Bektaşilik, büyük Türk mutassavvıfı Hacı Bektaş-ı Veli etrafında teşekkül etmiş ve onun ismine izafeten Bektaşilik ismini almış, “mürşid olarak Hz. Muhammed’i (s.a.v.), rehber olarak Hz. Ali’yi (k.v.) pir olarak Hacı Bektaş-ı Veli’yi”[1] tanıyan Türk siyasi, kültürel ve sosyal tarihinde derin izler bırakmış, Türk-İslam tasavvuf geleneğindeki 12 tarikatten biridir. Mahiyeti ve kapsamı itibarıyla ortaya çıktığı tarihten itibaren geniş ilgi ve merak uyandırmıştır. Bektaşi Tarikatının ve inancının araştırılıp incelenmesi Türk dini tarihi için de büyük önem taşımaktadır. Bektaşilik Tarikatının kuruluş ve ilk safhaları Hacı Bektaş-ı Veli’nin biyografisi ile eş zamanlıdır.
Türk tarihinde oynadığı mühim roller ve mahiyeti itibarıyla konu üzerinde Avrupa ilmi çevrelerinde pek çok alışma yapılmıştır (von Hammer, George Jacob, F. W. Hasluck, Rudolf Tschudi, bu ilk dönem Avrupalı araştırmacıların en önemlileridir). Bektaşilik konusunda bize tanıklık edecek ve araştırmalara yön verecek derecede belge ve bilgiye sahip değiliz. Önemli ölçüde sözlü kültür geleneği içinde yaratılmış olması ve kuşaktan kuşağa aktarımda sözlü öğretinin teorik, teolojik (yazılı) formların önünde olması sebebiyle mesele bir hayli karmaşıktır. Farklı dini unsurları ve inanç pratiklerini bünyesinde barındırması itibarıyla bağdaştırmacı bir doğası vardır. Eski Türk Dini, Şamanizm, Zerdüştlük, Kalenderi, Haydari, Edhemi, Vefai gibi birçok din ve mezhepten unsur ve etkileri bünyesinde barındırır. Türklerin Şamanizm’den, İslâmiyet’e geçiş sürecinde Bektaşilik ve Alevilik önemli bir nirengi noktasıdır. A. Yaşar Ocak X. yüzyılda başlayan ve günümüze kadar gelen bu sürecin İslamiyeti benimsemeye başlayan, ancak ondan önce mensup oldukları Gök Tanrı Kültü, Tabiat kültleri, Atalar kültü gibi eski Türk inançlarıyla Şamanizm, Budizm, Zerdüştlik ve Maniheizm gibi dinlerin miras bıraktığı inançların etkisi altında yeni bir dini kabul edip kısa zamanda kendi sosyo-ekonomik yapılarına uyduran göçebe Türklerin tarihi olduğu kanaatindedir.[2]
Türklerin İslâmiyet ile ilk karşılaşmaları Abbasi halifesi El Muktedir zamanındadır. Bu halife Türk illerini islâmiyete çekebilmek için ciddi gayret sarfetmiştir. Nitekim onun bu teşebbüsleri sonucu, Volga İtil Bulgarları devlet ve millet olarak İslâmiyete girmiş ve Halife el-Muktedir’den İslâmiyet’in öğretilmesi için din görevlileri gönderilmesini istemiştir. Halife 921 yılında İbn Fadlan başkanlığında bir heyet gönderir. Bu heyet kalabalık Oğuz Türkleri içinden geçip Volga Bulgar hanlığına geldiler. Oğuzlar ve Başkurtlar henüz o sıralarda müslüman olmamışlardı, Şamanist idiler. İbn Fadlan’a göre Oğuzlar İslâmiyet’in tesiri altına girmekte ve şekil olarak ta olsa Arap tüccarların telkini ile Kelime-i şehadet getirmektedirler.[3]
Müteakiben 960’larda Karahanlı hükümdarı Satuk Buğra, Abdulkerim adını almasıyla Oğuzlar ve Karluklular giderek artan bir hızla Müslüman olmuşlardır.[4]
Fakat bu din değiştirme hadisesinin tedricen ve aşamalı olarak geliştiği bir gerçektir. E. Ruhi Fığlalı bu gerçeği şöyle vurgular “toptan dahi olsa bir topluluk, hatta ihtida eden bir kişi, bütünüyle kendi harsından sıyrılamaz. Bir topluluk, nasıl ve ne derece üstün bir medeniyet seviyesine girmiş olursa olsun, yüzyıllardan beri devam eden yaşayış, düşünüş ve inanışlarını ister istemez, birden bire feda edip onlardan uzak kalamaz. Bu Türklerin İslam medeniyeti dairesine girişlerinde de böyle olmuştur. İslâm öncesi maddi manevi pek çok kültür unsuru, tabiri caiz ise adete İslamlaştırılmış ve aynı samimiyetle yaşatılmıştır”.
Çinlilerin X. yüzyıl başlarında Moğolistan’a saldırması sonucunda bölgede bir nüfus sıkışması ve asayişsizlik meydana gelir. Oğuzlar Hazar Ural bölgelerine yayılırlar.
Karahanlıların 999 yılında Samanoğulları Devleti’ne son vermeleriyle artık bütün Türkistan ve Horasan, kısaca Maveraünnehir, Türklerin muhaceretine açık alan haline geliyordu böylece bir kısmı bozkırlarda bir kısmı şehirlerde oturan Oğuzlardan müslüman olanlar, Türkmen adını aldıktan sonra Müslümanlığı kabul etmemiş ırkdaşlarına karşı mücadelelerini sürdürerek onları Karadeniz sahillerindeki Peçeneklerin yanına sürmüş; kendilerinin de X. yy. ortalarına kadar Selçukluları takiple İslâm ülkelerine ve Anadolu”ya muhaceretleri devam etmiştir.[5]
Anadolu Selçuklu Devleti, İran’da 1040 da kurulan Büyük Selçuklu İmparatorluğu’ndan 35 yıl sonra 1071 Malazgirt Zaferi’ni takiben vuku bulan büyük Türk nüfusunun muhacereti ile 1075 de kurulmuştur.[6] Anadoludaki Türk nüfusu yalnızca X. yüzyılda başlayan akın ve göçler neticesinde oluşmuş değildir. Ön Türk tarihinden itibaren Anadolu daima Türklerin etkinlik sahaları içerisinde olmuş ve bunun tabii bir sonucu olarak bir Türk nüfus tabakası oluşmuştur. Emevi ve Abbasi halifelerine paralı asker olarak çalışan Türkler bu devletin Anadolu sınırlarına öncü olarak yerleştirilmişler ve bir Türk nüfus kolonisi oluşturmuşlardı.[7]
Malazgirt Zaferi’nden sonra Sultan Alparslan Erzurum’dan İstanbul’a kadar olan bölgenin sorumluluğunu Kutalmış oğlu Süleyman Şah’a vermiştir. Altı yıl gibi kısa bir sürede Türk akıncılar İznik’e ulaştı. Anadolu’nun bu kadar kısa zamanda ele geçirilmesinde Anadolu halkının Bizans yönetiminden gördüğü iktisadi ve içtimai zulümler en önemli amiller arasındadır. Bu güç şartlar altındaki yerli halkın, kendilerine insanca muamele edileceğini, huzursuzluk çıkarmadıkları takdirde mallarına ve canlarına dokunulmayacağını, tamamen serbest olacaklarını vaat eden Türk fatihlerine karşı daha yakın ve olumlu duygular beslemelerine sebep olmuştur.
İlk göç hareketlerinden itibaren Anadolu’ya gelen Müslümanlarla Hıristiyanlar arsında hoşgörüye dayalı bir saygı ve sevgi ortamı oluşmuştur. Türkler Orta Asya’dan getirdikleri İslâm cilası altındaki sevgi ve saygıya dayalı inanışları, misafirperverlikleri, yardımseverlikleri ve çeşitli mesleki hünerleri en önemlisi taasuptan uzak dervişane yaşayışları Hıristiyanların hayranlığını kazanıyordu. Bu arada Türkmen babaları halka hitap ederken, dini veya kültürel yorumlarını, gerektiğinde onların hoşlarına gidecek bir şekil altında sunmakta hiç tereddüt göstermiyorlardı.[8]
Bu yaşam tarzı 13. yüzyılın ortalarına kadar devam etmiştir. E. Ruhi Fığlalı bu süre içinde “temelde sunni-hanefi, ama tezahürü itibarıyla melâmi tasavvuf ve tarikatların, Ahi ocak ve zaviyelerinin hakim olduğu bir dini hayat teşekkül ettiğini” belirtir.[9]
Anadolu Selçuklu Devleti I. Gıyaseddin Keyhüsrev, I. İzzettin Keykavus ve özellikle Alaeddin Keykubat zamanında oldukça parlak dönemler yaşamıştır. Alaeeddin Keykubatın 45 yaşında zehirlenerek öldürülmesinden sonra yerine liderlikte ve yönetimde kifayetsiz II. Gıyasedddin Keyhüsrev geçmiştir. Sultanın yetersizliği ve veziri Sadettin Köpek’in yanlış yönlendirmeleri sonucu devletin ana unsuru Türkmenlerle yönetimin arası açılmış oldu. Devlet Türkmenler üzerine baskı uygulamaya başladı dönemin önde gelen sanat ve meslek teşkilatı (ahi) önderleri Ahi Evren ve Ahi Ahmet hapis cezasına çarptırılmıştır. Bu siyasi huzursuzluklara iktisadi durumun bozulması ve diğer sosyal etkenler de karışınca kitlesel bir isyanın altyapısı oluşmuş olur.
Babailer İsyanı: Bozulmuş bu dirlik ve düzenliği Türkmenler lehine yeniden tesis etmek isteyen Baba İlyas ve en önde gelen halifesi ve müridi Baba İshak müridleri vasıtasıyla geniş ve etkili bir propogandaya girişir. 1240 yılında Türkmenler Kefersud’da ayaklandılar. İlk başlarda mevzi birtakım başarılar elde ettiyseler de daha sonraları Kırşehir yakınlarındaki Malya ovasında kuşatılan isyancılar mağlup edilip, öldürüldü. A. Yaşar Ocak’a göre; “Babailik ve Babai hareketi bu aşamadan sonra başlamıştır”. İsyandan kaçan bu zümreler diğer heterodoks zümrelerle dayanışma içine girerek Babailik hareketini başlatmışlardır.[10]
Türkmenler arasında yaygın bir takım dini inançları ustaca kullanarak bu ayaklanmayı mehdici bir ideoloji etrafında teşkilatlamayı bilmişlerdir.[11] Bu isyanın sonucunda Anadolu birliği parçalanmış ve Anadolu büyük yıkım ve ıstıraplara sebep olan Moğol istilasına maruz kalmıştır. Babai hareketini başlatan bu şahsiyetler XV. yüzyıldan itibaren Bektaşiliğin ve Aleviliğin teşekkülüne ortam hazırlayarak ve sosyal tabanını oluşturarak en büyük tarihi rollerini oynamışlardır. Bu zümreyi Türk tarihinde temellendiren olay Baba Resul isyanı ve onun arkasından gelişen Babai hareketidir.[12]
Bektaşiliğin kuruluşu ve tarihi gelişim özellikleri göz önüne alındığında iki aşamada değerlendirme zarureti vardır. Hacı Bektaş-ı Veli dönemi de diyebileceğimiz ilk dönem 12 imam, mehdi, Kerbela, Hz. Ali gibi şii-batıni motiflerden ziyade eski Türk inançlarının izlerini taşıyan kültlerin ana temayı oluşturduğu bir inanç çerçevesi vardır.[13] Balım Sultan’ın tarikatın başına geçtiği 15. yüzyıldan sonra ise şii-batıni akideler giderek artan bir biçimde tarikatın inanç iklimine girmeye başlamıştır.
1. Kuruluş ve İlk Dönem
Bektaşilik 13. yüzyılın ortasından itibaren Anadolu’nun Moğol istilasına uğradığı, halkın kendi kurumlarını kurmaya ve ayakta kalmaya çalıştığı bir düzlemde Ahi örgütüyle ve diğer batıni zümrelerin tabanı üzerinde kurulmuştur.
Kurucusu Hacı Bektaş-ı Veli menkabe-anlatılarla örülmüş olan bu kült kişiliğin tarihsel kimliğini ve mücadelesini, öğretisini yeterli derecede aydınlatacak bilgi ve belgeler eksiktir. Melikoff ihtiyatlı bir üslupla “çağdaşı kaynaklarda iz bırakmamasını kendi döneminde yeteri kadar tanınmamış olmasından ileri gelebileceğini” söyler.[14] Akademik gelenekten gelmeyen bir kısım sol eğilimli yazar onun efsanevi mücadelesinden ve ilkelerinden bir tarihi öncü devrimci arşetip imal etmeye çalıştılar. Bunun yanında sağ kesimden bir kısım araştırmacı da asayiş ve bütünleşme kaygısıyla onu asli duruşundan farklı biçimlerde tasvir etmeye çalışmışlardır. Hacı Bektaş-ı Veli hakkında az da olsa malumat bulabileceğimiz eserler Vilayetnâme (ölümünden sonra sözlü kaynaklardan derlenerek yazılmış ve en eskisi ve önemlisi Uzun Firdevs Tarafından yazılmış), Aşık Paşazade’nin Tevarih-i Ali Osman isimli eseri ve Ahmed Eflaki’nin Menakıbu’l-Arifin adlı eserleridir.
Vilayetnâmeye göre Hacı Bektaş-ı Veli Horasan hükümdarı İbrahim es-Sani Seyyid Muhammed ile Şeyh Ahmed isimli Nişaburlu bir alimin kızı olan Hatmenin oğlu olup asıl adı Bektaştır. Baba tarafından Hz. Ali’ye[15] bağlıdır. Bu husus gelenekte ve günümüzde bu görüş mensuplarınca çok ehemmiyet verilen bir husustur. Fakat F. Köprülü, E. Ruhi Fığlalı, İ. Melikoff gibi bu sahanın akademik uzmanları verilen malumatın kifayetsiz olduğu görüşündendir. Doğduğu coğrafyayı ve dönemi dikkate alırsak Hacı Bektaş-ı Veli’nin Türk olması daha ağırlıklı bir ihtimaldir. Doğum ve ölüm tarihini J. Kingsley Birge İstanbul Üniversitesi kütüphanesinde bulduğu bir Yunus Emre divanının iç kapağında düşülen tarihten hareketle 1248 de doğduğunu 1281 de Horasan’dan Anadolu’ya geldiğini 92 yıl yaşayarak 1337 yılında vefat ettiğini söylemektedir.[16] Fığlalı bu tarihlerin Osmanlı resmi kayıtlarla uyumsuzluk gösterdiğini belirterek “Ankara Kütüphanesi’ne Hacıbektaş’tan gelen bir yazma risalenin baş tarafındaki kayıttan 1209-1210 yılında doğup 1271 yılında 63 yaşında vefat ettiğine dair kaydın daha doğru olduğu kanaatindedir.
Kaynakların azlığı ve birbirine atfen söylenilen hususlar birbirinden çok farklı değildir. Mevcut tarihsel verilerden ve sözlü tarih formasyonundan gelen bilgileri birleştirdiğimizde Hacı Bektaş-ı Veli’nin Horasan’da doğup yörenin inanç ikliminde önemli bir faktör olan Yeseviliği ve Horasan melâmiliğinin atmosferini tanıdıktan sonra Anadolu’ya Sivasa geldi. Amasya’ya giderek Baba İshak’a halife oldu. Bir süre Kırşehir ve Kayseri’de kaldı. Sulucakarahöyük (Hacıbektaş) yerleşti. 13. yüzyıl Anadolu’sunun yılgın Türkmen kitlelerini bir araya toplayarak yeni bir ruh ve heyecanla bir ideal etrafında birleştirmiştir. Aşık Paşazade’nin ve Mevlevi kaynaklarının zikrettiği gibi meczup ve donanımsız bir kişinin böylesi bir cazibe ve liderlik gösterebilmesi pek inandırıcı gözükmemektedir. Fakat üzerine geldiği dönemin toplumsal ve kültürel durumuna baktığımızda durum biraz daha berraklaşır. 13. yüzyıl Anadolu’su Moğol istilasından ve iç siyasi huzursuzluklardan bunalmış Türkmen kitlelerini görürüz. Kentler ve medrese çevresinde bilgilenme ve yaşama şansı bulan insan yüzdesi son derece azdır. Nüfusun büyük bir bölümü kırsalda ve yarı göçebe ve tarımla iştigal etmektedir. Böyle bir toplumsal yapıda Türkmen kitlelerin karmaşık sofiyane nazariyeleri ve islâmın akaid, kelam, fıkıh gibi yazılı kültüre dayanan hususlarını öğrenip tam manasıyla uygulaması beklenemezdi. Bu kitleler eski dini ve örfüyle imtizaç içinde saf ve muttaki bir kabullenişle İslam’ı sözlü kültür geleneği içinde anlayıp yaşamaya çalışmışlardır. Böyle bir kültür ikliminde elbetteki kitabi-yazılı kültüre farklı gelebilecek bir tutumun oluşması normaldir. Bu aşamada kısmi bir farklılaşmanın oluştuğu da tarihi bir gerçektir.
Babai İsyanı üzerine dağılan zümrelerin Hacı Bektaş-ı Veli”nin geniş hoşgörü iklimine sığınarak kendilerini devam ettirdikleri görülmektedir. Edhemi, Cami, Şemsi, Kalenderi gibi topluluklar onun çevresinde Bektaşilik ismi altında bir araya geldiler. Bu karşılaşma sonucunda bu zümrelerin Hacı Bektaş bağlılarına birtakım inanç öğeleri aktardığı sezilmektedir. Gölpınarlı Hacı Bektaş’a atfedilen Makalat isimli esere baktığımızda, “dört kapıdan (şeriat, tarikat, hakikat, marifet) ve her kapının on makamından, ölümden, kalp ahvalinden, tasavvuftan, zahid, arif ve muhiblerden bahsetmede, insanı övmede, dünyada bulunan her şeyin insanda bulunduğunu bildirmektedir”.[17]
Bu tarikat Osmanlı İmparotorluğu’nda yaygınlaştıktan sonra Hacı Bektaş’ı İlk Osmanlı Sultanlarıyla çağdaş sayan söylentiler ortaya çıktı. Bektaşi geleneğine göre Hacı Bektaş-ı Veli, Orhan Gazi zamanında Yeniçeri ocağına dua etmiş, Yeniçerilerce pir tenınmıştır. Bu sebeble Yeniçerilere “taife-i bektaşiyan” denirdi. Yeniçerilerin başına giydiği börkün arkaya doğru sarkan kısmı da Hacı Bektaş’ın hatırasına bağlıdır. Söylentiye göre Hacı Bektaş kendisine getirilen yeniçerinin başına elini uzattığı zaman, arkaya doğru sarkan kol yenini hatırlatmak için börkün arkasına bu kısım eklenmiştir. Yeniçerinin yine bu kol yeni ile ilgili olan “yeniçeri” sözünden türediği de ileri sürülmektedir.
Hacı Bektaş-ı Veli yeniçeriliğin kurulmasından önce öldüğü için bu bilgiyi tarihi belgeler doğrulamamaktadır. Anadolu’da yaygın bir kuruluş olan ahilikte her esnaf sınıfı bir pire dayanıyordu. Ahilerin seyfi kolu olan Alperenlerde Hacı Bektaş’ı kendilerine serçeşme tanıdılar, böylece yeniçerilerle Bektaşiliği birleştiren köken söylenceleri türemeye başladı.
Hacı Bektaş’ın eserleri bahsi henüz üzerinde anlaşılamamış bir kondur. Kendisine atfedilen eserler şunlardır. a- Kitabu’l-Fevaid b- Makalat c- Şerh-i Besmele d- Şathıyye e- Tefsir-i Fâtiha f- Kelimat-ı’ Ayniye g- Hurde-Nâme dir. Esat Coşan, A. Gölpınarlı, M. Öztürk, B. Noyan gibi araştırmacılar bu eserlerin büyük ağırlıkla Hacı Bektaş-ı Veli’ye ait olduğu kanaatindedirler. A. Yaşar Ocak bu eserlerin Hacı Bektaş-ı Veli’ye aidiyetinin ispatlanmamış bir konu oyduğunu öne sürerek bu araştırmacılardan ayrılır.[18]
İlk dönem Bektaşi öğretisine baktığımızda Şii (Caferi). batıni tesirin ve motiflerin, Kalenderi üslup ve tavrın pek yer almadığını görmekteyiz. Bunula birlikte Vilayetnamedeki uygulamalara baktığımızda melameti bir tavır ve ritüel uygulamalar görülmektedir. Sema dem, telkin, muhip, tac, çerağ bunların en önemlileridir.[19]
J. Kingsley Birge’ye göre “Kırşehir yakınlarında daha sonra kendi adıyla anılacak beldeye yerleşen Hacı Bektaş-ı Veli Türk yaşamının toplumsal ve dinsel pratikleriyle, az çok ortodoks İslâm görüntüsünü Orta Asyalı sufi Ahmet Yesevi’nin etkisini taşıyan bir tasavvuf sisteminde birleştiren genel Türkmen babaları hareketinin bir parçası oluyor; bu Türkmen kabileleri arasında zamanın azizi olarak genel bir kabul kazanıyor, müridler kazanıyor ve yönlendiriyor; çerağ kullanımı, lokma ve sema etmek de dahil olmak üzere basit bir ritüelin temellerini öğretiyor, kendisi özel bir başlık giyiyor ve müridler ve halifeler yetiştirip öğretisini yaymaya çalışıyordu”.[20]
Hacı Bektaş-ı Veli öğretisini “dört kapı kırk makam” esası üzerine kurmuştur. Bu ilkeler Yesevi gelenekten doğmuş bütün tarikatlarda da aynıdır. Her kapı bir diğerine geçiş için bir köprü niteliğindedir. Biri diğerine tercih edilemez. Bu yönüyle Hacı Bektaş-ı Veli yüzyıllar boyu bütün inanç renklerinin kabul, saygı ve sevgisini kazanmıştır. “Allahın yeryüzündeki halifesi” (Bakara Suresi. 30) olan insana merkezi bir önem verir. Bu öğreti 13. yüzyıl Türkmen Anadolusu’nda Türkmen aydınlanması” diyebileceğimiz Yunus Emre, Aşık Paşa, Ahi Evran gibi önemli şahsiyetler tarafından zenginleştirilen bir kültürel iklimin kurulmasında büyük bir öneme sahiptir.
Hacı Bektaş-ı Veli aynı zamanda Osmanlı fetih siyasetinde önemli bir güç olan Yeniçeri ocağının manevi önderi konumundadır. Nedenleri tam olarak bilinemeyen bir süreç içinde yeniçerilerle özdeşleşti ve onlar vasıtasıyla Balkanlar’a yayılma imkanı bulmuştur.
Vilayetnâmede zikredilen bazı müridleri; “Seyyid Cemal Sultan, Sarı İsmail Sultan, Kolu Açık Hacim Sultan, Resul Baba Sultan, Pir Ebi Sultan, Tapduk Emre, Karadonlu Can Baba, Huy Ata, Sarı Saltık Baba, Bostancı Baba, Molla Saadettin, Barak Baba”dır.[21] Bu şahıslar aynı zamanda Vilayetname’nin şahıs kadrosunun önemli bir bölümünü oluşturur.
Hacı Bektaş-ı Veli’nin ölümünden sonra tarikat Hacı Bektaş halifeliğinin temsili konusunda düştükleri anlaşmazlık sonucu Dedebabalar ve Çelebiler olmk üzere iki ana kola ayrılmışlardır.
Dedebabalar; Hacı Bektaş-ı Veli’nin evlenmediğini Kadıncık Ananın onun manevi evladı olduğu olduğunu ve geleneğin Hızır Bali, Resul Bâli, Mürsel Bâli ve onun oğlu Balım Sultan çizgisinde devam ettiği ve Balım Sultanın mücerred olup evlenmediği için bu kol burada kesilip kardeşi Kalender yolu ile devam etmiştir.[22]
Çelebiler kolu ise Hacı Bektaş-ı Veli’nin evli olduğunu ve ölümünden sonra yerine oğlu Seyid Ali Sultan’ın posta oturduğu ve silsilenen bu çizgide geliştiği görüşündedir.[23]
Balım Sultan (İkinci Pir) ve Bektaşilik
Asıl adının Hızır Bali olduğu kabul edilmektedir. Hakkında tarihi kaynaklara dayanan bilgi ve belge yoktur. Hakkında anlatılanlar sözlü gelenek vasıtasıyla tarikatin sözlü tarih anlayışı çercevesinde oluşmuştur. Türbesi Hacı Bektaş-ı veli türbesi yanındadır. Çelebiler kolu Balım Sultan’ın Hacı Bektaş soyundan Mürsel Bali’nin oğludur. Dedebabalar ise bir keramet (efsane) ye dayanarak Balım Sultan’ın Seyid Ali Mürsel Balin’nin kerameti ile doğduğu görüşündedir.[24] Bir Sırp prensesinden dünyaya geldiği yolunda rivayetler vardır.[25]
Osmanlı yönetimi ve özellikle II. Beyazıt’la iyi ilişkiler kurmuştur. Bunun sonucunda 1501 yılında resmen Dimetoka’daki tekkeden alınarak Hacıbektaş’a getirilir ve dergahın başına geçer. Osmanlı yönetimi altındaki Alevi-Bektaşi nüfusun Safevi propogandası sonucu siyasi ve toplumsal huzursuzluk çıkarmasını önemli oranda önlemiştir.
Balım Sultan ikinci pir olarak tarikatın erkan ve teolojisinde önemli yenilikler yapmıştır. Dedebabalar ekolüne göre mücerretlik erkanını koyan ve yeniçerinin uyguladığı ritüelleri Balım Sultan sistemleştirip yazılı hale getirmiştir. Bektaşi tarikatinde kendi adına bir tören balım Sultan töreni ihdas edilmiştir. Esat Korkmaz bu töreni “ikrar ayini kapsamında ek bir tören niteliği taşıyan ve ikrar ayininin belli ölçülerde yinelenmesi biçiminde bir tören olarak tanımlar”.[26]
Bazı kaynaklar hulül, tenasüh, inancı, üçleme, hurufi tesir ve içkinin (alkol), İslami emir ve yasakları (zahiri) olduğunu söyleyip tanımama gibi ilkelerin Balım Sultan döneminde tarikata girdiğini belirtir.[27] Mücerred dervişlerin kulağına menguş denilen demir halka konulması uygulaması yine bu dönemde getirilmiştir.[28]
16. yüzyıldan itibaren başlayan siyasi-sosyal ve iktisadi huzursuzluklar Bektaşi hareketini ve yaşamını daderinden etkilemiştir. Temelinde iktisadi ve sosyal huzursuzlukların bulunduğu ve Celali isyanları denilen ayaklanmalar din kisvesi ile sunulduğundan devletin şiddetli takibatına maruz kalmıştır. Bu huzursuzluklar erkan ve düzeni Bektaşiliğin sistematiğini ve iç kontrol mekanizmalarını da bozmuştur. Nihayetinde yaklaşık iki asır sonra Sultan II. Mahmut Dönemi’nde Yeniçeri Ocağı ortadan kaldırılmış ve askerin Bektaşilikle ilgisi fiilen kesilmiş oldu. 1827 de çıkarılan bir fermanla Anadolu’daki bütün Bektaşi tekkelerinin mal varlığına el konuldu. Bu ağır darbeden sonra Bektaşiler uzun süre suskunluğu tercih ettiler. Bektaşi tekkelerine pir olarak nakşi kökenli şeyhler tayin edildi. Bektaşilik resmen Nakşibendi tarikatının bir şubesi olarak tanındı.[29]
Bu hareketin ardından Bektaşiler gizliliğe itildiği için Masonlar nezdinde bir destek buldular. Teoride de olsa aynı ilkeleri paylaşmaları bunda etkili olmuştur. Söz konusu Bektaşiler kentli, liberal, eğitimli kişiler arasındandır. Yoksa popüler bir yaygınlaşma söz konusu değildir.[30]
II. Meşrutiyet’ten sonra tarikat faaliyetlerinde bir canlanma görülür. Sarayla ve dönemin etkin siyasi gücü İttihat ve Terakki Fırkası ile iyi ilişkiler kurmuşlardır. Bu dönemde yine asırlardır süregelen felsefi bir ayrılık yeniden gündeme geldi. Vahdet-i Vücud’cu çizgi ve Vahdet-i Mevcut’cu gelenek arasında birtakım anlaşmazlıklar gündeme geldi.
Kurtuluş Savaşı öncesinde inanç ve kanaat önderleri ile görüşen M. Kemal Atatürk Hacıbektaş’ta Cemaleddin Çelebi ile görüştüğü ve onun bu görüşmeden sonra milletvekili olarak Ankara’ya çağrıldığı ve milli mücadeleyi bağlıları ile yürekten destekledikleri bilinmektedir.[31]
İnanç İlkeleri
Bektaşilik Hacı Bektaş-ı Veli’nin dört kapı ilkesi üzerine kurulmuştur. Bunlar şeriat, tarikat, hakikat ve marifet yapılarıdır.
Şeriat: İslamın bütün zahir emir ve muamelatını harfiyen uymak emir ve yasaklara riayet etmeyi gerektirir.[32]
Tarikat: İlk ve en önemli adım ikrar verip pirden el almaktır. Bu süre işerisinde gösterilen mertebe lere ulaşmak için pirin gösterdiği bir takım ödevler ve uygulamalar, eğitim vardır.[33]
Hakikat: Bu kapıya ulaşan kişi hakikat alemine dalar, hakkı gerçek mahiyeti ile kavrar. Zahiri perde onun için kalkar. Bu aşamada benlikten ve bencillikten uzaklaşmış birliği gerçekleştirmiş olur.[34]
Marifet: Marifet kapısına ulaşan kişi ilim evrenine ayak basmıştır. Sırra vakıftır. Bu kapı üç aşamadan (Ayne’l-yakin, İlme’l-yakin, Hakke’l-yakin) oluşur.[35]
Bu sistematiğin dışında tevella ve teberra (ehl-i beytin dostuna dost, düşmanına düşman olma), Ehl-i Beyt sevgisi, 12 imam, 14 masum, 17 kemerbeste saygı. Hz. Ali’nin velayetin başlangıcı olduğunu kabul etmek önemli ilkelerdir.
Törenler
- Bektaşiliğe Giriş (İkrar Ayini)
- Görgü Cemi
- Abdal Musa Kurbanı
- Muharrem Ayini
- Koldan Kopan Erkan
- Dardan İndirme Erkanı
- Baş Okutma Erkanı isimlerini taşır.[36]
Tarikattaki Görevler:
- Baba: Cemi yöneten tarikattaki en yetkili kişidir
- Rehber: Görgüsü yapılanlar yardımcı olan kişidir
- Gözcü: Törenin düzen ve sükunetini sağlar
- Çerağcı: Çerağın yakılması, uyandırılması meydanın aydınlatılması ile görevlidir.
- Sazandar: Saz çalarlar. Şehir Bektaşiliği’nde semah yoktur
- Ferraş: Süpürgeci adıyla da anılır. Temizlik işlerini yürütür.
- Saka: Su dağıtma görevini yerine getirir.
- Sofracı: Sofrayı kurma kaldırma işlemini yerine getirir.
- Pervane: Semah yapma görevini yerine getiren kişidir.
- Peyik: Cem yapılacağı haberini cemaate ulaştıran kişidir.
- İznikçi: Cemevinin temizliğini sağlayan kişi
- Bekçi. Giriş, çıkışları kontrol eden ve güvenliği sağlayan kişidir.[37]
Derece ve Makamlar: Bektaşilikte ilk derece muhibliktir. İkinci derece dervişliktir. Erkek muhiblerden biri dervişliğe ikrar verir ve tekkeye girer ve bir müddet hizket eder liyakati anlaşıldığında dervişlik ayin-i cemi yapılır ve derviş olur.
Üçüncü derece Babalıktır. Ehliyeti görülen derviş görülen lüzum üzerine yahut muhiblerin Dedebabaya müracaatları üzerine halife tarafından durumu incelenerek baba yapılır ve kendisine icazetname verilir. Babalar peygamber soyundan iseler taclarının üzerine yeşil değilse beyaz sarık sararlardı. Görevleri muhib ve derviş yetiştirmektir.
Dördüncü derece mücerredliktir. Hiç evlenmemiş bir derviş veya baba, ikrar vererek mücerredlik payesine erişir. Bunlar evlenmezler ve ömürleri boyunca kendilerini tarikata vakfetmiş sayılırlar.
Beşinci derece Halifeliktir. Bektaşilikte en yüksek derecedir. Baba halifelik makamlarından birine başvurarak isteği kabul edilirse kendisine icazet ve halifelik alemetleri verilir. Bunlar çırağ, tuğ, alem ve sofradır.[38]
Günümüzde Bektaşilik Tekke ve Zaviyeler Kanunu gereği yasaklanmış durumdadır. Arnavutluk, Mısır, Amerika Birleşik devletleri (Detroit) gibi yabancı ülkelerde yasal statüde faaliyet göstermektedirler. Asırlarca sürmüş bir geleneğin bıçakla kesilir gibi birden kalkması ve kaybolması sosyal olayların tabiatı icabı mümkün değildir. Asırlar boyunca zengin bir kültürel birikim (edebiyatı müzik) meydana getirmiştir. Bunların her birisi ayrı bir incelemenin konusu olacak kadar mufassaldır. Bu gelenek günümüz Türkiye’sinde entelektüel düzeyde de olsa meraklılar tarafından yaşatılmaya çalışılmaktadır.
Bektaşi Musikisi
Türk tarikat geleneği içerisinde Mevlevilikten sonra musikiye en fazla önem veren ve zenginliği olan tarikat Bektaşi tarikatıdır. Kanaatimize göre bu her iki tarikatın de melami gelenekten beslenmesi ile alakalı bir hususiyettir. Bu tarikatta müziğin estetik kaygılardan ziyade kutsal bir boyutu vardır. Bu musiki umumiyetle sözlü kültür vasıtasıyla bugüne kadar aktarılagelmiştir. Divanlar ve cönkleri bunun dışında tutmakta fayda vardır. Bir ibadet (niyaz) bağlamı içerisinde belli ritüel kurallar çerçevesinde icra edilir. Bugün kütphanelerimizde ve şahıslarda bu musikinin verimleri olan yüzlerce eser vardır. Fakat bunlar maalesef gereken dikkat ve titizlikle incelenerek yazılı-elektronik kültür ortamına aktarılıp araştırmacıların istifadesine sunulamamıştır. Bu nedene Türk müziğinin zengin armonik yapısı ortaya konulmakta büyük güçlükler çekilmektedir.
Bektaşi müziği, Türk sözlü edebiyatının gür ve berrak bir kolu olan Alevi-Bektaşi üslubu üzerine kurulmuştur. Klasik musikiden daha çok halk musikisine yakındır. Başlıca mahsulleri nefes denilen ilahiler, miraciyeler, düvaz imam, semai, kalenderi, methiye denilen türlerdir. Elimizde sözlü kaynaklardan yazıya geçirilmiş 100 den fazla nefes vardır. Bektaşi raksanı, bektaşi devr-i revanı, bektaşi raksı ayrıca curcuna aksak, düyek, devr-i hindi, yürük semai, Türk aksağı, sofyan, mim sofyan gibi usulleri vardır.
Bektaşi musikisinde kullanılan temel saz bağlamadır. Yörelere göre çok değişik isimler alan bu sazlar çöğür, ruzba, ırızva, bulgari, cura, tambura ve divan sazı olarka adlandırılırlar. Kent Bektaşiliğinde klasik Türk müziği sazlarına daha fazla riayet edildiği görülmektedir. İstanbul ve çevresinde icra edilen bektaşi musıkisinde beste ve melodik yapı bakımından Klâsik Türk Musıkisi görülür. Rumeli ve Anadolu’da okunan nefesler ise saz şairlerinin besteleri niteliğinde Türk Halk Musıkisi özellikeri taşıyan, bütünüyle mahalli motiflerle meydana gelmiş eserlerdir.[39]
Sözlü kültür içerisinde üretilip aktarıldıklarından yöreden yöreye farklılıklar görülmektedir. Bir tarikat çevresinde belli bir usulle söylenirken bir başka bağlamda usuller değişebilmektedir. Geleneğin ve öğretinin gelecek kuşaklara aktarılmasında müzik ve söz birlikteliği çok önemli bir işlev görür.
Hasani yollarda yükselme “nefs Mertebeleri” ile başlar.
Hüseyni yollarda yükselme ise “Ruh Mertebeleri” ile başlar.
Karadeniz Teknik Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye Giriş
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 7 Sayfa: 477-485