlükte anlatılmaktadır. [23] Ağabeyinin hayatına dair bilgi isteği ancak bu tarihten sonra gerçekleşmiş olmalıdır. Mukabil bilginin gelişi için bir-iki gün geçeceği düşünülürse; 30 Nisan’da ağabeyinin ölüm haberini alması kuvvetle muhtemeldir.
Bu bilgiler ışığında denilebilir ki, İbrahim Ethem, Arıburnu’na yapılan Anzak çıkarması ve 57. Alay’ın muharebeye dâhil olduğu ilk birkaç gün içinde şehit olmuştur.[24]
Şehit Olduğu Yer
Ethem’in 57. Alay’a[25] mensup bir asker ve muharebe esnasında şehit olması dolayısıyla, şehit olduğu yerin Arıburnu/Anzak cephesinde olduğu muhakkaktır. Fakat popüler Çanakkale kitaplarında ve internet sayfalarının çoğunda şehadet yerinin Maydos (Eceabat) olduğu belirtilmektedir.[26]
Bu durumu aydınlatabilecek nitelikte birçok harp tarihi kaynağı kullanılabilecek olmasına rağmen; Ethem’in muharebeye dâhil oluşu ve şehadet ortamı hakkında müracaat edilecek en anlamlı kaynakların, komutanları Mustafa Kemal’in “Arıburnu Muharebeleri Raporu”[27] ve Hüseyin Avni Bey’in muharebe esnasında yazdığı[28] “Elli Yedinci Alayın 331 Senesi 12 Nisan 1331 Tarihinden 24 Nisan 1331 tarihine kadar Arıburnu Meydan Muharebesini Hâki Muharebe Takriridir” isimli raporun[29] olduğu muhakkaktır.
19. Tümen, 5. Ordu ihtiyatı olarak Bigalı Köyü ve köyün güney ve güney-do- ğusundaki Maltepe, Mersintepe civarına yerleştirilmiş ve tümen karargâhı Bigalı Köyü güney-doğusunda Değirmen Bayırı mevkiine kurulmuştur.[30] 57. Alay ise, köyün kuzey-batı sırtlarında konuşlanmıştır ve Cebel Bataryası ile birlikte köyün en yakınındaki birliklerdir. Ethem’in şehadete yürüyüşü de işte bu noktadandır. Bigalı Deresi boyunca Kocadere ve köyün batısından Conkbayırı’na doğru tarihî yürüyüş gerçekleşir.[31] Ethem’in taburu öncüdür[32] ve Arıburnu kıyılarında Anzaklar’ı ilk karşılayan 27. Alay 2. Tabur’a bağlı birliklerden 4. Bölük 1. Takım komutanı ihtiyat zabit vekili İbradılı İbrahim Hayrettin’in[33], cephaneleri bittiği için geri çekilmekte olan askerlerinin Mustafa Kemal tarafından süngü taktırılarak yere yatırıldığı, Anzakların duraklaması ile tarihî anın gerçekleştiği yerde savaşa dâhil olan alayın ilk taburu olmuştur.[34] Komutanları Hüseyin Avni Bey’in anlatımıyla; 2. Tabur “ava çıkmış arslanlar gibi” düşmana ilerlemektedir ve birliklerinin başındaki “zabitan yıldırım satvetiyle yürümekte ve asker de bunları takip etmekte”dir. “Kalbleri îmân ile meşbû (dolu) gazanferler (savaşçılar) süngü muharebesinden kaçan korkak düşmanına Osmanlı süngüsünün ne demek olduğunu” göstermektedir. Tekbir ve tehlillerle düşmana saldıran alay, ilk günün akşamına doğru mevcudunun yarısını kaybetmiştir.[35] Hüseyin Avni Bey, raporunda 26 Nisan sabahı alayın mevcudunun üçte ikisinin kaybedildiğini, yirmiye yakın zabitan zayiatı olduğunu belirtmektedir. Alay, bu sırada, Cesarettepesi ve Bombasırtı üzerindedir. Sağ cenahta, geceden Kabasırt üzerinde kalan 2. Tabur’un bazı bölükleri donanma ateşine maruz kalmış ve tamamına yakını kaybedilmiştir. 26 Nisan gecesi muhtelif taburlardan toplanan askerden teşekkül ettirilen bazı bölüklere zabit bulmak mümkün olmadığından, bunlardan birine tabur imamı Hasan Fehmi Efendi kumandan tayin edilmiştir. 1. Tabur, 27 Nisan sabahı, zabitanının tamamı kaybedildiği için lağvedilmek zorunda kalınmıştır.[36] Tümen komutanı Mustafa Kemal; Arıburnu muharebelerinin en buhranlı günü ve en namüsait vaziyetin 26 Nisan sabahı olduğunu, bilhassa Conkbayırı’nda düşmanın üzerine taarruz ettirilen ve büyük zarar gören; fakat askerinin cesur ve kahramanca savaşmasıyla düşmanın durdurulup geri püskürtülmesini sağlayan alayın özellikle 57. ve sonra 27. alaylar olduğunu zikretmektedir. Ona göre, her iki alay da millî harp tarihimizdeki şanlı, şeref dolu yerlerini almaya lâyıktırlar.[37]
Yukarıdaki bilgiler ışığında kuvvetle muhtemeldir ki İbrahim Ethem, Conkbayırı’nın güneydoğusunda Çataldere’de ebedî istirahatgâhlarına tevdî edilen şehitlerimiz arasındadır.[38]
Şehit Ethem’in Mektubu
Ethem Ruhi Üngör’ün şehit amcasının mektubundan haberdar oluşu bir tesadüfün eseridir. 1930’lu yılların başlarında Haydarpaşa’da oturmaktadırlar. Babası Ahmet Halit Bey’e ısrar ederek, sokaktan geçmekte olan eskiciden birkaç nüsha “Mektepli” dergisi aldırtır. Derginin “Küçüklerle Sohbet” sayfasındaki “Muallim Ethem Nasıl Ödü?” yazısını orada okur ve amcasının hikâyesi ve mektubu ile ilgisi o anda başlar. Mektup, o yıllarda, babaanne Zeynep Hanım’dadır. İlk defa mektubu amcası Şevket’e okutur.[39]
Mektup 22.5-18.7 cm. ölçülerinde dört sayfadan müteşekkildir. Mor renkli silinmez kopya kalem kullanılmış ve okunaklı bir rik’a ile yazılmıştır. Amcası Şevket’ten kendisine intikal eden mektup Ethem Ruhi Bey tarafından, kırmızı kadife kaplı bir plâket mahfazasında korunmaktaydı.[40]
Şehit Ethem, mektubunu, annesi Zeynep Hanım’dan aldığı mektuba cevap olarak Bigalı’daki karargâhlarından 17 Nisan 1915’te yazmıştır. Çıkartma ve kara muharebelerinin başlangıcından bir hafta kadar önce olan bu tarih, Canbey’in eserinde, savaşın bütün şiddetiyle devam eden zamanlar olarak anlatılmaktadır. Bu duruma şu cümlelerde rastlamaktayız: “mahşer olarak adlandırılan Çanakkale Savaşı’nın o yıkıcı ve öldürücü etkisine rağmen… savaşın o dehşet anında yazılmış olan fakat dehşetten daha çok ırmaklardan, kırlardan ve koyunlardan söz eden İbrahim Ethem’in mektubu… yer gök her yerden şarapnel parçalarının yağdığı o dehşetli günlerde, o bir armut ağacının altında aşağıdaki mektubu kaleme alıyor. O çatışmaların durduğu nadir anlardan birinde bir armut ağacının altına oturdu… bu mektubu yazdı. Şarapnel parçaları içerisinde bir asker ancak bu kadar huzurlu ve ancak bu kadar kendinden emin bir ifade kullanabilir.’[41] Hamasî bir üslûpla ve heyecanla kaleme alınan eserde, zaman bakımından takdim-tehir yapılmakta, tahlil çabası yanlış bir zaman ve zemine oturtulmaktadır. Canbey’i, bizzat Ethem’in mektubundaki “böyle güzel ve sakin bir yerde sana dua eden biz askerlerin” ifadesi de tekzip etmektedir.[42]
İlhan Akşit, mektubun, yeğeni Ethem Ruhi Bey tarafından müzeye hediye edildiğinden bahsetmektedir.[43] Orkun’da ise; mektubun aslının yine Ethem Bey tarafından Alçıtepe Köyü’nde Salim Mutlu’nun şahsî gayretiyle kurulmuş olan müzeye hediye edildiği bilgisi yer almıştır.[44] İsmail Çolak da, Ethem tarafından yazılan mektubun gönderilemediği bilgisini vermektedir.[45] Bütün bu yazılanlar elbette yanlıştır. Söz konusu mektup, Ethem Ruhi Bey’in vefat ettiği 10 Ağustos 2009 tarihine kadar özel arşivinde muhafaza edilmekteydi.
Mektup ve Üslûbun Tekevvün Şartları
Bir şehit mektubunun duygu ve düşünce dünyasına tam nüfuz edebilmek için, onun tekevvün; oluş, ortaya çıkış şartlarını bilmek gerekir. Seferberlik yıllarında, 1915 Mayısında Çanakkale cephesinde, savaşa gönüllü katılmış Darülfünun Hukuk Mektebi talebesi bir Türk gencinin içinde bulunduğu ruh hâli mektubunun satırlarında müşahhas bir şekilde karşımıza çıkmaktadır.
Ethem, Türk milletinin felaket yıllarının bir şahididir. Düvel-i Muazzama, ihdas ettiği Şark Meselesi ile âdeta Osmanlı Devleti’nin üzerine çullanmış; siyasî, ekonomik, askerî, kültürel her türlü baskıyı uygulamaktadır. İstibdat yılları ve ona karşı mücadele, 1908’de Hürriyetin İlânı, Balkanlar’da kargaşa ve kayıplar, Trablusgarp ve nihayet Balkan felâketi. Devlet ve millet, siyasî ve fikrî bir hercümerç içindedir.
Önce ilmî ve edebî yönleriyle teşekkül etmiş,[46] 1908 sonrasında ve özellikle Balkan felâketinden sonra siyasî veçhesiyle de ağırlığını hissettirmeye başlamış olan Türk milliyetçiliği,[47] mekteplerdeki hâkim düşünce ve harekettir. Türkçülük hareketi müesseseleşmiş, Türk Derneği, Türk Yurdu Cemiyeti ve nihayet Türk Ocağı kurulmuştur.[48] Adeta, Türkçülüğün merkezi Beyazıt’tır.[49] Özellikle Hamdullah Suphi’nin başkan olmasından sonra faaliyetler daha da artmış ve Ocak müessir hâle gelmiştir. Ocağın üyelerinin çoğunluğu Darülfünunlu gençlerdir.[50] İstanbul’un Darüşşafaka, Kabataş, Vefa gibi meşhur liselerinde milliyetçi hocalar gençleri Türk milliyetçiliği düşüncesi ile yetiştirmektedirler. İttihat ve Terakki Genel Merkezi artık İstanbul’dadır. Ziya Gökalp, Ali Canip, Ömer Seyfettin harekete buradan katkı sağlamaktadırlar. O günlerde Türk Ocağı, Türk halkının çarpan kalbi, dergisi Türk Yurdu da düşünen beyni olmuştur. “Ordu, okullar ve üniversite milliyet fikri ve milliyetçilik mefkûresi etrafında birbirine kenetlenmiştir.” [51] Orduya Enver Paşa hâkimdir fakat genç mektepliler, aydınların önemli bir kısmı Türk Ocağı’nın, Türkçü-Turancı düşüncenin, Ziya Gökalp ve arkadaşlarının etrafındadırlar.[52]
Babası Ahmet Halit Bey’in anlattıklarına dayanarak, Ethem Ruhi Bey’in verdiği bilgilere göre İbrahim Ethem, Türk Ocakları Reisi Hamdullah Suphi ile yakın arkadaştır.[53] Bir başka tanıdığı ve dostu, öğretmenlik mesleğinde örnek aldığı şahsın İsmail Hakkı (Baltacıoğlu) Bey olduğunu biliyoruz.[54] Müderris İsmail Hakkı Bey de, o tarihlerde milliyetçi çevreler içerisinde yer alan bir şahsiyettir.[55] Yurt dışına tahsile giderken, babası tarafından kendisine yapılan; “Günahların içinde bir günah vardır. Onu işlersen babalık hakkımı helal etmem. Türklüğünü unutma!” telkin ve tembihinin muhatabıdır.[56] Ethem’in görev yaptığı Beyazıt Numune Mektebi Müdürü Sadullah Bey de, Türk Ocağı ileri gelenlerindendir ve 1918 Kongresi Nizamname Encümeni’nde asil aza olarak görev yapmıştır. [57]
Dönemin Türk milliyetçiliği hareketinde, bir laikleşme ve batılılaşma taraftarı olma özelliğinden ziyade; “İslâmlaşma” ve “muasırlaşma” fikri öne çıkmaktadır. İhyacı ve öze dönüşçü bir anlayışla “İslâmın asli hakikatini yeniden ele geçirmenin yolu ve Batılılaşmadan farklı bir modernleşme” biçimi aranmaktadır. [58] Dönemi değerlendiren Hamdullah Suphi, Türk Ocağı’nın misyonu içerisinde dinin yerini şöyle tespit etmektedir: “Türk Ocağı, milliyeti, ana ve kadir bir fikir olarak tanıdığı gibi dini de daima muhtaç olduğumuz bir ruh saffeti ve kuvvet menbaı olarak bildi. Bu sebebledir ki, Mehmet Emin ve Ziya Gökalp gibi milliyet şairlerimiz, dinin mevkiini, bütün ehemmiyeti ile hissettiren şiirler ve nesirler yazdılar. Bu sebebledir ki, mütefekkirlerimiz arkada bıraktığımız büyük maziyi maddî ve manevî bütün müesseseleriyle bize tarif eden düstur kıymetini haiz tebliğlerde, telkinlerde bulundular.”[59] Ethem üzerinde büyük tesiri olduğu görülen İsmail Hakkı da, milliyet fikrini dinle irtibatlandırmış, onun olmadığı yerde milliyetin de olamayacağını söylemiştir. [60] Görülen odur ki, Türk Ocağı telkin ve terbiyesi içinde kuvvetli bir milliyet düşüncesinin yanında; Türk kimliği/kültürünün en önemli belirleyicilerinden dinin, İslâm’ın da büyük yeri vardır. Bu durum, Çanakkale’de savaşan Türk askerinin duygu ve düşünceleri; milletinin İslâm’la irtibatlı tarihî misyonu, hilâfetin merkezi olan İstanbul, Çanakkale’nin geçilmesinin İslâm’a ve İslâm dünyasına indirilecek son ve en önemli darbe olduğu düşüncesiyle de birleşmiş; onlardaki cihat ruhu ve duygusunu vatan sevgisi ile de yoğurarak bilemiş, alevlendirmiştir. Bütün bunların, şehit İbrahim Ethem’in mektubunun her satırında tezahür ettiğini görmekteyiz.
Seferberliğin ilk haftasında, yüksek tahsil yapmış ve hatta yapmakta olan gençler yedek subay adayı olarak askere çağrılmışlardır. Bu adaylar ve askerî okul öğrencileri ihtiyat zabiti talimgâhlarında altı aylık bir eğitime tabi tutulmuş; bu eğitimin ardından ihtiyat zabit namzedi olarak kıtalara gönderilmişlerdir. Üç ay kıta hizmetinden sonra da zabit vekilliğine yükseltilmişlerdir. Bu eğitimlerini İstanbul’da Harbiye Nezareti, Göztepe, Maltepe, Yakacık, Pendik, Kızıltoprak talimgâhlarında yapmışlardır.[61] Özellikle Çanakkale cephesindeki ihtiyacı karşılamak için, savaş esnasında eğitim süreleri daha da kısa tutulmuş; gençler bu kısa süreli eğitimin ardından cepheye gönderilmişlerdir. O günleri, Burhan Cahit, ihtiyat Zabiti adlı romanında şu cümlelerle anlatıyor: “Yakacık’ta bazı binaları işgal eden talimgâh artık ilk neş’eli halini kaybetmiş, bir taraftan ham mahsul efrat, bir yandan dolgun namzet çıkaran bir garip insan makinesi halini almıştı. Her şeyde, talimde, istirahatte, manevrada, yürüyüşte bir acelecilik vardı. Sanki aç bir devi doyurabilmek için buraya gelen gençler çarçabuk hazır bir lokma haline getiriliyor. Bir iki gün içinde omuzlarına bir (A) işareti konup o meçhul devin ağzına atılıyordu.’[62] Bu gençler kendilerine verilen vazifeyi yüksek askerlik terbiyesiyle yapmışlar ve ölmüşlerdir. Çanakkale’de can veren ihtiyat zabit namzetleri muvazzaf arkadaşları kadar vazifelerini yapmış birer kahramandırlar.[63]
Bu savaşa hazırlık aşamasında, Türkçü duygu ve düşüncelerin talimlere de yansıdığı görülmektedir. Türk Ocağı ve Turan ideali, ordu saflarında genç ihtiyat zabitleri tarafından yaşatılmakta; İstanbul sokaklarında talim yaparken Türk Ocağı Marşı söylenmektedir:
“Türküz, ederiz, daim iftihar/Hilkatle başlar tarihimiz var/ Kalplerde Türklük aşk ile çarpar/Yok bize başka yâr/Önde bayrak, elde süngü, kalpte Tanrı biz/Dünyaya hâkim olmak isteriz/Mâbedimiz Türkocağı, kâbemiz de yüce, parlak, Turandır hep ancak”[64] İhtiyat Zabitleri Marşı da benzer duyguları ifade etmekte; Türk gençlerini Turan yoluna davet etmektedir: “İhtiyat Zabitleri! Yol göründü kalkın/ Gidiyoruz işte, Turan bizi bekliyor…”[65]
Çanakkale ve diğer cephelerde askerin söylediği marşlardan birisi de Ziya Gökalp’ındır. Özellikle Kafkas cephesinde askerin dilinden düşmeyen bu marş, Turan idealini bir dua şeklinde dile getirmiştir.[66]
Savaşın başlamasıyla binlerce gencin orduya katılmak için gösterdiği gayret ve gönüllülükte[67], Türk milliyetçiliği hareketi ve onun kurumlarında alınan terbiyenin rolü büyüktür. Ziya Gökalp bu durumu şu sözleriyle izah ediyor: “Birinci Cihan Harbinde Başkomutan, Çanakkale’de olağanüstü fedakârlığı istilzam eden vazifelerde gönüllü isterken ortaya atılan gönüllülerden çoğunun Türk Ocağı mensuplarını teşkil eden Yedek Subaylardan çıkması, memleketimizde ve cemiyetimizde ocaklarımızın yarattığı müspet tesiri ispata kâfi gelir sanırız.’[68] Hamdullah Suphi, Çanakkale muharebeleri sırasında Vehip Paşa’nın İstanbul’dan gelen gazetecilere; “Ne vakit çok müşkil bir vazife yapılmak icap ederse en evvel Ocaklı zabiti hatırladığımızı size haber vereyim.” dediğini yazmakta ve Enver Paşa’nın kendisi ile birlikte Ağaoğlu Ahmet’i çağırarak, “Şarkta hazırladığı büyük bir sefer için Türk Ocağına devam eden ve onun azası olan zabitlerin isimlerini istediğini” belirtmektedir. [69] Cepheyi ziyaretlerinde, sık sık tanıdık zabitlere tesadüf etmişler ve onların kahramanlık hikâyelerini komutanlarından dinlemişlerdir. “O incecik şehir çocuklarından demir gibi sağlam askerler” çıkmıştır. Çok sevdiği bir ocaklı arkadaşı, bir hücum sırasında yaralandığı halde, ısrar ederek, ertesi gün tekrar muharebeye girmiş ve orada şehit olmuştur. Ailesinin ümidini kırmamak için ismini gizlediği bu genç, kahraman ocaklılardan sadece birisidir.[70] Erkânı Harbiye Reisi, ihtiyat zabitlerinin hizmetlerini ve fedakârlıklarını şu cümlelerle anlatmıştır: “Tahsil görmüş, terbiye almış gençler. Hiç şüphe yok ki, ordumuza bu kadar yüksek bir nisbette dâhil olunca, onların anlayışından, duyuşundan iyi bir netice hasıl olacaktı. Bu muharebede nasıl bir dâvâ güttüğümüzü, memleketimizin tarihi ve âtîsi mevzuubahs olduğunu, onlar gibi derin bir surette idrak eden kimseler, şüphesiz ordumuza faide verecekler idi… Pek çabuk bir surette yetiştirildikleri halde, ihtiyat zabitlerimiz eski askerler gibi alışkın bir ruh ile, muharebenin bütün şiddetlerine tahammül ettiler ve kendilerine nerede bir vazife tevdi ettikse, o vazifeyi aşkla, faziletle, kahramanlıkla ifa ettiler. Bu gençlerimiz, sağlam bir ruh ile, demir gibi bir asker olduklarını, ayrı ayrı dikkate lâyık yüzlerce misâl ile bizlere gösterdiler. Biz onlardan son derece memnunuz.” [71] İhtiyat zabitleri; “Eski muharip ırklarının seciyelerini kaybetmemiş olan bu delikanlılar, tarihlerinin, milletlerinin hayatı ve namusu ortaya konulduğunu görünce, kendilerinden hattâ müfrit olmak üzere, ne isteyebilirsek ne umabilirsek hepsini yaptılar, hepsini temin ettiler.” [72]
Dört sayfalık bir mektubun ışığında, bütün bu anlatılanların Hasan Ethem’in şahsında tecelli ve tecessüm ettiği görülmektedir.
Mektupta Dil ve Üslûp
Mektup sade bir dille kaleme alınmıştır. O günün Türkçesi içinde, mektupta geçen ve bugün pek kullanılmayan bazı Arapça ve Farsça kelimelere rastlanıyor olması, dilin sadeliğine bir halel getirmiyor denilebilir. Bunlar nasihat-âmiz, saye, müftehir, tebşir, seda, raks, dağdağa, debdebe, mest, takdis olarak tespit edilebilir. Dilin sadeliği meselesinde, dönemin Türk milliyetçiliği hareketinin dilde sadeleşme çabası ve tezleri de göz önünde bulundurulmalıdır.
“Valideciğim, Dört asker doğurmakla müftehir şanlı Türk annesi!” hitabı ile başlayan mektubun müteakip satırlarında, annesinden gelen mektuptan dolayı kendisini tebrik ve tebşir (müjdeleme) eden tabiat unsurlarının tasvir edici bir üslûpla kaleme alındığı yerlerde; armut ağacı dalındaki bülbül, yeşil ekin ve otlar, heybetli dağlar, çağlayarak akan dere kişileştirilmekte, konuşturulmaktadır. Zaman zaman mensur şiir özelliği yakalayan satırlarda teşhis, intak, istiare, hüsn-i ta’lil, teşbih, mübalağa gibi edebî sanatlarla karşılaşmaktayız.
Mektubun dua kısmında yer alan “Ey benim Yarabbim!” ifadesinde Ey ve Ya gibi iki nida edatının bir arada kullanılması, bir tekrar olarak söyleyişi bozmaktadır. Yine mektupta Tanrı kelimesi yanlış yazılıyorken, üzeri çizilerek Tengri olarak düzeltilmiştir.
Mektupta önemli temler olarak karşımıza; savaş yıllarında Türk anası, vatan sevgisi, askerliğin kutsallığı, cihat, İsm-i Celâl’in düşmana tanıtılması (İlâ-yı Kelimetullah); ezan, namaz, dua gibi dinî ritüeller ve Yaratıcı’nın Allah, Tanrı ve Rab gibi isimlerle anılıyor olması çıkmaktadır. Derede abdest alan askerler, onlarla birlikte kıldığı namaz ve namazın ardından yapılan duada ise yakarıcı bir üslûpla karşılaşmaktayız.
Üslûpta, içinde bulunulan şartların yoğun olarak belirleyici olduğu bir Türklük ve İslâm duygusunun yer aldığı görülmektedir. Mektubun şiirden sinemaya, romandan popüler veya akademik araştırmalara kadar geniş bir alanda karşımıza çıkıyor olması; Çanakkale’den bir şehit mektubu olmasının yanında ve ondan daha çok, üslubu ve teması bakımından taşıdığı değerden kaynaklanmaktadır.[73]
Mektupta Yapılan Değişiklikler ve Tahrifat
Çanakkale şehidi Ethem’in mektubunun birçok yerde kısaltılmış, sadeleştirilmeye çalışılmış, bazı ifade ve satırları kasten atlanılmış, bazı isim ve kavramları yine kasten değiştirilmiş şekilleriyle karşılaşabilmekteyiz. Bütün bu değişiklikler ve tahrifat; değerli bir tarihî vesika özelliği taşıyan bu metni, tarih metodu bakımından, söz konusu mektuba atıfta bulunma özelliğinden uzaklaştırmaktadır. Hatta bazen, Ethem’in mektubu ve metni ile değil; yazarın metni ile karşılaşmaktayız. Tahrif edilmiş böyle bir metinle yapılacak tarih çalışması ve yazılacak tarih, mutlaka bir yönüyle eksik ve yanlış olacaktır.
Okuma Yanlışları
Bu konuda en tipik örnek, Akşit’in yayınladığı metindir. “nasihat-âmiz”[74] şeklindeki bir birleşik sıfat “nimet-âzim” şeklinde okunmuş ve yazılmıştır.[75] Aynı ifade, bir başka metinde “nimet amiz” şekline; nasihat veren, içinden nasihat alınacak mektup anlamı, nimet veren mektup haline dönüştürülmüştür.[76] Akşit’in metninde, ayrıca, çok sayıda kelime metinden çıkarılmış veya atlanmış, kelime sonlarına asıl metinde bulunmayan ilaveler de yapılmıştır. Bazı kelimeler ilk anlamlarından tamamen uzaklaşmıştır. “Yaptıkları” kelimesinin “yapraklarıyla” şekline dönüşmesi gibi.[77] Orkun dergisinde yayınlanan metin, küçük birkaç değişiklikle Akşit’ten alınmış, dolayısıyla aynı yanlış ve eksiklikler orada da tekrarlanmıştır. Şehitler Ölmez ki! başlıklı bir metinde de “müftehir” (iftihar eden) kelimesi “müsterih”(rahat bulan, gönlü rahat) yapılarak, anlam tamamen değiştirilmiştir. [78]
Sadeleştirme Maksatlı Yapılan Değişiklikler
Tarihî belge hüviyetindeki bir metnin, daha iyi anlaşılabileceği düşüncesiyle de olsa sadeleştirilmesi metot olarak uygun gözükmüyor. Bazen kelimelerin lügat anlamlarının dışına çıkılarak, metin tahrif edilmiş oluyor. Bu gibi durumlarda, sadeleştirme yerine dipnotlarda açıklamalar yapılarak veya metin/kitap sonlarına sözlükler eklenerek okuyucuya yardımcı olunabilir.
Ethem, annesinden gelen mektubu Bigalı Deresi kıyısındaki bir armut ağacının sâyesinde otururken almıştır. Bu kelime gölgesinde şeklinde doğru olarak sadeleştirildiği gibi; bazen altında, bazen de kenarında şeklinde yanlış bir sadeleştirme yapılmıştır. [79]
Yayınlarda sadeleştirme maksatlı yapılan değişiklikler şu şekilde özetlenebilir: Nasihat-âmiz-nasihat veren, nasihat dolu; müftehir-iftihar eden, övünen; tebşir etmek-müjdelemek; raks-dans; mukavemet edemeyerek-dayanamayarak; mahsustur-lâyıktır;[80] ulu tanıyan-yücelten, yüceliğini tasdik eden; takviye etti-güçlendirdi; bütün bütün-büsbütün vb.[81]
Metnin Kısaltılması
Mektup ile ilgili yayınlarda önemli sorunlardan birisi de, metnin kısaltılmasıdır. Özellikle Ethem ile emir eri arasında geçen çay muhaveresi, mektubun son kısmında yer alan evdeki senet vesairenin kimseye verilmemesi, borcun tahsiline dair hususlar atlanmıştır. Konu bağlamında, metnin diğer kısımlarına yer verilmesi gayet normaldir. Edebî bir üslûpla, cephedeki bir Türk askerinin ruh iklimini yansıtan satırlar daha çok tercih edilmiştir.
Bu kısaltma ve özet bir metin verme düşüncesi, bazen, çok kötü bir metin oluşumuyla sonuçlanmaktadır. Siper Mektupları isimli eserde, Çanakkale mektuplarına tek örnek Ethem’inkidir. Fakat anlamsız bir şekilde, âdeta paragraflardan birer cümle alınarak bir metin oluşturulmuştur. Şu satırlar, bu hususa delâlet etmektedir: “Dört asker doğurmakla müftehir şanlı Türk annesi, Gözlerimi açtım, uzaklara doğru baktım, yeşil yeşil ekinlerin rüzgâra mukavemet edemeyerek eğilmesi, bana annemden gelen mektubu selamlıyor gibi geldi… Fakat valideciğim sen yine müteessir olma.. .Gayet güzel sesli biri ezan okuyordu. Ey Allahım bu ovada onun sesi ne kadar güzeldi…” [82]
Bazen tam tersi bir durumla da karşılaşılmaktadır. “Tabiatın güzelliği âdeta beni mest etti. Şu anda ruhum huzur içindedir. Ama şu dala konmuş bülbül ha bire feryat ediyor… Bu zümrüt gibi yeşil ovanın ortasında onun sesi ne kadar dokunaklı, tatlı geliyor… Bu güzellikler seni övmekte seni ululamaktadır. Şu anda o kadar mutlu ve huzurluyum ki anlatamam…” cümleleri mektupta hiç yer almamaktadır.[83] Bu cümlelerden “Bu güzellikler seni övmekte seni ululamaktadır.” mektuptaki anlamın tamamen dışındadır. Mektupta Allah’ı “takdis eden ve ulu tanıyan” Türklerdir, tabiatın güzellikleri değildir.
Mektubun dua kısmında yapılan bazı atlama ve kısaltmalar farklı bir maksadı ortaya koymaktadır. Bu hususa ileride işaret edilecektir.
Metnin Gerçeğinin Dışına Çıkılması
Mektup metninde Ethem’in yazdığının aksine bir ifade ile yapılan değişiklikle de karşılaşılmaktadır. Ethem, dere kıyısında bir ağaç gölgesinde annesinden gelen mektubu okurken, emir eri tarafından kendisine çay ikram edilmektedir. İkram edilen hem de sütlü çaydır. Ethem, emir eri Mustafa’ya sütü nereden aldığını sorar. O da derenin kenarında yayılan sürünün çobanından “yüz dirhemi on paraya” aldığını söyler. Maalesef yine Akşit’in yayınladığı metinde; aslı “İşte onun çobanından on paraya aldım.” ifadesi, “İşte onun çobanından aldım, parasız.” şekline dönüştürülmüştür.[84] Akşit, cephedeki Türk askerine bir çobanın para ile süt vermesini uygun bulmamış gözükmektedir. Aslında, bu durumda, savaş yıllarında bin bir güçlük içerisinde bulunan Türk köylüsünden, cephedeki bir asker tarafından parası ödenerek süt satın alınmasındaki fazilet ıskalanmış olmaktadır.
Mektupta en önemli tahrifat, onun en dikkat çeken kısmı olan dua bölümünde[85] yapılmıştır. Bu bölüm; “Ey Türklerin Ulu Tanrısı! Ey şu öten kuşun, şu gezen ve meleyen koyunun, şu heybetli dağların Hâlıkı. Sen bütün bunları Türklere verdin. Yine Türklerde bırak. Çünkü böyle güzel yerler seni takdis eden ve seni ulu tanıyan Türklere mahsustur.
Ey benim Yarabbim! Şu kahraman askerlerin bütün dilekleri; ism-i celâlini İngilizlere ve Fransızlara tanıtmaktır. Sen bu şerefli dileği ihsan eyle ve huzurunda titreyerek, böyle güzel ve sakin bir yerde sana dua eden bir askerlerin süngülerini keskin, düşmanlarını zaten kahrettin ya, bütün bütün mahveyle!” şeklindeki iki paragraftan oluşmaktadır.[86]
Bir Yanlış Anlama veya Ethem’in ‘Düğün’ü
Aslında, yayınların birçoğunda yanlış anlaşılan, atlanılan şu cümleleri de mektubun dua kısmına dâhil etmek gerekiyor: “Yalnız bu memleketlerde düğün olmuyor. İnşallah düşman asker çıkarır da, bizi de götürürler, bir düğün yaparız olmaz mı?” Ethem henüz savaşa girmemiştir. Mektubu yazdığı gün, 25 Nisan’dan bir hafta kadar öncedir. Karaya asker çıkaracak düşman beklenilmekte, Ethem de bu savaşa katılmak için sabırsızlanmaktadır. Savaşı bir düğün, şenlik ve şehitlik vasıtasıyla Allah’a kavuşmak yolu olarak görmek, Türk askerinde sıklıkla rastlanılan bir durumdur.[87] “Benim dağdan dağa koştuğum nedir/ Sonsuz arzuları biraz gidermek/ Şu korku, kalbime batan iğnedir/ Cephede değil de evde can vermek/ Varsın yirmibeşi geçmesin yaşım/ Varsın yalnız kalsın ülkü yoldaşım/İnandığım şeye harcansın başım/Budur gönlüm için murada ermek”[88] mısraları, bu duyguları şiir diliyle anlatmaktadır.
Düğün kavramı mektupta bir istiareye işaret etmektedir.[89] Birçok yazar sözdeki bu özelliği kavrayamamış, düğünü gerçek anlamında algılamıştır. Bu durum; yayınlarda ya bu cümlenin atlanılmasına, ya da değiştirilmesine ve yanlış yorumlanmasına sebep olmuştur.
Yukarıda verilen iki cümleden oluşan paragraf, yayınların bir kısmında hiç yer almamaktadır. Bazı yazarlar ise, ilk cümleyi yazarak, ikinci cümleyi görmezden gelmişlerdir. [90] Hemen yukarıda cihattan, İsm-i Celâl’in düşmanlara tanıtılması ve onların mahvedilmesinden bahseden satırlardan sonra, Ethem’in düğün isteğini yazarlar uygun bulmamış görünmektedirler. Aslında burada, yanlış yapan Ethem değil; her yönüyle kendileridir.
Mektubu yayınlayanların bir kısmı ise, Ethem’in düğün isteğini ifade eden cümlelerini değiştirerek, güya daha anlaşılır hâle getirmişlerdir: “Düşman askeri çıkarılır da biz de geri dönersek bir düğün yaparız olmaz mı?’,[91] “İnşallah düşman askerlerini kahreder de zaferle yanına döner ve düğünümü yaparız olmaz mı?’[92] gibi.
Şehit Ethem üzerine bir kitap yazan Canbey de bu meseleyi yanlış anlayanlardandır: “Mektuptan da anlaşılacağı üzere evlilik hayalleri kuruyordu. Onun bu hayallerini gerçekleştirme imkânı olmadı… Planladığı düğünü yapamadan, annesini bir daha göremeden göçtü fani dünyadan…” cümleleriyle, eserinde üzüntüsünü dile getirmektedir.[93]
Canbey’in üzüntüsünü paylaşan bir isim de Murat Bardakçı’dır. Kültür Bakanlığı tarafından düzenlenen 57. Alay Şehitliği’nde, Ethem’in ismine yer verilmemesini tenkit ettiği Hürriyet gazetesindeki sayfasında, Tarihin Arka Odası’nda mektubu yayımlamış ve yorumlamıştır. “Ethem Bey’in göğsünde, bu mektubu yazmasından tam 32 gün sonra bir Anzak şarapneli patladı ve hemen o anda şehit oldu. Ne düğün yapabildi, ne de annesini Çanakkale’ye götürüp ‘Oğlun işte buralarda savaşmıştı’ diye övünebildi.” şeklinde yazan[94] Bardakçı da yanılmaktadır. Ethem’in göğsünde patlayanın bir şarapnel mi yoksa kurşun mu olduğunu bilinmiyor ama; onun düğünü, vuslata ermesi, Allah’ına kavuşması o andır. Yazarın yanılgılarından birisi de övünme’dir. Mektupta, annesini ve kardeşlerini savaştan sonra Çanakkaleye’ye götüreceğini söyleyen Ethem’in niyeti; savaştığı yerleri övünerek göstermek değil, mektubunda tasvir ettiği o güzel vatan köşesini ailesinin de görmesini sağlamaktır. O nesil, asla yaptıklarıyla övünmemiş; hatta yaptıklarını anlatmaktan bile çoğu zaman imtina etmiş, az konuşmuştur. Bunlardan birisi de Ethem’in kardeşi Ahmet Halit Bey’dir.[95]
Duanın Dili veya Tanrı-Allah Meselesi
Ethem Ruhi Üngör tarafından, bir Millî Niyaz İlâhisi güftesi olarak düşünülen Ethem’in duasında, onun Allah’a sesleniş şekillerinden birisi de “Ey Türklerin Ulu Tanrısı!” tarzındadır. Bazı yazarlar tarafından, Allah adı yerine Tanrı’nın tercih edilmiş olması uygun görülmemiş ve değiştirilmiştir.
Bazen sadece Tanrı ifadesi değiştirilmiş, bazen de hitabın tümünde bu değişiklik yapılmıştır. [96] Bu husus için şu örnekler verilebilir: “Ey Türklerin Ulu Rabbi”;[97] “Ey Türklerin Ulu Allah’ı’[98], “Ey Yüce Rabbim”[99], “Ey Rabbim”[100], “Ey Ulu Allah’ım”[101], “Ey Allah’ım”[102]. Örneklerde görüleceği üzere Türkçe Tanrı adı yerine, Arapça Allah ve Rab adları tercih edilmiştir. Burada Tanrı yerine diğer adların tercih edilmesinin yanı sıra; Allah’ın, Türklerin Ulu Tanrısı olarak nitelenmesinin verdiği bir rahatsızlık da söz konusudur. Bu durum nasıl izah edilebilir? Burada, uzun Kelâmî bir izaha gerek yoktur. Çok zor dönemler geçirmekte olan bir milletin, Yaradanına sığınması ve medet umması, mukaddes değerler uğruna yapılan cihadın, aynı zamanda Allah adının yüceltilmesi olarak görülmesinden kaynaklanmaktadır. Üstelik şehit, duasında Tanrı kelimesi ile birlikte Rab ve Allah adlarını da kullanmaktadır, Allah’ın Celâl ismini düşmana tanıtabilmek[103] için ondan yardım dilemektedir.
Tanrı kelimesi Türkçedir ve Türk-İslâm kültüründe Yaratıcı, Rab, İslâm ‘ın Allah ‘ı karşılığı olarak kullanılmaktadır.[104] Bu durum kültürün en önemli belirleyicilerinden birisinin dil ve onun özelliklerinden birisinin de süreklilik olması ve bir miras olarak nesilden nesile aktarılması bağlamında değerlendirilmelidir. Türklerin Müslüman olmasından bu yana Tanrı ifadesinin hem yazı hem de konuşma dilinde yaşatıldığı görülmektedir. İslâmî dönem klâsiklerimizin birçoğunda Tanrı kelimesinin; bazen aynı mısra veya satırda Allah ismi ile birlikte kullanıldıklarına şahit olmaktayız. [105] Hatta, Kur’an tercümelerinde bile Tanrı adının yer aldığını görebilmekteyiz.[106]
Çanakkale Savaşı günlerinde kaleme alınmış birçok metinde de bu kullanıma rastlamak mümkündür. Ethem’in bir namaz sonrasındaki yakarışında, duasında geçen bu ifadeye anlamlı bir işaret olmak üzere; o günlerde Çanakkale’de cephe gerisinde namaz kılan bir Türk neferini tasvir eden şair Ahmet Nedim’in şu mısraları hatırlanabilir: “Sağa, sola selam verdi, namazını bitirdi/ Sonra biraz kımıldandı… Ellerini Yaratan/ Tanrı’sına dua için gökyüzüne çevirdi/Şimdi artık Allah’ına döküyordu derdini/Gözlerini kapamıştı, unutmuştu kendini”[107]
Şüphesiz bu konuda verilebilecek en anlamlı örnek, bugüne kadar Çanakkale için yazılmış en güzel eserin sahibi Mehmet Akif’tir. Ethem ve arkadaşlarını Bedir ashabı ile bir tutan, bütün bir cihanı onlara mezar olarak dar gören ve Hz. Peygamber’in sînesini açarak onları kucaklamak, bağrına basmakla müjdeleyen Akif; Sebilürreşat ta kaleme aldığı Tefsir-i Şerif yazılarında ve savaş yıllarında İstanbul ve Anadolu’daki vaazlarında bazı ayet ve hadislere yer vermiştir. Akif bu tefsirlerinde Allah karşılığı olarak tam on bir yerde Tanrı kelimesini kullanmaktadır. [108] “Celâle düşmüşlerden başka kim, Tanrı’sının rahmetinden ümidini keser?” mealini (Hicr/56); ölümünden üç yıl önce, 1933 yılında Safahatın Gölgeler kitabına aynen almakta bir beis görmemiştir. [109]
‘Türk’e Tahammülsüzlük
Mektupta yapılan en önemli tahrifat, şehidin duasının ilk paragrafındadır. Bu paragrafta Ethem; “Ey Türklerin Ulu Tanrısı!” nidasıyla Allah’a seslenmekte ve “Ey şu öten kuşun, şu gezen ve meleyen koyunun, şu secde eden yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların Hâlikı!” sözleriyle yakarışını devam ettirmektedir. Allah’ı “Hâlik” ismiyle anmaktadır. Yaratan, yoktan var eden Allah, vatanın bu güzelliklerini, âdeta kendisinin birer kevnî ayeti olarak ortaya koymuştur. “Sen bütün bunları Türklere verdin. Yine Türklerde bırak. Çünkü böyle güzel yerler seni takdis eden ve seni ulu tanıyan Türklere mahsustur.” şeklindeki duanın devam kısmıyla; savaştığı toprakların Türklerin vatanı olduğunu ve Türk milletinin İslâm’ın Allah’ını her zaman ululadığı ve kutsadığını dile getirmektedir.
Şehit İbrahim Ethem, burada, kuvvetli bir Türklük vurgusu ve duygusuyla karşımıza çıkmaktadır ve bu duyguyu vatan sevgisi ile birleştirmektedir. Milliyet duygusunun, İslâm’la, bir Türk askerinin ağzından nasıl yoğrulduğunun bu satırlar en güzel ifadesi olmaktadır. Unutulmaması gereken, Çanakkale topraklarındaki düşman askerinin birçoğunun bir haçlı seferindeymiş duygusuyla hareket etmesidir.[110] Bu durum, Türk askerinde karşılığını, Ethem’in mektubundaki satırlarda bulmaktadır.
Bazı eserlerde, bu paragraftaki Tanrı ifadesinin değiştirilmesinin yanı sıra, Türklerin Müslüman bir millet olduğu da hatırlatılmak istenilmiş; Türkler isminin başına Müslüman sıfatı eklenmiştir.[111] Bazen Türkler kelimesi kaldırılmış; yerine şu aziz millet[112] ifadesi konmuştur. Türkler ifadesinin bizler’e dönüştüğü eserler de mevcuttur.[113]
Bazı yazarlar ise, Türkler ifadesinin geçtiği satırları, paragrafın ilk cümlesini verdikleri halde, dua bölümünden çıkarmışlardır.[114] Bir kısmı ise, o paragrafa hiç yer vermemişlerdir.[115]
Türk Ocakları etrafında oluşan havayı teneffüs etmiş ve Türk milliyetçiliği düşüncesinden beslenmiş bir neslin mensubu olan Ethem’de, din duygusu ile birlikte güçlü bir milliyetçi üslûbun işaretleri olan bu satırları görmek tabiidir. Kardeşi Şevket’in Darüşşafaka’dan hocası Yahya Kemal[116], bu nesilde Türk kimliğinin İslâm ile mayalanışını şu cümleleriyle anlatmaktadır: “Bugünkü Türk babaları, havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler. Mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur’ân’ın sesini işittiler; bir raf üzerinde duran Kitabullah’ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar, gülyağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler; kandil günlerinin kandilleri yanarken, ramazanların, bayramların topları atılırken, sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanlarında gittiler, camiler içinde şafak sökerken tekbirleri dinlediler, dinin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler. Türk oldular.” [117] Kınalı Kuzular dizisinde, Ethem’in cepheden gönderdiği mektubu kardeşi Şevket okurken, annesinin bir namaz sonrası seccade üzerinde gözyaşları içinde dinlemesi, Yahya Kemal’in sözlerinin senaryoda hayat bulmuş şekli gibidir.
İnternet sayfalarında yer alan bazı metinlerde de benzer değişiklik ve tahrifata rastlanmaktadır.
Sonuç
Son zamanlarda Çanakkale Savaşları üzerinde yoğun bir ilgi oluşmuştur ve bu ilgi artarak devam etmektedir. Bu durum sevindiricidir. Buna paralel olarak, Çanakkale ile ilgili neşriyat da artmaktadır. Fakat, bu yayınların birçoğu popüler özellik arz etmekte, hamasî bir üslûpla ve bazen bilgi ve belgeler tahrif edilerek kaleme alınmaktadırlar. Hamaset, her zaman yanlış bir şey değildir. Fakat, doğru bilgi ve belgeler üzerine inşa edilmelidir. Elbette, yayınların hepsinde bir kasıttan söz etmek mümkün değildir. Bazen yazarlar, istifade ettikleri kaynakların yanlışlarının ya da kastının mağduru olmaktadırlar. Bu durumlarda, tarih metodolojisinin gerektirdiği hassasiyet eksikliğinden söz edilebilir.
Çanakkale ve diğer cephelerde şehit olmuş askerlerimizi tespit çalışmalarına devam edilmesi ve bunların kimlik bilgilerinin yer aldığı yayınların yapılması zarureti, Ethem örneğinden de anlaşılmaktadır. Mektubu dolayısıyla çok tanınmış, 57. Alay mensubu bir asker olmasına rağmen; Ethem’in isminin Şehitlerimiz adlı eserde yer almaması ve temsilî mezar taşının ancak 2011 yılında 57. Alay Şehitliği’ne konulabilmiş olması bu hususa bir örnek teşkil etmektedir.
İbrahim Ethem ve mektubu da, yıllardır yapılagelen ve özellikle son zamanlarda bir furya halini alan yayınlarda tahrifata maruz kalmış bulunmaktadır. Bazı yayınlarda ortaya çıkan bu durum; özellikle mektubunun dua kısmında yapılan tahrifat, gösterilen ve dinî olduğu varsayılan hassasiyetin yanlışlığını örtememektedir. Şehit olmayı arzu eden bir Müslüman-Türk askerinin bu isteği bağlamında düşünüldüğü zaman; Ethem ve onun duası hususunda değerlendirmeyi yapacak makam bellidir ve bunu da Allah’ın yaptığını bütün bu tahrifat sahipleri gözden kaçırmaktadırlar. O, kendisine hangi dilden bir isim ve hangi lisan ile dua edildiğine bakmamış; kendisine kavuşma yolu olan savaşı bir düğün sayan Ethem’i ve onun şehitlik temennisini en kısa sürede kabul ederek, cennetine almıştır, denilebilir.
Komutanları Mustafa Kemal, Ethem ve arkadaşlarını, Arıburnu Muharebeleri Raporu’nun sonunda; “Arıburnu muzafferiyetinin ilk ve temel taşı” olarak nitelemekte, ulvî bir maksat uğrunda kahramanca savaşan ve can veren şühedamızı sonsuz bir hürmet hissi ile anmakta, onların mukaddes ruhlarına Fâtihalar göndermekte ve şefaatlerinden medet ummaktadır.
Çanakkale’den birkaç yıl sonra Türklüğün ve İslâm’ın Anadolu topraklarında boğulmaya çalışıldığı günlerde, Yahya Kemal Türk ordusu için Allah’a şöyle yakarmakta ve Ethem’in Çanakkale duygularını; “Şu kopan fırtına Türk ordusudur Yarabbi/Senin uğrunda ölen ordu budur Yarabbi/Ta ki yükselsin ezanlarla müeyyet namın/Gaalib et, çünkü bu son ordusudur İslâm’ın” mısralarıyla paylaşmaktaydı.
İslâm’ı Türklük ile mezcetmiş münevver bir gencin millî duygularının ifadesi olan satırlarda, Türkler ve uğruna savaşılan toprakların onların vatanı olması ifadelerine tahammül edememek; sebebi ne olursa olsun, kabul edilebilir bir durum değildir. Bu tavır; milletin kimliği ve bu toprakların Türklüğü, hatta devletin adının Türkiye olmasının bile tartışıldığı son zamanlarda -maksat bu olmasa bile- ülkeyi ve milleti bölücü tavırlar ve niyetlerin işine yarayacak bir yanlış olacaktır.
Ethem’in komutanı Mustafa Kemal Atatürk’ün; “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.” sözü, tam da bu durum için söylenmiş gibidir. Çanakkale’de savaşan ordunun Türk ordusu ve bu toprakların -Ethem’in de belirttiği gibi- Türkiye, Türklerin vatanı olduğu gerçeği asla değişmeyecektir, değişmeyen hakikat de budur.
(*) 24-26 Mayıs 2010 tarihleri arasında Çanakkale’de yapılan 95. Yılında Çanakkale Savaşları ve Atatürk konulu sempozyumda, Bir 57. Alay Şehidi ve Mektubunun Başına Gelenler adıyla sunulan tebliğin genişletilmiş şeklidir.
Selçuk Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, e-mail: marikan@selcuk.edu.tr
Kaynak: Gazi Üniversitesi Akademik Bakış Dergisi Cilt:5 Sayı: 9 Kış 2011
Ek 4. Mektubun Yeni Harfli Metni
Valideciğim,
Dört asker doğurmakla müftehir şanlı Türk annesi!
Nasihat-âmiz mektubunu, Divrin Ovası gibi güzel, yeşillik bir ovacığın ortasından geçen derenin kenarındaki armut ağacının sayesinde otururken aldım. Tabiatın yeşillikleri içinde mest olmuş ruhumu bir kat daha takviye etti. Okudum, okudukça büyük büyük dersler aldım. Tekrar okudum. Şöyle güzel ve mukaddes bir vazifenin içinde bulunduğumdan sevindim. Gözlerimi açtım, uzaklara doğru baktım. Yeşil yeşil ekinlerin rüzgâra mukavemet edemeyerek eğilmesi, bana, annemden gelen mektubu selâmlıyor gibi geldi. Hepsi benden tarafa doğru eğilip kalkıyordu ve beni, annemden mektup geldi diyerek tebrik ediyorlardı.
Gözlerimi biraz sağa çevirdim güzel bir yamacın eteklerindeki muhteşem çam ağaçları kendilerine mahsus bir seda ile beni tebşir ediyorlardı. Nazarlarımı sola çevirdim cığıl cığıl akan dere, bana validemden gelen mektuptan dolayı gülüyor, oynuyor, köpürüyordu… Başımı kaldırdım, gölgesinde istirahat ettiğim ağacın yapraklarına baktım. Hepsi benim sevincime iştirak ettiğini, yaptıkları rakslarla anlatmak istiyordu. Diğer bir dalına baktım, güzel bir bülbül, tatlı sedası ile beni tebşir ediyor ve hissiyatıma iştirak ettiğini ince gagalarını açarak göstermek istiyordu.
İşte bu geçen dakikalar ânında, hizmet eri:
” Efendim, çayınız, buyurunuz, içiniz.” dedi.
” Pekâlâ” dedim. Aldım baktım, sütlü çay.
” Mustafa bu sütü nereden aldın?” dedim.
” Efendim, şu derenin kenarında yayıla yayıla giden sürü yok mu?”
” Evet” dedim. “Evet, ne kadar güzel.”
” İşte, onun çobanından 10 paraya aldım.”
Vâlideciğim, on paraya yüz dirhem süt, hem de su katılmamış. Koyundan şimdi sağılmış, aldım ve içtim.
Fakat bu sırada düşünüyorum. Ben validemin sayesinde onun gönderdiği para ile böyle süt içeyim de, annem içmesin, olur mu? Şevket neden içmiyor? dedim.
Fakat yukarıdaki bülbül bağırıyordu: “Validen kaderine küssün, ne yapalım. O da erkek olsaydı, bu çiçeklerden koklayacak, bu sütten içecek, bu ekinlerin secdelerini görecek ve derenin aheste akışını tetkik edecek ve çıkardığı sesleri duyacak idi.
“Şevket merak etmesin, o görür, belki de daha güzellerini görür. Fakat vâlideciğim, sen yine müteessir olma. Ben seni, evet seni mutlaka buralara getireceğim. Ve şu tabiî manzarayı göstereceğim. Şevket, Hilmi de senin sayende görecektir.
O güzel çayırın koyu yeşil bir tarafında, çamaşır yıkayan askerlerim saf saf dizilmişler. Gayet güzel sesli biri ezan okuyordu.
Ey Allah’ım, bu ovada onun sesi ne kadar güzeldi. Bülbül bile sustu, ekinler bile hareketten kesildi, dere bile sesini çıkarmıyordu. Herkes, her şey, bütün mevcudat onu, o -mukaddes sesi dinliyordu. Ezan bitti. O dereden ben de bir abdest aldım. Cemaat ile namazı kıldık. O güzel yeşil çayırların üzerine diz çöktüm.
Bütün dünyanın dağdağa ve debdebelerini unuttum. Ellerimi kaldırdım, gözümü yukarı diktim, ağzımı açtım ve dedim:
“Ey Türklerin Ulu Tanrısı! Ey şu öten kuşun, şu gezen ve meleyen koyunun, şu secde eden yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların Halikı! Sen bütün bunları Türklere verdin. Yine Türklerde bırak. Çünkü böyle güzel yerler, seni takdis eden ve seni ulu tanıyan Türklere mahsustur.
Ey benim Yarabbim! Şu kahraman askerlerin bütün dilekleri; ism-i celâlini İngilizlere ve Fransızlara tanıtmaktır. Sen bu şerefli dileği ihsan eyle, ve huzurunda titreyerek, böyle güzel ve sakin bir yerde sana dua eden biz askerlerin süngülerini keskin, düşmanlarını zaten kahrettin ya, bütün bütün mahveyle!” diyerek bir dua ettim ve kalktım. Artık benim kadar mesut, benim kadar mesrur bir kimse tasavvur edilemezdi.
Anneciğim, oğlun Halit de benim gibi güzel yerlerdedir.
Dünyanın en güzel yerleri burası imiş. Yalnız bu memleketlerde düğün olmuyor. İnşallah düşman asker çıkarır da, bizi de götürürler, bir düğün yaparız, olmaz mı?
Kadire mektup yazdım.
Valideciğim, evdeki senet vesâireyi kimselere kat’iyyen vermeyin ve sorarlarsa biz bilmiyoruz deyin.
Çantayı al, sandığa koy. Ben sana vaktiyle anlatmış idim, bu dünya böyledir.
Fakat sen merak etme. O parayı vermese, adliyedeki adam vermezdi. Hani nasıl aldık. Yalnız zaman ister.
Valideciğim, çamaşır falan istemem, paralarım duruyor, Allah razı olsun.
Oğlun
Hasan Ethem
4 Nisan 1331
♦ SAYILIR Burhan, Çanakkale Kara Savaşları Öncesi ve Sırasında Psikolojik Harekat Faaliyetleri, Askerlerin Psikolojileri ve İçinde Bulundukları Koşullar (Mart 1915-Ocak 1916), Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2005