Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Balkanlar’dan Anadolu’ya Yönelik Göçler

1 15.891

Yrd. Doç. Dr. Ahmet HALAÇOĞLU

Tarihteki bütün imparatorluklar dağıldıktan sonra geride pek çok iktisadî, siyasî ve sosyal meseleler bırakmışlardır. Bu meseleler ise, kendisinden sonra gelen devletlere intikal etmiştir. Yalnız bu meselelerin boyutları imparatorluklara göre değişim arzetmektedir.

Mazide Avrupa, Asya ve Afrika gibi üç büyük kıtaya yayılmış olan Osmanlı Devleti geriledikçe bıraktığı yerlerdeki Türklerin çoğunluğu kafile kafile devletin elinde kalan kısımlarına sürekli göç etmişlerdir. Bu göç akını son birkaç asırdan beri bu şekilde devam edip durmuştur.

Göçlerin sebepleri arasında yüzyıllarca egemen unsur olduktan sonra, başkalarının ve bilhassa kendi eski tebaalarının egemenliği altında yaşamak mecburiyetinin ağır gelmesi varsa da, asıl sebep, Türklerin kalmış oldukları bu gibi yerlerdeki yeni hükümetin ve ora halkının bunları kaçırıp, mallarını almak ve ülkenin halkını tek bir milletten ibaret bırakmak istemeleri ve bunu elde etmek için hiçbir baskı ve zulümden çekinilmemesi yönü daha ağır gelmekteydi.

XIV. yüzyılın ortalarında Süleyman Paşa komutasında Rumeli’ye geçen Türkler 5,5 asır bu topraklarda hüküm sürerek, kendilerine yurt edindiler. Fakat bütün Avrupa’ya karşı mücâdele verme durumunda olan Osmanlıların Rumeli’de kalmaları güçlü olmalarına bağlı idi. Nitekim zamanla eski gücünü yitiren Osmanlı Devleti, XVII. asrın sonunda imzalamak zorunda kaldığı Karlofça antlaşmasıyla geri çekilmeye başlamıştır.

Osmanlı Devleti XVIII. yüzyıldan itibaren ise askerî, siyasî ve iktisadî gücünden çok şey kaybetmiş, hattâ bir durgunluk dönemine girmiştir. Bu dönemde devlet mevcut durumunu koruma düşüncesiyle hareket etmeye başlamıştır. Zira bu yüzyılda Avrupa devletleri özellikle coğrafî keşifler sonucu denizaşırı sömürge imparatorlukları kurmuş ve bu sayede hem malî, hem de sınaî açıdan önemli ölçüde gelişmiştir. Oysa ki Osmanlı Devleti Avrupa’daki gelişmelerden çok, XVII. yüzyıl boyunca Anadolu’da meydana gelen karışıklıklarla uğraşmak zorunda kalmıştır. Buna Avrupa ve Asya’da yaptığı uzun savaşlar da eklenince, tabiî olarak sosyal ve iktisadî açıdan büyük sarsıntılara düşmüştür. Her ne kadar bazı padişah ve devlet adamlarının şahsî gayretleriyle yapılan düzenlemeler geçici bir ferahlık getirmişse de, bunlar temel meselelere yönelik olmadığından kalıcı ve uzun ömürlü olmamıştır.

Devletin idarî sistemi büyük ölçüde geleneksel temelleri muhafaza etmekteydi. Bu arada eğitim- öğretim kurumları olan medreseler de eski ilmî hüviyetini tamamen kaybettiklerinden, buralardan mezun olanlar yetersiz kaldılar. Bunun sonucunda ise, Avrupa ilim ve teknolojide hızla ilerlerken, Osmanlı Devleti tarım, sanayi ve ulaştırmada bir gelişme gösteremedi. Öte yandan bozulmanın en çok hissedildiği Osmanlı ordusu Avrupa’daki teknolojik gelişmelere ayak uyduramadı.[1] Bu bozuk düzen, bir takım ıslahat çalışmalarına rağmen gittikçe ağırlaşarak XVIII. ve XIX. yüzyıla devrolundu.[2] Özellikle XIX. yüzyıl Osmanlı Devlet hayatında, her bakımdan ayrı özellikleri sahip, uzun yıllardan beri devam eden devleti kurtarma çabalarının uygulama alanına konduğu dönemdir. XVII. yüzyıldan itibaren yapılmaya çalışılan yenilik ve düzenlemeler, bu dönemde kesin ifâdesini bulmuştur.

Bütün bu gelişmelere rağmen, devlet XVIII. yüzyılın ilk yarısında yaptığı savaşlarda küçümsenmeyecek başarılar elde ederek,[3] statükoyu kısmen de olsa koruyabilmiştir. Ancak bu başarı kısa sürmüş olup, yüzyılın ikinci yarısında, 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması bir dönüm noktası olmuştur. Bu antlaşma ile, Rusya, Karadeniz’e çıkma tasarısında önemli gelişmelerle birlikte, Osmanlıların Fransızlara verdiği kapitülasyonlardaki hakları da kendisine sağlamıştır. Böylece Osmanlı Devleti yalnız gayrimüslim tebaanın çoğunlukta olduğu toprakları değil, Kırım’daki Müslüman-Türk toprağını da terketmek zorunda kalmıştır. Aynı zamanda Rus imparatoriçesine bizzat kendi Ortodoks tebaası üzerinde fiilî bir hâmilik haline gelen bir müdahale hakkı da tanımıştır.[4]

Bununla beraber bu yüzyılda batıya daha şuurlu bir yaklaşım sergilenerek, askerî ve idarî bakımdan yeni düzenlemelere gidilmiştir. Öte yandan Avrupa’nın eskiden beri uyguladığı diplomasi usulleri kabul edilerek, siyasî meselelerde bu yolda uygulamalara geçilmiştir. Fakat bu dönemin diplomasisi henüz Avrupa diplomasisi ile boy ölçüşebilecek bir düzeyde değildi.[5]

XIX. yüzyıla gelindiğinde, Avrupa’daki kuvvet dengesinin şartları ve unsurları büyük değişme geçirirken, Osmanlı Devleti’nin daha da zayıfladığı dikkati çekmektedir. XVIII. yüzyılda Osmanlı Devleti toprak bütünlüğünü tehdit eden ve devamlı bir baskı unsuru olan Avusturya ve Rusya’ya karşı yaptığı savaşları kaybederken, kendisine yönelen tehdit ve tehlikelere karşı yanına daima bir büyük Avrupa devletini almak suretiyle, bir denge kurmayı ve varlığını böylece korumayı hedeflemiştir.[6]

İşte 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’na gelindiğinde Osmanlı Devleti’nin durumu bu meyanda idi. Tarihimize 93 Harbi olarak geçen Osmanlı-Rus Savaşı, XIX. yüzyılda Türkiye’nin bir ölçüde kaderini belirlemiş olması bakımından önemli bir savaştır.[7] Savaş sonunda Rusya, Osmanlı Devleti’nin 3 Mart 1878 yılında imzalamak zorunda kaldığı Ayastefanos Antlaşması ile Balkanlar’da tam bir hakimiyet kurmuştur.[8] Fakat bu antlaşma, Boğazlar’ın Rus hakimiyetine ve Hindistan’daki sömürgelerine giden yolların Rus tehdidi altına girmesinden endişe duyan İngiltere ile Balkanlar’da Rus nüfuzu altında kurulan büyük bir Bulgaristan istemeyen Avusturya’nın müdâhalelerine sebep oldu. Bunun üzerine diğer Avrupa devletlerinden destek arayan ve gerekli desteği sağlayamayan Rusya, İngiltere ve Avusturya’nın kararlı tavrı sonucu, Berlin’de milletlerarası bir konferansın toplanmasına razı olmuş[9] ve 13 Haziran 1878’de Berlin Kongresi toplanarak, 13 Temmuz’da da Berlin Antlaşması imzalanmıştır.[10] Bu yeni antlaşmayla sadece Avrupa Devletleri değil, Ayastefanos Antlaşması’na kıyasla Osmanlı Devleti de birçok menfâatler elde etmiştir.[11] Bununla beraber Ayastefanos Antlaşması sadece Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki topraklarını paylaştırırken, Berlin Antlaşması bunu bütün devlete teşmil etmiştir. Nitekim İngiltere’nin Kıbrıs’a yerleşmesi ve azınlıklarla ilgili ıslahat hakkındaki maddeler, Berlin Antlaşmasının Osmanlı Devleti’nin parçalanması sürecinde çok önemli bir merhaleyi oluşturur.

93 Harbi muharebeleri esnasında, Tuna ve Edirne vilâyetlerinde meskûn Müslüman Türk ahaliden 500 bini Bulgar ve Rus zulümleri sonucunda ya katlolunmuş, ya da açlıktan, hastalıktan dolayı vefat etmiştir. Katliamdan ve hastalıktan kurtulan bir milyonu aşkın Müslüman Türk ahali ise canlarını kurtarmak maksadıyla, göçmek mecburiyetinde kalmıştır.[12] Nitekim bu göçmen kafilelerinin Doğu Rumeli, İstanbul ve Rodop dağlarına gelmeleri buralardaki nüfusun önemli ölçüde artmasına yol açmıştır.[13] Tarihimize “Doksanüç Muhacereti” diye geçen 1877-1878 göçlerinde,[14] 31 Ocak 1878’de imzalanan Edirne mütârekesine rağmen, büyük-küçük ayırt etmeksizin silâhsız bu göçmen kafilelerine Rus ve Bulgar asker ve çetelerinin saldırısı, Türk halkı arasında büyük bir tepki doğurmuştur.[15]

1877-78 savaşı sonucu ortaya çıkan Rumeli’den Türk göçlerinin Balkan devletlerinin ekonomik tarihleri bakımından da büyük önemi vardır. Nitekim göçler, Balkan milletlerinin büyük işgücü, üretici ve nüfus kaybına sebep olmuştur.[16]

93 muhâceretinden sonra göç durmamış, hatta süreklilik kazanmıştır. 1879-1890 tarihleri arası takriben 160 bin kişi, özellikle serhat vilâyetleri olan Edirne ve Selânik’i maddî ve manevî açıdan kuvvetlendirmek maksadıyla, bu bölgeye iskân edilmişlerdir. 1891-1892 tarihleri arasında ise İstanbul’a 22.220 göçmen geldiği kayıtlarda belirtilmektedir.[17] Bulgar istatistiklerine göre ise, 1893-1902 yılları arasında, on yıllık barış devresinde 70.603 kişi Türkiye’ye göç etmiştir.[18]

Balkan savaşları 93 harbinde olduğu gibi, Rumeli’deki Türk varlığını doğrudan etkileyen bir savaştır. Nitekim bu savaş sırasında, aynı 93 harbinde olduğu gibi, idaresi altına girdikleri devletlerin hükümetleri veya ahalisi tarafından katliamlara uğramışlar ve bunun sonucunda bilhassa Bulgaristan ve Yunanistan’a bırakılan topraklarda yaşayan Türkler, bütün maddî varlıklarını bırakıp, Osmanlı ülkesine sığınmak zorunda kalmışlardır. Adeta kaçmak şeklinde cereyan eden bu göçler, en kötü şartlar altında, Osmanlı Devleti’nin kontrol ve iradesi dışında yapıldığından, büyük sıkıntılar doğmasına sebep olmuştur. Fakat sonuçta göçmenler hangi merkezlerde toplanmış olurlarsa olsunlar, hükümetçe bunların öncelikle geçici iskânlarına çalışılmış, ancak daha sonra sürekli iskân için ciddî çalışmalara başlanılmıştır.[19]

1912-13 yıllarında cereyan eden Balkan muharebeleri neticesinde ise, Balkanların siyasî haritası önemli ölçüde değişti. Bu yeni haritada Romanya’nın, Sırbistan’ın, Yunanistan’ın hudutları tamamen, Bulgaristan’ın hududu kısmen Bükreş muâhedesiyle tayin edildi. Türkiye-Bulgaristan sınırı da İstanbul Konferansı kararıyla, Türkiye-Yunanistan sınırı ise Atina Antlaşmasıyla tayin edilerek, bütün Balkanların yeni siyasî haritası çizilmiş oldu.[20]

Bu yeni haritaya göre Türkiye hayli küçülürken, diğer Balkan hükümetlerinin bazısı az, bazısı oldukça genişledi. Bu yeni sınırlara göre Balkanlardaki Türk-İslâm unsurunun büyük çoğunluğu Osmanlı hâkimiyetinden çıkıp, diğer Balkan Devletleri idaresine geçti. Nitekim bu savaşlarda zarar gören sadece Osmanlı Devleti olup, Avrupa’daki topraklarının %83’ünü, nüfusunun %69’unu ve bunlara ilâveten devlet gelirlerinden önemli bir kısmı ile önemli ölçüde bir ziraat potansiyelini kaybetmiştir.[21]

Balkan Savaşı sırasında göç durumu daha da vahim bir haldeydi. Savaş sırasında Bulgarlar, Yunanlılar, Sırplar ve Karadağlıların, Makedonya ve Rumeli’nin Müslüman-Türk halkını yok etme veya kovma isteği nedeniyle yaptıkları zulümler, Rumeli’deki Türk ahalinin göç ederek, İstanbul ve Anadolu’ya gelmesiyle neticelenmiştir. Üstelik bu devletler sadece Türklere değil, diğer unsurlara da aynı şekilde davranmışlardır.[22] Dönemin önde gelen simalarından Enver Paşa, Balkan Harbi sırasındaki bu göç olayını şu şekilde anlatmaktadır: “…Başıboş sürünen bozguna uğramışlar ordusuna, Rumeli’nin bağlarından kopup gelen, daha perişan yüzbinlerce muhacirin, yüzbinlerce göçmenin sürüne sürüne, eriye eriye akan kafilelerini de eklemeliyiz. Evet Rumeli göçüyordu. Rumeli boşalıyordu. Rumeli Türkleri akıp geliyorlardı. Rumeli’yi asırlarca evvel alan, Rumeli’de asırlardır yaşayan son Türkler, XX. yüzyılın başlarında alevlenen bu yangının alevleri içinde sonu bilinmez geleceklere doğru akıyorlardı. “.[23]

Balkan savaşı sırasında Rumeli’den Türk göçlerinin en önemli nedenini müttefik Balkan Devletlerinin askerleri ve komitacılarınca yapılan akıl almaz baskı ve zulümler oluşturmaktadır. Bu dönemde yapılan göçlerin diğer iki nedeni de dinî ve ekonomiktir.[24]

Bulgarlar, Türklere karşı uyguladıkları zulümlerde yerli Bulgarların yardım ve rehberliğinden büyük ölçüde faydalanmışlardır.[25] Hattâ kendilerine yardım etmeyenleri de fecî surette öldürmüşlerdir. Nitekim Çorlu civarında Osmanlı tebaasından olan Bulgarlarla meskûn çeşitli köy ve çiftlik ahalisinin, kendilerine yoldaşlık etmedikleri bahanesiyle, Bulgar askerlerince yakılmışlardır.[26]

Balkan Savaşları sırasında Yunanlılar ve Sırplarca da Türklere çeşitli baskılar yapıldığına, dolayısıyla oralarda yaşayan Türklerin de göç ettiğine şahit olunmaktadır. Bunlardan Sırplar özellikle Arnavutlar hakkında, Yunanlılar ise başta Selanik olmak üzere, işgal ettiği Türk topraklarında, Türklere karşı çeşitli baskılara ve katliamlara sebep olmuşlardır.

Bütün bunlara paralel olarak, Karadağlılar da bazı Müslüman köylerini yakıp,[27] Arnavut ahalisine türlü zulümler yapmışlardır.[28] Nitekim Karadağ ve Sırp hudutlarındaki yenilgiler üzerine pek çok kişi iç kesimlere göç etmiştir.[29]

Bu arada, Balkan müttefik devletlerinin yanında, Osmanlı sınırlarında kalan müttefik devletler ahalisi (gayrimüslimler) de bu hareketlerden cesaretlenerek, bulundukları yerlerdeki Türklere karşı tavır takınmışlardır.[30] Bulgarların kışkırtmalarıyla Ermeniler de Müslümanlara yönelik çeşitli zulümlerde bulunmuşlardır.[31]

Hadiselerin bu şekilde gelişmesine rağmen Balkan Devletleri tam tersine, Türklerin Bulgar ve Rumlara zulüm yaptığını ve evlerine Türk göçmenlerinin yerleştirildiğini iddia etmişlerdir.[32] Bu konu hakkında Bulgaristan sefaretinin iddiasını te’yiden,[33] Bulgaristan Hâriciye Nezâreti’nce Sofya Osmanlı Sefaretine bir nota ve muhtıra gönderilmiştir. Osmanlı elçisi Fethi Bey (Okyar) tarafından Bulgar Hâriciye nezâretine cevap olarak gönderilen yazıda, durumun Bâb-ı Alî’ye yazıldığı ve şikâyet edilen durumun tamamıyla Bulgaristan’daki Müslüman halka tatbik edilmekte ve fazladan bazı bölgelerdeki Müslümanların dinî hürriyetlerine saldırıldığı belirtilmektedir.[34] Buna karşılık Tekirdağ ve civarındaki Hıristiyan halka Müslümanlarca zulmedildiği şeklinde Rum patriğinin takririne karşılık ise, konunun incelenmesi için piyade mirlivalarından Tevfîk Paşa ile Erkân-ı Harbiye binbaşılarından Aziz Sâmih Bey görevlendirilmişlerdir.

Yapılan tahkikat sonucu, olayın önemsenmeyecek derecede olduğu, savaş sonrasında yurtlarına geri dönen göçmenlerden, Hıristiyanlarca malları gasbedilenlerin, mallarını tekrar almaya kalkıştıkları ve dolayısıyla da aralarında tartışma çıktığı, Bulgarlar zamanında Müslümanlara yapılan zulmün örtbas edilmesi düşüncesiyle böyle bir başvuru yapıldığı ortaya çıkmıştır.[35] Öte yandan Çeşme Rumlarının göçleri sırasında ahaliyi yağmaya teşvik eden ve Rumlardan para alan Çeşme jandarma zabiti Nasib Efendi’nin görevine son verilmesi,[36] İskeçe’de bir Bulgarın evine girip zorla parasını alan bir askerin hemen Divân-ı harbe verilerek ibret için çınara asılması,[37] hükümetin bu tür hareketlere karşı tutumunu göstermektedir.

Gerek Yunanistan gerekse Bulgaristan, göçe mecbur kalan Türklerin topraklarına, büyük ölçüde Osmanlı Devleti’nden gelen Rum ve Bulgarları yerleştirmeye başlamışlardır. Nitekim Bulgaristan, Batı Trakya’daki Müslüman ve Rum ahalinin içine 120.000 Bulgar göçmeni yerleştirmiştir.[38] Bu arada adı geçen devletler işgal ettikleri yerlerdeki Hıristiyanların başka bölgelere göç etmesini de yasaklamıştır.[39] Böylece barış için masaya oturduklarında, Avrupa kamuoyuna buralarda Türklerin azınlıkta kaldığını ispatlamayı ve işgal ettikleri toprakların kendilerine bırakılmasını sağlamayı hedeflemişlerdi. Bunda da bir ölçüde başarıya ulaştıkları söylenebilir. Hattâ aynı oyun Osmanlı Devleti’nin elinde kalan Trakya bölgesi ile İzmir’de de oynanmak istenmiş, bunun için kendi sınırlarına yakın bu bölgelerde iskân çalışmalarında bulunmuşlardır. Öte yandan I. Dünya Savaşı sonrasında, buna benzer bir durum doğuda Ermeniler, batıda Rumlar tarafından tatbik edilmek istenmiştir.

Yukarıda bahsedildiği üzere, Balkan Savaşı sırasında katliama uğrayan masum Türk halk kitlelerinin kesin sayısı bilinmemektedir. Rumeli’den Türk göçleri hususunda çeşitli araştırmaları bulunan Bilâl Şimşir’in tahminlerine göre bu sayı 200.000’den aşağı değildir.[40] Hikmet gazetesinde, “Balkanlılar Vahşeti” başlığı altında verilen haberde harbin başlangıcından, 1913 yılı başlarına kadar Balkan müttefiklerinin işgal ettiği arazide silahsız ve masum Türklerden katledilenlerin miktarı 240.000 civarında olduğu ve katliama devam edildiği de belirtilmekte idi.[41] Bu arada, Balkan mezâlimiyle ilgili neşredilmekte olan Kırmızı-Siyah Kitap isimli bir eserde yer alan bilgiye göre, Balkan Devletleri tarafından katledilen Müslümanların miktarı 500.000’den fazla tahmin edilmektedir.[42]

İşgal edilen topraklarda Türklere karşı sürdürülen baskılar üzerine Osmanlı hükümeti boş durmamış, Balkanlardaki bu mezâlimi dünya kamuoyuna duyurmaya çalışmıştır. Bunlardan, daha Balkan Harbi devam ederken İstanbul’da kurulan bir “Tetkîk-i Mezâlim Cemiyeti”, yani zulümleri, vahşetleri araştırma, inceleme derneği, bu insanlık dışı davranışlara ait eserler, belgeler neşret- miştir.[43] Balkan Harbinden sonra da Bulgar işgali sırasında işlenen cinayetleri ve işkenceleri anlatmak için, Edirne vilâyetinden seçilen Türk, Rum, Ermeni ve Mûsevîlerden oluşturulan “Edirne Hey’eti”, Talat Bey’den aldığı talimat üzerine, Avrupa merkezlerini dolaşmıştır.[44]

Bu tür çabalar sonunda etkisini göstermiş, Bulgaristan’ın, gerek Yunan, gerekse Türklere yönelttiği cinayet ve yağmalar, savaşın son evresinde dört bir yandan abluka altına alınmasına ve dış dünya ile bütün bağlantısının geçici de olsa kesilmesine sebep olmuştur.

Balkan Savaşı göçmenlerinin kesin sayısı hakkında da gerek arşiv vesikalarında, gerekse dönemin yayın organlarında kesin bir bilgi mevcut değildir. Ancak bir arşiv vesikasında, İstanbul vilâyetinde mevcut olan 200.000’e yakın göçmenin hazineye ait arazi ve çiftliklerde iskânı hakkında bilgiler bulunmaktadır.[45] İkdam gazetesinde yer alan bir haberde ise, Balkan Savaşı’nın başlangıcından 10 Nisan 1913 tarihine kadar, Rumeli’den gelen göçmenlerin sayısının yaklaşık 200.000 kişi olduğu bildirilmektedir.[46] 23 Ekim 1912 tarihli başka bir vesîkada ise, Balkan Harbini müteakip sadece Trakya’dan göç eden Müslümanların sayısı 180.883 kişi olarak verilmektedir.[47] Fakat verilen bu sayı harbi müteakip göç eden ve Muhâcirin Müdüriyet-i Umûmiye’sine müracaatla iskânlarını isteyenlerden ibaret olup, bunların 115.883’ü Bulgarların işgaline maruz kalan mahallerden, 65.000’i de Yunanların işgaline maruz kalan mahallerden gelmişlerdi.

Tevfik Bıyıklıoğlu’na göre ise, Balkan savaşında toplam 440.000 kadar Türk, Makedonya ve Trakya’dan Anadolu’ya göç etmiştir.[48] Şimşir ise, Balkan Savaşı sırasında, aynı dönemde Balkanların başka yörelerinden kopan göçmenleri de hesaba katarak, yaklaşık bir milyon kadar Rumeli Türkünün yurtlarından sökülüp atıldığını, bu kitlenin 200 bin kadarının da savaş sırasında can verdiğini, geri kalanın ise Anadolu’ya sığındığını söylemektedir.[49] Bir başka eserde de 1885 yılı ile 1923 yılı arasında Türkiye’ye sadece Bulgaristan’dan toplam olarak 500.000 kadar Türk’ün göç ettiği bildirilmiştir.[50]

Balkan Savaşı sırasında Türklerin yanı sıra, pek çok Müslüman olmayan unsur da mezâlimden kurtulmak için Anadolu’ya gelmiştir. Bu sırada Balkan devletlerinden genelde Sırplar ve Karadağlılar Arnavutlara, Bulgarlar Musevî ve Rumlara,[51] Yunanlılar da Mûsevî ve Bulgarlara büyük ölçüde zulüm yapmışlardır. Bunlardan özellikle Yunanistan ve Bulgaristan birbirlerini suçlayıcı şekilde diplomatik sahada devletlerarası faaliyete başlamışlardır.

Birinci Dünya Savaşından önce de, sadece Yunanistan’ın idaresine giren Trakya, Makedonya ve Epir’den Osmanlı ülkesine 200.000’den fazla Türk göçmeni geldi. Makedonya’dan Türklerin kovulması ve zulüm görmesi, Osmanlı ülkesinde tepkilerle karşılandı.[52] Bunun üzerine Talat Bey de, Balkan harbinde hıyanetleri görülen unsurlardan memleketi temizlemeyi ön plâna aldı. İlk olarak çöküş sebebimiz olan savaşlarla, bunlardan önceki isyanlar Hıristiyan tebaanın teşvik ve kötülüklerinin ürünü olduğundan, hiç olmazsa tehlikeli yörelerde, yani sınır ve sahil bölgelerinde çetelere yardaklık ve yataklık edebilecek unsurların temizlenmesi gerekli görüldü. Nitekim bu hususta Bulgaristan’la kolaylıkla uyuşularak, İstanbul muahedesiyle Edirne, Kırklareli ve civarındaki Bulgarlar, bir miktar Müslüman halk ile değiştirildi.[53] Ardından Rumların sevki için hazırlıklar yapıldı.[54] Batı sahilleri karşısında adalar Yunanlılar elinde bulundukça, İzmir vilâyeti kıyılarına çete çıkarmak için uygun bir merkez kurmalarından çekinilerek, bunun için Bursa ve İzmir vilâyetlerinden Rum unsurunun temizlenmesine gidildi.[55] Balkan Savaşının başkumandan vekili Ahmet İzzet Paşa’ya göre, Bu kıyılarda yataklık edebilecek yoğun bir Rum unsuru bulunursa eski Makedonya karışıklıkları Anadolu’ya aktarılmış olurdu.[56] Bu da tabii olarak, devletin başına belki de telafisi zor pek çok gaile açılması anlamına gelmekteydi.

Bunun sonucu olarak, tehcir Yunanistan tarafından başlatılmakla birlikte, Osmanlı Devleti Makedonya’dan sürülen 240.000 Türk’e karşılık, Yunanistan’ın beklemediği bir şekilde Doğu Trakya ve Batı Anadolu’dan aşağı yukarı aynı oranda Rum nüfusu çıkarttı. Makedonya’dan kovulan Türklerin Trakya ve Anadolu’daki Rumların yerlerini almalarının önüne geçemeyeceğini anlayan Yunan hükümeti, bu işi durdurmak için savaşı da göze alamayınca, bir anlaşmaya varmak zorunda kaldı. Sonuçta Osmanlı ve Yunan hükümetleri, Makedonya’da kalan Türklerle, Doğu Trakya ve Aydın vilâyetlerindeki Rumların karşılıklı olarak, ihtiyarî bir şekilde mübadelesi hususunda l Temmuz 1914’te bir anlaşmaya vardılar.[57] Fakat bir ay sonra dünya savaşının başlaması bu anlaşmanın tatbikine imkân vermedi. Yalnız anlaşmadan evvel 240.000 Türk’ün Yunanistan’da kalan Batı Trakya ve Makedonya’dan Osmanlı Devleti’ne ve bilhassa Doğu Trakya ve Batı Anadolu’ya sığındıkları anlaşılmıştır. Buna karşılık, yine anlaşmadan evvel, Batı Anadolu’dan 80.000 Rumla, Doğu Trakya’da yaşayan 250.000 Rumdan bir kısmının Yunanistan’a kaçtıkları kabul edilebilir.[58]

Balkan Savaşı’ndan sonra ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra da Bulgaristan’dan Türkiye’ye göçler devam etmiştir.[59] Balkan devletlerinden özellikle Bulgaristan, nüfusunu homojenleştirmek gayesiyle ülkesinde yaşayan azınlık Türklere karşı, milletlerarası anlaşmalara mugayir,[60] çeşitli baskılarda bulunmuştur. Bu dönemde de, sosyal ve kültürel baskılar,[61] dinî baskılar,[62] ekonomik baskılar[63] ve parçalanan ailelerin birleştirilmeleri şeklinde dört ana başlıkta toplanacak olan göç sebebinde, görüldüğü üzere tarihî misyon değişmemiştir. Cumhuriyet döneminde ilk kez göç işi bir anlaşma ile düzene girdi. 18 Ekim 1925 günü Ankara’da imzalanan “Türk-Bulgar İkâmet Sözleşmesi”nde göç konusu da yer aldı. Buna göre, Bulgaristan ülkesinde yaşayan Türklerin isteğe bağlı göçlerine engel olmayacaktı. Ayrıca göçmenler taşınabilen mallarını ve hayvanlarını serbestçe yanlarına alabilecekler, taşınmazlarını sattıkları takdirde de paralarını dışarıya çıkarabileceklerdi.[64] Nitekim 1923-1980 yılları arasında Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç edenlerin sayısı 500 bini aşmıştır.[65] Bu dönemde yapılan göçlerin bir kısmı parçalanan aileleri birleştirmek amacıyla, anlaşmalar çerçevesinde, “Yakın Akraba Göçü” şeklinde gerçekleşmiştir. Nitekim bunlardan ilki 1950-51 yılı içerisinde yapılmış,[66] ikincisi ise, 1968 yılı içerisinde yapılmıştır.[67] Ancak, aslında ise her göç yeni parçalanan aile anlamına geldiğinden, bir sonraki göçe de zemin hazırlamış olduğu muhakkaktır.

Son olarak, XX. yüzyılın sonlarında bile, medenî Avrupa devletlerinin gözü önünde, Rumeli’de kalan Türklerden Bulgaristan’da yaşayanların, aradan geçen bunca seneye rağmen, yurdumuza eskiden olduğu gibi, nasıl feci şartlar içinde yollandıkları hepimizin hâlâ hatırındadır. Bilindiği üzere Bulgaristan Türk azınlığının silah zoruyla isimlerini değiştirmeye çalışması olayı üzerine Türkiye 22 Şubat 1985 günü Bulgaristan Hükümetine bir nota vermiştir. Notada, iki ülke arasındaki sorunları ve “geniş kapsamlı bir göç” konusunu da içerecek bir görüşme teklif edilmiştir. Hatta Türkiye’ye göç etmek isteyecek bütün Bulgaristan Türklerinin kabul edileceği kararını dönemin Başbakanı Turgut Özal ve Dışişleri Bakanı Vahit Halefoğlu Türk kamuoyuna açıkladılar. 1989 yılı başlarında, önceleri ferdî ve küçük gruplar halinde Bulgaristan’ı terketmek zorunda bırakılan Müslüman Türk ahali, Mayıs ayından itibaren kitleler halinde trenlerle Türk sınırına bırakmaya başlanmıştır. Bunun sonucunda, Bulgaristan Hükûmeti,[68] 3-4 aylık kısa bir sürede yaklaşık 350 bin civarındaki Türk’ü sınıra yığmış ve Türkiye’ye göç etmelerini teşvik etmiştir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da görülen en büyük ve zorunlu göç akımı olan bu olayda da yaklaşık 350 bin civarında insanımız, Bulgar hükümetince Bulgarlaştırma hareketi çerçevesinde, Türkçe konuşmanın yasaklanması, Türk isimlerinin kullanılmaması, kültürel faaliyetlerin yasaklanması, camilerin kapatılması, Müslüman örf ve adetlerinin uygulanmaması gibi geçmişteki sebeplerden bir farkı olmaksızın, evlerini, mülklerini bırakarak Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmışlardır.

Bulgaristan’da Türklere karşı yapılan asimilasyon politikasının baş sorumlusu olan Todor Jivkov 10 Kasım 1990 günü ani bir kararla yönetim görevinden uzaklaştırılmış, 29 Kasım 1990’da basına yaptığı açıklamada ise Türklere karşı uyguladığı asimilasyon politikalarının sorumlusunun sadece kendisi olmadığını iddia etmiştir. Daha sonra Bulgaristan’daki Türk vatandaşları, bir araya gelerek Ahmet Doğan’ın önderliğinde “Haklar ve Özgürlükler” isimli bir parti kurmuşlar, yapılan ilk seçimde 23 milletvekili çıkarmışlardır. Bugün ise söz konusu parti Bulgaristan’da hükûmet ortağıdır. Bu da, özellikle Todor Jivkov döneminde Bulgaristan’da Türk olmadığını iddia eden Bulgar Hükûmeti’nin iddialarını çürütmesi ve Bulgaristan’daki Türk nüfusunu tespit açılarından önemlidir.

Sonuç

XIX. ve XX. yüzyıllarda, Balkanlardan Anadolu’ya yönelik göçlerin sebepleri arasında, yüzyıllarca egemen unsur olduktan sonra, başka bir devletin ve bilhassa kendi eski tebaalarının egemenliği altında yaşamak mecburiyetinin ağır gelmesi varsa da, asıl sebep, Türklerin kalmış oldukları bu gibi yerlerdeki yeni hükümetin ve halkının bunları kaçırıp, mallarını almak ve ülkenin halkını tek bir milletten ibaret bırakmak istemeleri ve bunu elde etmek için hiçbir baskı ve zulümden çekinilmemesi yönü daha ağır gelmekteydi.

Kaybedilen topraklardan Anadolu’ya gelen göçmenler hemen her dönemde gerek göçleri ve gerekse geçici iskânları sırasında çeşitli problemlerle karşılaşmışlardır. Bunun yanı sıra devlet bu tür problemleri giderici tedbirler almaya çalışmış, göçmenler için çeşitli muafiyetler sağlanmıştır.[69] Göçmenler, karşılaştıkları ve sebep oldukları problemlere nazaran, Anadolu’nun demografik, ekonomik ve içtimaî yapısına da büyük etkilerde bulunmuşlardır. Göçmenler sayesinde yeni yerleşim birimleri oluşturulmuş, boş, harabe yerler ziraata açılmış, memleket mamur hale gelmiştir. Ancak devletin normal masrafları, iskân masrafları ile birleşince artmış, hazine de bu açığı kapamak için dış borçlanma yoluna gitmiştir.

Osmanlı Devleti’nin son döneminde, Anadolu’ya yönelik bir görünüm kazanan göçler, Anadolu’da nüfus yoğunluğunun tekrar artmasına sebep olmuştur. Ayrıca Rumeli’den gelen bu Müslüman-Türk göçmenlerin Anadolu ve Trakya’da gayrimüslimlerle meskûn yerlere, bilhassa Ege adaları karşısındaki bölgelerde bulunan Rumların yerine yerleştirilmeleri ve bu sayede Trakya ve Anadolu’yu ilerisi için birçok fitne ve fesattan korumak düşüncesi hükümetin ana prensibi olmuştur. Nitekim bu durum semeresini çok kısa sürede, daha Millî Mücâdele sırasında vermiştir.

Göçler sonucunda Anadolu’da çoğunlukta olan Türk unsuruna ezici bir sayısal üstünlük vermiştir. Bunun sonucunda göçmenler Anadolu’nun sosyal yapısını kuvvetlendirmiş ve Millî Türk Devletinin kurulmasına zemin hazırlamıştır.

Son savaşlar sırasında büyük kitleler halinde göç etmenin sakıncaları konusunda yazılan yazılar da yok denecek kadar azdır. Zira Rumeli’den yapılan göçlerin en önemli sonucu, bize göre, Osmanlı Devleti’nin bunları yerleştirmek ve zararlarını telafi etmek çabaları yüzünden uğradığı zararlardan çok, asıl Rumeli’nin bir daha Osmanlı sınırlarına katılması ümitlerine de bir çizgi çizmiş olmasıdır.

Son olarak vurgulanmak gerekirse; göç sorunu yüzyıllardan beri önemini koruyan bir gerçektir. İster Bulgaristan, ister diğer komşu veya alakalı devletlerden Türkiye’ye göç etmek isteyen Türkler bulundukça, zulümler yüzünden oradaki soydaşlarımız göçe zorlandıkça ve bu cephede onlara kucak açan Anavatan Türkiye ve Türk milleti ayakta kaldıkça göç sorunu önemini her zaman koruyacaktır.

Burada hemen şunu belirtmekte yarar vardır. O da, son yüzyılda sürekli göç problemiyle karşı karşıya kalan Osmanlı Devletinin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin belirli bir göç siyasetinin olmamasıdır. Bu nedenle her zaman göçe hazırlıksız yakalanılmış ve aynı problemler yaşanmıştır.[70]

Geçmişte bizim olan, bugün ise sınırlarımız dışında kalan topraklarda yaşayan soydaşlarımızın haklarını korumak aslında bir bakıma bugünkü sınırlarımızı korumaktır. Nasıl ki Musul-Kerkük, Halep ve Kıbrıs’ta yaşayan Türklerin haklarını korumadan Güney ve Güneydoğu sınırımızı emniyet altına alamazsak, Rumeli ve Kosova’daki Türklerin haklarını koruyamadığımız takdirde de Balkan sınırlarımızı emniyet altına alamayız. Geçtiğimiz yıllarda yapılan belki de hatalar sonucu, Balkanlar’da Türklerin en yoğun yaşadığı Kosova, Arnavut nüfûz alanı olmuştur. Bilindiği üzere Balkan Devletleri her fırsatta Balkanlardan Türk izlerini silmeye, Türkleri asimile etmeye çalışmaktadırlar. Nitekim Arnavutlar bile Sırpların Kosova’yı terk etmeleriyle yaptıkları ilk işlerden birisi 7 Temmuz 1999 tarihinden itibaren Prizren’de tek geçerli dili Arnavutça olarak belirlemek, diğeri ise okul ve iş yerlerindeki Türkçe ifadeler taşıyan tabelaları indirmek olmuştur.[71] Temennimiz, siyasetçilerimizin, günümüz ve geleceğimizin siyasetini belirlerken, tarihten azami ölçüde faydalanmaları ve dersler çıkarmalarıdır. Bunun için de tarihe ve tarihçiye hak ettiği değerin verilmesi gerekmektedir.

Yrd. Doç. Dr. Ahmet HALAÇOĞLU

Süleyman Demirel Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 13 Sayfa: 887-895


Dipnotlar :
[1] Bu dönemde Osmanlı Silahlı Kuvvetleri bile Avrupa’daki teknolojik ilerlemeleri gecikerek ve yetersiz olarak izlemiştir. Bkz. Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Ankara 1984, s. 32.
[2] Osmanlı Devleti bu dönemdeki devlet düzenindeki bozulmalar hakkında bkz. Yusuf Akçura, Osmanlı Devletinin Dağılma Devri (XVIII ve XIX. asırlarda), Ankara 1985.
[3] Adı geçen savaşlar 1711 Osmanlı-Rus, 1723-1746 Osmanlı-İran ve 1736-1739 Osmanlı- Avusturya-Rusya savaşlarıdır. Geniş bilgi için bkz. İ. Hakkı Uzunçarşüı, Osmanlı Tarihi, IV, I. Bölüm, Ankara 1978, s. 76-95, 172-230, 250-292.
[4] Rifat Uçarol, Siyasî Tarih (1789-1994), İstanbul 1995, s. 59. İ. Hakkı Uzunçarşılı, a.g.e., s. 422 vd.; Ayrıca B. Lewis, a.g.e., s. 37.
[5] Osmanlı Devleti’nin son yüzyıldaki dış siyasetinin gelişimi hakkında bkz. Ahmet Halaçoğlu, “Son Dönem Osmanlı Hariciyesinin Kısa Bir Değerlendirilmesi”, Kuruluşunun 700. Yıldönümünde Bütün Yönleriyle Osmanlı Devleti Uluslararası Kongresi, 7-9 Nisan 1999, Konya. 2000, s. 811-814.
[6] Osmanlı Devleti’nin bu “Denge Politikası” Cumhuriyet devrinde de Atatürk tarafından devam ettirilmiş ve bugüne kadar sürmüştür. Bkz. Fahir Armaoğlu, 20. yüzyıl Siyasî Tarihi, Ankara 1984, s. 43 vd.
[7] Tuncer Baykara, “93 Harbinden Önce ve Sonra Anadolu”, H. Ü. Edebiyat Fakültesi Dergisi, 1/1, Ankara 1983, s. 47.
[8] Ayastefanos Antlaşması için bkz. M. Celâleddin Paşa, Mir’at-ı Hakikat, Haz. İsmet Miroğlu, İstanbul 1983, s. 575-581; E. Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, VIII, Ankara 1983, s. 64 v. d.
[9] F. Armaoğlu, a.g.e., aynı yer.
[10] Berlin Antlaşması için bkz. M. Celâleddin Paşa, Mir’ât-ı Hakikat, Haz. İsmet Miroğlu, III, İstanbul 1983, s. 684-698. Ayrıca bkz. E. Ziya Karal, a.g.e., s. 76-77.; Armaoğlu, a.g.e., s. 272-273. Ayrıca kongrede yapılan konuşmalar ve kongreye takdim edilen teklifler hakkında bkz.: M. Celâleddin Paşa, a.g.e., III, s. 635-678.
[11] Ayastefanos ile Berlin Anlaşmasının kâr-zarar hesabı kıyası için bkz. Y. Hikmet Bayur, Türk İnkılâp Tarihi, I, Kısım l, Ankara 1983, s. 3-4; Mahmud Celâleddin Paşa, a.g.e., s. 632-634; Nevzat Gündağ, 1913 Garbî Trakya Hükûmet-i Müstakîlesi, Ankara 1987, s. 60.
[12] Nedim İpek, Rumeli’den Anadolu’ya Türk Göçleri (1877-1890), Ankara 1994, s. 40.
[13] Tevfik Bıyıklıoğlu, Trakya’da Millî Mücâdele, I, Ankara 1987, s. 28.
[14] 24 Nisan 1877’de başlayan Osmanlı-Rus harbi ile birlikte gelişen göçlerin nedenleri, ortaya çıkan problemler ve bunlara karşı devletin almaya çabaladığı tedbirler ve nihayet Anadolu’ya yönelik göçlerin devlet üzerindeki etkileri hakkında bkz. Bilâl Şimşir, a.g.e., II, s. XXX; Nedim İpek, Rumeli’den Anadolu’ya Türk Göçleri (1877-1890), Ankara 1994; Faruk Kocacık, “Balkanlardan Anadolu’ya Yönelik Göçler (1878-1890) ”, Osmanlı Araştırmaları-I, İstanbul 1980, s. 137-190.
[15] Bıyıklıoğlu eserinde bu durumu; “Türkler, en kuvvetli devirlerinde bile, hakimiyetleri altına geçen Hıristiyanlar hiçbir vakit, kitle halinde ne öldürmüşler ne de göç etmeye zorlamışlardır. Hattâ din değiştirmeleri için baskı bile kullanmamışlardır. Eğer Türkler, Bulgarlar ve diğer Balkan milletleri gibi hareket etselerdi, bugün bir Bulgar, bir Yunan, bir Sırp, hattâ Romanya devlet ve milletinin mevcut olmaması lâzımdı” şeklinde ifâde etmektedir. Bkz: T. Bıyıklıoğlu, a.g.e., s. 29.
[16] B. Şimşir, Rumeli’den Türk Göçleri, I, Ankara 1968, s. 10.
[17] 1886-87 tarihlerinde ise başta Bulgaristan olmak üzere, Romanya, Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ’dan, zorunlu göç nedeniyle, İstanbul’a 13.365 göçmen gelmiştir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Nedim İpek, a.g.e., s. 151-152.
[18] Kemâl Karpat, Ottoman Population 1830-1914 (Demographics and Social Characteristics), Madison Wisconsin 1985, s. 75; Nedim İpek, a.g.e., s. 153.
[19] Balkan Savaşı sırasında meydana gelen göçlerin sebepleri, göçmenlerin karşılaştıkları problemler, iskânları hakkında tarafımızdan doktora tezi hazırlanmış olup, söz konusu tez Türk Tarih Kurumu tarafından yayınlanmıştır. Bkz. Ahmet Halaçoğlu, Balkan Savaşı Sırasında Rumeli’den Türk Göçleri (1912-13), Ankara 1984.
[20] Bu konuda bkz. Ahmet Halaçoğlu, a.g.e., s. 23 v. d.
[21] S. Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, II, İstanbul 1983, s. 359.
[22] Bu konu hakkında kitabımızda geniş malumat olup, burada konu bütünlüğü açısından değinilmemiştir. Bkz. kitabımızın “Gayr-i Müslim Göçleri ve Sebepleri” kısmı.
[23] Ş. Süreyya Aydemir, Enver Paşa, II, İstanbul 1986, s. 322-323.
[24] Baskı ve zulümler genellikle komitacıların, askerlerin ve yerli gayrı Müslim tebaanın Müslüman Türklere uyguladıkları türlü işkenceler, ölüm olayları, yanmalardır. Dinî baskılar zorla din değiştirme, isim değiştirme ve islamî ibadetlerde yapılan kısıtlamalardır. Ekonomik sebepler ise göçe zorlanan insanlarımızın mülklerine el koyma ve paralarını gasp olayıdır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Ahmet Halaçoğlu, a.g.e., s. 31-45.
[25] Hikmet, 140, 7 Kânûn-ı evvel 1328 (20 Aralık 1912), s. 3.
[26] Hikmet, 106, 5 Zi’i-hicce 1330 (14 Kasım 1912), s. 1.
[27] İştirak, 25, 3 Zi’1-kade 1330/1 Teşrîn-i evvel 1328 (14 Ekim 1912), s. 1. Karadağlılar daha önce de hududu tecâvüz edip, birçok Müslüman köyünü yakmışlar ve ele geçirdikleri çoluk-çocuk herkesi kesmişlerdir. Bkz. BA, BEO, nu. 307286, 30 Eylül 1328 (13 Ekim 1912).
[28] Alemdar, 313, 13 Rebi’ü’l-âhir 1331 (22 Mart 1913).
[29] Bu sırada göç edenler genellikle ilk olarak Kosova vilâyetine gelmişlerdir. Bkz. BA, BEO, nu. 307573, 10 Safer 1330/8 Teşrîn-i evvel 1328 (21 Ekim 1912), Belge zuhur etmemiştir. Bkz. Hariciye Gelen-giden, Defter nu: 189, Sıra nu. 1953 ile Dahiliye Gelen-giden, Defter nu. 78, Sıra nu. 2210.
[30] Bir Fransız generali, yerli Rum halkının Bulgar komitecilerine rehberlik ederek, onlara Müslümanların evlerini gösterdiklerine şahit olduğuna dair rapor dahi yazmıştır. Raporun tamamı için bkz. Ahmed Cevad, Balkanlarda Akan Kan (Kırmızı-Siyah), Haz. Şevket Gürel, İstanbul (tarihsiz), s. 144-148.
[31] Bulgar mezâlimi ve bunun yanı sıra Ermenilerin hareketine Gelibolu kolordusunun Bolayır’dan Edirne’ye kadar olan yürüyüşü esnasında tesadüf olunmuştur. Bkz. Ahmet Halaçoğlu, a.g.e., s. 40.
[32] K. Mısıroğlu, Türk’ün Siyah Kitabı Yunan Mezalimi, İstanbul 1979, s. 65. Bu tür iddiaları Bulgaristan Balkan Savaşı öncesinde de yapmıştır. Konu hakkında Bulgaristan Reç Gazetesinde bir de makale yayınlanmıştır. İktibas eden için bkz. Silâh, 288-57, 4 Ağustos 1327 (17 Ağustos 1911). 93 Harbi’nde de bu çeşit iddialar yapılmıştır. Fakat Türkler, en kuvvetli devirlerinde bile, hâkimiyetleri altındaki hrıstiyanları hiçbir zaman kütle halinde öldürmemişler ve göçe zorlamamışlardır.
[33] Ayrıca Bulgaristan sefaretinin ifâdesinde, durumun İstanbul muahedesine aykırı olduğu ve durum karşısında Bulgar hükümetince de Bulgaristan’da bulunan Müslüman köylerine aynı şekilde Bulgar iskân edileceği beyân edilmekteydi. Bkz. BA, BEO, nu. 321594, 6 Receb 1332/18 Mayıs 1330 (31 Mayıs 1914).
[34] BA, BEO, nu. 321652, 21 Mayıs 1330 (3 Haziran 1914). Belgede adı geçen muhtıranın tercümesi de bulunmaktadır.
[35] ATASE Arşivi, K. 154, D. 135, F. 4, 7 Eylül 1329 (20 Eylül 1913).
[36] BA, BEO, nu. 321886, l Haziran 1330 (14 Haziran 1913).
[37] Millî Mücâdeleye Giriş, s. 1373, Belge sıra nu: 88.
[38] Sabah, 8751, 12 Kânûn-ı sâni 1329 (29 Ocak 1914), s. 1.
[39] Hikmet, 105, 2 Teşrîn-i sâni 1328 (15 Kasım 1912), s. 3.
[40] Bilâl Şimşir, “Bulgaristan Türkleri ve Göç Sorunu”, Bulgaristan’da Türk Varlığı, I, Ankara 1987, s. 53.
[41] Bkz. Hikmet, 169, 6 Kânûn-ı sâni 328 (19 Ocak 1913), s. 3. Aynı bilgi için ayrıca bkz. İkdam, 5715, 3 Kânûn-ı sâni 1328 (16 Ocak 1913), s. 4.
[42] Yukarıdaki bilgi İkdam gazetesinin (numara 5772) haberinden alınmıştır.
[43] Ahmet Cevat (Emre) Bey’in genel sekreterliğini yaptığı bu derneğin temsilcileri Avrupa’da değil önemli devlet adamları tarafından kabul edilebilmek, sıradan bir yazar veya muhabir ile görüşebilmeyi büyük başarı saymalarına rağmen, buna da pek muvaffak olamamışlardır. Bkz. Ş. S. Aydemir, Enver Paşa, II, s. 326.
[44] Bu heyette “Faik (Kaltakkıran), Reşit Saffet (Atabinen), Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Mahmud Nedim Bey, Kalbiyos Efendi, Orfanides Efendi, Muallim Karabet, Avukat Abraham Papasyan, Agob Şerbetçiyan ve Hayim Bahores” bulunmakta olup, millî bir sıfat ve mahiyet taşıdığı için son derece ehemmiyetli idi. Bkz. T. Bıyıklıoğlu, Trakya’da Millî Mücâdele, I, Ankara 1988, s. 71.
[45] BA, MVM, 178, 3 Temmuz 1913. Ayrıca bkz. BA, BEO, nu. 314317, 18 Haziran 1329 (1 Temmuz 1913), Dahiliye Gelen-giden, 81, Sıra nu: 656.
[46] Bu sayının sadece İstanbul’a gelen göçmenler mi, yoksa bütün Osmanlı topraklarına gelen göçmenler mi olduğuna dair bilgi yoktur. Bkz.: İkdam, 5795, 28 Mart 1329 (10 Nisan 1913), s. 4.
[47] Bu vesîka Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’nda bulunmakta olup, Garbî Trakya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti belgeleri arasından temin edilmiştir.
[48] Bıyıklıoğlu’na göre, Bulgar işgaline düşen Batı Trakya’dan 200 bin, Makedonya’dan ise 240 bin kadar Türk’ün yerlerinden kaçıp, Osmanlı topraklarına sığınmıştır. Bkz. T. Bıyıklıoğlu, a.g.e., I, s. 92-93.
[49] B. Şimşir, “Bulgaristan Türkleri ve Göç Sorunu”, Bulgaristan’da Türk Varlığı (Bildiriler-7 Haziran 1985), I, Ankara 1987, s. 53.
[50] Tarihte Türk-Bulgar İlişkileri, Genelkurmay Basımevi, Ankara 1976, s. 105.
[51] Bulgarlar, Türklere yaptıkları gibi, Rumları da Bulgarlaştırma yoluna gitmişlerdir. Bkz.  İlker Alp, “Tarihte Türklerin Bulgarlaştırılması, Türk Dünyası Araştırmaları, S. 37, Ağustos 1985, s. 106-107.
[52] T. Bıyıklıoğlu, a.g.e., s. 92. Ayrıca Yunanistan’a kalan yerlerdeki Türkler’in göçmesi ve göçmenler sorunu üzerinde görüşmeler hakkında geniş bilgi için bkz. Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, II/3, Ankara 1983, s. 250-262.
[53] Ahmet İzzet paşa, Feryadım, İstanbul 1992, s. 167. Ayrıca bkz. Osmanlı Mebusan Meclisi Reisi Halil Menteşe’nin Anıları, Giriş İsmail Arar, Hürriyet vakfı yayınları, İstanbul 1986, s. 165.
[54] Osmanlı Mebusan Meclisi Reisi Halil Menteşe’nin Anıları, Giriş İsmail Arar, Hürriyet vakfı yayınları, İstanbul 1986, s. 165. Bu tard kararından Osmanlı Devleti’ne sadık olmalarından ve hatta Karadağ’a karşı savaşan Karadağ’lı Müslümanlar istisna tutulmuşlardır. Bkz. BA, BEO, nu. 307525, 20 Ekim 1912.
[55] Adalar denizi sahillerinde oturan Rum halkının Yunanistan’a göçleri ve meselenin mahiyetini yerinde tetkik etmek üzere bizzat yapılan seyahat ve bu konuda alınan tedbir ve kararlara dair Dâhiliye Nezâreti’nin tezkiresine karşı Meclis-i Vükelâ kararı hakkında bkz. BA, MVM, 190, 1 Temmuz 1914.
[56] Ahmet İzzet Paşa, a.g.e., s. 167. Ülkenin yabancı unsurlardan temizlenmesi konusunda zamanın Meclis-i Mebusan Reisi Halil Bey (Halil Menteşe) şunları yazar: “Valiler ve diğer memurin resmen işe müdahale eder görünmeyerek, cemiyetin teşkilâtı işi idare edecek, bir vak’a ihdas edilmeyerek yalnız Rumlar ürkütülecek, bu talimat dahilinde hareket başladı. Balkan Harbindeki hıyanetlerinin tepkisiyle maneviyâtı bozulmuş olan Rum halkı gitmek üzere ayaklandı. Yüzbine yakın Rum kesiminin burnu kanamaksızın Yunanistan’a çekip gittiler. Bundan sonra aynı tarzda İzmir civarında teşebbüs ele alındı. Urla ve Çeşme’de hicret başladı. Bergama, Dikili ve Menemen Rumları da ayaklandılar. Bu defa Venizelos protestoda bulundu. Harp tedârikâtı başladı. Bâb-ı Alî bu işte hükümetin bir müdâhalesi olmadığı, Balkan Harbinin tepkisi olarak halkın maneviyâtının bozulduğu ve kendi arzularıyla hicret etmekte olduklarını ileri sürerek, mahallinde Dahiliye nâzırıyla birlikte tetkikât yapmak üzere birer murahhas tayin edilmesi için süferâya notlar gönderildi. Sefirler, Bâb-ı Alînin teklifini kabul ettiler. Baş tercümanlarını Dahiliye Nâzırı’nın maiyyetinde berâ-yı tetkik İzmir’e gitmek üzere murahhas tayin ettiler. Vaziyeti mahallinde gördüler. Kimsenin burnu kanamamış. Harp önlendi. İzmir civarından da 200 bine yakın Rum Yunanistan’a gitti.” Halil Menteşe’nin Anıları, s. 165-166. Aynı metnin bir parçası 30 Ekim 1946 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nden alıntı şeklinde Y. Hikmet Bayur’un kitabında da yer almaktadır. Bkz. Bayur, a.g.e., II/3, s. 251.
[57] Bıyıklıoğlu, a.g.e., s. 92. Mübadele sırasında Aydın vilâyetinde Rum göçmenlerle, Rumeli’den gelen Türk göçmenler arasında mübadeleye elverişli arazi ve çiftlikler hakkında da gerekli muamele yapılmıştır. Bkz. BA, MVM, 191, 12 Ağustos 1914, Zabıt Rakamı 320. Mübadele hakkında ayrıca bkz.: BA, MVM, 217, 21 Aralık 1919-Lozan Antlaşması gereğince Yunanistanla yapılacak ahali mübadelesi yönetmeliği için bkz. Kızılay Arşivi, Dosya nu: 05 (1923). Bu konuda ayrıca bkz. A. Aydınlı, Batı Trakya Faciasının İç Yüzü, İstanbul 1971.
[58] Bıyıklıoğlu, a.g.e., s. 93. Ayrıca Yunanistan’a hicret etmekte olan Edirne, Hüdâvendigâr ve Aydın vilâyetleri ile diğer yerler ahalisinin Ziraat Bankasına olan borçlarından dolayı rehin edilen malların hiç kimseye tefvîz ve tahsis olunmaması hakkında Ticaret Nezâreti’nce gereken yerlere talimat gönderilmiştir. Bkz. BA, BEO, nu 322181, 2 Temmuz 1914. Trakya bölgesinden göç eden Rum ve Bulgarların terk ettikleri emlâk ve arazi, geçici olarak, emval-i emiriyyeden sayılıp, icar bedellerinin hazineye teslimi kararlaştırılmıştır. Bunun yanında bazı evler de Rumeli’den gelen göçmenler ile fakir ahalinin ikametlerine tahsis edilmiştir. Bkz. BA, BEO, nu. 326730, 29 Mayıs 1915. Ayrıca bkz. BA, MVM, 197, 5 Mayıs 1915.
[59] Cumhuriyetin ilânından sonra yapılan göçler hakkında bkz. Cevat Geray, Türkiye’den ve Türkiye’ye Göçler ve Göçmenlerin İskânı, 1923-1961, Ankara 1962.
[60] Bulgaristan’daki Türk azınlıkların temel hak ve özgürlükleri milletlerarası Neully Barış Antlaşması (27 Kasım 1919’da ABD, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Belçika, Yunanistan, Çin, Küba, Polonya, Portekiz, Romanya, Çekoslovakya, Suudi Arabistan, Yugoslavya ve Bulgaristan arasında imzalanmıştır), Lozan (24 Temmuz 1923), Türk-Bulgar dostluk Antlaşması (18 Ekim 1925’te Ankara’da imzalandı), Paris Barış Antlaşması (10 Şubat 1947’de ABD, SSCB, İngiltere, Avusturya, Çekoslovakya, Yunanistan, Hindistan, Yugoslavya, Yeni Zelanda, G. Afrika Birliği ve Bulgaristan arasında imzalanmıştır), Helsinki Nihaî Senedi (10 Ağustos 1975’te Helsinki’de 35 devlet tarafından imzalanmıştır) ve İnsan hakları Evrensel Beyannamesi ile Bulgar Halk Cumhuriyeti Anayasası’yla güvence altına alınmıştır. Bkz. Hamza Eroğlu, “Bulgaristan’daki Türk Azınlığı Sorunu”, Bulganistan’da Türk Varlığı I, Ankara 1987, s. 25 v. d.
[61] Bulgaristan’daki Türkler de, Türkiye’nin latin alfabesine geçişinin hemen ardından, 1929’da latin alfabesini benimsemişler ve o sırada yaklaşık 100 bin civarında Türk asıllı çocuk eğitim- öğretim görmekteydi. 1946’da çıkarılan kanunla Türklerin okulları ve bunlara bağlı gayrımenkuller devletleştirildi. 1949 ise ilkokul dahil, 2 bin civarında Türk azınlık okulu bulunmaktaydı. 1951 yılından itibaren, Bulgaristan’da Türkçe okutulan derslerin oranı üçte bir oranına indirilmiş ve Bulgar okullarıyla Türk okulları birleştirilmeye başlanmıştır. 1959 yılında Türk okulları tamamen kapatılmış ve Türkçe seçmeli ders olmuştur. 1974 yılında ise bu uyulamaya da son verilmiştir. Görüldüğü üzere komünist rejimden sonra eğitimde Türklerin aleyhine gelişen durum süratlilik göstermiştir. 1960 yılında ilk kez Türklerin adlarına el uzatılmaya başlandı. 1984 yılı içerisinde ise Bulgar yönetimi, Türk azınlık arasında, gönüllü olarak Slav ismi almak görüntüsü vermek için, matbu isim değiştirme dilekçeleri vermiş, ancak istediği neticeyi alamamıştır. Bunun üzerine aynı yıl, silah zoruyla Türk adlarını slav isimleriyle değiştirmeye zorlamıştır. Ayrıca Türk çocukları ailelerinden alınıp, kreşlerde Bulgar kültürüyle yetiştirilme uygulamasına da geçilmiştir. 1985 yılının başlarında ise, Türkçe olarak yayın yapan son Türk gazetesi Yeşil Işık’ın da Türkçe yayını yasaklanmıştır. Görüldüğü üzere, yüzyıllarca Türk egemenliğinde yaşayan, Türkün hoşgörüsüyle millî ve kültürel değerlerini koruyan Bulgarlar, bu hoşgörünün onda birini Türklere göstermemişlerdir. Bkz. İlker Alp, a.g.e., s. 183; Kamuran Özbir, Bulgar Yönetimi Gerçeği Gizleyemez, İstanbul 1986, s. 42. Eğitim konusunda ayrıca bkz. Osman Keskioğlu, Bulgaristan’da Türkler, Ankara 1985; Bilâl N. Şimşir, Bulgaristan Türkleri, s. 48-166, 185-197.
[62] Bulgar yönetimi uluslararası antlaşmaları da hiçe sayarak, Türklere verilen din ve vicdan hürriyetini yok saymış, işe ilk olarak, camilerin bir kısmını kapatmakla başlayarak, camiye gidenlere baskı yapılmaya başlanmıştır. Hatta da ha ileri gidilerek, ölen kişilerin nüfus kayıtlarındaki isimler değiştirilmiş, tıpkı Balkan savaşı sırasında olduğu gibi, Türk kıyafetleriyle dolaşmayı yasaklamış, Türk azınlığın dini esaslara göre ölülerini gömmeleri, bayram yapmaları, kurban kesmek, oruç tutmak gibi dini vecibelerini yerine getirmelerini, çocukların sünnet ettirmelerini yasaklamışlar, uymayanlara ağır para cezaları verilmiştir. Bkz. K. Özbir, a.g.e., s. 44.
[63] Özellikle komünist rejimin iktidara gelmesinden sonra, Türk azınlık tarım işçisi haline getirilmiş ve en ağır işlerde çalıştırılmıştır. 1984 yılından itibaren ise ekonomiyi, Türklerin isimlerini değiştirmek için bir baskı unsuru olarak kullanmıştır.
[64] Bilâl Şimşir, Bulgaristan Türkleri, Ankara 1986, s. 207; B. N. Şimşir, “Bulgaristan Türkleri ve Göç Sorunu”, Bulgaristan Türkleri I, s. 60.
[65] 1923-1939 yıllar arasında toplam 198. 688 kişi, 1940-49 arasında 21. 353 (Bkz. Cevat Geray, Türkiye’den ve Türkiye’ye Göçler ve Göçmenlerin İskânı, 1923-1961, Ankara 1962, Tablo 2), 1950-51 göçünde 154. 393 kişi (Bilâl Şimşir, Bulgaristan Türkleri, Ankara 1986, s. 227), 1968-80 arasında ise yaklaşık 130 bin kişi Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç etmiştir (Kâmuran Özbir, Bulgar Yönetimi Gerçeği Gizleyemez, s. 32. Ayrıca Bk. Ahmet Maranki, Balkan Mezalimi, İstanbul 1993, s. 80; B. Şimşir, “Bulgaristan Türkleri ve Göç Sorunu”, a.g.e., s. 65).
[66] Bunun için bkz. Bilâl Şimşir, Bulgaristan Türkleri, s. 314.
[67] 1951 yılı göçünden tam 17 yıl sonra, Bulgaristan Başbakanı Todor Jivkov, Dışişleri Bakanı İvan Başev’le Türkiye’yi ziyaretleri sırasında, 22 Mart 1968’de, Ankara’da Türk Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil arasında “Yakın Akrabaları 1952 yılına kadar Türkiye’ye göç etmiş olan Türk asıllı Bulgar vatandaşlarının Bulgaristan Halk Cumhuriyeti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne göç etmeleri hakkında” anlaşma imzalandı. Bkz. B. Şimşir, “Bulgaristan Türkleri ve Göç Sorunu”, a.g.e., 65.
[68] Bu sırada Bulgar hükümetinin başında Todor Jivkov bulunmaktaydı. Todor Jivkov, 1956 yılında Bulgaristan Komünist Partisi Merkez Komitesi tarafından iş başına getirilmiş ve bundan sonra Bulgaristan’ın Türklere karşı yürüttüğü politika değişmiştir. Bu dönemde Bulgar anayasalarıyla, milletlerarası ve ikili antlaşmalarla tanınan haklar yavaş yavaş kısıtlanarak kaldırılmıştır. Bkz. İlker Alp, Belge ve Fotoğraflarla Bulgar Mezâlimi (1878-1989), Ankara 1990, s. 183.
[69] Osmanlı Devleti’ne göç eden Rumeli ahalisi de, padişaha ve devlete bağlılıklarının bir delili niteliğinde teşkil ettikleri köy ve mahallelere Osmanlı padişahına izafeten Hamidiye, Aziziye, Reşadiye veya rahata ve huzura kavuşmaları dolayısıyla Refahiye, Kemaliye gibi isimler vermiştir. Nitekim bu gibi isimlere Anadolu’da sıkça rastlanmaktadır. Bkz. Ahmet Halaçoğlu, a.g.e.,
[70] Bu durum Balkan savaşı sırasında Ahmed Rasim tarafından yazılan “Hal ve Mevki” isimli köşe yazısında şu şekilde işlenmektedir “Dikkatimi bir şey çekti. O gördüğüm göçmen kafileleri bundan 35 sene önceki göçmenlerin aynısı… Arabaları, hasır örtüleri, kıyafetleri, yürüyüşleri, mandaları ve öküzleri yine o. Hiç değişmemişler. Öyle ki, 35 seneden beri devam eden bir uykudan uyanan biri kalksa, hâlâ Rus muharebesinin devam ettiğine kani olur. Yoksa yine öyle de ben mi uyanıyorum? İhtimal. Fakat mutlaka acı bir ihtimal. Çünkü Ruslar değişti, Bulgarlar değişti, bunlar değişmedi. İşte muhaceretin sebebi, felsefesi, maddiyatı” Bkz. Felah, 1-8315, 30 Teşrîn-i evvel 1328 (12 Kasım 1912), s. 1.
[71] Bu bilgi Enis Berberoğlu’nun “UÇK’nın Gerçek Yüzü” isimli köşe yazısından alınmıştır. Bkz. Hürriyet, 3 Ağustos 1999, s. 12.
1 yorum
  1. Muhammet diyor

    HOCAM elinize dilinize sağlık.Gayet güzel bir şekilde konuyu özetlemişsiniz.Maalesef Yunan kamuoyunun kendi göçmenlerine gösterdiği ve dünyaya anlattığı bu durumu biz ülkemizde anlatamadık.Katleden Türkler algısı oluşuyor.Direneceğiz yılmayacağız

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.