Batı Sanat Akımlarının Değiştirdiği Osmanlı Dönemi Türk Sanatı
Osmanlı dönemi Türk sanatı XIV-XV. yüzyıllardaki bir oluşum safhasının arkasından hızla gelişerek XVI. yüzyılda olgunluğuna erişmiştir. Büyük mimar Koca Sinan’ın irili ufaklı eserleriyle bezenen bu safha Klasik Dönem olarak adlandırılır. Sinan’dan sonra onun çevresinden yetişen ve onun kurduğu esaslar üzerine eserler veren mimarlar bu safhayı XVII. yüzyılda da sürdürmüşlerdir. Klasik Dönem’in üslubu sadece mimaride değil, kendisini başka sanat dallarında da belli etmektedir. Klasik Dönem XVIII. yüzyıldan itibaren Batı’dan gelen sanat akımının ağırlığı altında biçim değiştirmiş ve bunun neticesinde Avrupa tesirli bir Türk sanatı oluşmaya başlamıştır. XVII. yüzyılda başlayan bu değişim önce klasik Türk sanatı üzerinde tesirini sınırlı olarak göstermiş ve bu akım gitgide ağırlaşarak Türk sanatına yerleşmiştir. Bu yerleşim XIX. yy. içlerinde de varlığını sürdürmüştür. Türk sanatı hakkındaki bu külliyat içinde biz de yabancı tesirli Türk sanatının başlaması, gelişmesi ve Türk yapı sanatına has yapılarda nasıl bir görünüm kazandığını özetlemeye çalışacağız. Bu arada şu noktaya da işaret edelim ki Klasik Dönem’den çok değişik bir sanat zevkine işaret eden bu yeni dönemin mimari dışındaki çeşitli eserlerde verdiği ürünlerde de aynı akımı belirlemek mümkündür.
I. Tarihi Çerçeve
Osmanlı Devleti XVI. yüzyıldaki büyük çapta yaptığı fetihler ile bir dünya Devleti durumuna girmiş ve bu durumunu XVII. yüzyılda bir dereceye kadar sürdürmüştür. Fakat pek çok olaylar Devleti’n eski gücünü artık kaybetmeye başladığını gösteriyordu. Osmanlı Devleti’nin haşmetini görmek için bu ülkenin tamamını olmasa bile birçok yerlerini gezen Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’ni gözden geçirmek yeterlidir. Osmanlı Devleti dış güçler ile çarpışmalarını sürdürürken bir taraftan da içeride patlak veren bazı gailelerle uğraşmak zorunda kalıyordu. Fakat yine de büyüklüğünün yıpranmakta olduğunu pek farketmiş değildi. Bu duraklama dönemi içinde son önemli fetih olayı Girit seferi olmuştur. Böylece Akdeniz ortasındaki Girit adası da Türk topraklarına katılmış oluyordu.
Osmanlı Devleti’nin Viyana seferi yayılış politikasının sonu oldu. Türk ordusunun Merzifonlu Kara Mustafa Paşa idaresinde Orta Avrupa’nın bu büyük merkezini kuşatmasını fakat tehlikeyi gören Avrupa ülkelerinin birleşerek karşı saldırıya geçmeleri, aynı zamanda Türk tarafında olması gereken Kırım Han’ının affedilmez ihaneti seferin bir bozgunla sona ermesine yol açmıştır. Bu olay Osmanlı Devleti’nin Avrupa içindeki ilerleyişinin artık sonudur. Az bir süre sonra Avusturya ordusu Macar topraklarına girmiş bugünkü Budapeşte olan Budin elden çıkmış ve Avusturyalılar tarafından yakılmıştır. Halk şairlerinden biri tarafından söylenen “aldı nemçe bizim nazlı Budin’i” adlı ağıtla da bu üzüntü dile getirilmiştir.
Bu yenilginin ve felaketin arkasından Avrupa topraklarındaki Osmanlı-Türk hakimiyeti kademe kademe erimeye başlamıştır. Avusturya, Venedik ve Lehistan ile 1699’da imzalanan Karlofça Sulh Antlaşması ile Avrupa’daki pek çok toprak bu ülkelere bırakılmıştır. Şüphesiz kaybedilen bu topraklarda yaşayan binlerce Türk’ten esarete düşmekten kurtulmuş olanlar akın akın daha doğuya göç etmişlerdir. Batı’da Osmanlı Devleti bu felaketi yaşarken Doğu’da da pek iç açıcı bir durum yaşanmıyordu.
Osmanlı tahtında oldukça uzun bir süre kalan Sultan IV. Mehmed’in oğlu III. Ahmet 1703’te Devlet idaresinin başına geçtiğinde 29-30 yaşlarında kadardı. Devlet’in bir huzur ve sulh dönemi içinde yaşamasını düşünmüş ve iktidarı süresi içinde kendisine yardımcı olarak sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa’yı seçmişti. Padişah tarafından çok desteklenen ve hatta damat da yapılan İbrahim Paşa 1718’de sadrazamlığa getirildikten itibaren de Sultan III. Ahmed’in zevkini okşayabilecek bir sosyal akımın yaratıcısı oldu.
XVIII. yüzyılın başlarındaki bu dönem Yahya Kemal Beyatlı’nın (1884-1958) güzel bir buluşu ile “Lale Devri” olarak adlandırılmıştır. Ünlü tarih yazarı Ahmet Refik Altınay (1880-1937) ise “Lale Devri” başlıklı kitabı ile Osmanlı tarihinin bu dönemini okuyucuya anlatırken bu adı da pekleştirmiş oldu.
Lale Devri Osmanlı dönemi Türk tarihinde bir geçiş safhası olmuştur. Klasik Dönem’in ahenkli orantılara ve ölçülü bezemelere değer veren sanat zevki bu dönemde yeni ve değişik bir üsluba doğru kaymaya başlamıştır. Bu dönem 1830 yılında patlayan Patrona Halil ayaklanması ile kan ve ateş içinde kayboldu gitti. Padişah III. Ahmet tahtını kaybederken sadrazamı ve damadı Nevşehirli İbrahim Paşa asilerin ellerinde feci surette öldürüldü ve böylece bu geçiş safhası da kapanmış oldu.
Osmanlı tahtına geçen Sultan II. Mahmud (1730-54) birtakım tedbirler almakla beraber Devleti’n küçülmesini önleyemedi. Sanat zevki ise onun Dönem’inde önceki Lale Devri’nde başlamış olan Batı’ya dönük akımı daha da şiddetli olarak sürdürüyordu. Devlet için onun arkasından gelen III. Osman ve III. Mustafa’nın saltanatları sırasında karanlık yıllar iyice başlamış oldu. Osmanlı Devleti kuzeyde büyük bir güç halinde gelişen Rus Çarlığı’nın tehditleri altında varlığını sürdürüyordu. XVIII. yüzyılın sonlarına doğru tahta geçen Sultan I. Abdülhamid (1774-1789) iktidara geçtiğinde oldukça ilerlemiş bir yaşta bulunuyordu. Devleti’n dış tehlikeler karşısında sarsıldığını ve daha kötü günler göreceğini sezmişdi. Bazı yeniliklerin yapılmasının gerekli olduğuna inanıyor ve bunun için de bilhassa fen, teknik ve askerlikte bazı yeni adımlar atılmasını düşünüyordu. Rus Çarlığı’nın gittikçe artan tehditleri bu Devleti’n Avusturya ile birleşerek Kırım ile Balkanlar’daki hakimiyetine son vermeye doğru gitmeye başlamıştı. Bu kıskaç içine alınan Osmanlı Devleti için çok tehlikeli bir geleceğin ilk işaretleriydi. Bir taraftan da Türk idaresine karşı Yunanlıları ayaklandırmak üzere kışkırtmalar da sürdürülüyordu. Birçok yenilgiler alan Osmanlı-Rus, Osmanlı-Avusturya savaşlarında Karadeniz kuzeyinde bir sınır kalesi olan Özi’nin Ruslar tarafından ele geçirildiği haberinin kendisine ulaşması üzerine felç geçiren I. Abdülhamid çok kısa bir süre sonra ölmüş ve yerine onun yenilikçi görüşlerini benimsemiş olan III. Selim (1789-1807) birçok reform hareketlerine girişmiş ve kuvvetli bir müzik kültürüne sahip olan bu hassas ve sanatçı ruhlu padişah girişimlerinde bir sonuç alamadan Kabakçı Mustafa başkanlığındaki bir asi grubunun kurbanı olarak öldürülmüştür.
Bu kargaşalarla dolu ve Devleti’n dış ülkelerden yapılan hücumlarla sarsıldığı yıllarda Napoleon Bonapart da bir taraftan Mısır üzerinden Filistin’deki Osmanlı topraklarına doğru ilerliyordu. Bu bunalımlı ve kargaşa ile dolu yıllarda fedakar bir saray görevlisinin yardımıyla canı kurtulan II. Mahmud (1808-1839) çok kısa bir süre için tahta çıkan IV. Mustafa’nın (1807-1808) yerine iktidara geçerek III. Selim’in yapmak isteyip gerçekleştiremediği reformları hızla ve cesaretle başarmıştır.
Bunların başında uzun yıllardır Devleti’n içinde bir çıbanbaşı haline gelmiş olan yeniçeriliğin kaldırılması gelir. Batı Devletleri tarafından parçalanması için büyük gayret harcanan Osmanlı ülkesinin en büyük kayıplarından biri de Rusya’nın kışkırtması ile ayaklanan Yunan bağımsızlığının Mora’da bir Yunan Devleti olarak ortaya çıkmasıdır. Avrupa’nın yarattığı büyük sıkıntılar içinde Osmanlı Devleti varlığını sürdürmeye çabalarken sanat ve kültür alanlarında Batılı görüşleri benimsemeye ve bunları uygulamaya gayret etmekten kaçınmıyordu.
Padişah I. Abdülmecid (1839-1861) kendinden önceki Sultan Mahmud’un yenilikçi programını bütünüyle uygulamak kararındaydı. Fen ve teknik hususunda Osmanlı ülkesini güçlendirecek tedbirler alınıp müesseseler kurulurken Encümen-i Daniş adıyla bir eğitim komisyonu oluşturulmuş ve bu komisyon tarafından hazırlanan bir raporla Batı’da olduğu gibi Darü’l-fünun adıyla bir eğitim müessesesi düzenlenmesi önerilmişti.
Devleti’n içinde hukuk bakımından birtakım reformların yapılmasını ortaya koyan Tanzimat Fermanı 1839’da Gülhane Hatt-ı Hümayunu ile ilan edilmiştir. Sultan Abdülmecid gerek düşünceleri gerek davranışları ve hatta fiziği ile Batılı idi. Romantiklerde hakim olan Türk düşmanlığının aksine Fransız romantiklerinden ünlü şair ve yazar A. De Lamartine (1790-1869) Osmanlı ülkesini ziyaret ettiğinde Sultan Abdülmecid’in huzuruna çıkarak onunla tanışmış, bu aydın düşünceli Padişah’ın huzurundan çok olumlu görüşlerle ayrılmış ve altı ciltlik bir Osmanlı Tarihi yazmıştır.
Darü’l-fünun denemesi fazla olumlu bir sonuca ulaşamamıştır. Ancak Teknik Üniversitesi’nin esasını teşkil eden Mühendishane-i Berri-i Hümayun hayli verimli olurken II. Mahmud’un son yıllarında Batı’daki örneklerine göre kurulan ve ilk mezunlarını Abdülmecid yıllarında veren Mekteb-i Tıbbiyye-i Adliyye yeni ilk tıp fakültesi Batılı öğretmenlerin idaresinde Türk hekimliğinin yaratılmasına ön ayak olmuştu. Böylece Sultan Abdülmecid dönemi Osmanlı hayatında Batılı zevkin en güçlü olarak kendisini duyurduğu yıllar olmuştur. Bunun paralelinde olarak da sanatta yeni bir estetik anlayışın güçlü bir duruma girdiği görülür. Yeni akımın destekleyicisi olan yabancı mimar ve sanatçıların Osmanlı ülkesine ve bilhassa İstanbul’a adeta akın halinde geldikleri görülür. Bunların arasında müzik sanatçılarının çokluğu da dikkati çeker fakat mimarlar ve iç dekoratörler şaşılacak derecede çoktur.
Bu akım Sultan Abdülaziz (1861-1876) Dönem’inde de devam etmiş ve bilhassa mimari tamamen Batılı bir görünüm almıştır. Osmanlı Devleti Batılı görünümleri almaya çabalarken iç ve dış huzursuzluklar eksik olmamıştı. Fakat Devleti en büyük ölçüde sarsan bir olay 1877-78’de cereyan eden Türk-Rus savaşıdır. Bu da gerek Anadolu’da gerek Rumeli’nde geniş toprakların elden çıkmasına ve binlerce göçmenin yerlerinden kaçarak İstanbul’a ve daha emin gördükleri yerlere sığınmalarına yol açmıştır. Bu savaş ardından yapılan Berlin Antlaşması ile kahramanlıklarla dolu bu mücadelelerin de fedakarlıkları bir bakıma heba olmuştur. Osmanlı dönemi Türk kültürüne Batı zevk ve görüşlerinin sızması Sultan II. Abdülhamid (1876-1909) Dönem’inde bir taraftan daha zayıflarken bir taraftan da Türk Neo-Klasik üslubuna bir yönelme olmuştur. Buna Türk sanat tarihinde Birinci Milli Türk Sanat Akımı adı verilmektedir.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi / Türkiye