Fransa İmparatorluğu ile Osmanlı Devleti uzun süre Avrupa siyasetinde birlikte hareket etmişlerdir. Osmanlı Devleti, Avrupa’da meydana gelen meselelerde Fransa’ya taraftar olarak diğer Avrupa devletlerine karşı korumuş, kollamış ve desteklemiştir. Fransızlar tarihlerinde Avrupa’daki yakın komşularından dostluktan ziyade düşmanca tavır ve muamelelerle karşılaşmıştır. Avrupa’daki düşmanlarına karşı kendisine yardımcı olacak güçlü ve güvenebileceği bir devlet Avrupa içinde bulamamıştır. Fransa ne zaman zor durumda kalsa kendisine yardımcı olan güç sadece Türkler, yani Osmanlı Devleti, olmuştur. Yirmi birinci yüzyılın şekillenmeye başladığı şu yıllarda Fransa yine, her ne kadar Avrupa Birliğin’de yer alıyorsa da aslında, Avrupa’da yalnızdır ve yalnız kalacaktır. Tarihî gerçekler ve olaylar dikkatle incelendiğinde yine Türk Devleti’ne ihtiyaç duyacakları açıktır. Türkiye ile ilişkisini geliştirmesi kendi çıkarı bakımından hayatiyet derecesindedir. Türkiye’nin Fransa’ya duyabileceği ihtiyaç, Fransa’nın Türkiye’ye olan muhtaçlığından daha azdır. Türkiye karşılaştığı zor durumlarda kendine yetip ayağa kalkabilirken, öte yandan Fransa’nın dışarıdan gelecek desteğe ihtiyacı daha fazla olmuştur.
Ancak, Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafî, siyasî ve kültürel durumların etkileri de hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir. Dünyanın en dirayetli siyasîleri de bu toprak parçasını yönetmekle görevli olsalardı, herhalde kendi memleketlerinde oldukları kadar burada başarılı olamazlardı. İşte üzerinde durulması gereken husus, Türkiye’nin ve Türk halkının kendine has özelliklerinin ve farklarının olduğunun anlaşılması ve ona göre hareket edilmesindedir. Bu durum, Türkiye ve bölgenin geçmişini etkilediği gibi, geleceğini de etkileyecektir. Makalede, günümüz gelişmelerine etki eden unsurlardan birisi, eskiden olduğu gibi yakın gelecekte de bizleri etkilemeye devam edecek gibi görünen, “Batılılaşma” olarak adlandırılan gelişmelerden, sadece Türkiye’deki “Fransız etkisi” üzerinde durulacaktır.
Osmanlı Devleti’nin Batı imparatorlukları karşısında aldığı askerî başarılar, ilk zamanlarda yeni ve daha büyük başarılara basamak teşkil etmiştir. Ancak ortaya çıkan pek çok olumsuzluklar neticesinde mağrurluğa ve çevredeki gelişmelere yeterince ilgi duyulmamaya başlandı. Diğer taraftan Batı ise, Selçuklu ve Osmanlı Devletleri karşısında içine düştüğü olumsuzluklar ve çıkılmaz sosyal çalkantılar bataklığından kurtulmak, kendilerine olan inançlarını kazanmak amacıyla buhranlarını bir tarafa bırakarak bütün varlıklarıyla yaşamaya çalışmışlardır.
Maddi varlıklarını geliştirmek ve devamını sağlamak için pek çok yeni icatlar yapmışlardır. Nitekim, Osmanlı içine düştüğü yanlışı ve Batı’nın kendi karşısında ilerlemekte olduğunu yine askerî başarısızlıklarla karşılaştığında fark edebilmiştir. İşte o zaman Batı’dan ithal edilecek çare ve örnekler aranmış, en uygun olanın Fransa’da olduğuna karar verilmiştir.
Osmanlı Devleti’ni yönetenlerin Batı devletleri içinde Fransa’yı seçmelerinde çeşitli sebepler bulunmaktadır. Şüphesiz, ilmî alandaki ilerlemeler bir yana bırakılacak olursa, Osmanlı Devleti’nin Fransa’ya yönelmesinin bir sebebi de Osmanlı Devleti idari kadrolarında görev yapan kişilerin Fransız kadınlarla evlenmeleriydi. Bu evlilikler sosyal etkileşimi getirirken diğer başka konularda da etkilenmeleri beraberinde getirdi. Osmanlı Devleti’ni idare edenler arasında Fransa’nın en önemli Batı devleti olarak kabul edilmesinin altında yatan sebeplerin başında Fransa’nın askeri bakımdan üstünlüğü gelmektedir.
Askeri Alanda Etkiler
Nitekim, Osmanlı Devleti’nin idarecileri orduda birtakım yeniliklerin yapılarak orduyu geliştirme ve çağın gereklerine uygun hale getirme amacıyla Fransız Comte de Bonneval’i (Humbaracı Osman Ahmed Paşa) davet etmişlerdir. Çalışmaları neticesinde Bonneval, Osmanlı ordusu içinde topçu sınıfını oluşturmuş ve ilk askeri okulun da açılmasına vesile olmuştur (Davison 1968: 69; Roider 1972: 43-4).
Yeniçeri Ocağı’nın yıpranmaya başladığı ve devlet içinde huzursuzluk kaynağı olduğu ortadaydı. Osmanlı Paşaları Yeniçeri Ocağı’na alternatif olabilecek yeni, disiplinli ve çağın son gelişmelerine uygun bir askeri sınıf oluşturma çalışmalarına başlamışlardı. Sonunda yeni ordu “Nizam-ı Cedid” adı altında Fransız askeri usûlüne uygun olarak 1791 tarihinde tertip edildi.[1] Yeni kurulan Nizam-ı Cedid askerine, Fransız örneğinde olduğu gibi mavi bere ve kırmızı pantolonlu forma giydirildi. Böylece Osmanlı ordusu Fransız modeline sadece düzen olarak değil şeklen de benzetilmişti (Koçak 1991: 45-7; McCarty 1997: 289-90; Palmer 1995: 53-4).
Osmanlı paşaları, Fransız usûlü ordu oluştururken Napolyon Bonaparte, 1798’de Mısır’ı işgal etti.[2] Bu gelişme, Osmanlı halkında Fransa’ya karşı nefret ve tepki oluşturdu. Bu durumda derhal Fransa’ya karşı Rusya’dan destek istenildi ve Rus yardımı geldi. Fransa, Mısır’ı işgale son verdiği bir sırada, Osmanlı Devleti, 1806-1807 tarihlerinde Rusya ile olan meydana gelen mücadelesinde Fransa’dan yardım istemiştir. Bu kez Osmanlı, ezeli dostu olarak değerlendirdiği Fransa’dan ezeli düşmanı olan Rusya’ya karşı yardım talep etmiş ve buna olumlu cevap alabilmiştir. Ancak bu gelişmeler, devletler arasında dostluktan ziyade çıkarların öne geçtiğini göstermekteydi. Fransa’ya karşı Rusya’dan destek istenebilirken aynı şekilde yine Fransa’ya karşı Rusya’dan destek alınabilmektedir. Fakat işin ilginç tarafı, her iki ülkenin de Osmanlı Devleti hakkında pek de iyi düşünmedikleri gerçeğidir. Nitekim, Fransa, Birleşik Krallıklar ve Rusya 1827’de anlaşarak Yunanistan’ın bağımsızlık hareketlerine yardımcı olmak amacıyla Osmanlı donanmasını yakmışlardır. Ayrıca Fransa, 1830 yılında da Osmanlı Devleti’nin Cezayir eyaletini işgal etti (Davison 1968: 75; Karal 1983: 82).
Fransa, zamanına ve gelişmelere göre çıkarlarını gerçekleştirmeye devam edip Osmanlı’yı desteklemiş ya da karşısında yer almıştır. Yine Osmanlı’nın yanında yer aldığı gelişmelerden bir tanesi 1839-1840 tarihlerinde Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın Mısır’da oluşturduğu askeri güçle
Osmanlı Devleti’ni Anadolu’da sıkıştırmaya başladığı andır. Fransa, burada da Osmanlı Devleti’ni destekler gibi görünmüştür. Halbuki desteğin amacı Osmanlı Devleti’ni ihya etmek değil sadece çıkarlarının devamını temin etmektir.[3]
Yine Fransa’nın Kırım Savaşı’nda İngiltere ile birlikte Osmanlı Devleti’ne bir kez daha yardımda bulunurken görülmektedir. Savaşın neticesinde 1856’da Paris Antlaşması imzalanmış ve Fransa, Osmanlı Devleti’nin iç işlerine müdahale edebilmek amacıyla, Devlet içerisinde huzur ve refah içinde yaşamakta olan Katolikleri koruma ve kollamaya aday olmuştu.[4] Buna ilaveten Osmanlı tebaası arasındaki etkilerine hem destek olması, hem de yönetim kademesinde daha da nüfuz elde etmek amacıyla saraya da sızmaya çalışmışlar ve emellerine bir ölçüde muvaffak olmuşlardır. Nitekim saraydaki nüfuzları, maalesef, yine Fransa yanlısı Osmanlı yöneticiler sayesinde mümkün olabilmiştir. Bunun sebepleri şu şekilde sıralanabilir: Osmanlı Devleti’ni yönetenlerin oluşturmaya çalıştıkları idari sistemin, Fransız devlet yönetimi ve sisteminin örnek alınarak hazırlanmış olması, devlet adamlarının Fransa’ya meyletmelerini ve Fransız desteğine bağlanmalarını bunun neticesi, Osmanlı’da Fransa’ya duyulan aşırı hayranlık, Fransız modelini uyarlama çalışmalarının artmasına sebep olmuştur. Bu gelişmelerin temelinde Fransız eğitim sistemi oldukça önemlidir.
Eğitim Alanında Etkiler
Macaristan doğumlu Fransız asıllı Baron de Tott vasıtasıyla Fransızlara ait teknik ve askerî alanla ilgili Fransızca kitaplar Osmanlı Devleti’ne getirildi.[5] Gerek yapılmakta olan yeniliklerin uygulamaya geçirilmesi gerekse eğitimin gerçekleştirilmesi için resmî veya gayrıresmî yollarla pek çok Fransız da Osmanlı Devleti’ne geldi. Fransa’dan gelen bunca insana karşı özellikle toplumun alt kesiminde tepkiler oluştu. Nitekim Bab-ı Ali’de Osmanlı Devleti’ni veziriazam rütbesiyle yöneten Fransa hayranı ve taraftarı Halil Hamit Paşa (1782-1785) öldürüldü.
Osmanlı padişahlarından III. Selim, XVI. Louis ile sıkı şahsî ilişki kurmuştu.[6] Bu suretle Fransa’nın nüfuzu III. Selim üzerinde artmış bu da İstanbul’daki zamanın sosyetesini etkilemişti. Tarihçiler, III. Selim’in Fransa’ya yakın olmasının sebebini, annesinin Fransız asıllı olması nedeniyle kan bağı ve Fransız eğitimi almış olmasına bağlarlar.
Bu iddianın gerçekliği kuvvetle muhtemeldir. Yeni açılan okullarda daha sonra görevlendirmek için Fransa’ya 1793 ve 1795 yıllarında eğitim amacıyla askerî personel gönderildi (Davison 1968: 70-71).
Askeriyede yapılan yeniliklerin öğretimi ve uygulamasının yaptırılması amacıyla yurda çağrılan pek çok Fransız, beraberinde Fransızcayı da getirmişlerdir. Askerî tabip yetiştirmek amacıyla açılan Askeri Tıbbıye’de de kullanılan eğitim dili Fransızca idi. Bu askeri okullardan mezun öğrencilerden eğitimlerine devam etmeleri için Avrupa’ya gönderilenler olmuştur. Avrupa’ya gönderilen öğrenciler, Türkiye’nin Batılılaşmasında önemli roller oynamışlardır. Avrupa’ya giden ve geriye Batı kültürüyle dönenler, Osmanlı Devleti değerlerini gerçekten bilmediklerinden sadece kendi değerleriyle toplumu Batı’ya benzetmeye çalışmışlardır. Yine okuyucu kitlesi Osmanlı vatandaşı olup ve Türkçe konuşan toplum için çıkarılan ilk resmî gazete gariptir Fransızca olarak basılmıştır. Nihayet sonraları Türkçe olarak da basılan bu gazete “Takvim-i Vekayi” idi.
III. Selim’in ardından tahta çıkan ve yoğun Fransız etkisi altında kalan Sultan II. Mahmud Dönemi’nde Fransızca, eskisinden daha da fazla olarak özellikle de İstanbul’daki üst sosyete arasında önem kazandı. Nitekim Türkler arasında Fransızca en gözde yabancı dil haline geldi. Fransızca, İstanbul’un haricindeki büyük şehirlere de sıçramış ve yaygınlaşmıştı (Davison 1968: 76).
Askeriye ile toplumun üst kesiminde Fransızca etkisi artmıştı. Fransızcanın toplumun her kademesinde etkili kılmak amacıyla orta öğretime de el atıldı. Sonunda Galatasaray Lisesi Fransızca eğitim veren bir okul olarak her din ve mezhepten öğrenciye Batı hayranlığı aşılayan bir kurum olmuştur.[7] Böylece Fransa hayranı yeni nesil toplum içinde çoğalmaya başlamıştır.
Tanzimat Dönemi’nin en önemli Sadrazamlarından Ali ve Fuad Paşalar,[8] Fransız Milli Eğitim Bakanı Jean Victor Duruy’u 1860’da İstanbul’a davet etmişlerdi. Fransız bakanın fikirlerinden yararlanılarak Fransız usulüne benzeyen okullar açılmış, tavsiye ve direktifleri doğrultusunda çalışmalar hızla yapılmıştır. II. Abdülhamid zamanında açılan yeni okullarda da Fransızca yabancı dil olarak hakim dildi[9] (McCarty 1997: 288).
Fransızca sadece bir eğitim dili olarak kalmamış aynı zamanda beraberinde kendine ait kültür değerlerini de getirmiştir. Böylece, Fransa’nın etkisinde kalınarak Fransızca ile yapılan eğitimden de elde edilen sonuç Fransa’ya hayran bir toplum meydana getirmek olmuştur. Osmanlı Devleti içerisindeki bu gelişmeler sebebiyle Fransızcadan Türkçeye de pek çok kelime ve kavram geçmiştir. Fransızca “patrie” İngilizce “fatherland” Almanca “Vaterland” olan kelime bize “vatan” diğer deyişle “Anavatan” olarak geçmiştir (Davison 1968: 86). Şimendifer, motor, traktör, valör gibi bütün-ör’le biten kelimeler Fransızcadan dilimize girmiştir. Dil ve eğitim beraberinde idari sistemde de değişiklikleri getirmiştir.
İdari Alanda Etkiler
Kanunlarımızdan özellikle ticaret ve ceza ile ilgili olanlar 1861’de Fransa’dan ithal edilmiştir. Dönemin Osmanlı idarecilerinden Cevdet Paşa, bu sistemdeki ithalleri yapanların öncüsü ve en tanınanıdır. Fransa’dan ithal edilen yeni kanunlar mevcut Şer’i ve Örfi kanunlarla çatışmış, adalet sisteminde ikiliğe ve karışlığa sebep olmuştur. Cevdet Paşa gibi Tanzimat Dönemi’nin önemli şahsiyetlerinden Âli Paşa, Napolyon’un kanunlarına körü körüne bağlanmış gibiydi (Davison 1968: 82-3).
Vilayet sistemi 1860’lı yıllarda Fransız örneğine benzetilmiştir. Yerel yönetim sistemi de geliştirilerek 1868’de adapte edilmeye devam edilmiştir. Ayrıca 1869’de de Madencilikle ilgili 1810 tarihli Fransız Maden Kanunu aynı şekilde aktarılmıştır (Erdemir 2000: 9).
Osmanlı Devleti’nde parlamenter sistemi uygulamaya çalışanlar Fransız sistemini örnek almışlardır. Gerçekten Batıcı zihniyetle hareket eden şahsiyetler, oluşturulacak olan meclis sisteminin Fransızlarınkine benzetmeye çalışmışlardır[10] (Karal 1983: 218-9). Fransızlar da şüphesiz kendi sistemlerinin örnek alınmasına gayret göstermiş Batıcıları desteklemişlerdir.
Pek tabiidir ki askerî, eğitim, dil ve idarî sistemlerin aktarılması toplumda birtakım sosyal ve kültürel alanlarda da değişimlere vesile olmuştur. Osmanlı Devleti varlığının devamı amacıyla zamanın şartlarına uyularak Fransa’ya elçi göndererek Fransa’daki gelişmeleri yakından takip etmek istemiştir.
Sosyal ve Kültürel Alanda Etkiler
Yirmisekiz Çelebi Mehmed Paris’e 1720 tarihinde Osmanlı elçisi olarak gönderildi. Hazırladığı raporlarda Fransa’daki ilmî, teknolojik gelişmeler ve sosyal hayattan bahsetmekteydi. Çelebi Mehmet, gördüğü farklılıkları büyük bir hayranlıkla dile getirmiş ve Osmanlı’ya da aktarılması için uğraşmıştı. Yirmisekiz Çelebi Mehmed’in oğlu da Macar asıllı dönme İbrahim Müteferrika’yı Osmanlı Devleti’ne getirmiştir. Müteferrika ilk resmî baskı sistemini kurdu. İstanbul’da Lale Devri’nde Fransız adet ve görenekleri Osmanlı’ya girmiştir. İstanbul ve diğer büyük şehirlerdeki elit tabaka arasında Fransız adet ve görenekleri meşhur olup hayli makbul karşılanmaktaydı (Davison 1968: 68-9). Türkler özellikle ilişkilerin iyi olduğu dönemlerde Fransız kültür ve uygarlığına sıcak bakmışlardır. Zaman zaman topluma uyarlanmaya çalışılan değer, kurum ve kavramlar çoğu zaman değiştirilmeden aynen alınmıştır. Bu sebeple Osmanlı son döneminde Fransız etkisini açık ve etkilidir. Dilde ve askeriyede başlayan Fransa hayranlığı topluma da yansımıştır (Palmer 1995: 47).
Fransız kültür ve sosyal yapısının Osmanlı toplumuna yansımasında belki de en önemli görevi Tercüme Odası ve diplomatik hizmetlerde bulunan bürokratlar yapmışlardır. Çünkü tercümanlar ve bürokratlar sürekli Fransızca kitap tercümesi yapmışlardır.[11] Bu meşguliyetleri, kendilerini Fransa’yı tanıyan ve seven Fransızcı batıcılar haline getirmiştir. Böylece bu memurlar ve yöneticiler, Osmanlı’nın ve Türkiye’nin Batılılaşmasında Fransız etkisinin devamında önemli roller oynamışlardır (Davison 1968: 77; Karal 1983: 278-99).
Hiç hatırdan çıkarılmaması gereken bir nokta da Devleti yöneten en üst kademedeki insanların Fransa ile olan bağlantılarıdır. Eğer bu bağlantılı kişiler padişah ve Vezirlerden oluşursa toplum üzerindeki etkileri de oldukça fazla olmaktadır. Buna en güzel örnek II. Mahmud’un annesi Aimee Dubuc de Ruvery Marnique Batı Hintli bir Fransız’dı. Bu kadın Cezayirli Korsanlar tarafından yakalanıp I. Abdülhamid’e takdim edilmiş ve böylece II. Mahmud’un annesi olmuştur (Palmer 1995: 56). Bu kadının I. Abdülhamid’in karısı ve II. Mahmud’un da annesi olarak saraydaki nüfuzu kocası ve oğlu üzerinde oluşturduğu etki tartışılamaz. II. Mahmud Devri ve sonrası, Tanzimat Dönemi’nde bu nüfuz durumu göz ardı edilemez bir gerçektir. Tanzimat Dönemi’ne hakim olanlar da Fransa’yı bilen ve sevenlerden teşekkül etmiştir. Bunlar Mustafa Reşit Paşa, Mehmed Emin Âli ve Mehmed Fuad Paşalardır.
Fransız nüfuzunun sosyal hayattaki alanlara yansımasına bir örnek de 1839’da İstanbul’un Beyoğlu semtinde Fransız Tiyatrosu’nun açılmasıdır.[12] Şüphesiz ki tiyatroda ortaya konan oyun ve çalışmalar İstanbul’da yaşayan pek çok gayrımüslim vatandaşlar tarafından takip edildiği kadar Müslümanlarca da seyredilmiştir. Sergilenen oyunlar etkisini toplumun Batı kültür ve medeniyetine ısındırılması, en azından İstanbul elit sınıfının benimsemesi şeklinde tezahür etmiştir[13] (Davison 1968: 82, 96).
Fransız etkisi tiyatro oyunlarının yazılmasında da kendini göstermiştir. Pek çok yazar Fransa’nın değişik yerlerine ve özellikle Paris’e gitmişler ve orada gördüklerinden etkilenmişlerdir. Ahmet Rıza Paris’te yaşayan, Fransız eğitimi almış bir kişi olup “Meşveret” adlı gazetesini yine bir Fransız olan Aguste Comte’den öğrendiklerine benzer şekilde yayınlamıştır. Çıkarmakta olduğu gazetesini de Fransızca ve Türkçe olarak yayınlanmaktaydı. Fransa örneğinde olduğu gibi devletin iyileştirilmesi için düzenli olarak yapılması gereken bir inkılâptan yanadır (Davison 1968: 101).
Osmanlı Devleti’nde Batılılaşmaya öncülük etmiş bazı şehirler vardır. Bu şehirlerden bir tanesi ve belki de son dönem Osmanlı tarihinde hiç de küçümsenemeyecek bir öneme haiz olanı, Selanik’tir. Gerçekten Selanik, coğrafî bakımdan Batı’ya yakın ve Batı kültürüne en fazla açık olan bir şehirdir. Şehrin bu duruma gelmesinde pek çok etken vardır. Kentin karışık sosyal yapısı ve coğrafî konumu en önemli etkenlerdendir. Selanik, Osmanlı Devleti ve yönetimine karşı olanların at koşturduğu, gizli ve açık örgütlerin kurulduğu bir yer haline gelmiştir. Paris’le bağlantısı olan bu şehrin üzerinde Fransa’nın etkisi de büyüktür. İşte, Osmanlı’nın son ve Cumhuriyet’in de ilk döneminde etkili ve yetkili olmuş pek çok kişi Selanik’ten çıkmıştır. Bunlardan menfî olanların yanında müspet kişiler de vardı. Yine Selanik menşeli olan Talat Bey Fransız Alliance Israelite School’da eğitim almıştır. Talat Bey ve benzer pek çok zevat aldıkları Fransız eğitimi nedeniyle Osmanlı Devleti’nde Fransa yanlısı bir politika izlenmesinde etkili olmuştur.
Fransa ile İlişkilerin Gelişimi
Fransa’nın Osmanlı Devleti ile ilgilenmesinin sebebi, Doğu Akdeniz’e hakim olmak istemesindendir. Fransa’nın Osmanlı sınırları içindeki faaliyetlerine bakılırsa bu, emelini gerçekleştirmeye çalıştığı açıkça görülecektir. Nitekim 1860’da Lübnan’a müdahale etmiştir. Müdahalenin sebebi Lübnan’daki Katolikleri katliamdan kurtarmak olarak ileri sürülmüştür. Fransız etkisi bu dönemde diğer bir Osmanlı vilayeti olan Tunus’a da sızmaya başlamıştır. Fransızlar 1881 tarihinde Tunus’u işgal ettiler. Fransa, Osmanlı Devleti’ne dost görünmesine rağmen bu devlet, Osmanlı Devleti’nin İngilizleri Mısır’dan çıkarmak amacıyla beklediği yardım talebine de olumlu cevap vermemiştir (Davison 1968: 93; Karal 1983: 324).
Fransa sadece Osmanlı topraklarına saldırmakla kalmamış, Osmanlı Devleti içerisindeki işbirlikçilerini de çıkarları doğrultusunda kullanmıştır. Osmanlı içinde de ayrıca Fransa’ya yardımcı olan pek çok hain kişi ve çeteler de mevcuttu. Acı ve üzücü olan husus, Osmanlı Devleti’nin kurtuluşunu, belki de gaflet içerisinde bulunan ve yalnızca, Batılılaşmakla hedefe ulaşılabileceğini düşünen kimselerin devletin kaderini belirlemeleridir. Vatanları uğruna çalıştıklarını ve faydalı olduklarını düşünen bu insanlar ne yazık ki Emperyalist Fransız emellerine hizmet etmişlerdir.
Osmanlı Devleti’ni kendi çıkarları doğrultusunda dağıtmak isteyen Batılı devletler kendi sınırları içinde Osmanlı aleyhtarı olan kişi ve eşkiyaya yardım ve yataklık yapmışlardır. Nitekim birisi 1902 diğeri de 1907’de olmak üzere “Osmanlı Liberallerinin Kongresi” adıyla gerçekte birbirleriyle anlaşmaları mümkün olmayan pek çok unsur Paris’te bir araya gelmiştir (Karal 1983: 520-21). Yapılan bu çeteler toplantısına, kendi verdikleri adla, kongreye, Türk, Ermeni, Arnavut, Arap, Yahudi, Kürt, Rum ve Kafkaslı topluluklardan katılımlar olmuştur. Aralarında anlaşmaları ve bir birlik oluşturmaları pek de mümkün olmamıştır. Hepsinin amaçları kendi çıkarlarına yönelik ve diğerlerinin hedefleriyle çatışması nedeniyle olumlu bir sonuca ulaşılamamıştır (Davison 1968: 86; McCarthy 1997: 316-8; Shaw-Shaw 1977: 264-7).
Birinci Dünya Savaşı öncesinde Meclis-i Mebusan’da bir grup milletvekili Fransa ve İngiltere yanında yer almak istemişlerdir. Ancak Rusya’nın bu grupta yer alması ve Almanya taraftarı bulunan grubun etkisi ve baskısı sebebiyle Osmanlı Devleti Almanya tarafına kaydırılmıştır. Neticede Kasım 1914’de Fransa Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmiştir. Birinci Dünya Savaşı’nda Fransa ve İngiltere birlikte Çanakkale Boğazı’na Şubat 1915’de çıkarma yaptılar. Ancak hiç beklemedikleri mükemmel bir savunma ile karşılaşıp büyük kayıplarıyla Ocak 1916 yılında çekilmek zorunda kaldılar.[14]
Almanya’nın yenilmesiyle Osmanlı Devleti de yenilmiş sayılarak 30 Ekim 1918 de Mondros Müterakesi imzalandı. Mütarekenin akabinde Fransa Güneydoğu Anadolu Bölgesini işgal etmiştir. Fransızlar bölgeyi işgal etmek amacıyla Cezayir’den asker getirmişler ve Türklere karşı kullanmışlardır. Ayrıca yine bu bölgede yaşayan ayrılıkçı Ermenileri kışkırtarak silah altına almışlardır. Kışkırtılmış Ermeni çeteleri Fransız üniformasıyla yerli Türk halkına zulüm yapmışlardır.[15] Ermeniler kendi tarihî hayallerini gerçekleştirmek amacıyla Fransa’yı kullanmaya çalışırlarken belki de aldatıldıklarını bilmiyorlardı. Fransa ise, Ermeni tedhişçilerinin rüyalarını bildiklerinden sanki Ermenilere yardım ediyorlarmış gibi davranmaya devam etmiş ve kendi emperyalist emellerini gerçekleştirmeye çalışmıştır. Sonunda olan, bölgede yaşayan masum Türk ve Ermeni halklarına olmuştur.
Fransızlar, Anadolu’da verilen İstiklal mücadalesini yakından görmüş ve buralarda tutunmanın mümkün olmadığını farkedebilmişlerdir. Sonunda 1921’de imzalanan Ankara Antlaşması ile işgal ettikleri toprakları bırakmışlardır. Bölgede Fransız hakimiyetinin devamını tesis etmek amacıyla Suriye üzerinde tutunmaya çalışmıştır. Nitekim Hatay, 1936 yılına kadar Fransız mandasında kalmıştır.[16]
Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti savaştan mümkün olduğunca kaçınmakta bölge ve Dünya barışı için dostluk anlaşmaları imzalamıştır. Avrupa’nın karışmaya başladığı bir dönemde Fransa ile 1939 yılında imzalanan Saldırmazlık Antlaşması bunlardan birisidir. 19 Ekim 1939 tarihinde Fransa ve İngiltere ile Savunma Paktı yapılmıştır (Soysal 1989: 591-609).[17]
Fransa’nın Irkçı Nazi Almanyası’na teslim olmasından sonra Türkiye’nin de İngiltere, Amerika ve Fransa’nın yanında savaşa katılması için baskı yapılmıştır. Ancak Türkiye’ye yapılan baskılar netice vermemiş Türkler tarafsızlığını korumaya devam etmiştir. Batılı devletler Avrupa’nın güvenliği konusunda Türkiye’nin önemli konumunu takdir etmektedirler.
Bu sebebe istinaden Türkiye, Avrupa’da kurulan güvenlik birimlerinin içerisine çekilmeye çalışılmaktadır. Avrupa’da meydana gelen savaşlar Avrupalılar tarafından çıkarılmış, fakat bunlara çözüm getirenler hep dışarıdan gelmiştir. Yani yüzyıllarca Avrupa’nın müvazanesi Osmanlılar tarafından yapılmıştır. Yirminci yüzyılda ise bu Amerika ve Türkiye’nin ortak çalışmasıyla gerçekleştirilmektedir. Nitekim ileride meydana gelebilecek bir Alman hegemonyasına karşı yine Türkiye ve Amerika etkin bir rol oynayacaktır.
Fransa ile Osmanlı Devleti arasında kurulan askerî, eğitim, idarî, sosyal ve kültürel ilişkiler Türk toplumu üzerinde sonucu günümüze kadar devam etmiştir. Şüphesiz, Türkiye’nin Fransa’ya etkisi olmuştur. Ancak Fransız kültür ve medeniyetinin Türkiye’nin Batılılaşması üzerinde etkisi çok daha fazladır.
Genel olarak takip edilen Batılılaşma süreci içinde Fransa’nın yeri hayli önemli olup belli dönemlere damgasını vurmuştur.[18] Görünen Türkiye-Fransa ilişkisi eskiden olduğu gibi her iki devleti etkiyerek devam edecektir. Türkiye Batı dünyasına girme konusunda Fransa’ya ihtiyaç duymaktadır. Diğer taraftan Fransa’nın, gerek Avrupa kıta parçasında gerekse Akdeniz bölgesinde varlığının devamı konusunda Türkiye son derece önemlidir. Her iki ülke gelecekte güçlü ve mutlu olmaları birbirleriyle karşılıklı menfaatler doğrultusunda çalışmalarına bağlıdır.
Wales Üniversitesi Swansea Siyasal Bilgiler Bölümü / İngiltere
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 14 Sayfa: 641-646
Kaynaklar: