Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Beylikler Döneminde Anadolu’da Ulema-Ümera Münasebetleri

0 10.767

Prof. Dr. Mustafa BAKTIR

Türk ananesinde hocaya hürmet, adeta bir ibadet saygısı ile atbaşı giden geleneklerdendir. Orta Asya’da “ata” diye yere göğe konmayan hoca, Selçuklularda “atabek” olmuş, Osmanlı Türklerinde ise “hoca” söylenişi ile asırlar boyu, sevgi ve saygı tahtında saltanat sürmüştür.

Türklerde hoca-talebe bağının topla tüfekle yıkılmaz bir metanet göstermesi belki de fikir ve ruh terbiyesinin temel taşlarından birisidir. Hoca atta, talebeleri etrafında medreseye gidişler, aynı şekilde hocanın etrafında mektepden dönüşler, hep kitlenin iliğine işlemiş, hoca sevgisinin bugün dahi hafızalarda saklı kalmasına vesile olmuştur.[1]

Türk tarihi boyunca ilmiyye sınıfı idarecilerden genellikle hürmet ve saygı görmüşlerdir. Ancak bu münasebetlerin zaman zaman karşılıklı olarak gerildiğini, bazen de çok acı vakıaların yaşandığını görmekteyiz.

İngiliz hukukunda meşhur bir kaide vardır. “Kral asla yanılmaz=The King can do no wrong”. Bu kaideye istinaden devlet başkanları her yerde, kendi memleketlerinde olduğu gibi, seyahat halinde bulunabileceği başka bir ülkede dahi mahkemelerin kazâî yetkisinin dışında tutulmuştur. İslam tarihinde ise, ne nazariyede ne de tatbikatta durum böyle değildir. Zaman zaman bizzat devlet başkanları herhangi bir vatandaş gibi, kendisi hakkındaki şikayetlere cevap vermek üzere mahkemelere çağrıldığı olmuştur.[2]

Nitekim İslam tarihi boyunca “Nasîhatü’l-Mülûk” tarzında alimlerin idarecilere tavsiyelerini ihtiva eden birçok eserin yazıldığını görmekteyiz.

Biz bu makalede, ulema-umerâ münasebetleri konusunda önce genel durumu verip, daha sonra İbn Melek, Kadı Burhaneddin Ahmed ve İlk Osmanlı Şeyhülislamı kabul edilen Molla Fenâri ile ilgili bazı tespitlerimizi kaydedeceğiz.

A. Genel Olarak Ulema-Ümera Münasebetleri

Kurân-ı Kerîm’in Hz. Peygamber (sav), vasıtasıyla insanlara getirmiş olduğu ilk mesaj “oku” emridir.[3] Diğer taraftan Rasulullah, Mekke’den Medine’ye hicret ettiği zaman ilk icraatları, cami, mesken ve okuldan teşekkül eden bir külliye inşa etmek olmuştur. İslam tarihinde en eski okul kabul edilen ve adına “Suffa” denilen bu mekan, aynı zamanda her yaştan öğrencilerin kaldığı bir yatakhane idi. Hz. Peygamber’in tesis etmiş olduğu bu okulda eğitim karşılıksız olduğu gibi, öğrencilerin iaşe ve ibateleri de temin ediliyordu. Medine site devletinin başkanı olarak Hz. Peygamber, bu mektepte dersler verdiği gibi, bazı prensipler koyuyor ve böylece eğitim ve öğretimin de temellerini atıyordu.[4]

Hz. Peygamber, Kurân’da “örnek şahsiyet” olarak tanıtıldığı için[5] devlet başkanı ve eğitimci olarak her iki vasfı da şahsında topluyordu. Bu bakımdan bazı hadislerde toplumun iki temel unsuru olan idarecilere ve bilim adamlarına temas edilmiş, dikkat edilmesi gereken hususlar vurgulanmıştır. Bu hadislerden birkaçını vermek istiyoruz:

“Alimler, dünyaya dalmadıkları ve sultanla içli dışlı olmadıkları sürece, Peygamberlerin mirasçıları ve eminleridirler. Ancak dünyaya dalıp sultanla hemhal olmaları halinde ise, Peygamberlere hıyanet etmiş olurlar ki, bu durumda onlardan sakınız.”[6]

Bir başka hadiste de, idarecilerin yalanlarını doğrulayan, haksızlıklarına destek olanların Rasulullah’tan uzak olduğu; böyle idarecilerle beraber olmayıp, yanlış ve haksızlıklarına karşı çıkanların ise ahirette Rasulullah ile birlikte olacakları belirtilmiştir.[7]

Yine hadislerde halkına zulmeden idarecilere karşı doğruyu söyleyenler övülmüştür.[8] İslam tarihinde ilmiyye sınıfı, genelde idarecilerden ilgi ve saygı görmüşlerdir. Ulemanın sultanların yanlış icraatlarını tasvip etmeyip zaman zaman eleştirdiklerini, bunun neticesi olarak da karşılıklı sıkıntıların yaşandığı bilinmektedir. Biz burada, Anadolu Beylikler Dönemi’ne geçmeden önce Türk-İslam tarihi ile ilgili birkaç örnek vermek istiyoruz.

İlk örneğimiz, Türklerin büyük bir kısmının amelde mezhep imamı olan Ebû Hanife’nin (150/767) idarecilerin yanlış tutum ve hareketlerine karşı vermiş olduğu mücadeledir. Emevî Halifesi II. Mervan Kûfe, valisi kanalıyla ona kadılık teklif etmişse de, kabul etmeyince hapse atılmış ve dövülmüştür. Ebû Hanîfe, başlangıçta Abbasilere karşı mutedil olmakla birlikte, bazı hadiselerden dolayı onlara da tavır almıştır. Abbasi Halifesi Mansur, ona Bağdat kadılığını teklif etmiş, Ebû Hanife kabul etmemiş, bundan dolayı da hapse atılmış ve işkence görmüştür. Ebû Hanife, idarecilerin haksız fiillerini onaylamadığını göstermek ve halk nazarında onlara meşruiyyet kazandırmamak için sultanlardan gelen hediyeleri ve teklif edilen görevleri reddetmiştir.[9]

Diğer taraftan, Ebû Hanîfe’nin en önde gelen talebesi Ebû Yusuf (182/798), Abbasi Halifesi Harun Reşid’in baş kadısı olmuş ve İslam maliye hukukunun ilk eserlerinden sayılan “Kitâbu’l- Harac”ın başında ona bazı tavsiyelerde bulunmuştur. Ebû Yusuf’un bu eseri halifenin teklifi üzerine yazdığını ilk cümlelerinden anlıyoruz. Ebû Yusuf bu eserinde idareciliğin oldukça zor ve mesuliyetli bir makam olduğuna işaret ettikten sonra, reâyânın haklarına riayet hususunda halifenin dikkatini çekiyor. Kitabın başında yer alan bu tavsiyeler, günümüzde bile üzerinde durulması ve tahlil edilmesi gereken önemli prensiplerdir.[10]

Türk illerinde yetişen büyük hadis bilgini Buhârî de (869), ömrünün sonlarına doğru böyle bir sıkıntı ile karşı karşıya kalmıştır. Tâhirîlerin Buhâra Emiri Hâlid b. Ahmed ez-Zühlî, Buhârî, Nisabur’dan Buhâra’ya döndükten sonra onda iki istekte bulunmuştur. İlk isteği, Buhârî’nin kitaplarını alıp, kendisine ve çocuklarına hadis okumak üzere saraya gelmesidir. Buhârî bu talebi, “ilim öğrenmek için, ilmin ayağına gitmek gerekir, ilmi aşağılayamam, onu sultanların saraylarına taşıyamam” diyerek reddetti. Bu defa emir, ikinci istek olarak kendi çocukları için, saray dışında mescitte özel bir saat tahsis etmesini, diğer öğrencilere de ayrı bir saatte ders vermesini istedi. Böylece emirin çocukları ilmin ayağına gitmiş olacaklardı. Ancak Buhârî, böyle bir ayrıcalığı da kabul etmeyerek bu teklifi de reddetti. İlim öğrenmek isteyen herkesle birlikte derslerine iştirak edebilirdi. Buhârî’nin emirin çocuklarına ayrıcalık tanımayan bu kesin ve net tutumu, Buhara emirinin onuruna dokunduğu için, ona haddini bildirmek üzere fırsat kollamaya başladı. Bazı meseleleri bahane ederek onu doğum yeri olan Buhara’dan Hartenk’e sürgün etti. Buhârî, burada tek başına vefat etti. Hatta son zamanlarında “Allahım bütün genişliğine rağmen, dünya bana dar gelmeye başladı, ruhumu kabzet.” şeklinde dua ettiği rivayet edilir.[11]

Mâverâünnehir’de yetişen meşhur Hanefî hukukçusu Şemsül Eimme lakabıyla tanınan Serahsî de (1090) zamanın Karahanlı hükümdarının gayrıâdil bir şekilde koyduğu ağır vergilerin ödenmemesi hususunda halkı harekete geçirdiği için hapse atılmıştır. Otuz ciltlik meşhur “el-Mebsût” adlı eserini Özcend’de hapishanede iken talebelerine yazdırmıştır. Nitekim eserlerinde hapis hayatına ait serzenişlere bu gün dahi rastlamaktayız.[12] On beş yıl civarında süren hapis hayatından sonra talebelerine ders vermeye ve eser yazmaya devam etmiştir. Rivayete göre zamanın emiri Serahsî’ye bu hapis hayatından sonra büyük ilgi göstermiş, onu ve talebelerini kendi evinde misafir etmiştir.[13] Selçuklu Veziri Nizamilmülk’e yakınlığı ile bilinen meşhur İslam âlimi Gazâli (1111) devlet başkanlarına karşı daha rahat konuşabilmek için, “sultanların yanına gitmeme”yi ve “sultanlardan para almama”yı prensip haline getirmiştir.[14] Gazâli, Selçuklu sultan ve vezirlerine yazdığı mektuplarda, halkın ihtiyaçlarını onlara arz etmiş, gerekli nasihat ve tavsiyeleri yapmaktan da geri durmamıştır.[15] Gazâli’ye göre, sultan ve siyaset adamları ile fazla içli dışlı olunmamalı, şayet böyle bir mecburiyet varsa, onları övmekten sakınılmalıdır.[16] Helal olduğu bilinse bile, onların bahşiş ve hediyeleri kabul edilmemelidir. Zira onlardan bir şey beklemek, onların zulümlerine ortak olmayı gerektirir.[17]

B. Ulema-Umerâ Münasebetleri Açısından XIV. Asırda Anadolu’da Durum

Anadolu’yu ilk olarak fetheden Türkmen Beyleri arasında “Danişmend” yani “bilgin” lakaplı birçok komutan ve devlet adamı olduğu bilinmektedir. Bunlar ilmi seven ve ilim adamlarını koruyan kimselerdi. Bu bakımdan Anadolu’ya gelip, yerleşik bir hayata geçen Türkler arasında ilmî bakımdan büyük bir canlılık göze çarpmaktadır.[18] Bu asırda devlet adamları, ilme ve ulemaya çok büyük ilgi göstermiş, onları teşvik etmişlerdir. On dördüncü asırdaki Anadolu beyleri içinde, Kastamonu Hükümdarı Muzafferüddîn Yavlak Arslan, Sivas Hükümdarı Kadı Burhaneddin Ahmed, Aydınoğlu İsa Bey ve Saruhanoğlu İshak Bey ilmî şahsiyet sahibi âlim hükümdarlardı.[19] Alim bir şahsiyet olan Eretna Beylerinden Hacı Şadgeldi Paşa ve oğlu Emir Ahmet adına fıkıhla ilgili eserler yazılmıştır. Bizzat Hacı Şadgeldî’nin fıkha dair, “el- Mesâilü’l-Mensûre” adlı bir eserinin ve çok zengin bir kütüphanesinin olduğu kaydedilmektedir.[20]

Kastamonu Hükümdarı Candaroğlu İsmail Bey’in fıkha dair yetmiş bablık Türkçe bir eser yazdığı ve ilim adamlarını Türkçe yazmaya teşvik ettiği bilinmektedir.[21] Bu dönemde devlet adamları adına kitap telif edilmesi ve tercümeler yapılması bir adet haline gelmiştir. Bunun birçok örnekleri görülebilir.[22]

Aydınoğlu Mehmet Bey de ilmi ve ulemâyı seven bir zattı. Birgi’de kendisi adına bir cami ve medrese yaptırdı. Salebî’nin 1036 “Arâisü’l-Mecâlis” adlı Peygamberler Tarihi, tıp ilminden “Kitabu Tuhfe-i Mübârızî” ve Farsça “Tezkire-i Evliya” onun adına tercüme edilmiştir.[23]

Aydınoğlu İsa Bey namına Hacı Paşa “Şifâu’l-Eskâm” adlı tıp ilmine dair bir eser telif etmiştir.[24] Ayrıca Aydınoğlu Beylerinden Umur Bey adına tercüme edilmiş kitaplar da bulunmaktadır.[25]

Diğer taraftan XIV. asrın ikinci yarısından itibaren Anadolu’ya bilhassa Orta Asya’dan bir ilmiyye ordusunun akışı başlamıştır. Anadolu’daki devlet adamlarının alimlere gösterdikleri aşırı alaka sayesinde, birçok âlim Anadolu’ya gelmiştir. Bunların bir kısmı yerleşmiş, bir kısmı da bir müddet kalıp gitmiştir. Bu seyahatler neticesinde Anadolu’da ilmi seviye epeyce yükselmiş, Mısır’a ve Şam’a yapılan seyahatler azalmıştır.

Molla Fenârî’nin hocası Cemaleddin Aksarayî 1388 Fahreddin Razî’nin (1209) torunudur. Cürcânî (1433) sırf onu görmek için Anadolu’ya gelmiştir. Maveraünnehir ulemâsından usûl-ü fıkıh ve furû fıkıhta meşhur olan Muhammed el-Kerderî (1423) Anadolu’ya gelmiş, Molla Fenârî ile ilmi mübahaselerde bulunmuştur.[26]

Meşhur lügatçı “el-Kâmusu’l-Muhît” müellifi Firuzabâdî (1413) Yıldırım Bayezit’in daveti üzerine Bursa’ya gelmiş ve bir müddet onun hizmetinde bulunmuştur. Bu arada Padişah’tan da çok izzet ikram görmüştür.[27] Meşhur kıraat âlimi Muhammed el-Cezerî (1429) de, Bursa’ya gelmiş, Yıldırım’ın iltifatına mazhar olmuş, birçok kimseye kıraat dersi vermiştir.[28] Dinî ilimlerin yanında, tıp ve astronomi gibi müsbet ilimler sahasında yetişen birçok âlimin de Anadolu’ya akın ettiğini görmekteyiz.[29]

Bu arada meşhur fakîh İbn Melek’in 1398[30] babası da Aydınoğlu Mehmet Bey’in daveti üzerine Maveraünnehir’den Tire’ye gelip yerleştiğini görmekteyiz.[31]

Sayılarını daha da çoğaltabileceğimiz bütün bu örneklerde görüldüğü gibi, idarecilerin ilme ve ilim adamlarına ilgi ve teveccühü, âlimlerin Anadolu’ya gelmesine ve kuruluş halindeki Osmanlı Devleti’nde ilmiyye sınıfının çekirdeğini oluşturmasına vesile olmuştur.

Uzunçarşılı tarafından neşredilen Karamanoğlu İbrahim Bey’in Karaman İmareti Vakfiyesi’nde konumuz açısından önemli bazı bilgiler bulunmaktadır. Vakfiye’de imarete konu olarak gelen âlimler hakkında şu hükümler yer almaktadır:

“Eğer imarete âlim ve şeyhlerden ulu misafirler gelecek olursa mütevelli anları güzel karşılayacak ve imaretin en mutena yerinde konduracak ve yemekleri ihzar için musareat gösterecek ve anlara, has simitlerle ikram edecektir. Bu suretle ziyafet üç gün sürecek ve misafirlerin hayvanlarına doyacak kadar yulaf ve arpa da verilecektir.”[32]

Diğer taraftan Osmanlı Devleti ile arası açılan Karamanoğlu İbrahim Bey, beldesinin ileri gelen Tefsir ve Hadis’te mütehassıs âlimi Mevlânâ Hamza’yı aracı olarak göndererek sulh teklifinde bulunmuştur. Osmanlı hükümdarı sulha taraftar olmadığı halde, Mevlânâ Hamza’nın ricasıyla sulhu kabul etmiştir.[33] Bu arada Karamanoğlu İbrahim Bey’in rahat durmayıp Osmanlı Devleti aleyhine Frenklerle ittifak yaptığı anlaşılınca, II. Murat zamanının dört mezhebe mensup âlimlerinden fetva alarak Karamanoğlu İbrahim Bey’in üzerine yürümüş ve onu mağlup etmiştir.[34] Bu hadise, Beylikler Dönemi’nde ulemanın idarecilerin yanındaki mevkiini göstermesi açısından önemlidir.

C. İbn Batuta’nın Anadolu İntibaları

On dördüncü yüzyılın ortalarında Anadolu’yu dolaşan İbn Batuta’nın yazdıkları Anadolu’daki ulema-ümera münasebetleri açısından oldukça manidardır. Kendisi daha çok bir seyyah olarak meşhur olmakla birlikte, ilmiyye sınıfına mensup birisi olduğu yazdıklarından anlaşılmaktadır.

İbn Batuta, seyahatinin başında Anadolu’yu şöyle tavsif ediyor: “Bilâd-ı Rum denilen bu ülke dünyanın en güzel memleketidir. Tanrı güzelliklerini öteki ülkelere ayrı ayrı dağıtırken, burada hepsini bir araya getirmiştir. Burada dünyanın en güzel insanları, en temiz kıyafetli halkı yaşar ve en nefis yemekler pişirilir.”[35] Ülke halkı, bütünüyle İmam Ebû Hanîfe mezhebinden olup Ehl-i Sünnettir.[36]

İbn Batuta, Anadolu’da seyahati boyunca Türk beyleri tarafından ağırlanır, ihsanlarda bulunulur ve bütün ihtiyaçları karşılanır. Vardığı her yerde ya medreseye ya da bugün sivil toplum kuruluşu diyebileceğimiz Ahî teşkilatının o beldedeki tekkesinde misafir edilir. Hatta bazen Ahîlerin onu misafir etmek için aralarında kavgaya varan tartışmalar çıktığı ve kura çekilerek işin tatlıya bağlandığı görülür.

Bu bakımdan İbn Batuta, Ahîler hakkında özel bilgi verme ihtiyacı duymuş ve özetle şunları kaydetmiştir: Ahîler, Anadolu’ya yerleşmiş bulunan Türklerin yaşadıkları her şehir, kasaba ve köylerde bulunmaktadırlar. Memleketlerine gelen yabancıları karşılama, onlarla ilgilenme, iaşe ve barınmalarını karşılama onların vazifesidir. Ahî, evlenmemiş bekar ve sanat sahibi gençlere verilen isimdir. Onlardan birisi, bir tekke yaptırarak burasını halı, kilim gibi gerekli araçlarla donatır. Gündüzleri geçimlerini sağlamak için çalışırlar, kazandıklarını tekkeye teslim ederler. Toplanan bu para ile tekkenin ihtiyaçları karşılanır. O sırada beldeye gelmiş bir yolcu varsa, gidinceye kada misafir edilir.[37] Bu dönemde âlimlerin, çokça seyahat etmelerinin sırrını da böylece öğrenmiş oluyoruz. Bir bilgin, bir şehre vardığı zaman bütün ihtiyaçları karşılanıyor, hediyeler takdim ediliyor, hatta bir başka yere yapacağı yolculuk için ihtiyaç duyacağı şeyler de temin ediliyordu. Nitekim, bu dönemde yetişen meşhur âlimlerin çoğunluğunun Mısır, Şam, Bağdat, Mekke, Medine gibi ilim merkezlerine uğradıklarını görmekteyiz.

İbn Batuta, Antalya Sultanı Hızır Bey’i sarayında ziyaret edip, bazı hediyeler aldıktan sonra Eğridir’de müderris Muslihiddin’in medresesine misafir olur. Müderris Muslihiddin, Mısır ve Suriye’de okumuş, bir süre Irak’ta kalmış, zamanın nadir yetişen âlimlerinden idi. Diğer taraftan Eğridir Beyi de bir süre Mısır’da kalmış hacca gitmiş bir kumandan idi. Ramazan ayını orada geçirdikten sonra birçok hediyeler ile yoluna devam etmiştir.[38]

Denizli’ye vardıklarında ahîler onları misafir etmek için aralarında tartışmaya girerlerse de sonunda kura çekilerek öncelik hakkını birisi alır. Denizli hükümdarı Yenenc Bey de onlarla ilgilenir ve Kastamonulu Alaaddin Fakih’le bazı hediyeler gönderir.[39]

Milas Hükümdarı Orhan Bey, genellikle fakih ve bilginlerle bir arada bulunur, onlara büyük değer verir, fakihlerin bir grubunu daima beraberinde alıkoyardı. Nitekim, çeşitli ilimlere vakıf, erdem sahibi fakih el-Harezmî bunlardan birisiydi. Harezmî, Ayaslug’a gidip bu beldenin hükümdarıyla görüşüp, onun hediyelerini kabul ettiği için Sultan ona kırılmıştı. Harezmî, Sultan’ın kendisi hakkındaki bu kötü intibasını gidermek için, İbn Batuta’dan yardım istemiş, o da elinden gelen yardımı göstermiştir.[40]

İbn Batuta, Ahî tekkelerinde ağırlanıp hediyeler alarak, Konya ve Karaman’a uğrayıp, Niğde Aksaray üzerinden Kayseri’ye gelir. Bu sırada Kayseri’de Alaaddin Eretna Bey’in kadınlarından erdemi ve keremkarlığıyla tanınmış Taga Hatun oturmaktadır. Kendisine ulu anlamına gelen “Ağa” diye hitap olunurdu. İbn Batuta’yı ayakta karşılar yemek ikram ettikten sonra bazı hediyelerle gönderir.[41] Bu hadise, bu dönemde kadınların devlet idaresinde ne kadar aktif olduklarını göstermesi açısından önemlidir.

Kayseri’den Sivas’a vardıklarında Alaaddin Eratna Bey onları davet eder ve sarayın girişinde karşılar. Alaaddin Bey, bilginlere değer veren, kendisinin de güzel Arapça konuştuğu ifade edilen, âlim bir Türk Bey’i idi.[42] İbn Batuta’yı misafir ettikten sonra, kendi ülkesindeki bütün görevlilere yazdığı bir emirname ile, ihtiyaçlarının karşılanması hususunda ilgilenilmesini emretmiştir.[43]

İbn Batuta’nın son olarak Birgi intibalarını vermek istiyoruz. Seyyahımız, Birgi’de önceden tanıdığı müderris Muhyiddin’e misafir olur. Müderris’in giyim ve kuşamı, etrafını saran talebeleri, içinde havuzlar bulunan bahçe ortasındaki köşkü onun gözlerini kamaştırır ve sözlerini şöyle bitirir: “Onu bu halde görünce kendimi padişahlardan birinin huzurunda bulunuyor hissine kapıldım.”[44]

Bu sırada Birgi Beyi, Aydınoğlu Mehmed Bey’dir. Onların geldiğini haber alınca naibini derhal göndererek onları getirmesini söyler. Fakat müderris ilk çağırmada gitmemesini, ikinci bir davetle gitmesini tavsiye eder. Nitekim, davetteki ısrar üzerine Bey’in kaldığı yaylaya Müderris’le birlikte giderler. Bey, oğulları Hızır ve Ömer Beyleri göndererek onları yolda karşılatır. İbn Batuta’ya gezdiği yerlerle ilgili bazı şeyler sorduktan sonra, onların bütün ihtiyaçlarını karşılar. İbn Batuta’nın şu sözlerini burada aynen vermek istiyoruz:

“Bir gün ikindiden sonra idi ki, Bey bulunduğumuz yere geldi. Müderris efendi baş köşede, Bey onun sağ tarafında, ben de sol tarafta oturdum. Bu şekil, Türklerin bilginlere gösterdikleri itibarın eseridir. Benden, Cenâb-ı Peygamber’in hadislerinden bir seçme hazırlamam istendi. Bunu derhal hazırladım. Müderris yazdıklarımı hemen hükümdara sundu. Bey, bu eserin Türkçe şerhinin yazılma işini müderrise emrederek ayağa kalkıp dışarı çıktı.”[45]

İbn Batuta’nın Beylikler Dönemi’nde Anadolu’da yaptığı seyahatinden aktardığımız bu bilgiler, Türk beylerinin ilme ve âlimlere ne kadar değer verdiklerini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Ayrıca bu dönemde bazı kitapların Türkçeye idarecilerin emri ile tercüme edildiğini de görmekteyiz. Diğer taraftan, Anadolu’da seyahat eden bilgin kişilerin bütün ihtiyaçlarını karşılanması da, ilmî iletişimin sağlanması açısından önemli bir husustur.

D. Beylikler Dönemi

Ulema-Ümerâ Münasebetlerine Tipik Birkaç Örnek

  1. İbn Melek

İsmi, Abdüllatif b. Abdülaziz b. Emînüddîn er-Rûmî el-Hanefî’dir. Bilhassa Türk asıllı müellifler onu İzzüddin lakabıyla zikrediyorlarsa da, İbn Melek veya Feriştehoğlu diye meşhur olmuştur.[46]

İzmir’in Tire ilçesinde Aydınoğulları zamanında yaşamıştır. Doğum tarihi ve hocaları hakkında fazla malumata rastlayamadık, ancak babasının Birgi kadısı olduğunu İbn Batuta’dan öğreniyoruz.[47] Bundan anlaşılıyor ki, İbn Melek ehl-i ilim bir aile içinde yetişmiş, eserinde “şeyhim” diye andığı babasından çokça istifade etmiştir.[48]

Aydınoğlu Mehmet Bey’in Tire’de yaptırdığı medresede uzun yıllar hocalık yapmış, bu medrese İbn Melek’ten sonra onun ismiyle anılır olmuştur. Mehmet Bey’in oğullarının yetişmesinde büyük emeği geçmiştir. Mehmet Bey’in oğulları İsa Çelebi, Selim Çelebi ve Hızır Şah adlı şehzadeler İbn Melek’e talebelik etmişlerdir. Evliya Çelebi bu şehzadelerin İbn Melek’in medresesinin avlusunda gömülü olduklarını kaydediyor.[49]

Bazı kaynaklar bizzat Aydınoğlu Mehmet Bey’e de hocalık ettiğini kaydediyorlarsa da,[50] kronolojik olarak mümkün görülmemektedir.[51] Çünkü Mehmet Bey 1334’te vefat etmiştir. Muhtemelen Mehmet Bey’e hocalık yapan, İbn Batuta’nın da seyahatnamesinde “Kadı İzzettin Ferişte” diye bahsettiği İbn Melek’in babasıdır.[52]

Tahsil hayatı ile ilgili olarak Evliya Çelebi, onun Manisa’da Sarhan Medresesi’nde ilim tahsil ettiğini ve orada halen ziyaret edilen bir hücresinin bulunduğunu kaydediyor.[53]

Aydınoğulları Beyliği’nin Osmanlılara katılmasından sonra da, Osmanlı idaresinde yaşamıştır. Şakayık ve Sicilli Osmanî gibi osmanlı ulemasını anlatan eserler, onu I. Bayezid zamanında yaşayan ulemâ listesine dahil ederler.[54] Seyyid Bey, İbn Melek’in kendisinin büyük dedelerinden olduğunu söylüyor ve şu bilgileri veriyor: “Aslen Türkistanlı olup babası Aydınoğullarının hususi daveti üzerine Türkistan’dan Aydınoğulları sancağına gelmiştir.”[55]

İbn Melek’in vefat tarihi ihtilaflıdır. Muhtemelen 1398 tarihleri civarında vefat etmiş[56] olup, kabri Tire’dedir.

İbn Melek’in yazmış olduğu Menar Şerhi, Molla Hüsrev’in 1480 Usûlü ile birlikte Osmanlı Medreselerinde ders kitabı olarak takip edilmiştir.[57] Şekâik Zeyli Atâyî’de nakledildiğine göre, münhal olan Sahn-ı Semân müderrisliği için yapılan imtihanda İbn Melek’in Usûlünden verilen bahis üzerine risale kaleme almış ve imtihan ona göre neticeye bağlanmıştır.[58] Hadisten kaleme aldığı Meşârik Şerhi de uzun yıllar ulemânın elinden düşmemiş, medreselerde ders kitabı olarak okutulmuştur.[59]

Manzum Lügatı ise, yıllardan beri talebelere ezberletilmiş Evliya Çelebi gibi birçok kimse tarafından hayırla yadedilmesine vesile olmuştur.[60] Hacmi küçük olmakla birlikte, Arapça Türkçe lügatların ilklerinden sayılan bu eser, edebiyat sahasında çalışanlar için de orijinal bir malzemedir.

Diğer taraftan İbn Melek’in eserlerinde muasır âlimlere atıflar yer almaktadır. Bu da o dönemde ilmî iletişimin çok iyi olduğunu göstermesi açısından önemlidir.[61]

Kaynaklarımız İbn Melek’in batıl bir tarikat olan hurûfî bir kardeşinden bahsediyorlar. 864/1459 yılında vefat eden bu kardeşi de “İbn Ferişteh” diye meşhur olup, şu eserleri vardır: İshaknâme, Hidayetnâme, Ahiretnâme ve Aşknâme gibi eserleri vardır.[62] Taşköprîzâde, bu duruma işaret ederek, Kur’ân’daki bir âyetten mülhem der ki: “Yâ Rabbi, seni tesbih ederim, hikmetinden sual olunmaz. Bu acı ve tatlı su; diğeri ise susuzluğu gideren tatlı ve lezzetli su”[63]

Bu dönemde Anadolu’yu karıştıran Kadı Simavi 1420 gibi birçok ulemanın da içinde yer aldığı Hurufilik hareketinin İbn Melek ailesini de ikiye bölmesi oldukça ilginçtir.

Tire gibi Anadolu’nun uç noktasında yetişmiş, yazdığı kitaplar Mısır, Şam ve Bağdat gibi ilim merkezlerinde okutulmuş bir ilim adamı olan İbn Melek ve benzeri âlimler, Osmanlı ilmiyye sınıfının alt yapısını oluşturmuşlardır. Bunun neticesi olarak da ilmî faaliyet hızla gelişmiş ve Osmanlılar döneminde ise ileri bir noktaya ulaşmıştır.

  1. Kadı Burhaneddin Ahmed

Kadı Burhaneddin Ahmed (1398), siyasi açıdan Anadolu’nun çok karışık olduğu bir dönemde yaşamış âlim ve şair bir devlet adamıdır. İlmiyye sınıfına mensup bir aileden yetişmiş birisi olmasına rağmen, uzun mücadelelerden sonra kendi adına devlet kurmuş, para bastırmış ve hutbe okutmuştur. Bu bakımdan birçok tarihçimizin dikkatini çekmiş, hakkında müstakil çalışmalar yapılmıştır. Tarihimizde şair hükümdarlar pek çoktur. Ancak Kadı Burhaneddin Ahmet gibi, hem şair hem de muasırlarına reddiyeler yazacak kadar ilmî faaliyetleri takip edenlere çok az rastlanır. Yirmi bir yaşında Kayseri kadısı oluncaya kadar, eğitimini tamamlamış, Hacc’a gitmiş, zamanın ilim merkezleri konumunda olan Halep, Şam ve Mısır’ı dolaşmıştır. Genç yaşta devlet idaresine girmiş, kendi adına kurduğu devletin hükümdarı olmuştur. Harp meydanlarında at sırtında dolaşırken bile, ilmi faaliyetlerinden geri kalmamıştır.[64] Onun güzel bir kütüphanesinin olduğu ve haftanın üç gününü, ilim adamları ile mübaheseye ayırdığı kaydediliyor.[65] Kadı Burhaneddin’in hizmetine alıp günü gününe hayatını yazan Aziz b. Erdeşir-ı Esterabadi’nin “Bezm-u Rezm” adlı Farsça eseri şahsı ve dönemi hakkında ilk elden çok değerli bir kaynaktır.[66]

Kadı Burhaneddin’in ecdadı Oğuzların Salur boyundan olup, birkaç batın Kayseri kadılığı yapmış bir aileden Kayseri’de dünyaya gelmiştir. Henüz yirmibir yaşında iken babasının yerine Kayseri kadısı olmuş, otuzdört yaşında iken vezir, otuz yedi yaşında ise nâib ve hükümdar olmuştur. On yedi yıl saltanat sürdükten sonra elli dört yaşında vefat etmiştir. Bütün hayatı mücadelelerle geçen Kadı Burhaneddin ilmi ve siyaseti şahsında toplamış muktedir bir devlet adamı idi.

Kadı Burhaneddin’in bize intikal eden iki eseri ve bir de Türkçe divanı bulunmaktadır. Bunlardan birincisi “Tercihu’t-Tavdih”, sıradan bir usul-ü fıkıh kitabı olmayıp, zamanın meşhur Şafii fakihi Taftazânî’nin eserine bir reddiye ve onun Hanefilerle ilgili bazı görüşlerini kritik etmek için kaleme alınmıştır. Bezm-ü Rezm’de kaydedildiğine göre bu eser bir yıldan az bir süre içerisinde hiçbir kitaba müracaat edilmeksizin kaleme alınmıştır.[67]

Kadı Burhaneddin’in ikinci eseri, “İksirü’s-Saadat fî Esrâri’l-İbadat” adlı bazı şiirleri ve tasavvufi izleri ihtiva eden bir çalışmadır. Kadı’nın bu eserinde Muhyiddin-i Arabi’nin Fususu’ndan ve Mevlana’nın eserlerinden şiirler ve bazı görüşler nakledilmektedir. Bu eserin, Türçeye iki ayrı tercümesi yapılmıştır. Bu eseri müellif, 1395 senesinin kış mevsiminde, harpten uzak kaldığı bir zamanda yirmi gün gibi kısa bir zamanda tamamlamıştır. Estarabâdî’ye göre, bu eserleri telif edebilmek için ilmin bütün dallarının bilinmesi, ayrıca şeriat ve hakikat konularının da kavranması gerekir.[68] Her iki eser de yazma halinde olup, kütüphanelerde yazma nüshaları bulunmaktadır.[69]

Kadı Burhaneddin’in Türkçe divanının tek yazma nüshası Londra’da British Museum’da or. 4126 numarada kayılı olup, Türk Dil Kurumu tarafından 1943’te İstanbul’da tıpkı basımı yapılmıştır. Prof. Dr. Ali Alpaslan divanından seçmeler yaparak 1997’de Ankara’da neşretmiştir. Türkçe şiirlerinden başka ayrıca Arapça ve Farsça şiirleri de bulunmaktadır.

Kadı Burhaneddin Ahmed, bir şair ve alim olarak kalemini, bir hükümdar olarak da kılıcını çok iyi kullanmasını bilen Ebu’l-Feth lakabıyla meşhur kudretli bir devlet adamıdır. Kayseri’de doğup yetişmesine rağmen, zamanının meşhur ilim merkezlerini dolaşmış, sonra da devlet idaresine girerek bu birikimini değerlendirme imkanını bulmuştur.

  1. Molla Fenârî

Molla Fenarî’nin asıl adı Muhammed b. Hamza b. Muhammed olup, 1350’de doğmuş, 1431’de Bursa’da vefat etmiştir. Başta İslam Hukuku olmak üzere; Tefsir, Kelam, Mantık, Tasavvuf, Arap Dili ve Edebiyatı sahalarında eserler yazmıştır. Eserlerinin birçoğu medreselerde ders kitabı olarak okutulmuş, İslam dünyasında kaynak kitap olarak kullanılmıştır.[70]

Fenarî’nin ilk hocası aslen Afyonkarahisarlı olan “Kara Hoca” diye meşhur Alâaddin Esved’dir (1397). İkinci hocası yine Anadolu’da yetişen âlimlerden Cemaleddin Aksarayî’dir. Aksarayî, Fahreddin Râzî’nin torunlarından olup, Karaman beldesinde, İznik Zincirli Medresesi’nde ve Amasya’da müderris olarak çalışmıştır. Zincirli Medresesi Vakfiyesi’nde, müderris olabilmek için Cevherî’nin (1003) Sıhah’ını ezbere bilmek şartı vardı. Fenârî, onun en sekçin talebelerinden birisidir.[71]

Molla Fenârî, Anadolu’da tahsilini tamamlayıp icazetini aldıktan sonra, zamanın meşhur ilim merkezi Mısır’a gitmiştir. Mısır’ın meşhur âlimlerinden aslen Bayburtlu Ekmeleddin Babertî’den (1384) istifade etmiştir. Bursa’da müderris olduktan sonra Hacc’a gitmiş, dönüşte yine Mısır’a uğramıştır. Mısır’da İbn Hacer el-Askalânî 1448 gibi birçok meşhur alim ona talebe olup icazet almıştır.

Diğer taraftan zamanın meşhur mutasavvıfı “Somuncu Baba” diye meşhur Şeyh Hamid el- Aksarayî (1412) ile görüşmüş ve tasavvufî derinliğini ondan almıştır.[72]

Molla Fenârî, Mısır dönüşü muhtemelen Konya ve Karaman’a uğrayıp, hocası Cemaleddin Aksarayî ile görüşüp, Karaman Beyi Alauddin Ali Bey ve oğlu Mehmet Bey ile tanışıp sıkı bir dostluk kurmuştur.[73]

Fenârî ilk Mısır seyahatinden Bursa’ya dönüşünde Manastır Medresesi’ne müderris, sonra da Bursa kadısı olmuştur. Bursa kadısı iken zamanın Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayazid, bir hususta şahitlik yapmak üzere mahkemeye gelmiş, ancak Fenârî padişahın şahitliğini kabul etmemiştir. Yıldırım Bayazid, “Ben bu işi biliyorum, bu böyledir” dediyse de, Fenârî, “Siz namaz için cemaate gelmiyorsunuz, ben sizin şehadetinizi kabul edemem” şeklinde cevap verdiği kaynaklarda yer almaktadır.[74]

Tarihi birçok kaynakta yer alan bu hadisede, padişahla sıradan bir tebası arasında fark gözetmeyen Kadı’nın adalet anlayışı ne kadar övgüye değer ise, diğer taraftan kendi raiyyesinden bir hâkimin aleyhinde verdiği hükme ses çıkarmaksızın itaat eden padişah da en az o kadar yüce ve övgüye layık olduğu aşikârdır.[75]

Danişmend’in izahına göre, Fenârî’nin o zaman, şahitliğini kabul etmemesinin sebebi, ibadette kusur eden padişahın halk hukukunda lâubaliliğe kapılıp yalan yere şehadet edebilme ihtimalidir. Kadı bunu Yıldırım’ın yüzüne karşı söylemiş, mahkemede söylediği için herkes dinlemiş ve adalet huzurunda hiç kimseden farkı olmadığına kânî olan Yıldırım Bayazit de hâkimin hükmüne râzı olup hiç ses çıkarmamıştır.[76]

Molla Fenârî’nin Yıldırım Bayezid’le arası açıldığı için Karaman’a gittiği bazı kaynaklarda kaydediliyorsa da,[77] Uzunçarşılı bunun doğru olmadığını kaydetmektedir. Çünkü Karaman ülkesi Yıldırım zamanında, Osmanlı Devleti’ne ilhak edilmiştir. Fenârî muhtemelen ya Ankara Savaşı’ndan sonraki karışık dönemde veya Çelebi Mehmet zamanında Karaman’a gitmiştir.[78]

Timur, Ankara Savaşı’ndan sonra Kütahya’ya gelmiş ve burada bir müddet kalmıştır. Bu sırada, Bursa’dan Yıldırım Bayezıd’ın damadı Mehmet Buharî, Molla Fenârî ve Şemsettin Cezerî’yi huzuruna getirdiler. Timur üç büyük âlime de gereken saygıyı gösterip onlara oldukça iyi davrandı. Onları beraberinde götürmek istediyse de Mehmet Buharî ile Fenârî özür beyan edip gitmekten vazgeçtiler. Ancak Cezerî Timur’un yanında kaldı ve onunla birlikte Semerkand’a kadar gitti.[79]

Molla Fenârî, Ankara Savaşı sonrası, Karamanoğlu Mehmet Bey’in daveti ile Karaman’a gitti. Mehmet Bey O’na çok büyük ilgi gösterdi. Kendisine günde bin, talebelerine de beş yüz akçe para tahsis etti. Burada talebe okutmaya başladı. Fenârî, talebelerinin arasından temayüz eden Sarı Yakub ve Kara Yakub adlı iki öğrencisi ile övünürdü.[80]

Fenârî, Karaman’da “Aynü’l-A’yan” adlı bir Fatiha Tefsiri yazıp bu eserini Mehmet Bey’e ithaf etmiştir. Ayrıca kitabının mukaddimesinde Mehmet Bey’i öven Arapça bir şiir de yer almaktadır. Eser İstanbul’da 376 sayfa olarak basılmıştır.[81]

Molla Fenârî, Karaman’da on yıl kadar kalmış, talebe okutmuş, eserler telif etmiştir. Karaman’da adını taşıyan Fenârî mahallesinde, yine aynı adla anılan bir medrese ve bir de hamam bulunmakta idi. Şu anda bu iki eserin de mevcut olmadığı belirtilmektedir.[82]

Ankara Savaşı’ndan sonra büyük sarsıntı geçiren Osmanlı Devleti, I. Mehmet’in gayretleriyle yeniden toparlandı. Karaman ve Konya çevresine bir sefer düzenleyen I. Mehmet oraları yeniden fethetti. Molla Fenârî’yi de yanına alarak Bursa’ya döndü.[83]

Molla Fenârî, Karaman’dan Bursa’ya döndüğünde yine saygı ve hürmet görmüş, müderrislik ve kadılık görevleri yeniden kendisine verilmiştir. Bu arada yaşı hayli ilerlediği ve tecrübe sahibi olduğu için, ilmi sahada olduğu kadar siyasi işlerde de kendisine danışılan bir mevkîye gelmiştir. Kendisine bir konu sorulduğunda, çekinmeden fikrini beyan ediyor, adalete aykırı işlerin de önüne geçiyordu. Bu bakımdan halk tarafından da oldukça seviliyordu.[84]

Molla Fenârî, müderrislik, kadılık ve müftülüğü şahsında topladığından büyük bir şöhrete sahip olmuştu. Cuma günü camiye gitmek üzere evinden çıktığında, evi ile cami arası insanlarla dolar ve büyük bir izdiham yaşanırdı. Diğer taraftan dünyalık açısından da büyük bir servete sahipti. Bütün bu zenginliğine rağmen kendisi oldukça sade bir hayat yaşar, pahalı şeylere itibar etmezdi. Kendisi ipekçilik yapar, kendi el emeğinden elde ettiği paralarla geçinirdi.[85]

Taşköprîzâde’nin naklettiğine göre Fenârî, devlet nezdinde bir nevi “vezirlik” makamında idi. Bundan dolayı Hacı İvaz Paşa gibi, resmi vezirlik makamında bulunanlarla zaman zaman sürtüşmeler yaşanıyordu.[86]

Molla Fenârî’nin şahsına ait on bin ciltlik hususi bir kütüphanesi vardı.[87] Henüz matbaanın olmadığı, kitapların elle yazılarak çoğaltıldığı bir dönemde, böyle bir kütüphane, ancak büyük maddi imkanlarla olabilirdi.

Fenârî, Osmanlı Devleti’nde medrese kolunun reisi olarak bilinmektedir.[88] Diğer taraftan Osmanlı eğitim sisteminde ilk ilmî imtiyaz Fenârî ailesine verilmiş, “Fenarîzâdeler” diye bir sınıf ortaya çıkmıştır.

Osmanlı eğitim sisteminde genel teâmül hocadan icâzet almış bir talebe aşağı medreselerden itibaren çalışıp imtihan vermek suretiyle müderris veya kadı namzetliğine kadar çıkar, münhal yer olduğunda da tayin olunurdu. Ancak yüksek derecelerdeki ulemânın oğulları, babalarının işgal etmiş oldukları, mevkiye göre, ileri seviyedeki medreselere müderris olabilirlerdi.[89]

Molla Fenârî’nin oğullarına ve torunlarına verilen bu imtiyaz, daha sonraki tarihlerde genişletilerek bütün ulema oğullarını kapsamıştır. Sıra bekleyen namzetlerin yerlerine ehliyetlerine bakılmayarak bu imtiyazlılar tayin edilmiştir.[90]

İlk olarak II. Murat tarafından Molla Fenârî ailesine ilmi teşvik ve ulemayı taltif için tanınan birtakım imtiyazlar, daha sonraları bütün ulema çocuklarına tanınınca, bilgi bakımından zayıf bir zâdegan zümresinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Böylece Osmanlı ilmiyye teşkilatında ilk bozulmalar başlamıştır.[91]

Bir kimsenin kendi başarılarından dolayı, başkalarına imtiyaz tanınmasının şerî veya kânunî hiçbir mesnedi yoktur. Kaldı ki İslam’da Hz. Peygamber’in soyuna bile böyle bir imtiyaz tanınmamıştır.[92]

Sonuç

Anadolu Selçuklularının sonu ve Beylikler Dönemi, siyasi açıdan çok çalkantılı bir zaman dilimi olmakla birlikte, idarecilerin ilmi gelişmeleri ve alimleri desteklemeleri açısından oldukça verimli bir dönemdir. Nitekim Anadolu’da ulema, itibar ve ekonomik açıdan çok iyi durumda olduklarından, dünyanın her yerinden farklı ilim dallarında yetişmiş birçok insan, Anadolu’ya akın etmiştir. Siyasi çekişmelerin dışında kalan alimler genelde idarecilerden hürmet ve saygı görmüşlerdir. Alimlerin vardıkları şehirlerde vakıflar ve bazı Ahî tekkeleri tarafından bütün ihtiyaçlarının karşılanması, bu hareketliliğin ve dolayısıyla ilmî iletişimin artmasında büyük rol oynamıştır.

Beylikler Dönemi’nde zamanın âlimleri arasında çok iyi işleyen ilmi bir iletişimin olduğunu görülmektedir. Bu dönemde Anadolu’da belli bir seviyeye gelen âlimlerin Mısır, Şam ve Hicaz gibi ilim merkezlerine mutlaka gittiklerini, hatta bazen oraya yerleşip kaldıklarını müşahede ediyoruz. Bu dönemde Mısır ve Suriye’de Türk asıllı Memlük hakimiyetinin bulunduğu ve bunların ulemaya olan ilgisi gözden uzak tutulmamalıdır. Diğer taraftan Anadolu’da eser yazan bir müellifin muasırı olan birçok kimseye atıflar yaptığı, hatta bazen bu eserlerden bir kısmına reddiyeler kaleme aldığı bilinmektedir. Bu da bize o günün ulaşım imkanlarıyla mukayese edilemeyecek seviyede ilmî alışverişin olduğunu göstermektedir.

Bütün bu olumlu tespitlerle birlikte, idarecilerin ilmiyye sahasında belli ailelere tanıdıkları bazı imtiyazlar, ileride Osmanlılar döneminde “beşik uleması” diye talihsiz bir tabirin doğmasına da vesile olmuştur. İlmiyye sınıfındaki terfi ve tayinlerde bozulma başlayınca, ulemanın idarecilerle münasebetlerinde de bazı problemler yaşanmıştır.

Prof. Dr. Mustafa BAKTIR

Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 7 Sayfa: 560-568


Kaynaklar :
♦ Aclûnî, İsmail b. Muhammed, Keşfu’l-Hafâ, Beyrut 1351.
♦ Ahmed b. Hanbel, Müsned, Beyrut 1969.
♦ Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, İstanbul 1969.
♦ Akün, Ömer Faruk, “Firişte-Oğlu” Md., The Encyclopedian of İslam, Yeni Baskı, Leiden 1965. Apaydın, Yunus, “Kadı Burhaneddin’in Tercîhu’t-Tavzih Adlı Eseri”, EÜ, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Kayseri 1995, Sayı 6, s. 33-45.
♦ Aşkar, Mustafa, Molla Fenâri ve Vahdet-i Vücud Anlayışı, Ankara 1993.
♦ Atay, Hüseyin, Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi, İstanbul 1983.
♦ Aydın, Hakkı, İslam Hukuku ve Molla Fenari, İstanbul 1991.
♦ Ayverdi, Samiha, Boğaziçinde Tarih, İstanbul 1968.
♦ Bağdatlı İsmail Paşa, Hediyyetü’l-Arifîn, İstanbul 1951.
♦ Baktır, Mustafa, “Tireli İbn Melek ve İlmî Muhiti Hakkında Bazı Tesbitler”, Türk Kültüründe Tire Sempozyumu, Ankara 1994, s. 33-42.
♦ Baktır, Mustafa, “Kadı Burhaneddin Ahmed’in İlmi ve Hukukî Yönü”, XIII ve XIV. Yüzyıllarda Kayseri’de Bilim ve Din Sempozyumu, Ankara 1998, s. 143-152.
♦ Baktır, Mustafa, “Tireli İbn Melek, Hayatı, Eserleri ve Menar Şerhi”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. 9, Erzurum, 1990, s. 40-66; sy. 10, Erzurum, 1991, s. 51-58.
♦ Baktır, Mustafa, İslam’da ilk Eğitim Müessesi, Suffa Ashabı, İstanbul 1984.
♦ Bayrakdar, Mehmet, Kayserili Dâvûd, Ankara 1988.
♦ Bayram, Mikail, Anadolu’da Telif Edilen İlk Eser, Keşfu’l-Akabe, Konya, 1981.
♦ Brockelman, GAL, Supp., Leiden 1937-1942.
♦ Bursalı Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1333.
♦ Çakan, İsmail Lütfi, “İmam Buhari’nin Buhara Emiri İle Münasebetleri”, Büyük Türk-İslam Bilgini Buhari, Uluslararası Sempozyum, Kayseri 1996, s. 39-45.
♦ Danişmend, İ. Hakkı, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul 1947.
♦ Ebu Davud, Süleyman b. Eş’as, Sünen, Humus, 1970.
♦ Ebû Yusuf, Kitâbul Harac, Kahire 1396.
♦ Ebû Zehra, Muhammed, Ebû Hanîfe, trc. Osman Keskioğlu, İstanbul 1970. el-A’zamî, M. Mustafa, “Buhârî” Md., DİA, İstanbul 1992, VI, 368.
♦ Esterabadî, Aziz b. Erdeşir, Bezmu Rezm, trc. Mürsel Öztürk, Ankara 1990.
♦ Evliya Çelebi, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, sad. Z. Danışman, İstanbul 1971.
♦ Gazâli, Muhammed b. Ahmet, Oğlum, (Eyyühe’l-Veled), trc: A. Serdaroğlu, Ankara 1964.
♦ Göde, Kemal, Eretnalılar, Ankara 1994.
♦ Halaçoğlu, Yusuf, XIV-XVII. Yüzyıllarda Osmanlılarda Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı, Ankara 1991.
♦ Hoca Sadeddin Efendi, Tacü’t-Tevârih, sad. nşr. İ. Parmasızoğlu, İstanbul 1974.
♦ İbn Batuta, İbn Batuta Seyahatnamesinden Seçmeler, Haz: İsmet Parmaksızoğlu, İstanbul 1971.
♦ İbn Melek, Mebârikü’l-Ezhar, İstanbul 1303.
♦ Korkmaz, Fahrettin, Gâzali’de Devlet, Ankara 1995.
♦ Mehmet Süreyya, Sicilli Osmânî, İstanbul 1311.
♦ Molla Fenârî, Aynü’l-A’yan, İstanbul 1325.
♦ Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, trc. M. S. Mutlu, S. Tuğ, İstanbul 1969.
♦ Muhammed Hamidullah, Serahsî’nin Devletler Umumi Hukukundaki Hissesi, trc. Salih Tuğ, es- Serahsî Armağanı, Ankara 1965, s. 15-25.
♦ Neseî, Ahmed b. Ali, Sünen, Mısır, ts.
♦ Saymerî, Hüseyin b. Ali, Ahbâru Ebî Hanîfe ve Ashâbihî, Beyrut 1976.
♦ Serahsî, Muhammed b. Ahmed, el-Mebsûd, Beyrut ts.
♦ Seyyid Bey, Usûl-ü Fıkıh (Medhal), İstanbul 1333.
♦ Suyutî, Celalüddin, el-Câmiü’s-Sağîr, (Feyzü’l-Kadir’le birlikte), Mısır 1938.
♦ Şevkânî, Muhammed b. Ali, el-Bedru’t-Tâli’, Kahire, 1348.
♦ Taşköprîzâde, eş-Şekâiku’n-Nu’umaniyye, Beyrut, 1975.
♦ Tirmizî, Muhammed b. Sevr, el-Câmiü’s-Sahîh, Mısır 1975.
♦ Tuğ, Salih, Eserlerinde Rastlanan İfadelerine Göre İmam Sarahsî’nin Hapis Hayatı, es-Serahsî Armağanı, Ankara 1965, s. 43-60.
♦ Uzunçarşılı, İ. Hakkı, Anadolu Beylikleri, 3. baskı, Ankara 1984.
♦ Uzunçarşılı, İ. Hakkı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, Ankara 1984.
♦ Uzunçarşılı, İ. Hakkı, Osmanlı Tarihi, 3. baskı, Ankara 1972.
♦ Uzunçarşılıoğlu, İsmail Hakkı, “Karamanoğulları Devri Vesikalarından İbrahim Beyin Karaman İmareti Vakfiyesi”, Belleten, Ankara 1937, sayı 1, s. 56-143.
♦ Uzunpostalcı, Mustafa, “Ebû Hanîfe”, DİA, İstanbul 1994, X, 133.
Dipnotlar :
[1] Ayverdi, Samiha, Boğaziçinde Tarih, İstanbul 1968, s. 8.
[2] Bkz. Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, trc. M. S. Mutlu, S. Tuğ, İstanbul 1969, II, 188, 189.
[3] Bkz. Alak (16), 1-5.
[4] Bkz. Baktır, Mustafa, İslam’da İlk Eğitim Müessesi, Suffa Ashabı, İstanbul 1984, s. 39.
[5] Ahzab (33), 21.
[6] Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, Beyrut 1351, II, 65; Suyutî, el-Câmiü’s-Sağîr, Mısır 1938, IV, 382.
[7] Tirmizî, Fiten 72; Neseî, Beyat 35-36; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Beyrut 1969, II, 95.
[8] Ebû Dâvud, Melâhim 17; Neseî, Beyat 37.
[9] Saymerî, Hüseyin b. Ali, Ahbâru Ebî Hanîfe ve Ashâbihî, Beyrut 1976, s. 53, 57; Ebû Zehra, Muhammed, Ebû Hanîfe, trc. Osman Keskioğlu, İstanbul 1970, s. 56, 82, 87; Uzunpostalcı, Mustafa, “Ebû Hanîfe”, DİA, İstanbul 1994, X, 133.
[10] Ebû Yusuf, Kitâbul Harac, Kahire 1396, s. 3. Bu eser, Türkçeye tercüme ettirilip İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi tarafından 1973’te bastırılmıştır.
[11] Çakan, İsmail Lütfi, “İmam Buhari’nin Buhara Emiri İle Münasebetleri, Büyük Türk-İslam Bilgini Buhari”, Uluslararası Sempozyum, Kayseri 1996, s. 39-45; el-A’zamî, M. Mustafa, “Buhârî” Md., DİA, İstanbul 1992, VI, 368.
[12] Serahsî, Muhammed b. Ahmed, el-Mebsûd, Beyrut ts., VIII, 80; X, 144; XII, 108.
[13] Muhammed Hamidullah, Serahsî’nin Devletler Umumi Hukukundaki Hissesi, trc. Salih Tuğ, es-Serahsî Armağanı, Ankara 1965, s. 16 vd.; Tuğ, Salih, Eserlerinde Rastlanan İfadelerine Göre İmam Sarahsî’nin Hapis Hayatı, es-Serahsî Armağanı, Ankara 1965, s. 43-44.
[14] Korkmaz, Fahrettin, Gâzali’de Devlet, Ankara 1995, s. 8.
[15] Korkmaz, s. 78, 79.
[16] Gazâli, Muhammed b. Ahmet, Oğlum, (Eyyühe’l-Veled), trc: A. Serdaroğlu, Ankara 1964, s. 41.
[17] Gazâli, s. 42.
[18] Bkz. Bayram, Mikail, Anadolu’da telif edilen ilk eser, Keşfu’l-Akabe, Konya 1981, Mukaddime kısmı.
[19] Uzunçarşılı, İ. Hakkı, Anadolu Beylikleri, 3. Baskı, Ankara 1984, s. 219.
[20] Bursalı, M. Tahir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1333, I, 331; Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, s. 218.
[21] Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, s. 221.
[22] Uzunçarşılı, İ. Hakkı, Osmanlı Tarihi, 3. Baskı, Ankara 1972, I, 536.
[23] Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, s. 105, Osmanlı Tarihi, I, 67.
[24] Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, s. 212.
[25] Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, s. 109.
[26] Taşköprîzâde, eş-Şekâiku’n-Nu’maniyye, Beyrut, 1975, s. 21.
[27] Taşköprîzâde, s. 21.
[28] Taşköprîzâde, s. 25, 26.
[29] Uzunçarşılı, İ. H., Osmanlı Tarihi, I, 521; Bayrakdar, Mehmet, Kayserili Dâvûd, (Dâvûdu’l Kayserî), Ankara 1988, s. 2, 3.
[30] İbn Melek için bkz. Baktır, Mustafa, “Tireli, İbn Melek, Hayatı, Eserleri ve Menar Şerhi”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. 9, Erzurum, 1990, s. 40-66, sy. 10, Erzurum, 1991, s. 51-58.
[31] Seyyid Bey, Usûlü Fıkıh, İstanbul 1333, s. 55.
[32] Uzunçarşılıoğlu, İsmail Hakkı, “Karamanoğulları Devri Vesikalarından İbrahim Beyin Karaman İmareti Vakfiyesi”, Belleten, Ankara 1937, sayı 1, s. 100.
[33] Uzunçarşılıoğlu, s. 115-116.
[34] Uzunçarşılıoğlu, s. 118-119.
[35] İbn Batuta, İbn Batuta Seyahatnamesi’nden Seçmeler, haz. İsmet Parmaksızoğlu, İstanbul 1971, s. 3.
[36] İbn Batuta, s. 4.
[37] İbn Batuta, s. 7-8.
[38] İbn Batuta, s. 10-11.
[39] İbn Batuta, s. 15-17.
[40] İbn Batuta, s. 19.
[41] İbn Batuta, s. 24.
[42] Göde, Kemal, Eretnalılar, Ankara 1994, s. 82, 83, 150.
[43] İbn Batuta, s. 26-27.
[44] İbn Batuta, s. 30.
[45] İbn Batuta, s. 32.
[46] Taşköprîzâde, eş-Şakâiku’n-Nûmâniyye, Beyrut 1975, s. 30.
[47] İbn Batuta, s. 29.
[48] İbn Melek, Mebârikü’l-Ezhar, İstanbul 1303, s. 10.
[49] Evliya Çelebi, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, İstanbul 1971, XIII, 120.
[50] Taşköprîzâde, s. 30.
[51] Akün, Ömer Faruk, “Firişte-Oğlu” Md., The Encyclope of İslam, Yeni Baskı, Leiden 1965.
[52] İbn Batuta, s. 30.
[53] Evliya Çelebi, XIII, 74.
[54] Taşköprîzâde, s. 30; Mehmet Süreyya, Sicilli Osmânî, İstanbul 1311, III, 454.
[55] Seyyid Bey, Usûl-ü Fıkıh (Medhal), İstanbul 1333, s. 55.
[56] Bağdatlı İsmail Paşa, Hediyyetü’l-Arifîn, İstanbul 1951, I, 617; Bursalı Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1333, I, 219-220; Ayrıca bkz. Brockelman, GAL, Supp., II, 815.
[57] Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı Devleti’nin İlmiyye Teşkilatı, Ankara 1965.
[58] Uzunçarşılı, s. 64, 65. (Atâyî s. 51’den naklen).
[59] Uzunçarşılı, s. 28.
[60] Evliya Çelebi, XIII, 118.
[61] Bkz. Baktır, Mustafa, “Tireli İbn Melek, Hayatı, Eserleri ve Menar Şerhi”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. 9, Erzurum, 1990, s. 40-66; sy. 10, Erzurum, 1991, s. 62.
[62] Taşköprîzâde, s. 30. Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı Tarihi, Ankara 1972, I, 532.
[63] Taşköprîzâde, s. 30. Bu söz el-Furkan Suresi (25): 53. âyetinden alınmıştır.
[64] Bkz. Baktır, Mustafa, “Kadı Burhaneddin Ahmed’in İlmi ve Hukukî Yönü”, XIII ve XIV. Yüzyıllarda Kayseri’de Bilim ve Din Sempozyumu, Ankara 1998, s. 143-152.
[65] Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, s. 218-219.
[66] Esterabadî, Aziz b. Erdeşir, Bezmu Rezm, trc. Mürsel Öztürk, Ankara 1990.
[67] Esterabâdî, s. 486.
[68] Esterabâdî, s. 487.
[69] Bu iki eserle ilgili olmak üzere bkz. Baktır, Mustafa, “Kadı Burhaneddin Ahmed’in İlmi ve Hukuki Yönü”, s. 149-152; Apaydın, Yunus, “Kadı Burhaneddin’in Tercîhu’t-Tavzih Adlı Eseri”, EÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Kayseri 1995, Sayı 6, s. 33-45.
[70] Bkz. Aydın, Hakkı, İslam Hukuku ve Molla Fenari, İstanbul 1991; Aşkar, Mustafa, Molla Fenarî ve Vahdet-i Vücud Anlayışı, Ankara 1993.
[71] Baktır, Mustafa, “Tireli İbn Melek ve İlmî Muhiti Hakkında Bazı Tesbitler”, Aşkar, s. 35, 36; Aydın, 48, 49.
[72] Aşkar, s. 40.
[73] Aşkar, s. 47.
[74] Taşköprüzade, s. 19; Şevkânî, Muhammed b. Ali, el-Bedru’t-Tâli’, Kahire, 1348, II, 267; Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, İstanbul 1969, II, 628.
[75] Şevkânî, II, 267; Danişmend, İ. Hakkı, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul 1947, I, 141.
[76] Danişmend, I, 141.
[77] Taşköprîzâde, s. 19, Hoca Sadeddin Efendi, Tacü’t-Tevârih, s. Nşr. İ. Parmaksızoğlu, İstanbul 1974, V, 22; Şevkânî, II, 268; Aydın, s. 63. Halaçoğlu, Yusuf, Osmanlılardan Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı, Ankara 1991, s. 132.
[78] Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II, 649.
[79] Taşköprîzâde, s. 26; Hoca Sadeddin, I, 295, V, 28; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, I, 315.
[80] Taşköprîzâde, s. 19; Hoca Sadeddin, V, 22; Şevkânî, II, 268; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II, 649.
[81] Bkz. Molla Fenârî, Aynü’l-A’yan, İstanbul 1325, s. 3.
[82] Aşkar, s. 60.
[83] Danişmend, I, 171, 172; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II, 649.
[84] Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II, 649; Aşkar, s. 61.
[85] Taşköprîzâde, s. 18, 19, Hoca Sadeddin, V, 20-22; Şevkânî, II, 266.
[86] Taşköprîzâde, s. 17, 20; Şevkânî, II, 266; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II, 649; I, 397, 567.
[87] Taşköprîzâde, s. 19; Şevkânî, II, 267; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II, 644.
[88] Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, I, 533.
[89] Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilatı, Ankara 1984, s. 71; Atay, Hüseyin, Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi, İstanbul 1983, s. 149; Halaçoğlu, s. 127.
[90] Uzunçarşılı, İlmiye Teşkilatı, s. 71, 72.
[91] Halaçoğlu, s. 127.
[92] Atay, s. 149.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.