Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Balkan Kahramanı Enver Bey-1

0 13.194

Dr. M. Galip BAYSAN

Bu uzun soluklu yazı serisine başlamadan önce bir konuya açıklık getirmek isterim. Kısa bir süre önce yine bir yandaş, zannederim üstlerine kendini şirin göstermek için; “Enver Bey 30 Mustafa Kemal eder” demiş. Bu iddiaya bir anımla cevap vermek isterim.

1990’larda bir gün Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitü Müdürümüz Prof.Dr. Ergün Aybars bu akşam Yeni Asır Televizyonunda proğrama beraber çıkalım dedi. Moderatör eğer yanlış hatırlamıyorsam, çoğunlukla tarihi yayınlar yapan tam bir Atatürkçü Ayla Selışık Tamer adındaki bir hanımefendiydi. Konu bir ara İttihat Terakki Partisine ve Enver Beye intikal etti. Ogünlerde İttihat Terakki ve Enver paşa hakkındaki araştırmalarım bayağı derinleşmişti. Enver Paşayı değil Enver Beyi savunur mahiyette fikirler söyledikçe hem Ayla Hanım, hem de Ergün hocanın hemen Atatürkü öne sürmeleri dikkatimi çekti. Canlı yayında sordum neden Hep Mustafa Kemali öne sürüyorsunuz? Anlamıyorum. Mustafa Kemal bir dahi, bir devlet adamı, Enver Bey veya Enver Paşa bir subay ve komutan onları mukayese etmek gereksiz dedim. Konu kapanmış oldu yıllar sonra şunu belirtmek isterim hala aynı fikirdeyim, ne kadar severseniz sevin ama bir kimseyi sakın Atatürk’le kıyaslamayın bu Atatürk’e değil ama o methettiğiniz kişiye karşı yapılan haksızlık olur.

Şimdi ünlü Meşrutiyet ve Balkan kahramanı Enver Beyi incelemeye başlayalım.

Enver Bey de tıpkı Mustafa Kemal gibi, fakat ondan iki yıl kadar önce, 1889 yılında Manastır askeri Rüştiyesi’ne girmiş, 1893’de bu okuldan mezun olunca Manastır askeri Lisesinde öğrenimine devam etmiş ve hemen hemen onunla aynı şartlarda yetişmiş bir Osmanlı subayı idi.[1] Ali Fuat Paşa hatıralarının Harbiye ile ilgili bölümünde Enver Beyi bize şu sözlerle tanıtır: “Mustafa Kemal bir gün öğle namazından çıkarken, beni Pirlepe’li Ali Fethi (Okyar) ile tanıştırdı. Cafer Tayyar Edirne (General Cafer Tayyar Eğilmez) de Fethi’nin sınıfında idi. Ağabeyimin sınıfından Enver’i (Enver Paşa) de orada tanıdım. Yakışıklı ve güzel bir gençti. Amcası Halil (Orgeneral Halil Kut) bizim sınıfın üçüncü kısmında okuyordu.”[2]

İşte bu Enver Bey, daha sonraki yıllarda çok büyüyecek ve Osmanlı Devletinin kaderine elinde tutan insan haline gelecektir. Bu yazı dizisi içinde sizlere bu ünlü ismin yaşamının ilk yıllarında, Makedonya Dağlarında yarattığı efsaneyi sunmaya çalışacağız. Yine rahatça izlenebilmesi için yazıyı bölümler halinde sunmayı tercih ediyoruz.

Yirminci yüzyıla girerken Osmanlı Devletini, özellikle Türk insanını tehdit eden farklı oluşumlar vardı. Bunların başında, son 50-60 yıl kadar kısa bir süre içinde, dış güçlerin baskısı ile Osmanlıdan ayrılmış küçük devletlerin gittikçe güçlenmeleri ve Osmanlı topraklarında hak iddia etmeye başlamaları geliyordu. Mesela, küçük Yunanistan Krallığı, kendisini Eski Yunan ve Bizans topraklarının varisi görüyor, önce yarımadanın kuzeyine, Epir, Teselya, Makedonya ve Trakya gibi topraklara uzanmak, Ege ve Doğu Akdeniz adalarının zaptı ile uzun vadede Boğazlar ve Batı Anadolu’yu da ele geçirmeyi düşlüyordu. Bu amacını “Büyük Fikir-Megalo idea” adı ile formüle etmiş ve zihinlere yerleştirmişti. Yunanistan’ın Türklere karşı çağdaş dünya içinde kullanabileceği iki büyük kozu vardı. Birincisi çağdaş batı medeniyetinin temeli kabul edilen eski Yunan medeniyetinin çocukları oldukları iddiası, ikincisi de Hıristiyanlığı ilk kabul eden ve yayan bir toplum olmalarıydı.

Bu iki kozu Türklere karşı her zaman her yerde insafsızca kullanıyorlar ve aydınların beyinlerine ve gönüllerine girebilmeyi başarıyorlardı. Eski Yunan’ın varisleri olduklarını okullarda, eğitim ve öğretim müesseselerinde edebi, sanatsal her türlü kültür faaliyetlerinde işliyor ve tüm batıda Türkler aleyhinde abartılı kampanyalarla “Barbar Türklere!” karşı nefret duygularını geliştiriyorlardı. Buna karşılık kendileri medeni, masum, tüm batılılarca himaye edilesi gereken bir toplum olarak lanse ediliyordu. Bütün batı ülkelerinde kiliselerin toplumlarını “dinsiz, imansız barbar Müslümanlarca ezilen, sömürülen” bu ilk Hıristiyan kavime yardım mecburiyeti yükleyen vaazları etkisini göstermiş ve Yunanistan Osmanlı Devleti karşısında en büyük “alacaklı” durumuna sokulmuştu.

Mesela, dönemin sivil ve asker Türk aydınlarını en çok rahatsız eden konu; 1897 Türk-Yunan savaşı ve Girit isyanını Yunanistan’ın başlattığı ve ağır bir yenilgi aldığı halde, Rus Çarı’nın araya girmesiyle Teselyanın tahliye edilmesi ve Giritin Hıristiyan bir valinin kontrolüne bırakılmasıydı. (18.12.1897) Ancak, bir yıl sonra (20 Ekim 1898’de) sözde Müslümanların İngilizleri hedef alan nümayişi bahane edilerek Osmanlı askeri ve yönetimi adadan çıkarılmış ve ada Yunan Kral’ın oğlu Yorgi’nin (George)Valiliğine, dolayısıyla Yunanistan’ın kontrolüne terkedilmişti.[3] Oysa savaş Girit yüzünden çıkmış ve Girit’i Yunanlılara kaptırmamak için dövüşülmüştü. İşte bu nedenle Batı’dan gelen bu yeni tehdit: Türklerin anayurdu kabul ettiği Batı ve Doğu Trakya ile Ege Adaları ve Anadolu topraklarını şimdiye kadar rastlanmadık ölçüde “Doğrudan hedef alıyordu”.

Rumeli topraklarında derece derece Sırbistan, Karadağ ve Bulgaristan’ın da gözü vardı. Sırbistan ve Karadağ Makedonya ve Arnavutluk yörelerini ele geçirip büyüme arzusu gösterirken Bulgarlar; İstanbul’a kadar bütün Osmanlı topraklarını ele geçirip Karadeniz, Marmara ve Ege’ye açılan “Büyük bir Bulgaristan” devleti yaratma emelindeydiler. Bu ateşin Rusya tarafından körüklendiğinin bilinci ile, siyasi başarıdan emin olarak, ilk fırsatta bir askeri başarı imkanı arıyorlardı. En büyük sorun, hedefe doğru giderken, çıkarların çatışmalarının önlenemeyişiydi. Mesela, Boğazlar üzerinde Rusya, Bulgaristan ve Yunanistan’ın emelleri çatışırken, Rumeli topraklarında hem Yunanlılar, hem Sırplar ve Bulgarlar hak iddia ediyorlardı. Bu amaçla, 1897’den itibaren bölgede yoğun bir tedhiş faaliyeti başlatıldı. Avrupalılar olaylar sırasında öldürülen Müslümanlar için en ufak bir tepki göstermedikleri halde, bir tek Hıristiyan’ın öldürülmesini bile abartılı kampanyalarla batıya “Müslümanların masum Hıristiyan halkı katletmeleri” olarak aktarıyorlardı. Neticede 1903’de Mürtzeg antlaşması yapıldı ve bu anlaşma ile Rumeli, başlarında bir İtalyan generalin bulunduğu, 5 ülkenin jandarmasının kontrolüne bırakıldı.

Genç subayların kıtalara çıkar çıkmaz karşılaştıkları en önemli sorunlardan biri, “eşkıya takibi” olarak adlandırdığımız, Balkanlarda bağımsızlık peşinde koşan Bulgar, Rum, Sırp komitacılarla Arnavut çetelerinin isyanları, Doğu Anadolu’da Ermeni çetelerin takibi ve Yemen, Lübnan gibi değişik yörelerdeki isyanların bastırılması olaylarıdır. Üstelik bu olaylarda hemen hemen yalnızdılar. Görev bir asayiş görevi olduğu halde, her mücadeleden asker sorumlu tutulmakta ve çözüm askerden beklenmekteydi.

Komitacılarla yapılan çarpışmalar, ordu birlikleri tarafından düzenlendiği gibi, azınlığa bağlı eşkıyaların, ayaklananların saklandıkları yerler ve koruyucuları yine subayların buldukları haber vericiler tarafından öğreniliyordu. Bütün suçlular, katiller kentlerde askeri polis ve subaylar tarafından yakalanıyordu. Başta Rusya olmak üzere dış güçlerin müdahalesi işleri o hale getirmişti ki, sanki sivil yönetim bu olaydan hiç sorumlu değil gibiydi.[4]

Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler serisinin İttihat ve Terakki bölümüne şu sözlerle başlamaktadır:

“Hemen her Osmanlı subayının evinde Makedonya’dan bir hatıra vardı. Bu anılar anlatıla anlatıla askerlerin ve ittihatçıların imanını oluştururlar. “Ben Manastır Dağlarında Eşkıya takibinde iken…”[5]

Bu eşkıyalar Osmanlı ordusuna ve padişahına İsyan etmiş Balkanlı Şairler, filozoflaşmış komitacılar ve hiçbir zaman azalmamış haydutlardır. Karşı tarafı temsil ederler. Balkanlı, savaşlar içinde birbirlerini öldürerek kaynaşan bu insanlar, daha sonra Vidin’de, Sofya’da, Rusçuk’ta, Atina’da adlarını ve heykellerini taşıyan sokaklardan ve meydanlardan geçerek bir tarih oluşturacaklardır ve Osmanlı subaylarının belleklerini ve emeklilik hikâyelerini dolduracaklardır.

Ancak bu hikâyeler birbirinden çetin, birbirinden acı sahnelerle doludur. Balkanlar ve isyan bölgeleri birer arenadır. Bu arenalarda bir tarafın ulusal kahramanları yetişirken, diğer yanda da tabii bir şeyler yetişecektir. En önemli yetişen unsur da Osmanlı Ordu mensupları olacaktır. Onların isimleri hiçbir sokağa, caddeye veya şehre verilmeyecektir ama muhtelif arenalardaki dövüşleri zamanımız gençliği için ibret alınacak, saygı duyulacak fedakârlıklarla doludur. Onları dikkatle izlemeden ulusları için ne yaptıklarını ve hatta niçin yaptıkların anlamak biraz zordur.

Dr. M. Galip BAYSAN


DİPNOTLAR:

[1] Ş. S. Aydemir, Makedonya’dan Ortaasya’ya Enver Paşa-I, s. 186-188 (Remzi Kitabevi, 3.Baskı, İstanbul-1983
[2] A. F. Cebesoy, Sınıf Arkadaşım, s. 20-27
[3] Detaylı bir değerlendirme için bknz. İlhan Bardakçı, age. s. 243-254
[4] Niyazi Bey’in Anıları, s.42
[5] T. Z. Tanaya, Türkiye’de Siyasal Partiler-III, s. 13 (İttihat ve Terakki, Bir Çağın, Bir Kuşağın, Bir Partinin Tarihi, Hürriyet Vakfı Yayınları, 1989)
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.