Tarihteki bütün imparatorluklar dağıldıktan sonra geride pek çok iktisadî, siyasî ve sosyal meseleler bırakmışlardır. Bu meseleler ise, kendisinden sonra gelen devletlere intikal etmiştir. Yalnız bu meselelerin boyutları imparatorluklara göre değişim arzetmektedir.
Mazide Avrupa, Asya ve Afrika gibi üç büyük kıtaya yayılmış olan Osmanlı Devleti geriledikçe bıraktığı yerlerdeki Türklerin çoğunluğu kafile kafile devletin elinde kalan kısımlarına sürekli göç etmişlerdir. Bu göç akını son birkaç asırdan beri bu şekilde devam edip durmuştur.
Göçlerin sebepleri arasında yüzyıllarca egemen unsur olduktan sonra, başkalarının ve bilhassa kendi eski tebaalarının egemenliği altında yaşamak mecburiyetinin ağır gelmesi varsa da, asıl sebep, Türklerin kalmış oldukları bu gibi yerlerdeki yeni hükümetin ve ora halkının bunları kaçırıp, mallarını almak ve ülkenin halkını tek bir milletten ibaret bırakmak istemeleri ve bunu elde etmek için hiçbir baskı ve zulümden çekinilmemesi yönü daha ağır gelmekteydi.
XIV. yüzyılın ortalarında Süleyman Paşa komutasında Rumeli’ye geçen Türkler 5,5 asır bu topraklarda hüküm sürerek, kendilerine yurt edindiler. Fakat bütün Avrupa’ya karşı mücâdele verme durumunda olan Osmanlıların Rumeli’de kalmaları güçlü olmalarına bağlı idi. Nitekim zamanla eski gücünü yitiren Osmanlı Devleti, XVII. asrın sonunda imzalamak zorunda kaldığı Karlofça antlaşmasıyla geri çekilmeye başlamıştır.
Osmanlı Devleti XVIII. yüzyıldan itibaren ise askerî, siyasî ve iktisadî gücünden çok şey kaybetmiş, hattâ bir durgunluk dönemine girmiştir. Bu dönemde devlet mevcut durumunu koruma düşüncesiyle hareket etmeye başlamıştır. Zira bu yüzyılda Avrupa devletleri özellikle coğrafî keşifler sonucu denizaşırı sömürge imparatorlukları kurmuş ve bu sayede hem malî, hem de sınaî açıdan önemli ölçüde gelişmiştir. Oysa ki Osmanlı Devleti Avrupa’daki gelişmelerden çok, XVII. yüzyıl boyunca Anadolu’da meydana gelen karışıklıklarla uğraşmak zorunda kalmıştır. Buna Avrupa ve Asya’da yaptığı uzun savaşlar da eklenince, tabiî olarak sosyal ve iktisadî açıdan büyük sarsıntılara düşmüştür. Her ne kadar bazı padişah ve devlet adamlarının şahsî gayretleriyle yapılan düzenlemeler geçici bir ferahlık getirmişse de, bunlar temel meselelere yönelik olmadığından kalıcı ve uzun ömürlü olmamıştır.
Devletin idarî sistemi büyük ölçüde geleneksel temelleri muhafaza etmekteydi. Bu arada eğitim- öğretim kurumları olan medreseler de eski ilmî hüviyetini tamamen kaybettiklerinden, buralardan mezun olanlar yetersiz kaldılar. Bunun sonucunda ise, Avrupa ilim ve teknolojide hızla ilerlerken, Osmanlı Devleti tarım, sanayi ve ulaştırmada bir gelişme gösteremedi. Öte yandan bozulmanın en çok hissedildiği Osmanlı ordusu Avrupa’daki teknolojik gelişmelere ayak uyduramadı.[1] Bu bozuk düzen, bir takım ıslahat çalışmalarına rağmen gittikçe ağırlaşarak XVIII. ve XIX. yüzyıla devrolundu.[2] Özellikle XIX. yüzyıl Osmanlı Devlet hayatında, her bakımdan ayrı özellikleri sahip, uzun yıllardan beri devam eden devleti kurtarma çabalarının uygulama alanına konduğu dönemdir. XVII. yüzyıldan itibaren yapılmaya çalışılan yenilik ve düzenlemeler, bu dönemde kesin ifâdesini bulmuştur.
Bütün bu gelişmelere rağmen, devlet XVIII. yüzyılın ilk yarısında yaptığı savaşlarda küçümsenmeyecek başarılar elde ederek,[3] statükoyu kısmen de olsa koruyabilmiştir. Ancak bu başarı kısa sürmüş olup, yüzyılın ikinci yarısında, 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması bir dönüm noktası olmuştur. Bu antlaşma ile, Rusya, Karadeniz’e çıkma tasarısında önemli gelişmelerle birlikte, Osmanlıların Fransızlara verdiği kapitülasyonlardaki hakları da kendisine sağlamıştır. Böylece Osmanlı Devleti yalnız gayrimüslim tebaanın çoğunlukta olduğu toprakları değil, Kırım’daki Müslüman-Türk toprağını da terketmek zorunda kalmıştır. Aynı zamanda Rus imparatoriçesine bizzat kendi Ortodoks tebaası üzerinde fiilî bir hâmilik haline gelen bir müdahale hakkı da tanımıştır.[4]
Bununla beraber bu yüzyılda batıya daha şuurlu bir yaklaşım sergilenerek, askerî ve idarî bakımdan yeni düzenlemelere gidilmiştir. Öte yandan Avrupa’nın eskiden beri uyguladığı diplomasi usulleri kabul edilerek, siyasî meselelerde bu yolda uygulamalara geçilmiştir. Fakat bu dönemin diplomasisi henüz Avrupa diplomasisi ile boy ölçüşebilecek bir düzeyde değildi.[5]
XIX. yüzyıla gelindiğinde, Avrupa’daki kuvvet dengesinin şartları ve unsurları büyük değişme geçirirken, Osmanlı Devleti’nin daha da zayıfladığı dikkati çekmektedir. XVIII. yüzyılda Osmanlı Devleti toprak bütünlüğünü tehdit eden ve devamlı bir baskı unsuru olan Avusturya ve Rusya’ya karşı yaptığı savaşları kaybederken, kendisine yönelen tehdit ve tehlikelere karşı yanına daima bir büyük Avrupa devletini almak suretiyle, bir denge kurmayı ve varlığını böylece korumayı hedeflemiştir.[6]
İşte 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’na gelindiğinde Osmanlı Devleti’nin durumu bu meyanda idi. Tarihimize 93 Harbi olarak geçen Osmanlı-Rus Savaşı, XIX. yüzyılda Türkiye’nin bir ölçüde kaderini belirlemiş olması bakımından önemli bir savaştır.[7] Savaş sonunda Rusya, Osmanlı Devleti’nin 3 Mart 1878 yılında imzalamak zorunda kaldığı Ayastefanos Antlaşması ile Balkanlar’da tam bir hakimiyet kurmuştur.[8] Fakat bu antlaşma, Boğazlar’ın Rus hakimiyetine ve Hindistan’daki sömürgelerine giden yolların Rus tehdidi altına girmesinden endişe duyan İngiltere ile Balkanlar’da Rus nüfuzu altında kurulan büyük bir Bulgaristan istemeyen Avusturya’nın müdâhalelerine sebep oldu. Bunun üzerine diğer Avrupa devletlerinden destek arayan ve gerekli desteği sağlayamayan Rusya, İngiltere ve Avusturya’nın kararlı tavrı sonucu, Berlin’de milletlerarası bir konferansın toplanmasına razı olmuş[9] ve 13 Haziran 1878’de Berlin Kongresi toplanarak, 13 Temmuz’da da Berlin Antlaşması imzalanmıştır.[10] Bu yeni antlaşmayla sadece Avrupa Devletleri değil, Ayastefanos Antlaşması’na kıyasla Osmanlı Devleti de birçok menfâatler elde etmiştir.[11] Bununla beraber Ayastefanos Antlaşması sadece Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki topraklarını paylaştırırken, Berlin Antlaşması bunu bütün devlete teşmil etmiştir. Nitekim İngiltere’nin Kıbrıs’a yerleşmesi ve azınlıklarla ilgili ıslahat hakkındaki maddeler, Berlin Antlaşmasının Osmanlı Devleti’nin parçalanması sürecinde çok önemli bir merhaleyi oluşturur.
93 Harbi muharebeleri esnasında, Tuna ve Edirne vilâyetlerinde meskûn Müslüman Türk ahaliden 500 bini Bulgar ve Rus zulümleri sonucunda ya katlolunmuş, ya da açlıktan, hastalıktan dolayı vefat etmiştir. Katliamdan ve hastalıktan kurtulan bir milyonu aşkın Müslüman Türk ahali ise canlarını kurtarmak maksadıyla, göçmek mecburiyetinde kalmıştır.[12] Nitekim bu göçmen kafilelerinin Doğu Rumeli, İstanbul ve Rodop dağlarına gelmeleri buralardaki nüfusun önemli ölçüde artmasına yol açmıştır.[13] Tarihimize “Doksanüç Muhacereti” diye geçen 1877-1878 göçlerinde,[14] 31 Ocak 1878’de imzalanan Edirne mütârekesine rağmen, büyük-küçük ayırt etmeksizin silâhsız bu göçmen kafilelerine Rus ve Bulgar asker ve çetelerinin saldırısı, Türk halkı arasında büyük bir tepki doğurmuştur.[15]
1877-78 savaşı sonucu ortaya çıkan Rumeli’den Türk göçlerinin Balkan devletlerinin ekonomik tarihleri bakımından da büyük önemi vardır. Nitekim göçler, Balkan milletlerinin büyük işgücü, üretici ve nüfus kaybına sebep olmuştur.[16]
93 muhâceretinden sonra göç durmamış, hatta süreklilik kazanmıştır. 1879-1890 tarihleri arası takriben 160 bin kişi, özellikle serhat vilâyetleri olan Edirne ve Selânik’i maddî ve manevî açıdan kuvvetlendirmek maksadıyla, bu bölgeye iskân edilmişlerdir. 1891-1892 tarihleri arasında ise İstanbul’a 22.220 göçmen geldiği kayıtlarda belirtilmektedir.[17] Bulgar istatistiklerine göre ise, 1893-1902 yılları arasında, on yıllık barış devresinde 70.603 kişi Türkiye’ye göç etmiştir.[18]
Balkan savaşları 93 harbinde olduğu gibi, Rumeli’deki Türk varlığını doğrudan etkileyen bir savaştır. Nitekim bu savaş sırasında, aynı 93 harbinde olduğu gibi, idaresi altına girdikleri devletlerin hükümetleri veya ahalisi tarafından katliamlara uğramışlar ve bunun sonucunda bilhassa Bulgaristan ve Yunanistan’a bırakılan topraklarda yaşayan Türkler, bütün maddî varlıklarını bırakıp, Osmanlı ülkesine sığınmak zorunda kalmışlardır. Adeta kaçmak şeklinde cereyan eden bu göçler, en kötü şartlar altında, Osmanlı Devleti’nin kontrol ve iradesi dışında yapıldığından, büyük sıkıntılar doğmasına sebep olmuştur. Fakat sonuçta göçmenler hangi merkezlerde toplanmış olurlarsa olsunlar, hükümetçe bunların öncelikle geçici iskânlarına çalışılmış, ancak daha sonra sürekli iskân için ciddî çalışmalara başlanılmıştır.[19]
1912-13 yıllarında cereyan eden Balkan muharebeleri neticesinde ise, Balkanların siyasî haritası önemli ölçüde değişti. Bu yeni haritada Romanya’nın, Sırbistan’ın, Yunanistan’ın hudutları tamamen, Bulgaristan’ın hududu kısmen Bükreş muâhedesiyle tayin edildi. Türkiye-Bulgaristan sınırı da İstanbul Konferansı kararıyla, Türkiye-Yunanistan sınırı ise Atina Antlaşmasıyla tayin edilerek, bütün Balkanların yeni siyasî haritası çizilmiş oldu.[20]
Bu yeni haritaya göre Türkiye hayli küçülürken, diğer Balkan hükümetlerinin bazısı az, bazısı oldukça genişledi. Bu yeni sınırlara göre Balkanlardaki Türk-İslâm unsurunun büyük çoğunluğu Osmanlı hâkimiyetinden çıkıp, diğer Balkan Devletleri idaresine geçti. Nitekim bu savaşlarda zarar gören sadece Osmanlı Devleti olup, Avrupa’daki topraklarının %83’ünü, nüfusunun %69’unu ve bunlara ilâveten devlet gelirlerinden önemli bir kısmı ile önemli ölçüde bir ziraat potansiyelini kaybetmiştir.[21]
Balkan Savaşı sırasında göç durumu daha da vahim bir haldeydi. Savaş sırasında Bulgarlar, Yunanlılar, Sırplar ve Karadağlıların, Makedonya ve Rumeli’nin Müslüman-Türk halkını yok etme veya kovma isteği nedeniyle yaptıkları zulümler, Rumeli’deki Türk ahalinin göç ederek, İstanbul ve Anadolu’ya gelmesiyle neticelenmiştir. Üstelik bu devletler sadece Türklere değil, diğer unsurlara da aynı şekilde davranmışlardır.[22] Dönemin önde gelen simalarından Enver Paşa, Balkan Harbi sırasındaki bu göç olayını şu şekilde anlatmaktadır: “…Başıboş sürünen bozguna uğramışlar ordusuna, Rumeli’nin bağlarından kopup gelen, daha perişan yüzbinlerce muhacirin, yüzbinlerce göçmenin sürüne sürüne, eriye eriye akan kafilelerini de eklemeliyiz. Evet Rumeli göçüyordu. Rumeli boşalıyordu. Rumeli Türkleri akıp geliyorlardı. Rumeli’yi asırlarca evvel alan, Rumeli’de asırlardır yaşayan son Türkler, XX. yüzyılın başlarında alevlenen bu yangının alevleri içinde sonu bilinmez geleceklere doğru akıyorlardı. “.[23]
Balkan savaşı sırasında Rumeli’den Türk göçlerinin en önemli nedenini müttefik Balkan Devletlerinin askerleri ve komitacılarınca yapılan akıl almaz baskı ve zulümler oluşturmaktadır. Bu dönemde yapılan göçlerin diğer iki nedeni de dinî ve ekonomiktir.[24]
Bulgarlar, Türklere karşı uyguladıkları zulümlerde yerli Bulgarların yardım ve rehberliğinden büyük ölçüde faydalanmışlardır.[25] Hattâ kendilerine yardım etmeyenleri de fecî surette öldürmüşlerdir. Nitekim Çorlu civarında Osmanlı tebaasından olan Bulgarlarla meskûn çeşitli köy ve çiftlik ahalisinin, kendilerine yoldaşlık etmedikleri bahanesiyle, Bulgar askerlerince yakılmışlardır.[26]
Balkan Savaşları sırasında Yunanlılar ve Sırplarca da Türklere çeşitli baskılar yapıldığına, dolayısıyla oralarda yaşayan Türklerin de göç ettiğine şahit olunmaktadır. Bunlardan Sırplar özellikle Arnavutlar hakkında, Yunanlılar ise başta Selanik olmak üzere, işgal ettiği Türk topraklarında, Türklere karşı çeşitli baskılara ve katliamlara sebep olmuşlardır.
Bütün bunlara paralel olarak, Karadağlılar da bazı Müslüman köylerini yakıp,[27] Arnavut ahalisine türlü zulümler yapmışlardır.[28] Nitekim Karadağ ve Sırp hudutlarındaki yenilgiler üzerine pek çok kişi iç kesimlere göç etmiştir.[29]
Bu arada, Balkan müttefik devletlerinin yanında, Osmanlı sınırlarında kalan müttefik devletler ahalisi (gayrimüslimler) de bu hareketlerden cesaretlenerek, bulundukları yerlerdeki Türklere karşı tavır takınmışlardır.[30] Bulgarların kışkırtmalarıyla Ermeniler de Müslümanlara yönelik çeşitli zulümlerde bulunmuşlardır.[31]
Hadiselerin bu şekilde gelişmesine rağmen Balkan Devletleri tam tersine, Türklerin Bulgar ve Rumlara zulüm yaptığını ve evlerine Türk göçmenlerinin yerleştirildiğini iddia etmişlerdir.[32] Bu konu hakkında Bulgaristan sefaretinin iddiasını te’yiden,[33] Bulgaristan Hâriciye Nezâreti’nce Sofya Osmanlı Sefaretine bir nota ve muhtıra gönderilmiştir. Osmanlı elçisi Fethi Bey (Okyar) tarafından Bulgar Hâriciye nezâretine cevap olarak gönderilen yazıda, durumun Bâb-ı Alî’ye yazıldığı ve şikâyet edilen durumun tamamıyla Bulgaristan’daki Müslüman halka tatbik edilmekte ve fazladan bazı bölgelerdeki Müslümanların dinî hürriyetlerine saldırıldığı belirtilmektedir.[34] Buna karşılık Tekirdağ ve civarındaki Hıristiyan halka Müslümanlarca zulmedildiği şeklinde Rum patriğinin takririne karşılık ise, konunun incelenmesi için piyade mirlivalarından Tevfîk Paşa ile Erkân-ı Harbiye binbaşılarından Aziz Sâmih Bey görevlendirilmişlerdir.
Yapılan tahkikat sonucu, olayın önemsenmeyecek derecede olduğu, savaş sonrasında yurtlarına geri dönen göçmenlerden, Hıristiyanlarca malları gasbedilenlerin, mallarını tekrar almaya kalkıştıkları ve dolayısıyla da aralarında tartışma çıktığı, Bulgarlar zamanında Müslümanlara yapılan zulmün örtbas edilmesi düşüncesiyle böyle bir başvuru yapıldığı ortaya çıkmıştır.[35] Öte yandan Çeşme Rumlarının göçleri sırasında ahaliyi yağmaya teşvik eden ve Rumlardan para alan Çeşme jandarma zabiti Nasib Efendi’nin görevine son verilmesi,[36] İskeçe’de bir Bulgarın evine girip zorla parasını alan bir askerin hemen Divân-ı harbe verilerek ibret için çınara asılması,[37] hükümetin bu tür hareketlere karşı tutumunu göstermektedir.
Gerek Yunanistan gerekse Bulgaristan, göçe mecbur kalan Türklerin topraklarına, büyük ölçüde Osmanlı Devleti’nden gelen Rum ve Bulgarları yerleştirmeye başlamışlardır. Nitekim Bulgaristan, Batı Trakya’daki Müslüman ve Rum ahalinin içine 120.000 Bulgar göçmeni yerleştirmiştir.[38] Bu arada adı geçen devletler işgal ettikleri yerlerdeki Hıristiyanların başka bölgelere göç etmesini de yasaklamıştır.[39] Böylece barış için masaya oturduklarında, Avrupa kamuoyuna buralarda Türklerin azınlıkta kaldığını ispatlamayı ve işgal ettikleri toprakların kendilerine bırakılmasını sağlamayı hedeflemişlerdi. Bunda da bir ölçüde başarıya ulaştıkları söylenebilir. Hattâ aynı oyun Osmanlı Devleti’nin elinde kalan Trakya bölgesi ile İzmir’de de oynanmak istenmiş, bunun için kendi sınırlarına yakın bu bölgelerde iskân çalışmalarında bulunmuşlardır. Öte yandan I. Dünya Savaşı sonrasında, buna benzer bir durum doğuda Ermeniler, batıda Rumlar tarafından tatbik edilmek istenmiştir.
Yukarıda bahsedildiği üzere, Balkan Savaşı sırasında katliama uğrayan masum Türk halk kitlelerinin kesin sayısı bilinmemektedir. Rumeli’den Türk göçleri hususunda çeşitli araştırmaları bulunan Bilâl Şimşir’in tahminlerine göre bu sayı 200.000’den aşağı değildir.[40] Hikmet gazetesinde, “Balkanlılar Vahşeti” başlığı altında verilen haberde harbin başlangıcından, 1913 yılı başlarına kadar Balkan müttefiklerinin işgal ettiği arazide silahsız ve masum Türklerden katledilenlerin miktarı 240.000 civarında olduğu ve katliama devam edildiği de belirtilmekte idi.[41] Bu arada, Balkan mezâlimiyle ilgili neşredilmekte olan Kırmızı-Siyah Kitap isimli bir eserde yer alan bilgiye göre, Balkan Devletleri tarafından katledilen Müslümanların miktarı 500.000’den fazla tahmin edilmektedir.[42]
İşgal edilen topraklarda Türklere karşı sürdürülen baskılar üzerine Osmanlı hükümeti boş durmamış, Balkanlardaki bu mezâlimi dünya kamuoyuna duyurmaya çalışmıştır. Bunlardan, daha Balkan Harbi devam ederken İstanbul’da kurulan bir “Tetkîk-i Mezâlim Cemiyeti”, yani zulümleri, vahşetleri araştırma, inceleme derneği, bu insanlık dışı davranışlara ait eserler, belgeler neşret- miştir.[43] Balkan Harbinden sonra da Bulgar işgali sırasında işlenen cinayetleri ve işkenceleri anlatmak için, Edirne vilâyetinden seçilen Türk, Rum, Ermeni ve Mûsevîlerden oluşturulan “Edirne Hey’eti”, Talat Bey’den aldığı talimat üzerine, Avrupa merkezlerini dolaşmıştır.[44]
Bu tür çabalar sonunda etkisini göstermiş, Bulgaristan’ın, gerek Yunan, gerekse Türklere yönelttiği cinayet ve yağmalar, savaşın son evresinde dört bir yandan abluka altına alınmasına ve dış dünya ile bütün bağlantısının geçici de olsa kesilmesine sebep olmuştur.
Balkan Savaşı göçmenlerinin kesin sayısı hakkında da gerek arşiv vesikalarında, gerekse dönemin yayın organlarında kesin bir bilgi mevcut değildir. Ancak bir arşiv vesikasında, İstanbul vilâyetinde mevcut olan 200.000’e yakın göçmenin hazineye ait arazi ve çiftliklerde iskânı hakkında bilgiler bulunmaktadır.[45] İkdam gazetesinde yer alan bir haberde ise, Balkan Savaşı’nın başlangıcından 10 Nisan 1913 tarihine kadar, Rumeli’den gelen göçmenlerin sayısının yaklaşık 200.000 kişi olduğu bildirilmektedir.[46] 23 Ekim 1912 tarihli başka bir vesîkada ise, Balkan Harbini müteakip sadece Trakya’dan göç eden Müslümanların sayısı 180.883 kişi olarak verilmektedir.[47] Fakat verilen bu sayı harbi müteakip göç eden ve Muhâcirin Müdüriyet-i Umûmiye’sine müracaatla iskânlarını isteyenlerden ibaret olup, bunların 115.883’ü Bulgarların işgaline maruz kalan mahallerden, 65.000’i de Yunanların işgaline maruz kalan mahallerden gelmişlerdi.
Tevfik Bıyıklıoğlu’na göre ise, Balkan savaşında toplam 440.000 kadar Türk, Makedonya ve Trakya’dan Anadolu’ya göç etmiştir.[48] Şimşir ise, Balkan Savaşı sırasında, aynı dönemde Balkanların başka yörelerinden kopan göçmenleri de hesaba katarak, yaklaşık bir milyon kadar Rumeli Türkünün yurtlarından sökülüp atıldığını, bu kitlenin 200 bin kadarının da savaş sırasında can verdiğini, geri kalanın ise Anadolu’ya sığındığını söylemektedir.[49] Bir başka eserde de 1885 yılı ile 1923 yılı arasında Türkiye’ye sadece Bulgaristan’dan toplam olarak 500.000 kadar Türk’ün göç ettiği bildirilmiştir.[50]
Balkan Savaşı sırasında Türklerin yanı sıra, pek çok Müslüman olmayan unsur da mezâlimden kurtulmak için Anadolu’ya gelmiştir. Bu sırada Balkan devletlerinden genelde Sırplar ve Karadağlılar Arnavutlara, Bulgarlar Musevî ve Rumlara,[51] Yunanlılar da Mûsevî ve Bulgarlara büyük ölçüde zulüm yapmışlardır. Bunlardan özellikle Yunanistan ve Bulgaristan birbirlerini suçlayıcı şekilde diplomatik sahada devletlerarası faaliyete başlamışlardır.
Birinci Dünya Savaşından önce de, sadece Yunanistan’ın idaresine giren Trakya, Makedonya ve Epir’den Osmanlı ülkesine 200.000’den fazla Türk göçmeni geldi. Makedonya’dan Türklerin kovulması ve zulüm görmesi, Osmanlı ülkesinde tepkilerle karşılandı.[52] Bunun üzerine Talat Bey de, Balkan harbinde hıyanetleri görülen unsurlardan memleketi temizlemeyi ön plâna aldı. İlk olarak çöküş sebebimiz olan savaşlarla, bunlardan önceki isyanlar Hıristiyan tebaanın teşvik ve kötülüklerinin ürünü olduğundan, hiç olmazsa tehlikeli yörelerde, yani sınır ve sahil bölgelerinde çetelere yardaklık ve yataklık edebilecek unsurların temizlenmesi gerekli görüldü. Nitekim bu hususta Bulgaristan’la kolaylıkla uyuşularak, İstanbul muahedesiyle Edirne, Kırklareli ve civarındaki Bulgarlar, bir miktar Müslüman halk ile değiştirildi.[53] Ardından Rumların sevki için hazırlıklar yapıldı.[54] Batı sahilleri karşısında adalar Yunanlılar elinde bulundukça, İzmir vilâyeti kıyılarına çete çıkarmak için uygun bir merkez kurmalarından çekinilerek, bunun için Bursa ve İzmir vilâyetlerinden Rum unsurunun temizlenmesine gidildi.[55] Balkan Savaşının başkumandan vekili Ahmet İzzet Paşa’ya göre, Bu kıyılarda yataklık edebilecek yoğun bir Rum unsuru bulunursa eski Makedonya karışıklıkları Anadolu’ya aktarılmış olurdu.[56] Bu da tabii olarak, devletin başına belki de telafisi zor pek çok gaile açılması anlamına gelmekteydi.
Bunun sonucu olarak, tehcir Yunanistan tarafından başlatılmakla birlikte, Osmanlı Devleti Makedonya’dan sürülen 240.000 Türk’e karşılık, Yunanistan’ın beklemediği bir şekilde Doğu Trakya ve Batı Anadolu’dan aşağı yukarı aynı oranda Rum nüfusu çıkarttı. Makedonya’dan kovulan Türklerin Trakya ve Anadolu’daki Rumların yerlerini almalarının önüne geçemeyeceğini anlayan Yunan hükümeti, bu işi durdurmak için savaşı da göze alamayınca, bir anlaşmaya varmak zorunda kaldı. Sonuçta Osmanlı ve Yunan hükümetleri, Makedonya’da kalan Türklerle, Doğu Trakya ve Aydın vilâyetlerindeki Rumların karşılıklı olarak, ihtiyarî bir şekilde mübadelesi hususunda l Temmuz 1914’te bir anlaşmaya vardılar.[57] Fakat bir ay sonra dünya savaşının başlaması bu anlaşmanın tatbikine imkân vermedi. Yalnız anlaşmadan evvel 240.000 Türk’ün Yunanistan’da kalan Batı Trakya ve Makedonya’dan Osmanlı Devleti’ne ve bilhassa Doğu Trakya ve Batı Anadolu’ya sığındıkları anlaşılmıştır. Buna karşılık, yine anlaşmadan evvel, Batı Anadolu’dan 80.000 Rumla, Doğu Trakya’da yaşayan 250.000 Rumdan bir kısmının Yunanistan’a kaçtıkları kabul edilebilir.[58]
Balkan Savaşı’ndan sonra ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra da Bulgaristan’dan Türkiye’ye göçler devam etmiştir.[59] Balkan devletlerinden özellikle Bulgaristan, nüfusunu homojenleştirmek gayesiyle ülkesinde yaşayan azınlık Türklere karşı, milletlerarası anlaşmalara mugayir,[60] çeşitli baskılarda bulunmuştur. Bu dönemde de, sosyal ve kültürel baskılar,[61] dinî baskılar,[62] ekonomik baskılar[63] ve parçalanan ailelerin birleştirilmeleri şeklinde dört ana başlıkta toplanacak olan göç sebebinde, görüldüğü üzere tarihî misyon değişmemiştir. Cumhuriyet döneminde ilk kez göç işi bir anlaşma ile düzene girdi. 18 Ekim 1925 günü Ankara’da imzalanan “Türk-Bulgar İkâmet Sözleşmesi”nde göç konusu da yer aldı. Buna göre, Bulgaristan ülkesinde yaşayan Türklerin isteğe bağlı göçlerine engel olmayacaktı. Ayrıca göçmenler taşınabilen mallarını ve hayvanlarını serbestçe yanlarına alabilecekler, taşınmazlarını sattıkları takdirde de paralarını dışarıya çıkarabileceklerdi.[64] Nitekim 1923-1980 yılları arasında Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç edenlerin sayısı 500 bini aşmıştır.[65] Bu dönemde yapılan göçlerin bir kısmı parçalanan aileleri birleştirmek amacıyla, anlaşmalar çerçevesinde, “Yakın Akraba Göçü” şeklinde gerçekleşmiştir. Nitekim bunlardan ilki 1950-51 yılı içerisinde yapılmış,[66] ikincisi ise, 1968 yılı içerisinde yapılmıştır.[67] Ancak, aslında ise her göç yeni parçalanan aile anlamına geldiğinden, bir sonraki göçe de zemin hazırlamış olduğu muhakkaktır.
Son olarak, XX. yüzyılın sonlarında bile, medenî Avrupa devletlerinin gözü önünde, Rumeli’de kalan Türklerden Bulgaristan’da yaşayanların, aradan geçen bunca seneye rağmen, yurdumuza eskiden olduğu gibi, nasıl feci şartlar içinde yollandıkları hepimizin hâlâ hatırındadır. Bilindiği üzere Bulgaristan Türk azınlığının silah zoruyla isimlerini değiştirmeye çalışması olayı üzerine Türkiye 22 Şubat 1985 günü Bulgaristan Hükümetine bir nota vermiştir. Notada, iki ülke arasındaki sorunları ve “geniş kapsamlı bir göç” konusunu da içerecek bir görüşme teklif edilmiştir. Hatta Türkiye’ye göç etmek isteyecek bütün Bulgaristan Türklerinin kabul edileceği kararını dönemin Başbakanı Turgut Özal ve Dışişleri Bakanı Vahit Halefoğlu Türk kamuoyuna açıkladılar. 1989 yılı başlarında, önceleri ferdî ve küçük gruplar halinde Bulgaristan’ı terketmek zorunda bırakılan Müslüman Türk ahali, Mayıs ayından itibaren kitleler halinde trenlerle Türk sınırına bırakmaya başlanmıştır. Bunun sonucunda, Bulgaristan Hükûmeti,[68] 3-4 aylık kısa bir sürede yaklaşık 350 bin civarındaki Türk’ü sınıra yığmış ve Türkiye’ye göç etmelerini teşvik etmiştir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da görülen en büyük ve zorunlu göç akımı olan bu olayda da yaklaşık 350 bin civarında insanımız, Bulgar hükümetince Bulgarlaştırma hareketi çerçevesinde, Türkçe konuşmanın yasaklanması, Türk isimlerinin kullanılmaması, kültürel faaliyetlerin yasaklanması, camilerin kapatılması, Müslüman örf ve adetlerinin uygulanmaması gibi geçmişteki sebeplerden bir farkı olmaksızın, evlerini, mülklerini bırakarak Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmışlardır.
Bulgaristan’da Türklere karşı yapılan asimilasyon politikasının baş sorumlusu olan Todor Jivkov 10 Kasım 1990 günü ani bir kararla yönetim görevinden uzaklaştırılmış, 29 Kasım 1990’da basına yaptığı açıklamada ise Türklere karşı uyguladığı asimilasyon politikalarının sorumlusunun sadece kendisi olmadığını iddia etmiştir. Daha sonra Bulgaristan’daki Türk vatandaşları, bir araya gelerek Ahmet Doğan’ın önderliğinde “Haklar ve Özgürlükler” isimli bir parti kurmuşlar, yapılan ilk seçimde 23 milletvekili çıkarmışlardır. Bugün ise söz konusu parti Bulgaristan’da hükûmet ortağıdır. Bu da, özellikle Todor Jivkov döneminde Bulgaristan’da Türk olmadığını iddia eden Bulgar Hükûmeti’nin iddialarını çürütmesi ve Bulgaristan’daki Türk nüfusunu tespit açılarından önemlidir.
Sonuç
XIX. ve XX. yüzyıllarda, Balkanlardan Anadolu’ya yönelik göçlerin sebepleri arasında, yüzyıllarca egemen unsur olduktan sonra, başka bir devletin ve bilhassa kendi eski tebaalarının egemenliği altında yaşamak mecburiyetinin ağır gelmesi varsa da, asıl sebep, Türklerin kalmış oldukları bu gibi yerlerdeki yeni hükümetin ve halkının bunları kaçırıp, mallarını almak ve ülkenin halkını tek bir milletten ibaret bırakmak istemeleri ve bunu elde etmek için hiçbir baskı ve zulümden çekinilmemesi yönü daha ağır gelmekteydi.
Kaybedilen topraklardan Anadolu’ya gelen göçmenler hemen her dönemde gerek göçleri ve gerekse geçici iskânları sırasında çeşitli problemlerle karşılaşmışlardır. Bunun yanı sıra devlet bu tür problemleri giderici tedbirler almaya çalışmış, göçmenler için çeşitli muafiyetler sağlanmıştır.[69] Göçmenler, karşılaştıkları ve sebep oldukları problemlere nazaran, Anadolu’nun demografik, ekonomik ve içtimaî yapısına da büyük etkilerde bulunmuşlardır. Göçmenler sayesinde yeni yerleşim birimleri oluşturulmuş, boş, harabe yerler ziraata açılmış, memleket mamur hale gelmiştir. Ancak devletin normal masrafları, iskân masrafları ile birleşince artmış, hazine de bu açığı kapamak için dış borçlanma yoluna gitmiştir.
Osmanlı Devleti’nin son döneminde, Anadolu’ya yönelik bir görünüm kazanan göçler, Anadolu’da nüfus yoğunluğunun tekrar artmasına sebep olmuştur. Ayrıca Rumeli’den gelen bu Müslüman-Türk göçmenlerin Anadolu ve Trakya’da gayrimüslimlerle meskûn yerlere, bilhassa Ege adaları karşısındaki bölgelerde bulunan Rumların yerine yerleştirilmeleri ve bu sayede Trakya ve Anadolu’yu ilerisi için birçok fitne ve fesattan korumak düşüncesi hükümetin ana prensibi olmuştur. Nitekim bu durum semeresini çok kısa sürede, daha Millî Mücâdele sırasında vermiştir.
Göçler sonucunda Anadolu’da çoğunlukta olan Türk unsuruna ezici bir sayısal üstünlük vermiştir. Bunun sonucunda göçmenler Anadolu’nun sosyal yapısını kuvvetlendirmiş ve Millî Türk Devletinin kurulmasına zemin hazırlamıştır.
Son savaşlar sırasında büyük kitleler halinde göç etmenin sakıncaları konusunda yazılan yazılar da yok denecek kadar azdır. Zira Rumeli’den yapılan göçlerin en önemli sonucu, bize göre, Osmanlı Devleti’nin bunları yerleştirmek ve zararlarını telafi etmek çabaları yüzünden uğradığı zararlardan çok, asıl Rumeli’nin bir daha Osmanlı sınırlarına katılması ümitlerine de bir çizgi çizmiş olmasıdır.
Son olarak vurgulanmak gerekirse; göç sorunu yüzyıllardan beri önemini koruyan bir gerçektir. İster Bulgaristan, ister diğer komşu veya alakalı devletlerden Türkiye’ye göç etmek isteyen Türkler bulundukça, zulümler yüzünden oradaki soydaşlarımız göçe zorlandıkça ve bu cephede onlara kucak açan Anavatan Türkiye ve Türk milleti ayakta kaldıkça göç sorunu önemini her zaman koruyacaktır.
Burada hemen şunu belirtmekte yarar vardır. O da, son yüzyılda sürekli göç problemiyle karşı karşıya kalan Osmanlı Devletinin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin belirli bir göç siyasetinin olmamasıdır. Bu nedenle her zaman göçe hazırlıksız yakalanılmış ve aynı problemler yaşanmıştır.[70]
Geçmişte bizim olan, bugün ise sınırlarımız dışında kalan topraklarda yaşayan soydaşlarımızın haklarını korumak aslında bir bakıma bugünkü sınırlarımızı korumaktır. Nasıl ki Musul-Kerkük, Halep ve Kıbrıs’ta yaşayan Türklerin haklarını korumadan Güney ve Güneydoğu sınırımızı emniyet altına alamazsak, Rumeli ve Kosova’daki Türklerin haklarını koruyamadığımız takdirde de Balkan sınırlarımızı emniyet altına alamayız. Geçtiğimiz yıllarda yapılan belki de hatalar sonucu, Balkanlar’da Türklerin en yoğun yaşadığı Kosova, Arnavut nüfûz alanı olmuştur. Bilindiği üzere Balkan Devletleri her fırsatta Balkanlardan Türk izlerini silmeye, Türkleri asimile etmeye çalışmaktadırlar. Nitekim Arnavutlar bile Sırpların Kosova’yı terk etmeleriyle yaptıkları ilk işlerden birisi 7 Temmuz 1999 tarihinden itibaren Prizren’de tek geçerli dili Arnavutça olarak belirlemek, diğeri ise okul ve iş yerlerindeki Türkçe ifadeler taşıyan tabelaları indirmek olmuştur.[71] Temennimiz, siyasetçilerimizin, günümüz ve geleceğimizin siyasetini belirlerken, tarihten azami ölçüde faydalanmaları ve dersler çıkarmalarıdır. Bunun için de tarihe ve tarihçiye hak ettiği değerin verilmesi gerekmektedir.
Süleyman Demirel Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 13 Sayfa: 887-895
HOCAM elinize dilinize sağlık.Gayet güzel bir şekilde konuyu özetlemişsiniz.Maalesef Yunan kamuoyunun kendi göçmenlerine gösterdiği ve dünyaya anlattığı bu durumu biz ülkemizde anlatamadık.Katleden Türkler algısı oluşuyor.Direneceğiz yılmayacağız