Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Başlangıcından Malazgirt Savaşına Kadar Selçuklu-Bizans Münasebetleri

0 16.276

Yrd. Doç. Dr. Erol KÜRKÇÜOĞLU

Yirminci yüzyıl ortalarında Maveraünnehir ve Türkistan adlı Türk yurtlarında, Türk ve İslâm tarihi bakımından çok önemli bir tarihi hadise gerçekleşmiştir. Oğuzlar büyük bir kitle halinde (200 bin çadır halkı) Müslüman oldular. İslâmiyet’i kabul eden yirmi dört Oğuz boyundan Kınıklara mensup Selçuklu Hanedanı’nın ortaya çıkması ve bu Oğuz kitlelerini önce İran ve Azerbaycan’a sonra Anadolu’ya sevk etmeleri bu hadiseyi daha da önemli hale getirdi. Selçuklu Türkleri Oğuz yayılmasına öncülük ettikleri için kısa zamanda, İslâm dünyasında haklı bir şöhrete ulaştılar. Selçuklular batıya doğru gelişen bu yayılmaları ile çabucak, Müslüman ülkelerinin büyük bir bölümüne hakim oldular. Bozulan İslâm birliğini, büyük ölçüde yeniden kurmayı başardılar. Ayrıca Anadolu da giriştikleri fetihlerle bu toprakları bir İslâm memleketi ve Türk Yurdu haline getirdiler.

Anadolu’nun İslâmlaşması ve Türkleşmesi, Türk tarihinin gerek siyasi ve gerekse medeniyet tarihi bakımından en önemli ve büyük faslı olduğu kadar, İslâm tarihinin de fütühat ve medeniyet bakımından en azametli bir kısmıdır. XI.yüzyılın başlarında “Oğuz” veya “Türkmen” adıyla anılan Türk boyları, kalabalık kitleler halinde Anadolu’yu açarak kendilerine vatan yapmalarından itibaren başlar. O zamandan günümüze kadar bu kıtada yaşayan ve zaman zaman bu ülkeden taşarak, muhtelif iklimleri ve coğrafyaları fetheden Türk Milleti’nin, gerek Anadolu’daki ve gerekse Anadolu üssünden hareketle, fethettikleri diğer kıta ve memleketlerdeki yapıcılıkları, siyasi ve medeni faaliyetleri, Türk tarihinin önemli bir kısmını teşkil etmektedir.

Henüz Selçuklu Devleti kurulmadan önce, Oğuzlar Anadolu fetihlerine iştirak etmek suretiyle Bizanslılarla temas kurmuşlardır. XI. yüzyıl başlarında ise siyasi ve iktisadi sebepler Selçukluların Anadolu’ya geçişini vazgeçilmez bir zorunluluk haline getirmiştir. XI. yüzyılın ilk yarısında Bizans İmparatorluğu’nun hudutları üzerinde Selçuklu Türklerinin görünmeleri ile İslâm ve Bizans tarihinde yeni bir dönem başlıyordu. Zira Selçuklular XI. asrın ortasından itibaren, Bizans tarihinin en mühim faktörlerinden biri haline geldiler.

XI. yüzyılın ilk çeyreğinde Azerbaycan ve Doğu Anadolu bölgesine yöneldiğini gördüğümüz ilk Selçuklu akınlarının, kısmen Sultanlar tarafından gönderilmeyen, bağımsız Türkmen grupları, bazen de siyasi otorite ile arası açılan ve onlardan kaçan gruplar tarafından başlatıldığını görüyoruz. Türkmen beyleri Anadolu yaylasına geldikleri zaman, binlerce senelerdir hayal ettikleri ülkenin burası olduğunu ve milli ideallerinin ancak buradan gerçekleşebileceğini sezmekte gecikmediler. Gerçi ilk zamanlar, Anadolu’ya hakim olmak isteği, Hıristiyan dünyasından İslâm dünyasına yöneltilen tehlikeleri göğüsleyebilmek gibi stratejik bir zarurete dayanıyordu. Fakat bunun arkasından cihan hakimiyeti ideallerine de en elverişli yerin yine bu ülke olduğunu ve burayı bir ana üs olarak kullanmak gerektiğini çabucak fark ettiler. Bu aşk ve imanla toprağa yerleşen Türkmen boyları yeni vatanlarını hiç yadırgamadılar ve buraya kolayca intibak ettiler. Çünkü burası sadece iklim bakımından eski yurtlarını andırmakla kalmıyor, aynı zamanda asırlık ideallerinin tahakkukuna da yarayacak bir coğrafya olduğunu gördüler. Böylece Müslüman Türkün elinde Anadolu’nun kaderi kökünden değişiyor, her ova, yayla, şehir bir başka kutsallaşıyordu.

Bizans İmparatorluğu’nun tarihinde Anadolu siyasi, iktisâdi ve askeri anlamda çok önem arz eden bir coğrafya idi. Çağlar boyunca Bizans’ı Anadolu coğrafyası beslemişti. Anadolu’nun iyi idare edilmesi de IX. ve X. yüzyıllarda Bizans İmparatorluğu’na altın devrini yaşatmıştı. Anadolu’nun verimli toprakları kadar coğrafi mevkii de Bizans için bir iktisadi gelir kaynağı idi. Asya-Avrupa arasındaki ticaret yollarının Anadolu’dan geçmesi, onu ticaret bakımından dünyada imtiyazlı bir konuma yükseltiyordu. Bizans, Balkanlar, Karadeniz ve Akdeniz yoluyla, Avrupa, Rusya ve Kuzey Afrika ile ticari münasebetler kurabilmişti. Fakat Çin’den başlayarak batıya doğru uzanan önemli ticaret yollarını İstanbul’a ulaştıran Anadolu’nun ticari değeri çok daha fazla idi. Anadolu Bizans için hem verimli toprakları hem ticareti bakımından bu kadar önemli olduğu halde; siyasi mücadeleler zaman zaman bu bölgenin tahrip edilmesi sonucunu doğurmuş, bu da Anadolu’daki ekonomik hayatı felce uğratmıştı. Bilhassa VI-XI. yüzyıllar arasında tam beş yüzyıl ordularının devamlı suretle çiğneyip, yakıp ve yağmaladıkları Anadolu’da, hayatiyetin kaybolması tabii netice idi. Bilhassa Anadolu’yu ele geçirmek uğruna Bizans-Sasani mücadelesi uzun asırlar devam etmiş ve bu çatışma Anadolu’nun nüfusunun azalmasına sebep olmuş, aynı zamanda köy ve kasaba hayatını da yok etmiştir.

Emeviler Devri’nde başlayan ve Abbasiler Devri’nde devam ederek üç asırdan fazla süren Müslümanların Anadolu seferleri, nasıl Anadolu halkını ekonomik zorluklarla karşı karşıya bırakmışsa; XI. yüzyılın ilk yarısından başlayarak, Doğu Anadolu’dan sür’atle batıya yayılma istidadı gösteren Türk akınları da, aynı ölçüde ülke ekonomisini sarsmıştı. Ayrıca zayıflayan askeri teşkilat, idarî ve ekonomik verimliliğini kaybeden “thema”lar, güçlenen feodalite ve derebeylerin halk üzerinde artırdıkları malî baskılar, Bizans hazinesinin gelirleri ile İmparatorluğun lüksü arasında bir muvazene kurulamaması ve nihayet hazinenin açıklarını kapatmak için halka yüklenen ağır vergiler, Bizans ekonomisini sarsan iç sebepler olarak değerlendirilebilir.

Orta Bizans çağında, ekonomik hayat daha çok tarıma dayandığı için büyük toprak sahiplerinin kendi bölgelerinde söz sahibi olmaları, hükümet merkezi otoritesinin zayıflamasına yol açıyordu. Bu duruma dikkati çeken Ebu’l-Ferec; “Bu sırada (990 yılında) Tagrit ahalisi insafsız arazi sahiplerinin aldıkları ağır vergilerin tazyikinden kurtulmak için, şehirlerini bıraktılar ve yabancı yerlere dağıldılar” demek suretiyle bu gerçeği dile getirmektedir. Bu göçler Anadolu topraklarını, köylerden başlayarak, ıssızlaştırıyor ve tarım ekonomisinin hâkim olduğu şehirlerde, iktisadi sıkıntıdan nasibini alıyordu. Selçuklu istilâsı öncesinde önemli Bizans şehirlerinin bile nüfus bakımından çok küçülmesi bunun açık delilidir.

Selçuklu Türklerinin Anadolu’ya ilk akınları 1016-1021 tarihleri arasında gerçekleşmiştir. Çağrı Bey 1018 yılında, 3.000 süvari ile Horasan, Rey ve Azerbaycan yolu ile Anadolu seferine çıkmıştır. Gazneli Sultan Mahmud’un hiddetine ve bu geçişte, gaflet gösterdiği için Tûs valisini azarlamasına sebep olan bu akıncı kuvveti ile Çağrı Bey Azerbaycan’a vardığı zaman orada daha önce Anadolu seferine çıkmış Türkmenlerle karşılaşmıştır. Bu Türkmenleri de yanına alarak Van havzasında (Vaspuragan) bulunan küçük Ermeni Krallığı topraklarına girdi.

Çağrı Bey’in Anadolu’ya ilk akını esnasında Ermenistan ve Gürcistan hududundaki memleketler, Bizans garnizonlarının otoritesi altına girmiş idi. Bu bölgedeki Ermeni ve Gürcü krallarının Bizans Devleti ile münasebetleri pek dostane değildi. Her ne kadar imparatorlara karşı hürmet de kusur etmiyorlar, kendilerini onlara tabi gösteriyorlarsa da, Bizans’ın siyasi tahakküm ve müdahalesine tahammül edemiyorlar, bilhassa işgal söz konusu olunca, aralarındaki anlaşmazlıkları bırakıp, kuvvetlerini birleştirmeğe çalışıyorlardı. Ayrıca Ermenilerle Bizanslılar arasındaki esaslı ayırıcı bir unsurda mezhep farklılığı idi.

Çağrı Bey maiyetindeki ordusu ile Vaspuragan Krallığı arazisinde görünmesi üzerine, Türkmenlerin “rüzgar gibi atlar üstünde bambaşka kıyafetleri, kadınlarınkine benzer uzun saçları, mızrakları ve yaylarıyla görünüşleri” böyle bir manzara ile karşılaşan Vaspuragan’ın Ermeni sakinlerini telaşa düşürmüştür. Çağrı Bey, bu ilk savaştan galip çıkmış ve Van Kalesi gibi sarp ve müstahkem bölgeler hariç, bir çok yerleri zaptetmiş ve Vaspuragan Krallığı’’nın batı bölgesine hâkim olmuştur.

Çağrı Bey, bu ilk Anadolu seferi hakkında, Tuğrul Bey’e Bizanslıları kastederek, “Bu ülkede bize karşı koyacak bir kimseye rastlamadım” derken de, her taraftan sıkıştırılan ve yurtsuz kalan, Selçuklu beylerine müstakil Türk vatanının keşfedildiğini bildiriyor ve hepsini ümitlendiriyordu. Bu sefer sonrası Türkmenler de Tuğrul ve Çağrı Beyler etrafında toplanıyor ve kuvvetleniyorlardı.

Bu ilk Selçuklu akınının amacı, ne doğrudan doğruya gaza etmek, ne sırf ganimet elde etmek ne de Bizans’a sığınıp yabancı ordularda hizmet değildi. Gerçek sebep, Maveraünnehir’de henüz bağımsız yaşama imkânına ulaşamamış Selçuklu Türkmenlerine, gelecekte yerleşmek üzere, elverişli iklimler ve vatan arama mücadelesidir.

Bu akın Ermeni Ardzruni ve Bagratuni hanedanlarının istiklâllerini kaybetmelerini, dolayısıyla Ermenilerin Doğu Anadolu’dan ayrılarak, Orta Anadolu’ya yayılmalarını ve XII-XIII. asırlarda Anadolu tarihinde rol oynamalarını sağlamıştır.

Bu ilk Anadolu seferi neticesinde müdafaa ve mukavemeti kırılmış olan Ermenistan ile Gürcistan’ın bir kısmının zahmetsizce Bizans’a ilhakı zannedildiği gibi, Bizans İmparatorluğu’nun lehine sonuçlanmamıştır. Bizans’ın Selçuklu orduları karşısındaki aczi kısa bir süre sonra Anadolu kilit noktalarının süratle Türklerin eline geçmesini mümkün kılmıştır.

Bu itibarla, Çağrı Bey’in bu ilk seferi, Anadolu’yu vatan yapmak idealini gerçekleştiren Selçuklu Türklüğüne, Anadolu’ya giden en kısa yolu göstermiş ve sonuçları asırlarca hissedilen tarihi bir hadisedir.

Selçukluların Anadolu’ya ikinci akınları Arslan Yabgu’ya bağlı Türkmenler tarafından yapıldı (1028). Bu akın sırasında Yabgulu Türkmenler, pek çok kayıplar vererek Anadolu’ya girmişler; Azerbaycan, Ermenistan ve Bizans topraklarına, hatta Diyarbakır havalisine kadar yayılmışlardı. 1038’de Selçuklular Gazneliler ile uğraşırken üçüncü bir sefer düzenlenmişti. 1042’de Ermenistan’a giren onbeş bin kişilik Oğuz akıncısı, Vaspuragan havalisine kadar sokuluyor ve Ermeni Prensi Haçig’i öldürerek geri dönüyordu. Selçuklular ile Bizans arasında ilk savaş, Kutalmış idaresindeki Selçuklu ordusu 1045’de, Gence civarında Gürcü ve Ermeni kuvvetiyle takviye edilen Bizans ordusunu ağır bir yenilgiye uğratıyordu. Bu zafer üzerine Kutalmış Aras nehri boyunca ilerlemiş ve Tuğrul Bey’e: “Bu bölgelerin zengin ve Romalıların da kadınlar gibi korkak insanlar olduğunu ve bu sebeple kolaylıkla fethedilebileceğini” bildirmişti.

1048 yılında Sultan Tuğrul’un maiyetindeki Musa İnanç Yabgu’nun oğlu Hasan, 20.000 kişilik ordu ile Eleşkirt’i ve batıdaki Basean (Pasin) ovasını geçerek Erzurum yöresine akınlar düzenlemişti. 1048 sonbaharında Hasan, Van’a doğru yoluna devam etmiş. Stranga denilen Büyük Zap suyu üzerinde kurulan bir pusuya düşürüldü ve başta Hasan Bey olmak üzere bir çok Türkmen komutanı da şehit edilmiştir.

Hasan’ın mağlûp ve şehit olması Tuğrul Bey üzerinde çok büyük bir üzüntü yaratmış ve Dicle boylarında geniş fetihler yapan İbrahim Yınal’ı Bizans’a karşı Anadolu seferine memur etmiştir. İbrahim Yınal, Türkistan’dan Nişapur’a gelen ve yurt arayan keşif bir Türkmen ahalisini Anadolu’ya sevk ettikten sonra, verdiği sözü yerine getirerek, kendisi de ordusu ile birlikte Bizans topraklarına doğru harekete geçti. Selçuklu orduları, önce İslâmların elinde bulunan ve İslâm Dünyası ile ticareti sayesinde zenginleşen Artze/Erzen (bugünkü Karaz) şehri üzerine yürümüştür. Surları mevcut olmayan şehirde çok şiddetli savaşlar oldu ve çıkan yagın ile harabe haline gelmiştir. Buradan kaçan halk, Bizanslılar tarafından tahkim edilen ve Theodosiopolis adını alan Karin (Kalikalâ, bugünkü Erzurum) şehrine sığındı.

İbrahim Yinal, Bizans’ın geride kalan kuvvetlerini bulmak için Erzen’den ilerlediği zaman, Gürcü Prensi Liparit kumandasında Gürcü, Ermeni ve Rumlardan müşterek Bizans Ordusu da bölgeye yaklaşıyordu. İslâm kaynaklarına göre Kaputru (Hasankale) önünde bulunan Kastro-Komi (bugünkü Ügümü) köyünde karargâh kurduğu sırada, Türk Ordusu da buraya doğru geliyordu. Rumlar, Türkler toplanmadan önce saldırma teklifinde bulundular ise de Cumartesi gününü uğursuz sayan Liparit buna yanaşmadı. Bu sayede İbrahim Yinal, kuvvetlerine saf kurdurarak hücuma geçti ve Rumları bozguna uğrattı. Rumların tamamen çekilmesi dolayısıyla, Liparit de akşam üstü Ügümü üzerine gerilemeye başladı ve Türklerin şiddetli saldırıları ve çevirme harekâtı ile Bizans ordusu perişan edildi. Başta Liparit olmak üzere, birçok kumandan ve ordunun hemen hepsi esir edildi (18 Eylül 1048). Kaputru (Hasankale) zaferi, Malazgirt öncesi, Selçukluların Bizans’a üstünlük kurdukları bir zafer olması açısından önemlidir.

İbrahim Yinal’dan sonra Tuğrul Bey de 1054 tarihinde Anadolu’ya ayak bastı. Selçuklu Sultanı, Aras ve Fırat’ın yukarı havzasına kadar ilerledi. Theodosiopolis ile Bizanslıların Karadeniz kıyısındaki önemli ticaret ve askeri üssü bulunan Trabzon çizgisini belirleyen Parhar/Barkhar Dağı’na kadar kuvvet sevk etti. Selçuklu orduları, Erzurum ve çevresindeki kale ve şehirlere akınlar düzenlerken, Bizanslılar, Gürcistan ve Taik’in (Oltu ve çevresi) sınır kalelerine çekilmişlerdi. Onlar küçük kasaba ve kalelerin imdadına koşacakları yerde, kale içinde kalmayı tercih etmekte idiler. Tuğrul Bey, Muradiye ve Erciş kalelerini fethederek, Malazgirt önlerine gelerek karargâh kurdu ve şehri kuşatmaya başlamıştır. Fakat Malazgirt kalesi kumandanı ve valisi olan Vasil tarafından çok iyi müdafaa ediliyordu. Bu yüzden Tuğrul Bey kuşatmayı kaldırmak zorunda kaldı. Hınıs, Karayazı vadisini takip ederek Pasin ovasına geldi. Bu yörenin en müstahkem kalesi Abnikion/Avnik önünden geçerek, batıya doğru ilerledi. Tuğrul Bey, muhtemelen Deve Boynu’ndan geçerek Erzurum Ovası’na hakim bir tepede bizzat konakladı. Buradan Erzurum şehri ve kalesini seyretti. Kale ve şehrin ele geçirilmesinin uzun zaman alacağını görerek geri döndü.

Tuğrul Bey, eskiden Müslümanların elinde olup da kısa süre önce Bizanslıların fethettikleri yerleri yeniden almak için yapabileceği her şeyi yapmak ve Türkmenlerin katında kendini kanıtlamak zorunda idi. Bu bağlamda Ermenistan’a yaptığı akınlar kadar Ermenistan sınırları dışında, Trabzon’un arka bölgelerine ve Fırat Vadisi’nin üst kısmına yaptığı akınlar ve en sonunda bizzat Tuğrul Bey’in yönettiği Malazgirt seferi, doğrusunu söylemek gerekirse, pek büyük bir dirençle karşılaşmadı. Bu arada Bizans’taki iç karışıklıklar da, yolu yeni akıncı gruplarına gitgide daha çok açıyor, çeşitli Bizanslı hizipler, rakiplerine karşı kullanmak üzere akıncıları Anadolu’ya çağırıyorlardı.

Tuğrul Bey, Azerbaycan’da bıraktığı Çağrı Bey’in oğlu Yakûtî, 1057’de Anadolu içlerine müthiş akınlarda bulunmuştur. Aynı yıl Tuğrul Bey’in Musul’a gelmesi sırasında, Türkmenler Diyarbakır’a kadar yayıldılar. Kuzeyde Türkmenler Trabzon Dağlarını, Şebinkarahisar’ı, Hanzit’i ele geçirdiler. Emir Dinar Malatya’yı zaptetti (1058). 1060’da Kızılırmak bölgesine girdi ve Sivas alındı. 1062’de Yakûtî, emrindeki birliklerle Malatya’nın güneyine inerek, Bizans idaresindeki toprakları istilâ ve yağma etti. Yaz aylarını akınlarla geçiren Türkmenler kış gelince Azerbaycan’a çekiliyorlardı.

16 Ağustos 1064 Anı’nın Selçuklular Tarafından Fethi ve Bölgede Türk Hakimiyetinin Kurulması

Bizans çağında “Anadolu’nun Doğu Kilidi” sayılan ve göçlerle, istilâlar yolu üzerinde bir kapı olan Kafkasya’nın fethi ile, bu bölge Türk hakimiyeti altına alınmakla kalmayacak, gelecekte Anadolu’ya yapılacak akınlara da yol açmış olunacaktır. Nihayet böylesine sistemli, planlı ve programlı olarak başlatılan, fakat aralıksız yıllarca devam eden akınların tek gayesi Kafkasya’yı Bizans’tan koparmak ve onu Türk Yurdu haline getirerek asıl hedef olan Anadolu ve Bizans topraklarının fethinde üs olarak kullanmaktı.

Sultan Alp Arslan Anadolu’yu, Türk milletine ebediyen vatan yapmak düşüncesiyle 22 Şubat 1064’de Kafkasya seferine çıkmıştı. Sultan Anı’ya varınca, şehrin müstahkem ve ele geçirilemeyecek vaziyette olduğunu gördü. Anı’yı yerli askerlerden çok ücretli askerlerden kurulan Bizanslı bir garnizon korumakta idi. Surları ve şehrin etrafını çeviren Arpaçayı ile meşhur Anı şehrini kuşatan Selçuklu orduları, şiddetli hücumlar neticesinde 16 Ağustos 1064’de Bizans’ın doğudaki bu ünlü kalesini fethetti. Anı’nın fethi İslâm dünyasında büyük memnunluk yaratmış, her tarafa fetihnameler gönderilmiş, bizzat İslâm halifesi Alp Arslan’ın başarısından dolayı Sultan’a “Ebu’l-feth” unvanını vermiştir. Bu büyük zafer, Bizans İmparatorluğu’nu Alp Arslan ile anlaşma teşebbüsüne mecbur etmişti.

Tebrizli Kesrevi, Şehr-i Yaran-ı Gomnan adlı eserinde, Anı’yı Alp Arslan’dan önce hiçbir kimse kılıçla fethedememişti. Onun bu zaferi, tarihin en büyük fetihlerinden biri diye dikkati çekmektedir. 16 Ağustos 1064’de Anı’yı fetheden Sultan Alp Arslan, Anadolu’nun fethinin başlangıcını ve Türkiye’nin temelini, Malazgirt Zaferi öncesi bu tarihi şehirde atmıştır.

Sultan Alp Arslan, aynı yıl Kars’a girmiştir. Bu sırada Yakûtî, Van Gölü çevresindeki kaleleri fethediyordu. Türkmenler 1065 yılında Halep yakınlarına kadar ilerlediler. Gümüş-Tigin yanına Afşın ve Ahmed-Şah’ı da alarak Murat ve Dicle vadisini Nizip’e kadar yağmaladı (1066). 1067’de Malatya önünde büyük bir Bizans ordusunu bozan Afşın, Kayseri’yi aldı. Oradan Kilikya’ya yöneldi. Toroslar’ı aşıp Çukurova’yı yağmaladı ve Halep’e geldi. Bu tarihlerde Balkanlar’da Peçeneklerin çok sıkıştırdıkları Bizanslılar, Selçukluların bu fetihlerine karşılık veremediler. Böylece Anadolu’nun doğusuna Müslüman Oğuzlar, Balkanlar’da ise Şamani Uzlar ve Peçenekler, birbirlerinden habersiz ve aralarında her hangi bir irtibattan mahrum olarak, Bizans’ı iki taraftan kuşatma altına almışlardır.

Türkmenlerin Anadolu’daki fetihlerini öğrenen Bizans imparatoru büyük bir ordu ile Kayseri’ye geldiğinde Afşın’ın Niksar’ı aldığını öğrendi. Önce Ahlat’a dönen Afşın imparatorun güneydeki meşguliyetini öğrenince yeniden Anadolu’ya girdi ve Sakarya boylarına kadar ilerledi. 1069’da Malatya’yı yeniden tazyike başlayan Afşın, akınlarını aralıksız sürdürdü. İmparator Romanos IV. Diogenes (1068-1071) Türkleri Anadolu’dan atmak için girdi ise de, Afşın’ın Konya’yı fethetmesine engel olamadı (1069). Alp Arslan’da daha önce amcası Tuğrul Bey’in alamadığı müstahkem Malazgirt Kalesi’ni aldı (1071). Buradan Diyarbakır ve Urfa bölgesine gelen Sultan’a yetişen Afşın, Alp Arslan’a son Anadolu seferi hakkında bilgi arz ederek, bu ülkeyi fethedebileceklerine dair rapor verdi.

Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşundan Malazgirt Zaferi’ne kadar süren otuz yıllık (1040-1071) devrede yoğunlaşan, Türk fetih ve savaşları, Anadolu’da Bizans mukavemetini kırma ve ülkede yurt kurma bakımından büyük bir ehemmiyet arz eder. Gerçekten kuruluşundan beri Selçuklu İmparatorluğu’nu uğraştıran en mühim meselelerden biri, kendi Türkmen beyleri idaresinde müstakil hareket eden, yurt bulmak ve sürülerini beslemek zorunda kalan Türkmen boyları idi. Tuğrul Bey, Alp Arslan ve Melikşah gibi ilk büyük sultanlar Türkmen ordularını Anadolu’ya sevk ederken hem İslâm ülkelerini onların akınlarından ve devleti asayişsizlikten kurtarıyor; hem Türkmen soydaşlarına yurt buluyor hem de Bizans’a karşı daimi bir kuvvet kazanıyorlardı.

Anadolu’nun fethi ve Türkleşmesi bu siyaset ve zaruretlerin bir neticesi olarak gerçekleşmiştir. Böylece Anadolu otuz sene Türk nüfusu baskısına uğramış ve fetihlerine sahne olmuştur. Bazen Selçuklu ordularının himayesinde, bazen müstakil gruplar halinde sefer yapan ve her yıl biraz daha ilerleyen Türkmenler, Azerbaycan’dan Doğu Anadolu ve Orta Anadolu’ya kadar yayılıyorlardı. Bununla beraber Türkmenler Malazgirt Zaferi’ne kadar henüz bu ülkede emniyetle oturamamışlardı.

Zira yapılan bunca fetih ve ilerlemelere rağmen, Anadolu’da pek çok müstahkem şehir ve kale arkada kalıyor; mahalli Bizans garnizonları veya imparatorluk orduları da sık sık Türkmenleri takip ediyorlardı. Bu sebeple Türkmenler fetih ve istilâlarını yaptıktan sonra sıkışınca Azerbaycan ve İran’a dönüyor; bazen de Irak ve Suriye taraflarına çekiliyorlardı.

Nizamülmülk “Siyasetname” adlı eserinde Türkmenler hakkındaki düşüncelerini şöyle ifade etmektedir: Türkmenlerin devletin kuruluşundaki hizmetleri çok önemlidir. Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşmasında hizmet eden Türkmenlerin hepsi yakın akrabadırlar ve devlet üzerinde hakları vardır. İhtiyaç hasıl olduğu zaman işaret edildiği an 5.000-10.000’i atlarına binip köleler gibi teçhizatlanarak hizmete koştuklarını ifade ediyor ve Sultan Tuğrul, Alp Arslan devirlerinde hiçbir Ateşperest, Hıristiyan, Râfızî ortaya çıkıp, bir Türkten ileri bir mevki elde etmeğe cesaret edemezdi. Tuğrul Bey ve Alp Arslan devletin kuruluşunda Türkmenlere büyük güven duyarak, Anadolu’nun Türk Milletine ebedi vatan olması gibi milli bir ideali gerçekleştirmişlerdir.

Malazgirt Savaşı ve Zaferi (26 Ağustos 1071)

Alp Arslan’ın Selçuklu Sultanı olması ile Bizans’a yönelik fetih politikası esaslı şekilde ele alındı. Alp Arslan önceden Azerbaycan ve Erran’a yürüyerek Bizans’a bağlı Ermeni, Gürcü, Abhaz krallarını mağlup etti ve Tiflis, Anı, Kars gibi mühim merkezleri ele geçirdi ki, bu suretle Orta ve Kuzey Anadolu’ya akınlar yapılması hayli kolaylaşmış oluyordu. Sultan’dan emir alan Türkmenlerin fetih politikaları gayet iyi düzenlenmiş, gidecekleri şehirler, kasabalar, uğrak mahalleri inceden inceye tespit edilmişti. Sultan Tuğrul Bey’in Alp Arslan’ın ve daha sonra Sultan Melikşah’ın dikkat ve ısrarla gerçekleştirdikleri akınların, düşmanın önemli askeri merkezlerine, kalabalık Bizans kuvvetlerinin bulunduğu kaleler civarında yoğunlaştığı bilinmektedir. Türkmen orduları eski Türk harp usulüne uygun tarzda, düşman topraklarını tahrip etmek, mukavemet noktalarını ortadan kaldırmak gibi fethi kolaylaştırıcı vazifelerini yapıyorlardı. Küçük çapta, fakat fasılasız olarak yıllarca süren bu hazırlık devresinin tek gayesi Anadolu’yu, Bizans’tan koparmak ve onu Türk yurdu haline getirmekti.

Malazgirt Savaşı öncesi Bizans’ın siyasi, iktisadi ve askeri durumu iyi değildi. İmparatorluğun başında bulunan İmparatoriçe Eudoxia, devleti yönetmek kudretinden mahrumdu. Bizans sarayında şahsi menfaat esasına göre teşekkül eden grupların, yersiz müdahaleleri yüzünden memleket sarsılmış, ihmâle uğramıştı. Bizans’ın diğer eyaletlerinde olduğu gibi, Anadolu’da da askeri birliklerin kendi ülkelerini yağmaladıkları, halkı soydukları görülüyordu.

Türk tazyikinin artması İmparatoriçe’yi, idarenin başına bir erkeği getirmeye zorladı. Eudoxia 1 Ocak 1968’de General Romanos Diogenes’le evlenmiş ve O’nu Bizans İmparatoru olarak ilan etmiştir. General Romanos Diogenes cesareti, atılganlığı, askeri kabiliyeti ile ün salmış bir kumandandı. Fakat o dönemin Bizans tarihçilerinin belirttiklerine göre, bütün Bizans’ın tek ümidi olan ve memleketini Türklerden kurtarmayı birinci vazife sayan İmparator, mağrur, nefsine güveni haddinden fazla ve dalkavuklardan hoşlanan bir karaktere sahipti. Romanos Diogenes tahta çıkışından hemen iki ay sonra, 1068 Martı’nda, yola koyuldu.

Uzun zamandan beri ilk defa Bizans ordusunun başında bir imparator bulunuyordu. Diogenes, Kayseri-Sivas, Divriği-Toroslar-Haleb yolunu takiben güneye indi, kuvvetli Menbiç kalesini zabtetti, kış aylarında bir fâtih edasile döndüğü başkentinde coşkun merasimle karşılandı. Fakat bu uzun seferinde O, ne Niksar’ın Türkler tarafından tahrib edilmesini, ne de Ahlat üssünden hareket eden Türklerin Eskişehir yakınındaki meşhur Amorium şehrine kadar sokularak burayı yağmalamalarını önleyememişti. Bizans İmparatoru 1069’da ikinci neticesiz seferini yaptı. Diogenes güya Türkleri tardetmek için Anadolu’da dolaşırken, seri Türkmen süvarileri Kayseri’deki düşman garnizonunu hırpalıyorlar, Malatya’da Ermeni menşeli Bizans Generali Filaretos’u mağlup ederek firara zorluyorlar, Anadolu’nun en büyük şehri Konya’yı sıkıştırıyorlar, diğer taraftan, Denizli yanındaki Honaz’ı tahripten sonra, Ege sahilleri boyunca Marmara Denizi’ne kadar akınlar yapıyorlardı.

Dikkat edilecek nokta, bütün bu hâdiselerde, teşebbüsün daima Türklerin elinde bulunması idi. Diogenes programını tamamen tatbik edemiyor, beklenmedik yerde görünen akıncılar dolayısıyla, sık sık istikâmet değiştirmeğe mecbur kalıyordu. Anadolu’nun yıpratılmak siyasetini büyük bir sabırla takip eden Sultan Alp Arslan, her gün biraz daha hedefine yaklaşmakta idi. Şüphesiz hadiselerin zoru ile Romanos Diogenes Türk meselesini kökünden halle karar verdi ve çok kalabalık bir ordu başında Türkleri Anadolu’dan çıkarmak ve arkasından Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nu yıkmak azmi ile yola koyuldu (13 Mart 1071).

Sultan Alp Arslan o sırada Suriye seferinde idi. O, ana siyaseti icabı, Şiî Fâtımîleri ortadan kaldırmak üzere, Azerbaycan’dan inerek, Bizans’ın müstahkem kalesi Malazgirt’i zaptetmiş, Diyar-ı Bekr havalisini tâbiiyetine almış ve Haleb’e ulaşmıştı ki, ilk Bizans elçisi ile burada görüşme imkânı buldu. Elçinin ifadesine göre, Anadolu’da yürüyüş halinde olan İmparator Diogenes Malazgirt ile Ahlat’a karşılık Menbic’i Türklere bırakmayı vâdediyordu. Halbuki Türk fetih yolları üzerinde bulunan Malazgirt ve Ahlat kaleleri Anadolu fütuhatı bakımından fevkalâde mühim mevkilerdi. Sultan müspet cevap vermedi. Çünkü, o tarihlerde Batı Anadolu’dan dönen Türkmen Kumandanı Afşin’den aldığı, Bizans topraklarının hiçbir yerinde ciddî bir bir mukavemet unsurunun mevcut olmadığı şeklindeki rapor; Sultan Anadolu’nun fethini kendisine milli bir görev kabul etmişti. Haleb’ten Şam’a yürüdüğü sırada İmparator idaresindeki Bizans ordusunun, Doğu Anadolu’ya ilerlediğini haber alır almaz derhâl geri döndü (7 Nisan 1071). Çünkü o zamana kadar, Bizans ile karşılaşmak ihtiyacını duymayan ve daha ziyade Anadolu’nun fütuhat bakımından olgunlaşmasını bekleyen Alp Arslan, artık gayeye varıldığına ve Bizans’ın çıkarabileceği son ve en kalabalık kuvvetle hesaplaşmak zamanının geldiğine kanaat getirmişti.

İmparator Diogenes, uzun hazırlıklardan sonra, 100 bini aşan bir ordu ile ilerliyordu. Ordunun ağırlığını 3 bin araba taşıyor, bunları türlü muhasara aletleri takip ediyordu. Bunlar arasında, İslâm tarihi kaynaklarında etraflıca tasvir edildiği üzere, bir de 1200 kişi tarafından kullanılabilen muazzam mancınık bulunuyordu ki, bütün alâmetler İmparator’un katî netice almak maksadını güttüğünü göstermekte idi. İmparator Sivas’a gelince bir harp meclisi topladı. Onun gururunu okşamakta fayda umanlar, Selçuklu Devleti’nin merkezine yürümeyi teklif ediyorlar, fakat Nikeforos Briennios ve Tarhaniotes gibi tecrübeli kumandanlar, memleketten uzaklaşmanın tehlikeli olacağını nihayet Erzurum’a kadar gidilebileceğini, Sultan’ı oraya çekmenin ve gerektiğinde bölgeyi tahrip ederek Türk ordusunu zor duruma düşürmenin uygun olacağını söylüyorlardı. Diogenes bu tavsiyeleri dinlemedi ve Türk topraklarına dalmak niyeti ile Erzurum’a geldi. Buradan bir kısım kuvvetini, geçeceği yolların güvenliğini sağlamak için, Ahlat üzerine sevk etti. Kendisi de ordusunun büyük çoğunluğu ile Malazgirt’e yürüdü.

Sultan Alp Arslan da Haleb’den ayrılarak Musul istikâmetine doğru yönelmiş, Bitlis hizasında kuzeye dönmüş ve Bizans kuvvetlerinin Malazgirt’i tehdit ettiğini öğrenince hızlanmıştı. Cebrî yürüyüş esnasında at ve develerinden çoğu öldü, ağırlıktan bir kısmı harap oldu. Fazla kuvvet taşımanın zorluğuna ilâveten iaşe güçlüğünü dikkate alan Sultan, yaşlı ve yorgun erleri terhis ederek, az sayıda, fakat genç ve dinç bir ordusu ile Ahlat’a ulaştı ve Bizans ordusunun durumunu öğrenmek maksadı ile bir süvari birliğini ileriye sevk etti. Böylece 24 Ağustos 1071 Çarşamba günü bu Türk süvarileri ile evvelce Ahlat’a yollandığını gördüğümüz Bizans kuvvetleri arasında ilk çarpışma meydana geldi. Türk öncüleri Bizanslıları mağlup ve kumandanları Bazilakes’i esir ettiler. Başta İmparator Diogenes olmak üzere bütün Bizans kumandanları, Ahlat’ta gördükleri Türkleri, buradaki Türk garnizonuna bağlı müfrezeler sanıyorlar ve “Muharebe sürat işidir” düsturunu ilke edinen Sultan Alp Arslan’ın şaşırtıcı bir süratle, ta Haleb’den Malazgirt’e yetişebileceğini düşünemiyorlardı.

Malazgirt kalesindeki az sayıdaki Türk muhafız kuvvetinin aman vermesine rağmen, kılıçtan geçirten Romanos Diogenes durumu yakından görmek üzere, Ahlat’a doğru ve Malazgirt’ten 10-12 kilometre mesafedeki Zahva vadisine geldiği zaman, buraya hâkim tepelerin Türk ordusu tarafından tutulduğunu gördü ve olduğu yerde karargâhını kurdu. 26 Ağustos 1071 Cuma sabahı her iki taraf birer fersah ara ile mevzi almış bulunuyorlardı.

İki ordu arasında sayıca üstünlük çok fazla idi. Kapadokya, Frikya, Mezopotamya kuvvetleri ile Trakya askerlerinden başka Ermenilerden, Gürcülerden ve ücretli Frank, Norman, Slâv, Uz ve Peçeneklerden mürekkep Bizans ordusu, büyük çoğunluğu piyade olarak, 100 binden aşağı değildi. Kalabalık Bizans ordusuna karşılık, 4 bin hassa askeri ile birlikte yekûnu 35-40 bin tahmin edilen Türk ordusu, Süleyman-şah, Mansur, Porsuk, Gevherâyin, Bozan ve Sav-tegin gibi seçkin kumandanların idaresinde, zorluklara alışkın, bozkır muharebe usulünce yetişmiş, ok atmakta mahir ve her birinin ayrıca birer yedek atı bulunan, seri manevra kabiliyetli süvarilerden oluşan bir ordu idi. Her türlü zorluklar altında hareket etmesini bilen Türk birliklerinin müşterek gaza fikri ve Anadolu’yu fethetme gayesi, sarsılmaz bir kitle halinde tutuyordu.

Anadolu’ya yöneltilen yıldırma akınları devamınca daima üstünlüğü ellerinde tutmuş olan Türkler, son hesaplaşma saatlerinde de duruma tamamı ile hâkim idiler. Alp Arslan büyük muharebeyi mübarek Cuma gününe tesadüf ettirmiş ve Abbasî halifesi vasıtası ile bütün İslâm dünyasını seferber hale getirmişti. Türk milletinin geleceğini tâyin edecek savaşın başlamasından önce bütün camilerde okunmak üzere hazırlanan zafer duasının metni her tarafa gönderilmişti. Alp Arslan, kesin darbeden önce anlaşma teşebbüsünde bulundu. Fakat Kadı İbnü’l-Mehleban ile kumandan Sav-tegin reisliğinde gönderdiği heyeti iyi karşılamayan İmparator, Sultan’ın barış teklifini, O’nun savaştan çekindiği şeklinde düşünerek, müzakereye ancak Türk devletinin merkezi Rey’de başlanabileceğini söylemiş, hattâ Selçukluların başlıca şehirlerinden İsfahan’da kışlamak niyetinde olduğunu mağrurane bir şekilde açıklamıştı. Halbuki Sultan’ın, bir İslâm mücahidi sıfatı ile, önceden sulh teklifinde bulunması tabiî idi.

Savaşı Cuma vaktine kadar erteleyen Sultan, ordusu ile birlikte kıldığı namazı müteakip, beyazlar giyindi, kokular süründü; savaş meydanında, millet ve vatan yolunda şehit olmaya hazırlanıyordu. Sonra, bir hükümdar olarak değil, bir er gibi savaşacağını belirtmek üzere, hayatı kadar sevdiği, atının kuyruğunu kendi eli ile bağladı. Din ve devlet uğruna canını feda da asla tereddüt etmeyeceğini göstermek için de elinden yayını atarak, göğüs göğüse muharebe silahı olan, kılıç ve topuzunu eline aldı; son defa alev saçan, azm ve irade timsali gözlerini ordusuna çevirdi ve Bizans saflarından da işitilebilen gür ve hâkim sesi ile bir hitabede bulundu. Tarihimizin ender simalarından biri olan Büyük Alp Arslan, karşısında bir çelik duvar heybeti ile duran tunç yüzlü erlerine, vatan ve millet uğrunda şehit olmak alın yazısı ise, bu Ulu Tanrı’nın lütfu sayacağını; öldüğü takdirde, bir adım dahi gerilemeğe tahammülü olmadığı için, vurulduğu yere gömülmesini ve bu millet muharebesinde çarpışmak istemeyenler varsa, onların serbestçe çekilip gidebileceklerini bildiriyordu. Bu esnada Bizans ordugâhında da dini merasimler yapılıyor, düşman çadırlarından ilâhiler yükseliyor, renkli bayraklar ve büyük haçlar taşıyan asilzadelerin ve papazların düşman safları arasında dolaştıkları, askeri cesaretlendirdikleri görülüyordu.

Öğleden az sonra iki taraf da savaş düzeni almıştı: İmparator Diogenes merkezde kalmış, sol kanadına Anadolu birliklerinin başında Kapadokyalı Aleates’i, sağ kanadına Nikeforos Briennios emrindeki Trakya kıtalarını yerleştirmiş, imparatorluk ailesine mensup Andronikos’u geride yedek kuvvetlerin başında bırakmıştı. Alp Arslan ise, ordusunu dört kısma ayırdı. Bunlardan daha kalabalık ikisini muharebe sahasının yanlarındaki tepelerde pusuya yatırdı. Düşmanın gerilerini tutmakla vazifelendirdiği üçüncü kısmı da müsait mahallere mevzilendirdi ve kendisi de merkezde Diogenes’in tam karşısında yer almıştır.

İlk olarak Türk merkez kuvvetleri, okçuların himayesinde, hücuma geçtiler. Bu az sayıda kuvveti bir anda ezmek arzusuna kapılan Diogenes, bütün ordusu ile karşı taarruza kalktı ve yavaş yavaş gerilemeğe başlayan Türkleri takip etti. Bu çekilme, mağlubiyet veya bozgun değil, Sultan tarafından ustalıkla tatbik edilen geriye çekilme yani sahte ric’attı. Böylece ordugâhından ve ihtiyat kuvvetlerinden hayli uzaklaşan İmparator, akşama doğru, Türk ordusunda pusu kurma görevi üstlenmiş birliklerin bulunduğu bölgeye gelip dayanmıştı. Türk ordusuna umumî taarruz emri verildiği zaman müthiş hatasını anlayan İmparator Diogenes, geri çekilmeye çalıştı ise de, Bizans ordusu cepheden, yanlardan ve sür’atli Türk süvarilerinin marifeti ile arkadan sarılmış ve dar bir çember içine sıkıştırılmıştı. Akşam karanlığı bastırdığı sıralarda düşman tamamen imha edilmiş ve yaralı olarak İmparator, bütün kurmay heyeti ile birlikte esir alınmıştı.

Bizans ordusunun mağlup edilmesi sebepleri arasında; devrin Bizanslı tarihçileri tarafından, Peçeneklerin Sultan’a iltihakları, yedek kuvvetler kumandanı Andronikos’un tehlikeyi sezerek uzaklaşması, vs. zikredilmiştir. Yalnız Bizans sarayının meşhur filozof tarihçisi Psellos mağlubiyeti Diogenes’in gösterdiği kabiliyetsizliğe bağlamıştır. Lâkin Türk zaferinin asıl sebebini dâhi kumandan Alp Arslan’ın dikkatli bir sevk ve idare ile tatbik ettiği sahte ric’at, pusu ve uzak muharebe esasına dayanan, Bizanslıların tamamen yabancı oldukları, bozkır muharebe usulünde ve Türk ordusunun yüksek manevi duygularının ve savaşı kazanma arzularında aramak lâzımdır.

Sultan Alp Arslan esir Diogenes ile uzun uzun konuştu. Tarihlerde ittifakla belirtildiğine göre Sultan, İmparator’un barış teklifini reddetmesini tenkit etmiş, askerî hatalarını saymış ve nihayet ona nasıl bir muamele beklediğini sormuştur. Diogenes’a ya öldürüleceğini, veya zincire vurularak İslâm memleketlerinde teşhir edileceğini yahut, pek zayıf bir ihtimalle, affedileceğini ve ülkesine bir nâib olarak gönderileceğini söylemiştir.

Büyük Türk kumandanı onu, teselli etmiş, dost saydığını belirtmiş ve yanına oturtmuştur. Bu vâkıayı hayretle kaydeden Bizanslı tarihçilerden Psellos, N. Briennios, Y. Zonaras; Ermeni tarihçi Vardan, Süryani tarihçi Mihael ve diğerleri itidalin, merhametin ve insanlık duygularının emsalsiz bir örneğini veren Büyük Alp Arslan’ın bu ruhî asalet ve soyluluk karşısında şaşkınlıklarını gizleyememişlerdir. Alp Arslan kendisi ile bir ittifak anlaşması yaptığı Diogenes’i hususî çadırda bir hükümdar gibi misafir ettikten sonra onu, emrindeki kumandanlar ve diğer esir asilzadelerle birlikte, Türk süvari müfrezesinin himayesinde 3 Eylül 1071 günü memleketine iade etmiştir.

Metni elde bulunmayan anlaşmanın çeşitli kaynaklarda tesadüf ettiğimiz bazı maddelerine göre, İmparator bir buçuk milyon altın verecek, her yıl 360 bin altın vergi ödeyecek, Bizans İmparatorluğu içindeki bütün Müslüman esirleri serbest bırakacak ve gerektiğinde Sultan’a askerî kuvvet gönderecekti. Arazi meselesi ile ilgili olarak yalnız Urfa, Menbiç ve Antakya’nın çevreleri ile birlikte Türklere bırakılacağına dair kaynaklar varsa da, Alp Arslan’ın bunlarla yetinmeyeceğini düşünmek daha doğrudur. Nitekim savaş sonrası oluşan hadiseler, bütün Anadolu’nun bu anlaşmada bahis konusu edildiğini ortaya koyacak mahiyettedir.

Malazgirt Zaferi ile Bizans’ın mukavemeti kırılıp artık Türkler karşısında bir ordu kalmayınca, Anadolu’da sür’atle bir yayılma ve yerleşme devri başlar. Gerçekten tarihinde bir çok kavim ve medeniyetlere sahne olan Anadolu’nun etnik siması, 1071’den sonra sür’atli bir değişikliğe uğradı. Kimliklerin oluşmasında temel faktör insan olduğu için Anadolu’daki Türk kimliği de tarihi devirlerde, çeşitli sebeplerle Anadolu’ya gelen Türklerin maddi ve manevi kültürlerinin sonucu teşekkül etmiştir. Daha XI. yüzyılda Anadolu coğrafyasına ismini veren Türk milleti için hemen hiçbir dönemde Anadolu’da kimlik meselesi söz konusu olmamıştır.

1071 Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu’ya giren Türkmen orduları artık buralarda yerleşmek amacıyla gelmişlerdir. Esasen beş-altı yüzyıldır Bizans ile Sasaniler arasındaki savaşlara sahne olan Anadolu, nüfus bakımından da fevkalede azalmış olduğundan dolayı fetih yapmak heyecanı ile Anadolu’ya gelen Türk boylarına karşı ciddi ve kalıcı bir direnç gösterememişlerdir.

Bir Bizans müellifi “Türkler Anadolu’ya eskisi gibi yağmacı olarak değil, işgal ettikleri yerlerin hakiki sahibi sıfatı ile giriyorlardı” ifadesiyle bu yeni durumu ve eski gazalardan farkını daha doğru bir şekilde belirtir. Anadolu’nun Rum ve Rumlaşmış halkları Türklerin önünden kaçıyordu. Çağdaş bir yazara göre, “Bizans İmparatoru Mihael’i korku aldı. Korkak ve kadınlaşmış müşavirlerinin sözlerine kapılarak sarayından ayrılıp Türlere karşı sefere çıkmadı. Böylece ahalisiz kalan bu bölgelerde, Türklerin yerleşmesine hizmet etti”. Bu kayıt Anadolu’nun Türkleşmesi bakımından çok mühimdir.

1071’den sonra Türklerin Anadolu’daki bu sür’atli yayılışlarına dikkati çeken Ermeni Mateos: “Müslüman Türkler, bütün şarkın sahipsiz kaldığını görünce kuvvetli ordularla beraber bir sene içinde İstanbul’un kapılarına kadar ilerlediler. Bütün Roma eyaletlerini, liman şehirlerini ve adalarını zaptettiler. Grek milletini mahpus gibi İstanbul’un içine tıkadılar” diyor.

Bizans’taki iç karışıklıklar ve isyanlar gerçekten de birkaç yıl içinde bütün Anadolu’nun fethine imkân verdi. Artık sahiller dahil girilmedik yer kalmamıştı. Üstelik Anadolu’daki Türk varlığından, Rumlar eskisi kadar rahatsız olmuyorlardı. Hatta imparatorlar ve asi generaller Selçukluları çoğu zaman yardımlarına müracaat edebilecek kimseler olarak görüyorlardı. Bu durum, Türkmenlerin bu yeni yurt köşelerine dağılarak yerleşmelerine zemin hazırladı. Böylece bir anda Anadolu’nun etnik simasında büyük değişiklikler meydana gelmiştir.

Aynı dinde olan Bizans Rumları, tebası olan milletlere her türlü mezalimi yaparken Alp Arslan ise devletini yıkmaya, milletini esir etmeye azmetmiş düşmanını affediyordu. Alp Arslan’a “Sultanu’l- Adil” (Adil Sultan) ismini veren Anadolu’da yaşayan Hıristiyan halk idi. Bütün tarihçilerin ittifak ettiği ikinci nokta da, eğer Bizans İmparatoru Malazgirt’te muzaffer olsaydı, dönüşte aynı dine bağlı olan Ermenileri tamamen imha etme kararında idi.

Hıristiyanlar en büyük mağlubiyeti Alp Arslan’dan gördükleri halde devrin Bizans, Ermeni, Süryani kaynakları “Alp Arslan’ın adaletini, yüksek insanlık vasıflarını övmekte müttefiktirler.” Pakistanlı Alim Mevdudi, Alp Arslan’ı şöyle anlatıyor: “Onun çok ismi vardı. Fakat en meşhur ismi Alp Arslan’dır. Bu kelime Türkçe olarak Sultanın şahsi vasıflarına pek uygun sıfat idi.”

Alp Arslan’ın Romanos Diogenes’i bir misafir gibi ağırlamak büyüklüğünü göstermesi de, Türk’ün al-i cenaplığını ve insanlık meziyetini göstermesi bakımından yine başlı başına bir zafer sayılacak önem ve ihtişamdadır. Hiç şüphesiz eğer İstanbul’un fethinde İmparator Konstantin sağ olarak ele geçseydi, Fatih’ten göreceği muamele daha parlak olacaktı. Çünkü Fatih, Alp Arslan’la başlayan Anadolu fethinin ancak İstanbul’un fethiyle gerçek hedefine ulaşabileceğini biliyordu.

Malazgirt Savaşı (Zaferi)’nin ölçüsüz değeri onun Türk milletine yepyeni bir vatan, yepyeni bir istikbâl hazırlamış olmasındadır. Malazgirt Savaşı’nın hediye ettiği bu vatan 931 yıl sonra dahi ebedi Türk Yurdu vasfını muhafaza etmekte ve Anadolu’da teşekkül eden yeni Türk cemiyetinin Osmanlı Devleti gibi cihan imparatorluklarından birini yaratmasında amil olmuş bulunmaktadır. Anadolu, Türk tarihinde hiçbir zaman fetih sahası sayılmamış, doğrudan doğruya anavatan addolunmuştur.

Malazgirt Meydan Muharebesi, aynı zamanda Türk milletinin bir medeniyetten diğerine intikalinde başlıca amil olmuş, daha doğru bir ifade ile, 1071 zaferi Türklerin milli benliklerini muhafaza etmek şartıyla, medeniyet değiştirmesinde bir dönüm noktası teşkil etmiştir. Malazgirt Savaşı ile Türkler bozkır medeniyetinden, Akdeniz medeniyetine geçmişlerdir.

Malazgirt Savaşı, milletimize Anadolu adlı kutlu bir vatan kazandırmıştır. Bu büyük galibiyeti hemen takip eden yıllarda Anadolu’ya gelen Türk boyları, gelecek nesillere mesut yuva, kutlu bir vatan hazırlamak heyecanı ile her karış toprağı kanla yoğurarak fethedip yerleşiyorlardı. Anadolu Türk tarihinde hiçbir zaman fütuhat sahası sayılmamış, doğrudan doğruya, anavatan olarak kabul edilmiştir. Bize tarihimizde hiçbir meydan savaşının sağlayamadığı bir ölçüde mübarek vatanı Anadolu’yu Malazgirt Zaferi sağlamıştır.Sultan Alp Arslan’ın ölümü ve oğlu Melikşah’ın Büyük Selçuklu Devleti tahtına geçtiği 1072 yılında, esasen Malazgirt Zaferi’den sonra yapılan Selçuklu-Bizans antlaşmasının, Romanos Diogenes’in ölümü sebebiyle bozulması üzerine, Sultan Alp Arslan’ın emriyle Selçuklu prens ve emirleri Anadolu’da fetihler devam ettirmişlerdir. Bu cümleden olarak başta Kutalmışoğulları; Süleymanşah, Mansur, Alp-İlek ve Devlet olmak üzere Artuk, Tutak ve diğer Selçuklu emirleri, Kızılırmak’ı geçip Orta Anadolu yönünde fetihlere devam ettiler. Türklerin sür’atli ilerleyişlerini durdurmak isteyen Bizans İmparatoru VII. Mihael Dukas, yeni bir orduyu Anadolu’ya gönderdi. Fakat bu ordu Kayseri civarında dağıldı ve Komutan Isaac Commenus esir edildi. Fidye karşılığı serbest bırakılan İsaac’ın kardeşi Alexius I. Comnenus ile birlikte İstanbul’a dönüşlerinde İzmit’te Türklerle karşılaşması istilânın sür’atini göstermesi bakımından önemlidir. Bu tarihte Artuk Bey Sakarya (Sangira) vadisine yönelik fetihlerini sürdürmüştür. Bu savaş münasebetiyle beraberinde getirdiği yüzbinden fazla Türkün İzmit’ten Üsküdar’a kadar olan sahaya yayılmalarını sağlamıştı.

İstanbul’u tehdit eden Frank Komutanı Urselius’a karşı Bizans İmparatoru Nikephoros, Kapadokya’da kalabalık bir ordunun başında bulunan Artuk Bey ile temas kurarak, O’nu Urselius üzerine yürümeğe ikna etmiştir. 1073 yılında Orta Anadolu’dan Bitinya’ya (İzmit havalisi) doğru ilerleyen Emir Artuk Saphon (Sapanca) Dağı önlerinde, Urselius kuvvetlerini mağlup etmiş, Urselius ve İoannes Dukas, Artuk kuvvetleri tarafından esir edilmiştir. Artuk Orta ve Batı Anadolu bölgelerinde elde ettiği askeri zaferlere rağmen, Sultan Melikşah’ın emri ile bu bölgeden alınmış ve Irak bölgesine verilmiştir.

Sultan Melikşah Devri’nin en önemli tarihi olayı hiç şüphesiz üzerinde yaşamakta olduğumuz bu vatanda, Türkiye Selçuklu Devleti’nin kurulmuş olmasıdır. Türkiye Selçuklu Devleti’nin ilk hükümdarı da Kutalmışoğlu Süleyman Şah’tır. O, 1075 yılında Bizans başkenti İstanbul’un hemen yakınında, büyük ve tarihi Bizans kenti olup, sağlam surlara sahip bulunan İznik’i fethetti ve burasını temellerini atmakta olduğu Türkiye Selçuklu Devleti’nin başkenti yapmak suretiyle devletini kurdu. Böylece Süleyman Şah’ın Selçuklu akıncılarının Marmara Denizi kapılarına kadar harekât içinde bulundukları bütün Anadolu’yu fethetme plânlarını uygulama safhasına koymaya başladığını görmekteyiz. 1077’de Konya ve havalisini fetheden Süleyman Şah, Bizans’ın iç karışıklıklarından faydalanmayı da ihmal etmedi. Asi general Nicephorus Botaniates’i destekleyerek onunla beraber İstanbul’a geldi ve İmparatorluk tacını giymesini sağladı (1078). Böylece Türkler, Üsküdar’a kadar her tarafa hakim olmuş oldular. Hatta Süleyman Şah ve kardeşi Mansur kurdukları karakollarla İstanbul Boğazı’nı kontrolleri altına aldılar. Adalar Denizi, Marmara ve Boğazlar artık Türkiye Selçuklu Devleti’nin batı sınırlarını teşkil ediyordu. Bir ara 1080 yılında Karadeniz Boğazı üzerinde gümrük istasyonu kurarak boğazdan gelip-geçen gemilerden bac (vergi) alan Türkiye Selçuklu Devleti’nin ilk hükümdarı Süleyman Şah, görünüşe göre, denizlerin ticari ve ekonomik bakımlardan değerini takdir eden ilk Türk hükümdarıdır. Süleyman ve Mansur Boğaziçi’ne geldikten sonra, arkalarında bıraktıkları Anadolu kıt’asına artık kendi ülkeleri nazarı ile bakmağa başlamışlar ve maiyetlerindeki Türkmen beylerinin her birini, bir tarafa göndererek açılmış olan Batı ve Kuzey Anadolu bölgelerindeki kale ve şehirleri zaptettirmeye başlamışlardı.

Selçuklu Türkleri, daha büyük fetihleri hazırlayabilmek için ilk başkent İznik şehrini seçtiler. Yani İznik’in merkez seçilmesi, fütuhatın Trakya ve Balkanlar’a doğru devam edeceğinin ifadesiydi. İstanbul’u zaptetmek için en yakın hareket üssü olarak İznik seçilmiş ise, Sakarya bölgesi de Marmara, İstanbul ve Balkanlar’a yönelik Türk fetihlerinin düzenlenmesi için Selçuklu ordularının askeri ordugâhı haline getirilmiştir. Tarihte, Türkistan, Anadolu’yu beslemiş; Anadolu da fetihler boyunca Rumeli’yi beslemiştir.

Süleymanşah’ın Türkiye Selçuklu Devleti’ni kurması ve başarılı fetihler yapması sonucunda, özellikle 1080 yılında Azerbaycan’dan kalabalık Türkmen ahali Anadolu’ya âdeta akmaya başladı ve dolayısıyla bu ülkede Türk nüfusu süratle çoğaldı. Ayrıca Bizans’ta bitip tükenmeyen buhranların yarattığı huzursuzluklar sebebiyle, çeşitli yerli halklar (Ermeni, Süryani, Gürcü vb. gibi) Süleymanşah’ın yönetimini benimsedikleri gibi, büyük arazi sahiplerinin hizmetinde çalışan ve tutsak muamelesi gören köylü sınıfı da uyguladığı miri toprak rejimi dolayısıyla, Selçuklu yönetiminde hürriyetlerini elde ettiler ve toprak sahibi oldular.

Yeni Bizans İmparatoru Aleksios Kommenos, Süleymanşah’ın başarılar kazanıp devletin sınırlarını Bizans aleyhine geliştirmesi sonucunda, çaresiz kalarak çok miktarda vergi vermek suretiyle, onunla bir anlaşma yaptı; böylece İmparator, Selçukluların İstanbul Boğazı’nı terk ile Dragos Suyu’na kadar çekilmelerini sağlamış oldu (1081). Esasen bu anlaşma sonucunda Süleymanşah, Marmara Denizi kıyılarına kadar hemen hemen bütün Anadolu’ya fiilen hakim olduğunu Bizanslılara kabul ve tasdik ettirmek suretiyle, büyük bir başarı elde etmiştir.

Askerî ve siyasî başarıları ile ünlü bir devlet adamı olan Süleymanşah Anadolu Selçuklu Devleti’ni kurmuş ve 1086’da öldüğü zaman Anadolu toprakları artık tamamen fethedilmişti. Böylece Orta ve Batı Anadolu Süleymanşah ve çocuklarının hâkimiyetine girmiş, diğer bölgelerde de o bölgelerin fatihleri tarafından beylikler kurulmuştu. Danişmentliler, Artuklular, Saltuklular, Mengücükler bunlardan idi. Fakat burada bizi asıl ilgilendiren husus Anadolu’nun ne şekilde fethedildiğinden çok, fethin bu topraklarda meydana getirdiği tarihi etnik, kültürel ve dinî değişikliklerdir. Anadolu’nun fethinin bu topraklarda köklü ve sürekli bir değişikliğe yol açmasının ana sebebi, şüphesiz Selçuklu ordularının Anadolu’ya sadece düzenli ordular olarak değil, fakat beraberlerinde veya peşlerinden kalabalık Müslüman Oğuz boy ve oymaklarını sürükleyip getiren ordular olarak girmeleri olmuştur. Bu Türkmen kabileleri, fethin hızına paralel olarak çabucak Anadolu’ya yerleşmiş, böylece bu büyük hadise ve ona bağlı önemli neticeler ortaya çıkarmıştır. Ayrıca Melikşah ve Nizamülmülk de Türkistan’da kalan veya Horasan ve Irak-ı Acem’e yayılıp buralarda sık sık bir Selçuklu şehzadesi etrafında toplanıp isyanlara sebep olan ve karışıklıklar çıkaran Türkmen boylarını, yaylak ve kışlak olarak yeni fetholunan Anadolu topraklarını göstermişler ve bu ülkeyi onlara iktâ (dirlik) ederek yurt olmak üzere vermişlerdi. Bu yüzden Anadolu’ya fetih esnasında veya fetihten sonra yoğun bir göç başlamış, Türkmenlerin en önemli kısamı bu suretle Anadolu’ya gelmişti. Anadolu yerli halkının fetihler sırasında yurtlarını terkederek batıya göç etmeleri, hatta, bunlardan önemli bir kısmının Bizans imparatorlarınca Rumeli’ye geçirilmeleri, zaten az olan Anadolu nüfusunu daha da azaltmış; buna karşılık Bizanslılar tarafından buraya yerleştirilen Müslüman olmayan Türklerin sonradan kısmen Müslüman olarak Türk fatihlerine karışmaları Anadolu’daki Türk nüfusunu önemli ölçüde artırmıştır.

Fethettikleri ülkenin taşına, toprağına, coğrafyasına kendi millî şahsiyetlerinin damgasını vuran, tarihin en büyük ve örnek devletini kuran Türklerin meydana koydukları üstün medeniyet ve yaşattıkları insanlık ülküsü yalnız Müslüman milletleri değil, Müslüman olmayan birçok kavimleri de cazibesi ve tesir sahası içine almıştır. Büyük Selçuklu-Bizans münasebetlerini genel olarak ele aldığımızda, Malazgirt Savaşı öncesi ve sonrası Büyük Selçukluların izlemiş oldukları devlet siyaseti ile Anadolu’yu Türkleştirmek ve İslamlaştırmak, Türk vatanı haline getirme gibi millî bir ideali gerçekleştirmişlerdir. Anadolu coğrafyasının bin yıldan beri toprağın altı da, üstü de Türk milletine aittir. Sultan Alp Arslan’ın “Ben size öyle bir vatan aldım ki ebediyen sizin olacaktır” sözü Türk milleti tarafından sonsuza kadar millî bir hedef olarak gerçekleştirilecektir.

Yrd. Doç. Dr. Erol KÜRKÇÜOĞLU

Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 4 Sayfa: 694-704

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.