Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Balkan Harbinin Habercisi 93 Harbi

0 17.918

Doç. Dr. Caner ARABACI

Yahya Kemâl, doksan yıl önceki insan tipimizi anlatırken şöyle der: “Bir Türk gönlünde nehir varsa Tuna’dır, dağ varsa Balkan’dır. Vâkıâ, Tuna’nın kıyılarından ve Balkan’ın eteklerinden ayrılalı kırk üç sene oluyor. Lâkin bilmem uzun asırlar bile, o sularla o karlı tepeleri gönlümüzden silecek mi?” (İlk Çocukluğum, 146).

Düşüncelerimizi, ufkumuzu dikdörtgenin içine hapsedeli Tuna’dan, atalarımızın adını verdiği, Balkanlardan, Sibirya’dan, Hazar’dan, Uluğ Türkistan’dan ne kaldı, sorusuna gönül açıcı cevap vermek biraz zor olacaktır. Atlas Okyanusu’nun ötesinden gelerek Irak’a, Amerikan conileri şekil verirken; Rus, değil Kars’a, Erzurum, Trabzon, Siirt’e inip gelirken, İngiltere Manş ötesinden Orta Doğu’ya, Uzak Doğu’yu şekillendirirken içe kapanan, mandacılığa kapılanan kompleksli düşünce yapımızın getirdiği düşüşün görülmesi için, Balkan Harbi’ne hatta biraz öncesine bakmak gerekmektedir.

Zağra Müftüsü’nün; “Aziz-i vakt idik a’da zelil kıldı bizi! derken üzerinde düşünmemiz gereken, düşmanın bizi zelil kılma nedenlerinin gözden kaçırılmasıdır. Balkan faciasının habercisi, Osmanlı Rus Harbidir. Ordu yenilgisi halk felaketi, vatan kaybı getirmiştir.

Birkaç örnek yeterli olacaktır. Eski Zağra’nın Bükülmük Köyünden yüz on iki kişi, samanlığa ve camiye doldurularak ateşe verilir.

Bulgarlar, birbirine sarılarak cayır cayır yanan çaresiz insanların feryatları karşısında; “gayda çalarak hora oynar ve ‘Kebap pişiriyoruz!’ diyerek gülerler. Eşraftan birini, “kendi çobanı, gazla sakalından tutuşturup” yakar.

Osmanlı yönetimindeki aymazlık o kadar üst düzeydedir ki; Bu katiller sürüsünü yöneten Yanko adındaki tüccar, katliam sırasında Yeni Zağra’da kumandan olan daha sonra Edirne Valisi yapılan Rauf Paşa tarafından Polis Zâbiti tayin edilir (Raci Efendi, 169-171). Köylerde, çiftliklerde Müslümanlar, “kolları bağlı olduğu halde, kurşun, bıçak ve sopa ile işkencelerle” öldürülürler.

Bir Bulgar, “minare şerefesinde gayda çalarken yere düşüp telef olur” (Raci Efendi, 172, 174). Yağma, vahşet kol gezmektedir. Kızanlık çevresinde Bulgarlar, “Siz cepken giymeyi seversiniz” diye “delikanlıların kollarını ve pazularını cepken gibi” yüzerler. Öldürdükleri masumların ağzına, “yoruldun bir sigara iç” diye “tenâsül aletini kesip” sokarlar. İçki meclislerinde, “Hangisi semiz” diye yokladıkları masumların kol ve baldırlarından, “külbastılık” keserler.

Bir müderrisi, “göğsünde ateş yakıp” öldürürler. Bir köy papazı, “genç bir kadının memelerini keserek kanıyla ellerini” yıkar, “bir takım aileleri ise, kapılarını çivileyerek, evleriyle birlikte” yakarlar. Karlova’da ayin günü Papaz, cemaatine bir demet gül göstererek, güllerin nasıl yetiştirildiğini açıklar: “Bu güller Müslüman çocuklarının kanlarıyla sulanmış kilise bahçesindeki bir gülün kırmızı çiçeğidir” (Raci Efendi, 176-177, 179).

Bir sorgulamanın burada mutlaka yapılması gerekmektedir. Balkan halkları, aslında Osmanlı yönetimi ile kimliklerini bulmuş, kişiliklerini kazanmışlardır. Sırp’ın Sırplığını, Bulgar’ın, Rumen ve Yunan’ın varlıklarını sürdürebilmesi Osmanlı ile mümkün olabilmiştir. Çünkü Türk fethinin ulaşmadığı yerlerde, Katolisizm tahakkümü, onları neredeyse tek tipleştirmiştir. Peki, Bulgarları, asırlarca birlikte yaşadıktan sonra ellerine geçen fırsatı, bu kadar insanlık dışı, canavarca değerlendirmeye yönelten sebep nedir? Eski Zağra Müftüsü, bütün bunların, “Kırım Muharebesinden beri genç Bulgarların zihinlerine yerleştirilen, taassup, düşmanlık ve intikam fikirlerinin neticesi görmektedir. Rus ve yanlarına aldıkları Sırp, Ulah askerleri, “her nereye girdiyse oranın Bulgarları kudurmuş yaban canavarına” dönmüşlerdir (Raci Efendi, 178). 93 Harbi’nde görülemeyen afet, Balkan Harbinde tufana döndürülerek başımıza getirilecektir.

Alınmayan her tedbir, çıkarılmayan her ibret dersi, felâkete dönüşerek üstümüze çökecektir. Vatanından âvâre olup, göç yoluna hasta ve çaresiz düşenler, yalın ayak, çıplak, yollara düşen sabîler, kucaklarda taşınamaz hale gelince karlar üstünde inci tanesi gibi kalan çocuklar, karda donup kalan hesapsız insanlar, kervan halinde perişan giderken yetişilerek öldürülen, soyulan, yakılan mazlumlar, sanki otuz beş yıl sonraki Balkan vahşetinin provaları gibidir. İstanbul’a dalga dalga ulaşan göç kafileleri, onların âh ü enînleri gafletimizi gidermez. Kalemin gözyaşı olarak dökülen “Hicretnâme”ler, bizi uyandırmaz.

Zağra Müftüsü’nün anlattıklarını, 1913’te Balkan Harbi kitabını yazan, Ermeni Aram Andonyan doğrulamaktadır. Balkan Harbi ile “ani ve beklenmedik biçimde” meydana gelen sonuca Avrupa diplomasisi, yaklaşık dört yüz yıldan beri ulaşmak için çaba harcamaktadır. Ama en dikkat çekici nokta, “daha dün birbirine düşman” olan dört Balkan devletinin arasında kurulan ittifaktır. Bulgaristan’la Sırbistan, bağımsız olur olmaz birbirleriyle savaşmışlardır. “Yunanlılarla Bulgarlar, daha birkaç yıl öncesine kadar düpedüz birbirlerini boğazlıyorlardı. Karadağlılarla Sırplar, aralarındaki kan bağlarına rağmen, sürekli olarak birbirleri ile çatışır, hatta vuruşurlardı. Nasıl oldu da birbirlerinden nefret eden bu bağdaşmaz devletler tek bir gaye etrafında birleşebildiler, hele bugüne kadar aralarındaki çatışmaların esas konusunu meydana getiren bu gaye üzerinde anlaşabildiler?.. Hınç ve düşmanlıklarını susturup nasıl el ele verebildiler(Andonyan, 1999, 10).

Andonyan, Balkan Harbi sırasındaki Dışişleri Bakanı’nın Ermeni kökenli olduğunu bilerek Jön Türk yönetimini sorumlu tutar: Meşrutiyet kılığı altında son beş yıl ülkeyi Jön Türkler yönetmiştir. “Uzağı görme yeteneğinden yoksun oluşuyla, beceriksizliğiyle, hatalarıyla, yurdun ilerlemesi ve güçlenmesi bakımından, devirdiği istibdat kadar zararlı” olmuşlardır (Andonyan, 1999, 10).

Ömrünü, Paris’teki Ermeni kütüphanesinde tamamlayan Andonyan’a göre, Balkanlar’daki “her ırkın arkasında dindaş, hatta soydaş bir koruyucu devlet” bulunmaktadır. “Bu devletler için Balkanlardaki çatışma ve çarpışmaların sürmesi çok önemli ve gerekliydi; çünkü karışıklıkları bahane ederek siyasi gayelerini gerçekleştirmeye çalışırlardı.” Rumlar, ilk 1770’te Rus donanmasını Mora önünde görünce ayaklanıp, komşu halkları da peşlerinden sürüklemişlerdir. Yunanistan’ı bağımsızlığa kavuşturan da Osmanlı-Rus savaşı ardından imzalanan 1829 Edirne Antlaşmasıdır. Müslümanların güneye, denize doğru çekilmesi Balkanları sükûna kavuşturmuyor, tam tersine Türklerin gitmesi üzerine kavga şiddetleniyordu. Kırım Harbi’nin sebebi, Rusların Avrupa Türkiye’sinde yaşayan on iki milyon Slavı, Çarlık himayesine alma ültimatomudur. Balkan Harbi, Kırım ve 93 Harbi’nin özellikle Ayastefanos Antlaşması ile onun Berlin Kongresi’nde uğradığı değişikliklerin doğrudan sonucundan başka bir şey değildir (Andonyan, 1999, 17-21).

93 Harbi’nde Silistre, Plevne, Şipka derken direniş noktaları kırıla kırıla Edirne, İstanbul yolu açılmıştır. Balkan Harbi, bu yolu Çatalca’ya, İstanbul’un kapısına getirir. Birinci Dünya Harbi’nde ise İstanbul da işgal edilmiştir. Yenilgi, yalnız maddî alanda değildir. Osmanlı ileri gelenleri/aydını mağlubiyeti, Avrupa içindeki dengelere dayanarak durdurmayı, toprak kaybını önlemeyi düşünür. Sırayla İngiliz, Fransız ve Almanlar, sığınak olarak zihinlerde yer alır. Artık, Avrupa’nın telkinine açık nesiller, Genç Osmanlılar, Jön Türkler yetişmiştir. Bundan sonra yenilgi, kültür ve medeniyet değerleri alanında da mukadder olacaktır. Meydanlardaki savaşlar, ruhunu kaybeden biyolojik varlığın, hayatta kalma reflekslerine dönüşmektedir. Jönler, iktidarı ele geçirince Fransızlar çok sevinmiştir: “Genç Osmanlılar iktidara geldiğinde Fransa’da bir feryattır kopuverdi.. Paris gazeteleri methiyeler yazıyorlar ve Osmanlının kurtarıcılarının her hareketini desteklemeye hevesli görünmeyen Fransa elçisini suçluyorlardı. Bir zaman sonra karşılaşılan hayal kırıklığı yerini çok geçmeden kızgınlığa bıraktı. Bu saatten itibaren Osmanlıyı silah kuvveti ile Asya’ya sürmekten başka çare yok gibiydi.” (Lauzan, 128).

Osmanlı toprak bütünlüğünü koruma prensibinin ateşli savunucuları görünümündeki İngiltere’nin, Kıbrıs’a konması, ardından Mısır’ı işgali, zihniyet dönüşümünü (öze dönüşü değil), “efendi değiştirmeyi” düşündürtür. “Gülhane Hattı Hümayunu ve Tanzimat, daha çok İngiltere’nin” eseri (Andonyan, 1999, 32) iken; Babıâli Baskını, Almanya’nın güdümündeki asker Jön Türklerin işidir.

Bizdeki zihni tahribat, Balkanların bazı kesiminde o düzeyde olmamıştır. Bir kısa kıyas Batıcı aydın tipi ile Sırp Piskoposun farkını ortaya koyacaktır: Balkan Harbi, koca Rumeli’yi yeni kaybettirmiştir. Barut kokuları kaybolmamış, dumanları tütmeye devam etmektedir. Rumeli’de yolculuk yapmak zorunda kalan eşraftan bir Türk, menziline ulaşamadan akşama yakalanır. Ortam tehlikeli, güvensizdir. Arabacısı der ki, “İstersen, şu orman içinde bir kilise var, onun misafirhanesinde geceleyelim.” Çaresiz öyle yaparlar. Geceyi kilisenin misafirhanesinde geçirirler. Fakat sabah erken, bir papaz, kapıyı vurup misafirleri ibadete çağırır. Yolcu, kendisinin Müslüman olduğunu belirterek ibadete katılamayacağını söyler. Papaz, özür dileyerek çekilir. Yalnız, beş-on dakika sonra tekrar gelerek kabul ettiği takdirde Piskoposun kendisi ile görüşmek istediğini bildirir. Birkaç fakülte bitirip kendini iyi yetiştirmiş piskoposla, ağır-ciddi, uzun bir görüşme başlar. Sanki sıcağı sıcağına tarih yargılanmaktadır. Piskopos, bir Alman gazeteci ile röportajını anlatır. Alman gazeteci, bu Ortodoks din adamına, “Sırbistan’ın en kötü tarihi hangisidir?” anlamında bir soru sormuştur. Alman gazeteciyi hayrette bırakan cevap şudur: “1683”. Alman’a göre, bu tarih aslında mübarek bir tarihtir. Çünkü İkinci Viyana bozgunu, Rumeli Hıristiyanlığına istiklâl yollarını açmıştır. Böyle bir tarihin, Sırbistan adına kötü olması nasıl mümkün olabilecektir? Rus kirletmesine henüz uğramamış, Osmanlı yönetiminde bir ömür geçirmiş Piskopos, Müslüman misafirine gerekçesini şöyle anlatır: “Biz, efendiliği, ağalığı, medeniyeti ve insanlaşma anlayışını siz Türklerden öğrendik. Gidin kuzeydeki Katolik Sırplara bakın.. Bizdeki efendilik tutumunu onlarda asla göremeyeceksiniz. Üstelik Kudüs’ü ziyaret etmek istediğimiz zaman heybelerimizi sırtlayıp, kimseye sormadan ve hesap vermeden gidip gelebilirdik. Şimdi ise, kaç devletin hududunu geçmeye, kaç sınırın memuruna dert anlatmaya mecburuz. Bizim neslimizde henüz sizinle müşterek olan o efendiliğin izlerini bulabilirsiniz. Ama bizden sonra Sırbistan’da o terbiye, ağalık ve efendilik mirası, tamamıyla bitmiş olacaktır.” (Ayverdi, 1977, 252).

Piskoposu doğrulayan bir başka olay, Üsküp içinde üç bin metrekarelik arazi içinde konağı bulunan Salih Bey olayıdır. Salih Bey’in elinden, Ruslar tarafından organize edilen Sırplar ve komitacılar tarafından, Üsküp dışındaki muazzam arazisi alınarak parçalanıp, dağıtılmıştır. Balkan Harbi sonrasında konağında sadece uşağı ve kâhyası ile yaşayan Salih Bey’i, yerli Hıristiyanlar, bir grup oluşturarak hem alaya almak hem de gözdağı vermek üzere ziyarete gelirler. Uşak, çaresiz, gelen kalabalık için beyini haberdar eder. Emir, “hepsini içeri alın”dır. Salih Bey, divanhânesine oturur. Üstünde Rumeli kesimi elbisesi, elinde içmekte olduğu nargilenin marpucu vardır. Kalabalık karşısına gelince, “başını bile kaldırmadan, tam beyliğin şanına yakışır bir vakar hatta azamet ile” öpmeleri için kolunu yukarı kaldırarak misafirleri, beylik âdâbı üzere buyur eder. Ardından sorusu şudur: “Beni ürkütmeye mi geldiniz?” Tepeden inme, pervasız, korkusuz soru üzerine gelenler şaşırmışlardır. Bey devam eder: “Arazimi elimden aldınız. Pekâlâ. Ama beş yüz senedir o topraklarda kimsenin burnu kanamış mıdır? Size geçer geçmez, tam yüz kişi boğazlanıp birbirini öldürdü. Biz susuyoruz. Ama sizin hem diliniz durmuyor hem ileri geri neler söylüyorsunuz. Yalnız diliniz söylese, gene de iyi. Söz, asıl piştovlarınızın ve kamalarınızın oldu. Hem bizi hem de kendinizi kırdınız, daha da kıracaksınız.” (Ayverdi, 1977, 250-251). Salih Bey’in sözü, geçerliliğini yüz yıl sonra hâlâ korumaktadır. Üsküplü Yahya Kemal, “o kanlı bıçaklı Makedonya komitacıları, Türk muhabbetini herkesten fazla izhar ediyorlardı. Rumeli’de Türk idaresinin iyiliklerini, güzelliklerini yana yakıla anıyorlardı, Türkler lehinde işittiğim mütâlaaları toplasam bir cild olur” tanıklığını kaydeder (Yahya Kemal, 1976, 167). İş işten geçtikten, Salih Beyler yokluk kervanına katıldıktan sonraki hayıflanma, mevcut yönetimlerin eskiyi aratmasının bir sonucu değil midir?

Balkanlardan dönüşümüzün sosyal boyutunu kavramadan, okumuşlarımız bozgunu sorgulamaya niyetli gözükmemektedir. Çünkü Balkan bozgununu hazırlayan, değerlerdeki çöküntü, devam etmektedir. O çöküntüyü, kendi kafa ve kalbinde taşıyan insanlardan, halkın çilesinin sebeplerini anlamayı, yenilgi nedenlerini sorgulamayı istemek, öncelikle kafa ve yüreklerdeki bozgunun yeniden değerlendirilmesini istemek olacaktır.

Balkan’ı hazırlayan ama benzerleri daha sonra da yaşanan bir örneği önce hatırlamak gerek. Bu olayı yaşayan kadının, Dame de Sion mezunu torunu, Ayverdi’ye anlatmıştır. 1878’de Türk-Rus Harbi sırasında anneannesi kırk günlük bebektir. Kendilerini koruyacak ordu çekildiği için Rus zulmünün nerelere kadar uzandığını bilen halk, bütün varını, malını-mülkünü bırakıp afetten kaçmaktadır. Genç loğusa da ailesiyle, bir muhacir kafilesine katılır. Bir koluna bebeğini, diğerine, tek taşıyabileceği yük olarak mücevher çıkınını alıp yollara düşer. Günlerce yürürler. Su içme gibi kısa aralıklar dışında, yürümek zorundadırlar. Düşman merhametsiz, zalim ama atlı, onlar yayadırlar. Çatlamış ayak tabanlarından kan sızmakta, yorgunluk ve açlıktan dermanları kesilmektedir. Ama bunlar, düşman zulmü ile karşılaşmaktan iyidir. Bir kuyu başında durup hem su içer, hem yüzlerini yıkayıp kuvvet tazelemeye çalışırlar. Loğusa kadın, iki bohçayı birden taşıyamayacak duruma gelmiştir. Birini feda etmeye karar verir. Yüzük, bilezik, broş, gerdanlıklarının bulunduğu mücevher bohçasını, düşman eline geçmemesi için kuyuya atarak kafile ile yürüyüşüne devam eder. Yollar uzun, yollar meşakkatlidir. Bir anda rüyadan uyanır. Dehşetle irkilip, kafileyi olduğu yere mıhlayan bir çığlık atar. Loğusa annenin kucağındaki, mücevher bohçasıdır. Kuyuya, mücevher yerine bebeğini atmıştır. Geçtikleri yolları geri tepip, yetişmek üzere dönüp koşmaya başlar. Ama kafile, genç annenin yolunu keser. Yarı sabır, yarı tehdit ile onu kendilerinden ayırmazlar. Dönse, düşman eline geçecek, kuyuya ulaşsa bile, taze çocuğun çoktan can teslim etmiş cesedine ulaşacaktır. Yüreği dağlanan anaya, ağlaya ağlaya yola devam etmekten başka çare kalmamıştır. İleride yine bir kuyu başında kafile durur. Uykuyu unutmuşlardır. Ama az da olsa dinlenmek durumundadırlar. Oldukları yerde, erimiş kurşun gibi yayılıp kalırlar. Kalkalım, dendiği zaman, arkalarından gelen bir başka kafileyi görürler. Kafile, korktukları gibi düşman değildir. Gelenler yaklaşınca, yüzler de seçilir. İçlerinde, lohusa ananın erkek kardeşi de vardır. Gözü yaşlı kadın, dağları inleten bir çığlık daha atar. Bu defaki, sevinç çığlığıdır. Çünkü, kardeşinin kucağında, bebeği vardır. Annenin kafilesinden sonra, kuyu başına gelenler, su çekmek için taşlara çarpa çarpa çektikleri kovanın içinde, bir bebek çıkarmışlardır. Bu kırk günlük yavrudur. Ayverdi, o kırk günlük yavruyu da, Ankara Üniversitesinde bir prof.un eşi olan torununu da tanıdığını belirtmektedir (1977, 36-39).

Yusuf gibi, kuyudan çıkan bebeğin şansını yakalayamayan, üç çocuğun dramını da Refik Halit yazar. Bozgunun, edebiyatımıza yansıyan yüzlerinden birisi Refik Halit’in Gurbet Hikâyeleri içinde yer alan “Gözyaşı”dır. İstanbul’da bir bey yanına hizmetçi olarak girmiş, Rumeli’nin Erfiçe köylerinden bir kadın anlatılır. Sarışın saçları kuru ota benzemektedir. Mavi gözleri, “şekerlenmiş şuruplar kadar donuk, cansız, katı, suyu çekilmiş.. Dibe çökmüş bir tasa, kaygı tortusu”dur. Bu kadar kuru, kabuğa benzeyen göze sahiptir. “Akşam rakısı zamanında” ağız tadı kaçıracak bir tiptir. Onun için bey, ilk fırsatta savmayı düşünmektedir. Ama hikâyesini dinleyince savamaz. Balkan Savaşı’nda hududa yakın bir köyde yaşamaktadır. Köye akşamüstü, Düşman geliyor! Müslüman erkeği süngüleyecek ve Müslüman kadını kirletecek sözü yayılır. Mal-mülk ne varsa herkes bırakıp canını kurtarmaya çabalar. Üç çocuklu dul Ayşe de çocuklarını yanına alıp yola çıkar. Beş yaşındaki oğlu, atın terkisinde beline sarılmıştır, üç yaşındaki kızını kuşakla dizlerinden eğere bağlar, bir yaşına basmayan yavrusunu da uykuda kucağına alır. Tepelerden ara vermeyen bir kış yağmuru inmekte ve dinmek nedir bilmemektedir. Uzayan gece yolculuğunda bir süre sonra yaşlı beygir yürüyemez olur. Yere uzanıp kalır. Kafileden geri kalmak tehlikelidir. Büyüğü eline, ortancayı önüne, diğerini sırtına alarak çamur deryasında bata çıka yürümeye devam eder. Derman kesildikçe, üç çocuğundan birini feda edip hiç olmazsa ikisini kurtarmayı düşünür. Ama hangisini, karar veremez. Islak bedeni terlemektedir. Dizlerine kadar çıkan çamurda sürükleyerek götürmeye çalıştığı sıra, sol kolunun gevşeyip açıldığını yarı uyanık hisseder. Bir süre sonra omzundan, kendini saran minik eller de gevşeyip çözülmüştür. Yani Emine’si ile Osman’ı dökülmüştür. Bir ümit, Ali’sine, “çık sırtıma” der. Tan ağarırken, ıslak bir Ay-Yıldızlı bayrağın görüldüğü kasabaya girerler. Tek yükünü, bir cephane sandığının üstüne indirir: “Kurtulduk Ali, kalk Ali!” demektedir. Fakat anlamak istemediği gerçek başına gelmiştir. Saatlerce sağnak altında, çamur içinde ceset taşımıştır. Ana yüreğiyle, kesintisiz gece yağmuru gibi ağlar ve bir daha gözlerinden yaş çıkmaz. Kuru böcek kabuğu gibi gözlerinden, istese de bir daha ömür boyu yaş akmaz (Karay, 2000, 37-41).

Balkan faciası, sadece Urumeli Türklerini etkilememiştir. O günler, Çorum’da ortaokulda okuyan bir çocuk olan Cumhuriyet devrinin ünlü hukukçularından Hıfzı Veldet, Balkanlar’da halkımızın çektiklerini anlatan Türk Uyan adlı bir broşürü, gözyaşları içinde okuduklarını anlatır.

Ayverdi, Balkan Harbi’nde yedi yaşına bile girmemiş bir çocuktur. “Camilere hatta izbelere sığınmış muhacir kâfileleri arasına yardım gayreti ile katılan ailemiz fertleri ile beraber ben de Bulgar mezaliminin kurbanlarını, yaralılarını, hastalarını gördüm ve ağlayanlarla beraber ağladım. Gülenler olmadığı için ise hiç gülemedim der (Ayverdi, 2004, 196).

Ağlanacak günler ilmik ilmik hazırlanmıştır.

Doç. Dr. Caner ARABACI
Doç.Dr., S.Ü. İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi. carabaci@selcuk.edu.tr

1. 100. YILINDA BALKAN BOZGUNU VE GECİKEN UYANIŞ
3. BALKANLAR’DA IRKÇILIK FESADI VE SEBEPLER YIĞINI
4. BALKANLAR’DA İTTİFAK
5. BALKANLAR’DA SAVAŞ
6. KARADAĞ ORDUSU VE İLK BOZGUN
7. LÜLEBURGAZ
8. ÇORLU, ÇATALCA, KUMANOVA ve ASKERİN ÇARESİZLİĞİ…
9. İNANCINI YİTİREN ORDU YENİLİR
10. İŞKODRA, ÇATALCA, YANYA…
11. BALKAN SAVAŞINI NASIL KAYBETTİK?
12. JÖN TÜRKLER VEYA KÜLTÜREL VATANIN KAYBI, COĞRAFİ VATANIN GİTMESİ DEMEKTİR
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.