Onbirinci yüzyılın ilk çeyreğinden sonra doğu, Güney Doğu Anadolu ve Kuzey Suriye’ye doğru gelişen düzensiz Türkmen akınları, Büyük Selçuklu Devleti’nin kurulmasından sonra düzenli bir fetih hareketine dönüşmüştür. 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi’ne kadar olan dönemde Türkler, zaman zaman Orta Anadolu’ya kadar akınlar yapmış olmakla birlikte, onların fetih hareketleri doğu ve güney-doğu Anadolu bölgeleri ile sınırlı kalmıştı. Malazgirt Meydan Muharebesi’nden sonra ortaya çıkan gelişmeler, Türklere kısa sürede Marmara kıyılarına kadar ilerleme imkânı vermiştir.
Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan’ın 1072’de ölümünden sonra Urfa bölgesine gelen Kutalmış oğlu Süleyman Şah, kendisini destekleyen Türkmenlerle birlikte Halep, Antakya ve Konya üzerinden İznik taraflarına gelmiş, Bizans İmparatorluğu’nda yaşanan taht mücadelesinden yararlanarak İznik merkezli yeni bir Selçuklu Devleti kurmayı başarmıştı.
Süleyman Şah’ın, Anadolu’nun kuzey-batısında yeni bir Türk devleti kurması ve Anadolu’daki Bizans hâkimiyetini Marmara sahillerine kadar geriletmesi, Horasan’dan Anadolu’ya doğru gelişen ve büyük kitleler halinde gerçekleşen Türk göçünün artmasına ve hız kazanmasına neden olmuştur. Bu dönemde bir taraftan kalabalık Türkmen kitlelerinin Batı Anadolu bölgesine nüfuz etmeye başladığını, diğer taraftan da 1081’de Bizans’ta meydana gelen taht değişikliğinden sonra İzmir’i ele geçirmeyi başaran Çaka Bey’in burada bir Türkmen Beyliği kurduğunu görmekteyiz.
1096 yılında, yani I. Haçlı Seferi’nin başlangıcına kadar olan dönemde Türklerin Batı Anadolu bölgesinde Bizans’ın hâkimiyetini oldukça zayıflattıkları ve bu bölgeye yerleşmeye başladıkları bilinmektedir. Ancak, I. Haçlı Seferi’nin Türkiye Selçuklu Devleti’nde yarattığı sarsıntı, Türklerin Batı Anadolu bölgesinden Orta Anadolu’ya çekilmesine ve Bizans’ın buralara yeniden hâkim olmasına neden olmuştur. I. Haçlı Seferi’nin yarattığı sarsıntı atlatıldıktan sonra Türklerin Batı Anadolu bölgesinde Bizans’a karşı yeniden mücadeleye başladığını görmekteyiz.
I. Kılıçarslan’ın ölümünden sonra (1107), Kapadokya Emiri Hasan Bey’in Batı Anadolu bölgesinde Bizans’a karşı saldırıya geçtiğini, Alaşehir, Kırkağaç, Bergama ve İzmir taraflarına kuvvet sevkettiği bilinmektedir.[1] Şahinşah’ın 1110 yılında Türkiye Selçuklu tahtına çıkmasından sonra Türklerin Batı Anadolu’daki faaliyetleri artmıştır. Nitekim, II. Haçlı Seferi’ne katılan Fransa Kralı Louis, 1147’de Bergama-Efes-Denizli üzerinden Antalya’ya ulaşmaya çalışırken Türkmenler tarafından ağır kayıplara uğratılmıştır. Fransa Kralı’nın maiyetinde bulunan Odon de Deuil’in ifadesinden anlaşıldığına göre Türkler, Efes’e kadar olan kıyı kesimlerine kadar ilerlemişlerdi. Bu durum bize Türklerin XII. yüzyılın ortalarında Batı Anadolu bölgesinde etkin olduklarını göstermektedir.[2] Bilhassa 1176 yılında Miryakefalon zaferinden sonra Türkiye Selçuklu sultanının hâkimiyeti Alaşehir’in batısına kadar genişlemiştir. Bizans, Türklerin eline geçen yerleri zaman zaman geri alma teşebbüsünde bulunmuş ise de bu girişimlerinde başarılı olamamıştır.
Moğolların önünden kaçarak Anadolu’ya yığılan Türkmenlerin, Türkiye Selçuklu Devleti tarafından genellikle ülkenin batı kesimlerine yönlendirilmesi, Batı Anadolu bölgesinin bir sonraki asırda önemli oranda Türkleşmesine zemin hazırlamıştır.
1243 Kösedağ mağlubiyetinden sonra Türkiye Selçuklu Devleti, İlhanlıların hâkimiyeti altına girince, Selçuklu devletinin kontrolü dışında hareket eden Türkmenlerden bir kısmı Batı Anadolu bölgesinde yeni siyasî oluşumlar meydana getirmişlerdir. XIII. asrın ikinci yarısından itibaren Batı Anadolu’nun Türkleşmesi ile ilgili olarak Pachymeres şu ifadeyi kullanır: Küçük Asya’daki eyaletler zayıf düştü. Halbuki Türkler dahi cüretkâr oldular ve hiç kimsenin müdafaa etmediği, tamamıyla terk edilmiş toprakları istilâ ettiler. Bu suretle yavaş yavaş Menderes ıssızlaştı. Karia havâlisi düşmanların eline geçti. Küçük Asya için tehlike öyle büyüdü ki kimse İstanbul’dan Pontus Herakleia’sına gidemez oldular”.[3]
Kütahya ve çevresinde Germiyanoğulları,[4] Söğüt ve civarında Osmanoğulları, Balıkesir ve Çanakkale havâlisinde Karasioğulları,[5] Birgi, Tire, Ayasuluğ bölgesinde Aydınoğulları,[6] Beçin merkezli Menteşeoğulları,[7] Manisa merkezli Saruhanoğulları[8] beylikleri XIII. yüzyıl sonlarından itibaren siyasî birer oluşum olarak tarih sahnesine çıkmışlardır.
Sonuçta, XIV. yüzyıl sonlarında bütün Batı Anadolu bölgesi etnik bakımdan yarım asırlık bir sürede Türk unsurlarının yaşam sahası haline geldiği gibi, siyasî yönden de bu topraklar Türkleşmiş ve Türklerin yurdu haline gelmiştir.
Batı Anadolu bölgesinin Türkleşmesi ile ilgili verdiğimiz genel bilgiden sonra İzmir ve yöresinin Türkleşmesi konusuna geçebiliriz.
İzmir’in Türkleşmesi
Anadolu’nun zengin yörelerinden birisi olan Ege Bölgesi’nin batı sahili üzerinde kurulmuş, doğanın bahşettiği fevkalade uygun coğrafya şartlarından yararlanarak tarihin ilk çağlarından beri daima önemli stratejik pozisyona sahip olan İzmir, çeşitli kültürleri ve siyasi güçleri bünyesinde barındırmış bir liman şehridir. Ayrıca, İzmir dünyada ilk çağlardan zamanımıza kadar varlığını koruyup gelişebilmiş sayılı şehirlerden birisidir.
1071 Malazgirt Zaferi’nden sonra Anadolu’yu yurt edinmek amacıyla, batıya hareket eden Selçuklu Türkleri, Ege ve Marmara sahil bölgelerine kadar ulaşmışlardır. Sonraki devirlerde Aydın-eli olarak adlandırılan İzmir ve havalisinin, Malazgirt Savaşı’ndan on yıl kadar sonra Türklerin eline geçtiği ve bu bölgeyi yurt edinmeye başladıkları da belgelerle kanıtlanmış bir gerçektir. 1081 yılından sonra İzmir’i ve çevresini ele geçirme başarısını gösteren Türk kitleleri, geçici de olsa Batı Anadolu’nun Türkleşmesine ilk adımı atmış oldular. Ege Denizi sahil kesimini ve civar adaları da zapt ederek burada bir Türk Beyliği (1081-1097) kurmuş olan Çaka Bey, kendisine merkez edindiği İzmir’e ek olarak Urla ve Foça şehirlerinin yanı sıra Midilli, Sakız, Sisam, Rodos ve Batı Anadolu sahillerine yakın olan adalara kısa sürede hâkim olma başarısını göstermiştir.
Tarihte ilk defa olarak İzmir şehri merkez olmak üzere tesis edilmiş olan Türk Beyliği, Çaka Bey’in kurmuş olduğu Türkmen beyliğidir. Bu Türk Beyi’nin faaliyetleriyle ilgili bilgiler, Anna Comnena’nın İmparator Aleksios Komnenos’un (1081-1118) dönemini kapsayan eseri olan The Alexiad’da verilmiştir.[9] Danişmend-nâme’de zikredilen Çavuldur Çaka (veya Çakan)[10] Bizans kaynaklarında Çahas veya Tazachas (Tzachas) olarak geçmekte, büyük bir ihtimalle de bu iki ismin aynı şahsa ait olduğu mümkün görünmektedir.
Çaka Bey ile ilgili bilgiler çok sınırlı olmakla birlikte, onun, cesaretli, cevvâl, zeki ve mücadeleden korkmayan savaşçı bir kişiliğe sahip olduğu anlaşılmaktadır. Şahsında toplanan bu meziyetler sayesinde Çaka Bey’in en güç şartlar altında dahi daima en doğru kararları veren ve uygulayan iyi bir asker, teşkilâtçı bir devlet adamı olduğu ortadadır.[11]
Çaka Bey’in, Bizans’a karşı akınlarda bulunan genç ve gözü pek bir savaşçı olarak Anadolu’da yapılan mücadelelere katılmış, bir vuruşma sırasında tecrübesizliği nedeniyle Bizanslı kumandan Aleksandros Kabalika tarafından tutsak alınarak İmparator Nikephorus Botaniates’e (1078-81) sunulmuştur. Asil bir Anadolu Türk ailesine mensup olan bu gencin Müslüman olduğu anlaşılmaktadır.[12] İmparator N. Botaniates, Bizans sarayında yetiştirilecek olan Çaka’ya itibar ederek kendisine “Protonobilissimos” asalet unvanı yanında bazı imtiyaz ve değerli hediyeler vererek taltif etmiştir.[13] Bizans sarayında Çaka Bey’e kısa zamanda asalet rütbesi verilmesi O’nun asil bir soydan ve itibarlı bir Türk ailesinden gelmiş olduğuna açıkça delil teşkil etmektedir. Bundan sonra bu Türk beyi imparatorun tâbiiyetini kabul ederek Bizans İmparatorluğu’nun hizmetine girmiştir.[14] Ayrıca Çaka Bey’in Oğuzların Çavuldur boyundan gelmiş olduğu da rivâyet edilmektedir.
İstanbul’da imparatorluk sarayında ikâmet etme ayrıcalığı kendisine bahşedilen Çaka Bey, burada Homeros’un eserlerini okuyup anlayacak derecede Grekçe öğrenmiş ve bütün saray adetlerine uyum sağlayarak Bizans devlet teşkilatının işleyişini, Bizans kültür ve düşünce sistemini yakından öğrenme fırsatını elde etmiştir.
1078 yılında Süleyman Şah’ın desteğiyle Bizans tahtını elde etmiş olan Nikephorus Botaniates’in (1078-81) yerine Aleksios Komnenos’un (1081-1118) imparator olmasıyla Çaka Bey’in elde etmiş olduğu bütün imtiyazlarının geri alındığı bilinmektedir. Kaynaklarda bunun nedeni ile ilgili bilgi bulunmamaktadır. Belki de Çaka Bey’in, Bizans’ın bilgisi ve oluru dışında kendi başına buyruk hareket etmiş olması, yeni imparator Aleksios’un onu elde etmiş olduğu tüm haklarından mahrum etmesine sebep teşkil etmiş olmalıdır.[15]
Kendisine itibar etmediği anlaşılan İmparator Aleksios’tan çekinen veya tüm imtiyazlarının elinden alınmasına üzüldüğü anlaşılan Bizans hizmetindeki Çaka Bey, İzmir civarına giderek, müstakil bir Türk beyi olarak siyasî ve askerî faaliyetlerine, devam etmeye karar verdiği anlaşılmaktadır. İstanbul’dan kaçarak İzmir’e maiyeti ile birlikte gelmiş olan Çaka Bey, bu bölgede bulunan Türk unsurunun da desteğini alarak en kısa zamanda bir deniz beyliği kurma hazırlıklarına başlamıştır. Hadiselerin seyrinden anlaşıldığı kadarıyla Çaka Bey’in ana politikası, Batı Anadolu bölgesinde güçlü ve müstakil bir Türk beyliği kurmaktı. O, bunun sonucunda kuvvetli bir donanma kurarak Ege Denizi’ndeki önemli adaları ele geçirmeyi, İzmir’den Çanakkale’ye kadar olan bölgeyi zapt ederek Gelibolu yarımadasına çıkmayı ve Trakya’daki tüm Bizans topraklarını hâkimiyeti altına almayı planlıyordu.[16] Bu amaçlarını gerçekleştirdikten sonra yönettiği toprakları, Türk nüfusu ile iskân etmeye çalışmış olması da tabiidir.
Çaka Bey’in İzmir’e nasıl gittiği, maiyetinde veya emri altında kimlerin bulunduğu ve şehri nasıl elde edip beyliğinin merkezi yaptığına dair ayrıntılı bilgi mevcut değildir. Çaka Bey’in Bizans’tan ayrılışı İmparator Aleksios’un Bizans tahtına çıktıktan sonra gerçekleşmiştir.[17] Çaka Bey’in evli ve en az bir veya belki de iki kızı ile Yalvaç isminde bir erkek kardeşinin olduğu bilinmektedir.
İzmir’i ele geçiren bu Türk beyi, Batı Anadolu kıyılarına yakın adaları da zapt ederek bu bölgeye hâkim bir beylik kurmuştur. O’nun bu başarısı, yukarıda ifade etmiş olduğumuz, kendisinin bir müddet Bizans İmparatoru nezdinde kalmış olması ve orada Grek kültürü ile birlikte, Bizans kumandanlarının savaş taktiklerini, Bizans siyasî anlayışını da yakından tanımış olması temeline dayanmakta idi.
İmparator Aleksios’un tahta geçtiği sıralarda (1081) Bizans’ın Türklerin genişleme faaliyetini durduramamasından dolayı Türk kitleleri, Batı Anadolu’ya kadar sokulmuşlardı. Çaka Bey’in beyliğini kurma aşamasında bu müsait durumdan yararlanmış olmalıdır. Çaka Bey’in İzmir’i alış tarihi kesin olarak tespit edilememekle birlikte, beyliğin kuruluşu 1081’den hemen sonra olmalıdır.
Bizans İmparatorluğu’na karşı başarılı olabilmenin yollarını çok iyi bildiği anlaşılan Çaka Bey, İzmir merkezli bir deniz beyliği kurulabilmesinin ve siyasî varlığının devamının ancak Ege’de Bizans’a karşı yapacağı mücadelelerde güçlü bir donanma sayesinde mümkün olabileceğini, coğrafyanın özelliklerinden hareketle görmüştü. Donanmasının çekirdeğini oluşturacak olan ve Ege denizinin iklim şartlarına uygun çok sayıda harp gemisinin yapımı için yerli ustalardan da yararlanmıştır.[18] Donanmada görev yapan levendler ise civar ahaliden ve deniz hayatına alışmış Türklerden sağlanmıştır.
Çaka Bey güçlü bir donanma hazırladıktan sonra civardaki sahil yerleşim merkezlerinden Urla ve Foça’yı ele geçirdi. Bu başarının ardından Midilli, Sakız, Sisam ve hatta Rodos adalarının ele geçirildiğini kaynaklar kaydetmektedir.[19] Çaka Bey bu başarılarıyla da yetinmeyerek Bizans’a karşı mücadelesini sürdürmüş ve daha da ileri giderek Bizans’ın merkezi olan İstanbul’u da ele geçirme planları yapmaya başlamıştır.[20] Uğradığı başarısızlıklara rağmen bu fikrinden vazgeçmeyen Çaka Bey, Çanakkale Boğazı’nda stratejik bir önemi olan Abydos’u, tahminen 1093 yılında emrindeki kara ordusuyla kuşattı. Ancak bu bölgeyi kendi yayılma sahası olarak kabul eden damadı Türkiye Selçuklu Sultanı I. Kılıçarslan (1092-1107) ile Çaka Bey’in siyasetleri çatışmıştır. Abydos’un kuşatılması sırasında oraya yardıma gelen Bizans kuvvetleri ve Selçuklu ordusu arasında kalan Çaka Bey’in durumu daha da güçleşmiştir. Daha önce İmparator Aleksios’un I. Kılıçarslan’a yazmış olduğu ve The Alexiad’da metni kayıtlı olan sultanı kışkırtıcı mahiyetteki mektubun[21] çok etkili olduğu anlaşılmaktadır.
İki ateş arasında kaldığını anlayan Çaka Bey, durumu değerlendirmek üzere damadı I. Kılıçarslan’ın yanına gitmeyi tercih etti. Ancak damadı onun şerefine bir ziyafet tertip ederek, Anna Comnena’ya göre, toplantının sonlarına doğru Çaka Bey’in hayatına son vermiştir.[22] Ancak, İzmir Türk Beyliği, 1097 yılına kadar devam ettiğine göre Çaka Bey’in kardeşi Yalvaç (Galabatzes) Bey’in yönetimine geçmiş olmalıdır.
I. Haçlı Seferi sırasında Selçuklu Sultanlığı’nın başkenti olan İznik’in Bizans’a terk edilmesinden sonra, bu müsait ortamdan yararlanan İmparator Aleksios, Dukas adlı bir amiralin komutasındaki donanmasını Ege Denizin’e göndererek Türklerin elinde bulunan sahil şehirlerini ve adalarını tekrar geri almıştır.
Özellikle Selçuklu Devleti’nin merkezi İznik’in 26 Haziran 1097’de alınması ve Kılıçarslan’ın Anadolu’nun iç kısımlarına çekilmesi keyfiyeti, Batı Anadolu’da yerleşmiş olan Türk kitlelerinin ümitsizliğe düşmesine sebep olmuştur. Çaka Beyliği merkezi İzmir, karadan ve denizden Bizans kuvvetleri tarafından muhasara edilmiş ve şehir Bizans Komutanı Dukas’a teslim olmak zorunda kalmıştır.
Çaka Bey’in büyük gayretiyle kurulmuş olan ilk İzmir Türk Beyliği (Çaka Beyliği) de böylece tarihe karışmış oldu.
I. Haçlı Seferi sırasında İznik’i kaybeden Selçuklu Sultanı I. Kılıçarslan, Haçlı baskısı hafifledikten sonra Anadolu Türklerini toparlamaya çalışmış ve XII. yüzyılın başlarında Konya’ya yerleşerek bu şehri devletin başkenti yapmıştır.[23]
Diğer yandan, XIII. yüzyılın ikinci yarısında, Bizans’ın askerî ve siyasî zaafından istifade eden Foçalı Ceneviz beyleri İzmir’i zapt etmişlerdir. Bu durumu kabul etmek zorunda kalan Bizans İmparatoru VIII. Michael Palaiologos (1259-82), 1261 Nif antlaşması ile İzmir’le ilgili tüm haklarını Cenevizlilere devretmiş ve İzmir bundan sonra bir Ceneviz ticaret kolonisi olarak işlevini sürdürmüştür.[24]
İzmir’in art bölgesini ve özellikle Kadifekale’yi XIV. yüzyılın ilk çeyreğinde[25] ele geçiren Aydınoğlu Mehmed Bey, bu bölgedeki Bizans hakimiyetine kesin olarak son vererek, İzmir’in Türkleşmesinin ikinci safhasını başlatmıştır. Yalnız, aşağı İzmir’in deniz kıyısındaki 1261’den beri Cenevizlilerin elinde bulunan Liman Kalesi’ni alamamıştır. Böylece İzmir şehrinin tarihinde Müslüman İzmir ve Gavur İzmir olarak ilginç bir ikili durum ortaya çıkmıştır. Artık İzmir, kendi kalelerinin güvenceleri altında birbirine hasım iki toplumun yaşadığı bir şehir haline gelmiştir. Bu durum 1329 yılına kadar sürmüştür. Düstûrnâme-i Enverî’ye göre bu yılda Aydınoğlu Umur Bey Cenevizlilerin elinden Liman Kalesi’ni iki yılı aşkın bir kuşatmadan sonra Frenk Komutan Martino Zaccaria’dan teslim almıştır. Böylelikle şehrin iki kesimi de Türklerin yönetimine geçmiş oldu.[26] Her iki kaleye ve kıyıdaki tersaneye sahip olan Umur Bey, emrindeki güçlü donanmasıyla daha önce Çaka Bey zamanında olduğu gibi Ege Denizi’nde yayılma politikasını izleyip başarılar kazanmıştır. Bu durumu kendi çıkarları açısından tehlikeli gören Batılı devletler, bir Haçlı donanması oluşturarak Eylül 1334’te İzmir’e bir saldırı düzenlemişler ve şehri harap ederek alamadan geri çekilmişlerdir. Bu olaylardan on yıl sonra Papa VI. Clement (1342-52) başkanlığında oluşturulan Hıristiyan koalisyonunun gönderdiği bir donanma, 28 Ekim 1344’te Kadifekale’nin dışında bütün Aşağı İzmir’i almıştır. Böylece Haçlılar, Liman Kalesi’ne ve iç limana tekrar sahip olmuşlardır.
Şehrin sahil kesiminde Liman Kalesi’nin koruması altındaki düzlük bölgede siyasî varlıklarını, Timur’un İzmir’i zapt ettiği 1402 yılına kadar sürdürecek olan Venedik önderliğindeki Haçlı kuvvetleri Liman Kalesi’ni ve Gavur İzmir’i (Sahil İzmir) halkını ve ticarî çıkarlarını Mart 1348 tarihinde Umur Bey’in şehit olmasına kadar[27] sürecek olan Türklerin askerî harekâtlarından korumak amacıyla yeni kuleler ve istihkâmlar inşa ettiler. Liman Kalesi’nin etrafına hendek açarak kaleyi âdeta bir ada haline getirdiler. Batı Hıristiyan dünyası ile temas halinde olan Frenkler sürekli gördükleri destek ve aldıkları yardım sayesinde hem kaleyi ellerinde tutmuşlar hem de şehrin kıyı kesiminde varlıklarını devam ettirmişlerdir.
Umur Bey’in yerine Hızır Bey (1348-60) Aydınoğulları Beyliği’nin başına geçmesine rağmen Gavur İzmir’e karşı başarılı olmanın zorluğunu takdir ve şehirdeki status quo’yu kabul ederek, 18 Ağustos 1348’de Latinler’e bazı imtiyâzlar tanıyan bir antlaşma yapma gereğini duymuştur. Ancak yapılan bu antlaşma kısa ömürlü olmuş, İzmir’in ticarî varlığı güneye, Ayasuluğ (Altoluogo) ve Balat (Palatia) limanlarına kayarak, İzmir şehri büyük ölçüde ticaret merkezi olma özelliğini yitirmiştir. Çünkü İzmir’e giden tüm karayolları Türklerin, deniz yolları ise Latinlerin kontrolü altında olması nedeniyle şehirde ticari ve ekonomik bir stalemate yani kilitlenme durumu ortaya çıkmış ve iki yönlü işleyen ticari eşyaların İzmir’den geçmesi büyük ölçüde duraklamıştır. İzmir 1351-1374 yılları arasında Papalık yönetimi altında kalmış, daha sonra Papa XI. Gregory (1370-78) sahildeki liman kalesini ve çevresindeki “Gavur İzmir’i” St. Jean şövalyelerine vermiştir.
Anadolu’daki Türk birliğini kendi siyasi liderliği altında toplama politikası güden Osmanlı Sultanı I. Bâyezid (1389-1402), 1390 da Batı Anadolu’ya sefer yaparak Gavur İzmir’i alamamasına rağmen Müslüman İzmir ile birlikte Aydın, Saruhan, Menteşe ve Germiyan beyliklerini Osmanlı ülkesine katmayı başarmıştır. Denizden sürekli olarak Latinlerin desteğini gören İzmir Liman Kalesi ve şehrin sahil kesimi ise, elli yıldan fazla (1344-1402) Batı kültürü temsilcilerinin elinde kalmıştır.
1402 Ankara Muharebesi’ni kazandıktan sonra İzmir’in halen St. Jean Şövalyeleri’nin elinde bulunduğunu öğrenen Timur, şövalyelerin komutanına yaptığı İslam olması ve haraç vermesi teklifinin reddedilmesi üzerine İzmir’e karşı sefer yapmaya ve oradaki Hıristiyan güçlerin varlığına sona erdirmeye karar verdi. Aralık 1402’de kısa bir kuşatmadan sonra kaleyi ve onun koruması altındaki Aşağı İzmir’i zapt eden Timur, burayı yabancı kültür temsilcilerinden tamamen arındırdı. Sonuçta, yarım yüzyıldan fazla iki ayrı güç tarafından bölünmüş olan İzmir’i birleştiren Timur burayı Aydınoğulları’na verdi. Bu tarihten itibaren İzmir’in ve civar kıyı bölgelerinin her geçen gün daha da Türkleşmiş olduğunu kabul edebiliriz. İzmir ve civar adalarının Türkleşmesi, I. Süleyman (1520-66) devrinde St. Jean Şövalyeleri’nden alınacak olan Rodos hariç, II. Mehmed (1451-81) zamanında gerçekleşecektir. Böylece XI. yüzyıl sonlarından, yani Çaka Bey zamanından üç asır sonra II. Mehmed döneminde İzmir ve Ege bölgesinin Türkleşmesi süreci tamamlanmıştır.
İzmir’in Türkleşme süreci tamamlandıktan sonra, XVI. yüzyılda şehrin sosyal-ekonomik, demografik hatta siyasi tarihini aydınlatabilecek olan İzmir kadı sicilleri XIX. yüzyılın ortalarında vilâyet binasında çıkan bir yangın sonucu yok olduğundan şehre ait XVI. yüzyıldaki bilgileri, ancak Tapu tahrir defterlerinde bulabilmek mümkündür. Şehrin mahalleleri, kayda geçmiş olan hâne ve neferlere ait bilgiler bu defterlerde bulunmaktadır XVI. yüzyılın ilk ve ikinci yarısına ait bilgiler aşağıdaki tabloda verilmiştir[28]:
Tablo: XVI. Yüzyılda İzmir Şehir Nüfusu
Toplam 206 307 658 + 215
Sonuç
İzmir ve civarının Türkleşmesinin Çaka Bey’in Bizans Devleti’nin zaafından yararlanarak 1081 yılında İzmir merkezli bir Türk Beyliği kurmasıyla başladığını kabul etmek gerekir. Batı Anadolu’daki bu Türk beyliğinin kurucusu Çaka Bey’in iradesi ve mücadeleci karakteri sayesinde on altı yıl siyasî varlığını sürdürmüş olması küçümsenmeyecek bir başarı olarak kabul edilmelidir.
Çaka Bey’in ölümünden sonra Avrupa’da hazırlanan kutsal Kudüs şehrini Müslümanlardan almayı ve Anadolu’yu ele geçirmeyi amaçlayan I. Haçlı Seferi sonucu Selçuklu Sultanlığı’nın merkezi İznik’in 1097 yılında Hıristiyan güçlerin eline geçmesi keyfiyeti, hem Türklerin Anadolu içlerine çekilmesine, hem de Batı Anadolu’daki Türk hâkimiyetinin sona ermesi sonucunu ortaya koymuştur. Bu yeni Haçlı Seferi, Batı ve Kuzey-batı Anadolu’daki siyasî dengeyi bozmuştur. İşte bu siyasî şartların sonucu, tarihî bir vakıa olarak, 1097 yılında sadece Selçuklu Sultanlığı’nın merkezi İznik düşmemiş, aynı zamanda Çaka Bey’in büyük ümit ve fedakarlıklarla kurmuş olduğu Türk Beyliği de sükut etmiştir.
Ancak XIII. yüzyılda doğuda batı yönüne doğru başlayan ve şiddetle devam eden Moğol istilâsı, Anadolu’da Türk kitlelerinin Batıya yönelmesine yol açmış, yüzyılın sonuna doğru Batı Anadolu kıyıları tekrar Türklerin eline geçmiş ve bu bölgenin yeniden Türkleşmesi sürecini başlatmıştır.
1402 Ankara Savaşı’ndan sonra Timur’un İzmir’e gelerek, bu şehrin sahil kesimini zapt etmesiyle beraber, İzmir şehrinde de Türk hakimiyetinin tesis edilmesi sağlanmıştır. Şehrin XV. yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı hakimiyetine girmesiyle, yukarıdaki tablodan da anlaşılacağı üzere İzmir’in Türkleşme süreci tamamlanmıştır.
Ege Üniversitesi İzmir Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 6 Sayfa: 288- 293