Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Bağımlılık ve Gelişme Arasında Bir Kurum: Osmanlı Bankası

0 8.545

Bütün devlet bankaları hazînenin sıkıntılarından doğmuştur. Paul Leroy-Beaulieu’nün bu sözünü Osmanlı Bankası üzerine 1909’da yayınlamış olduğu kitapta Adrien Biliotti nakletmektedir. Osmanlı Bankası’nın kuruluşu da büyük ölçüde bu sözü doğrulayacak niteliktedir. Şu farkla ki, Osmanlı hazinesi asırlardır malî sıkıntılarla boğuştuğu halde, Avrupa devletlerine nispetle bir devlet bankasına kavuşmakta oldukça gecikmiş, üstelik de bu tedbiri alırken dış kaynaklara müracaat etmek zorunda kalmıştı.

Osmanlı Devleti’nin malî sıkıntılarını özetlemek gerekirse, başlıca iki unsurdan ibaret olduğu söylenebilir: kaynak yetersizliği ve bütçesizlik. Kaynak yetersizliği büyük ölçüde Osmanlı ekonomisinin yapısından ileri gelmekteydi. Esas olarak tarıma dayalı bir ekonomide aşar ve ağnam resimleri devlet gelirlerinin önemli bir kısmını teşkil etmekte, fakat hem sıkça aynî olarak tahsil edilmeleri hem de mevsim ve ürüne bağlı bir düzensizliğe sahip olmaları, bu gelirleri sabit ve güvenilir olmaktan çıkarıyordu. Vergi gelirlerinin kalan kısmını oluşturan emlak vergileri, gümrük resimleri ve dolaylı vergiler ise bu durumu değiştirecek seviyede bir düzenliliğe sahip değildi. Vergilerin büyük bir kısmının hâlâ iltizam sistemiyle toplanıyor olması ve çoğu zaman daha merkezî hazineye varmadan bazı sabit harcamalara kullanılması mecburiyeti devletin malî güçsüzlüğünü daha da artırıyordu.

Bu denli gayrı muntazam ve yetersiz bir şekilde toplanan devlet gelirlerinin harcanması da tabiatiyle son derecede düzensiz bir hal alıyordu. Tanzimat hareketinin belki de en zayıf noktası, kalkışılan idarî ıslahat ve düzenlemelerin maliyeye ait kısımlarının bir türlü gerçekleştirilememiş olmasıydı. Düzensiz bir şekilde akan gelirlerin harcamaları, muhtelif nezaret ve dairelerin o anki ihtiyaçlarına göre tahsis ediliyor, günü gününe idare edilen bir maliye sisteminde giderler çok hızlı bir şekilde gelirleri aşıyordu. Kaynaklar tüketildiği anda her nazır “sergi” adıyla nitelendirilen ve herhangi bir üst sınırı olmayan borç senetleri ihraç edebiliyordu. Böyle bir sistemin en belirgin özelliği gelir ile giderlerin tahminî de olsa bir bütçe dahilinde planlanmaması ve dolayısıyla mütemadi bir kaynak krizinin yaşanması olarak özetlenebilirdi.

Bu belirsizlik ve kaynak darlığı ortamında, Osmanlı Devleti kısa vadeli bazı çözümlere başvurmak zorunda kalıyordu. Nakit girişlerini hızlandırmak için vergilerin iltizama verilmesi, mevcut madenî paranın tağşişi ve 1839-1840’dan itibaren de “kaime-i mutebere-i nakdiye” adı altındaki ilk kâğıt para denemeleri bunların başlıcalarıydı. Fakat bu çözümler uzun vadede değil bir düzelme, aksine daha da büyük bir kargaşanın oluşmasına neden olmuşlardı. İltizam devletin gerçek gelirlerinin büyük bir kısmının başka yerlere akmasına, tağşiş ile kaimeler ise muazzam bir parasal dengesizliğe ve enflasyona yol açmıştı. Osmanlı topraklarında yabancı paralar dahil olmak üzere en az dört çeşit para tedavül etmekte, bu da halkın mağduriyetine sebep olmaktaydı.

1844’te bu kargaşaya son vermek amacıyla para sistemi ıslah edilmek istenmiş ve bu amaçla sabit ayar üzerinden Mecidiye adıyla altın ve gümüş paralar basılmasına karar verilmişti. Bu yeni paranın kâğıt para ile kurunu sabit tutabilmek ve kaimelerin mütemadi değer kaybını önlemek için 1845’te yerli sermaye ile bir banka kurulmasına teşebbüs edilmişti. Alléon ve Baltazzi isimli iki Galata bankerinin oluşturdukları ve 1847’de Banque de Constantinople (Derseadet Bankası) ismini alan bu kuruluş bu şekilde Osmanlı Devleti’nin ilk ciddî kur düzenleme girişimini temsil etmekteydi. Derseadet Bankası amaçlanan vazifesini nispeten başarılı bir şekilde de yerine getirmişti: İngiliz Lirası’nın kuru birkaç yıl boyunca amaçlandığı üzere 110 kuruşta tutulabilmişti. Fakat devlete 130.000.000 kuruşluk bir avans vermek mecburiyetinde kalan Banka, sermayesizliğinin de verdiği bir zaafla kısa müddet sonra ciddî zorluklarla karşılaşmıştı. Yerli kaynaklardan beslenemeyen kuruluş, Batı sermayesine müracaat etmek zorunda kalmıştı. Oysa, 1848 krizinin neticesinde sarsılan Avrupa piyasaları bu talebe cevap veremeyecekti. 1852’de Banka kendi kendini tasfiye etmek zorunda kalmıştı.

Hemen ertesi yıl başlayan Kırım Savaşı, Osmanlı Devleti’nin sıkıntılarına yenilerini ekleyecekti. Harbin finansmanı zaten yetersiz gelirleri daha da zorlayacak, devleti çok radikal çözümlere başvurmaya zorlayacaktı. 1854 ve 1855’te arka arkaya imzalanan 3 ve 5 milyon İngiliz Liralık borç anlaşmaları, Osmanlı Devleti’nin dış borç döngüsüne girişinin ilk adımlarıydı. Fakat bundan da kötüsü, kaime basımına tekrar başvurulmuş ve yarım milyar kuruşa yakın bir meblağ piyasaya sürülmüştü. 1856’da harp sona erdiğinde Osmanlı maliyesi her zamankinden daha da derin bir krize girmişti.

Bu şartlar altında bir devlet bankasının kuruluşu daha da elzem bir hal almıştı. Derseadet Bankası’nın batışından hemen sonra Trouvé-Chauvel isimli bir Fransız ile anlaşarak kurulması düşünülen Türkiye Millî Bankası, Kırım Savaşı sebebiyle vücuda gelememişti. Harbin sonunda mesele tekrar alevlenmiş, ve üç ciddî proje ortaya çıkmıştı. Bunların birincisi Rothschild’in bir projesiydi ve Osmanlı Devleti tarafından, Rothschild’in gücü göz önünde bulundurularak, hemen reddedilmişti. Diğer iki projenin biri Paris merkezli, diğeri ise Londra merkezli finans gruplarından çıkmıştı. Rekabet halindeki bu iki projenin Paris kanadı Pereire kardeşler ve Crédit Mobilier grubunun iddialı tekliflerine dayanmaktaydı: Kurmayı tasarladıkları Banque Ottomane (Osmanlı Bankası), hem emisyon müessesesi olacak hem de ticarî ve iş bankacılığı işlevlerini üstlenecek ve dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin Tanzimat ile giriştiği çağdaşlaşma hamlesinin malî cephesini oluşturacaktı. Henry Layard ve Glyn Mills and Co. bankasının oluşturduğu Londra merkezli teklif ise çok daha mütevazı bir şekilde, kurulacak Ottoman Bank (Osmanlı Bankası) isimli kuruluşu sadece bir ticarî banka olarak düşünmekteydi. Fransız grubu rekabetin yaratacağı olumsuz şartları önlemek için İngiliz grubuyla ortaklık yoluyla anlaşma teklif ettiyse de başarılı olamamış, neticede iki grup da Bab-ı Âlî nezdinde girişimlerde bulunmak durumunda kalmıştı. Kendi sefaretinden yeteri kadar destek görmeyen Fransız grubunun Osmanlı hükümeti nezdindeki girişimi, küçük ortaklarından birinin iflasının da yarattığı olumsuz etkiyle başarısız olmuştu. İngiliz grup ise, Osmanlı hükümetinin prensip kabulü ile 24 Mayıs 1856’da İngiltere Kraliçesi Victoria’dan kuruluş iznini (Royal charter) almıştı. 500.000 İngiliz Lirası sermayesiyle Ottoman Bank doğmuş, 13 Haziran 1856’da ise Galata’da ticarî faaliyetine başlamıştı.

Ottoman Bank’in faaliyeti gerçekten de oldukça mütevazıydı. İstanbul dışında İzmir, Beyrut, Kalas (Galatz) ve Bükreş’te şubelerle yetinen yeni banka, Halep, Selanik veya Edirne gibi başka şehirlerde şube açma tekliflerini reddedecek kadar dikkatli davranmıştı. Ufak çapta ticarî krediler haricinde, İstanbul’da Osmanlı hükümetine avans vermek ve sergi iskonto etmek gibi işlemleri gerçekleştiren Banka, ihtiyatlı ve kârlı bir rol oynamaya kararlıydı. Bunun neticesinde bankanın itibarı ve bunun göstergesi olan hisselerinin fiyatı faaliyet müddeti boyunca olumlu bir gelişme göstermişti.

Fakat bu ticarî başarı Osmanlı Devleti’nin acil ihtiyaçlarına gerçek bir çözüm getirmekten uzaktı. Hâlâ kaimelerin tedavülden çekilmesine uğraşan Osmanlı hükümeti, bu operasyonun gerçekleştirilebilmesi için gereken kaynakları elde etme sıkıntısını yaşıyordu. 1858’de Londra’da ihraç edilen ve kısmen başarılı sayılabilecek 3 milyon sterlinlik bir borç bile bunların tamamını kaldıramamış, piyasada 70 milyon kuruş değerinde kâğıt hâlâ tedavül etmekteydi. Lübnan ve Karadağ’daki isyanların bastırılması ayrı bir malî yük getirmiş, devlet yüksek faizlerle İstanbul banker piyasasından kısa vadeli borçlanmasına devam etmek zorunda kalmıştı. 1860’da Fransa’da Mirès isminde bir banker ile çok ağır şartlarla imzalanan borç anlaşmasının başarısızlığı ve buna ilaveten Mirès’in Fransa’da tutuklanması, gerçek bir krize yol açmış, Osmanlı Devleti daha yeni -kısmen de olsa- kaldırmış olduğu kaimeleri tekrar ihraç etmeye mecbur kalmıştı. Dış piyasalarda itibarını kaybetmiş, içeride kaynak bulamayan Osmanlı Devleti için radikal çözümlerin zamanı artık gelmişti.

Bu çözümlerin ilk işareti belki de hicrî 1278 senesi (1862-1863) için ilk defa bir bütçenin çıkarılmasıydı. İkinci aşama ise, 1856’dan beri sözü edilen ama bir türlü gerçekleşemeyen devlet bankası projesinin uygulanması olacaktı. Bu da Bank-ı Osmanî-i Şahane’nin kurulmasıyla mümkün olacaktı.

Gerçi, Bank-ı Osmanî’nin kuruluşundan önce bir devlet bankası projesi, Sir Joseph Paxton’un “Banque de Turquie”si (Türkiye Bankası) ile fiilen ortaya çıkmıştı. Bu projenin en kuvvetli noktası Osmanlı hükümetinin önemle üzerinde durduğu bazı noktalarda belirli tavizler vermesine dayanıyordu. O zamana kadar bütün Fransız ve İngiliz projeleri, bu şekilde kurulacak bir devlet bankasının kontrol ve idaresinin kayıtsız ve şartsız olarak Londra veya Paris’te olması gerektiğinde birleşiyordu. Oysa Osmanlı hükümeti böyle bir kuruluşun kendi hakimiyeti altında olmasında fevkalade ısrarlıydı. 1856’da Sadrazam Reşid Paşa’ya müracaat eden Paxton, 7 milyon İngiliz Sterlin sermayeli bankasının idaresini Osmanlı hükümetinin temsilcilerine bırakmayı teklif etmişti. Osmanlı hükümetine cazip gelecek bu fikir, Londra piyasasında aynı şekilde algılanmamış ve Paxton ihraç etmeyi düşündüğü hisselere alıcı bulamamıştı. 1858’de ikinci bir denemeyle yeni bir Banque de Turquie kurulmuş, hatta banknot ihracı için gereken imtiyaznameyi de almıştı, fakat faaliyete geçmesi pek muhtemel olmayan kaimelerin itfasına bağlı olduğundan ve üstelik 1860 Mirès skandalında rol aldığından bu bankanın da hisselerinin değeri hızla düşmüş, kurucuları 1861’de tasfiye kararı almak zorunda kalmışlardı.

4 Şubat 1863’te kurucuları ile Osmanlı hükümeti arasında imzalanan mukavelename ile kurulan Osmanlı Bankası, 1856’dan beri oluşmuş olan hata ve tecrübelerin birikiminin doğrudan mirasçısıydı. Şartlar düzelmekteydi: Mirès faciasının yaraları sarılmış, Osmanlı hükümetinin itibarı tekrar yükselmiş, malî reformdaki ciddî niyetini bütçe ile sergilemeye başlamış ve her şeyden önemlisi 8 milyon İngiliz Liralık bir istikraz sayesinde 998.000.000 kuruş değerinde kaimeyi tedavülden kaldırabilmişti. Ottoman Bank ise şimdiye kadar vermiş olduğu hizmetler karşılığında banknot ihracı imtiyazıyla mükâfatlandırılabilecekti. Fakat Osmanlı hükümeti, başından beri Fransız veya İngiliz tarafının tek başına yönetiminden kaçınmış, iki devletin eşit paylarla temsil edilmesini istemişti. Çözüm, mevcut Ottoman Bank’in genişletilerek Fransız sermayesinin katılımına açılması ve böylece oluşacak yeni müessesenin devlet ve emisyon bankası rolünü üstlenmesiydi. 1856’da birbirine rakip konumdaki iki grup bu şekilde birleştirilmiş ve Ottoman Bank’ın tasfiye edilerek 67.500.000 frank veya 2.700.000 İngiliz Lirası sermayeli Banque Impériale Ottomane’ın kurulmasına yol açılmıştı. 1 Haziran 1863 günü Osmanlı Bankası, Ottoman Bank’tan devralmış olduğu şubelerinin kapılarını yeni kimliğiyle açıyordu.

Osmanlı Bankası Arşivi, 1863’e kadar uzanan süreç konusunda hemen hemen hiç bir vesikaya sahip değildir. Ottoman Bank’ın İngiltere’deki kuruluş belgesi olan royal charter ile arşivin muhasebe kayıtları arasında, Ottoman Bank’e ait olan ve 1856 tarihine kadar dayanan kasa ve yevmiye defterleri bunun tek istisnalarıdır. Bu defterlerin 1863 yılına ait olan sonuncularında bir kurumdan öbürüne geçişin aynı defter içinde yapılmış olması ve İngilizceden Fransızcaya geçişin dışında herhangi bir farklılık görünmemesi, yeni yapılanmanın ne derecede yumuşak bir süreç halini aldığını ilginç bir şekilde gözler önüne koymaktadır.

Buna mukabil, Osmanlı Bankası’nın kuruluş belgesi sayılabilecek 4 Şubat 1863 tarihli mukavelenamenin Şubat 1307 (1892) tarihli tasdikli sureti -sembolik bir şekilde de olsa- arşivin en önemli belgeleri arasında yer almaktadır. Bu belgenin önemi, gerçek manada ilk Osmanlı devlet bankasının hangi imtiyaz ve şartlarla kurulduğunu göstermesinden kaynaklanmaktadır. Dönemin ağdalı diline rağmen nispeten rahatça anlaşılabilen temel maddeler şöyle sıralanabilir:

  • Osmanlı Bankası Osmanlı Devleti’nin devlet bankasıdır (Madde 1)
  • Osmanlı Bankası karşılığı altın ile tediye edilecek banknot emisyonu imtiyazına otuz yıl müddetle sahiptir ve bunun karşılığında ilk iki yıl emisyonun yarısı, ondan sonra da üçte biri oranında nakit bulundurmak mecburiyetindedir (Madde 9, 10, 11). Osmanlı hükümeti ise kaime ihraç etmemeyi taahhüt etmektedir (Madde 12).
  • Bankanın merkezi İstanbul’da olmakla beraber, (Madde 6) idaresi Paris ve Londra’daki bir komiteye verilecektir (Madde 7).
  • Osmanlı Bankası Osmanlı Devleti’nin hazine işlemlerini şubesi bulunduğu yerlerde yürütecektir ve Maliye Nezareti’nin ihraç etmiş olduğu sergileri iskonto edecektir (Madde 13).
  • Banka Osmanlı Devleti’nin dahilî ve haricî borç ödemelerini üstlenerek bu muamelelerden %1 komisyon alacaktır (Madde 14).
  • Banka Osmanlı Devleti’nin dahilî ve haricî borç anlaşmalarının malî aracısı olacak, bu hizmetinin karşılığında senede 20.000 İngiliz Lirası alacaktır (Madde 15).
  • Banka Osmanlı Devleti’ne cari hesap ile 500.000 İngiliz Lirası’na kadar %6 faizle kredi açacaktır.

Bu mukavelenameyi içeriğinden bağımsız olarak sadece şekil itibariyle inceleyecek olursak, ilginç bazı saptamalarda bulunmak mümkündür. Bunlar da esasen kullanılan dil ve özellikle malî terimlerle ilgilidir. Bu terimlerin en çarpıcı yanı, henüz oturmamış olmaları ve bir bakıma ‘malî arkaizm’ diye adlandırılabilecek bir niteliğe sahip olmalarıdır. Sayılan Fransız ve İngiliz bankerlerin ‘sarraf’ olarak, temsil ettikleri bankaların da ‘sarraf kumpanyası’ veya ‘banka kumpanyası’ olarak adlandırılmaları bunun en basit örneklerindendir. Aynı şekilde, banknot kelimesinin henüz ortaya çıkmamış olması ve ‘tahvilat’ genel kategorisi altında yer alması, iskonto teriminin kâh ‘iskonto’ kâh ‘iskonta’ olarak yazılması, kredi için ‘kredito’ tabirinin kullanılması veya çek kelimesinin ‘yani sandık pusulası’ lafzıyla izah edilmesi ihtiyacı gene Osmanlı Devleti’nin Batı’nın finans terminolojisiyle tanışmasının birer işareti olarak algılanabilmektedir. Bu terimler bu vesikanın tarihinden birkaç yıl sonra Osmanlı Türkçesine yerleşecektir. Kısacası, 1863 tarihli bu belge sadece kuruluşunu düzenlediği finans kurumunun önemi açısından değil, aynı zamanda da Batı finans dünyasına hızlı entegrasyonunun dil üzerindeki ilk etkilerini göstermesi açısından da önemlidir.

Osmanlı Bankası’nın kuruluş belgesini tek başına ele almak bir bakıma yanıltıcı olabilir. Kuruluşundan on iki yıl sonra, 17 Şubat 1875’te imzalanan yeni bir mukavelenameyle 1863 anlaşmasının birçok maddesi değiştirilmiş, bankanın yetkileri büyük ölçüde genişletilmiştir. Bu yeni mukavelenamenin amacı, artık tehlikeli bir hal almaya başlayan Osmanlı malî krizini dizginleyebilmek için bankanın bütçe üzerindeki ve dolayısıyla devlet gelir ve giderleri üzerindeki kontrolüne imkân tanımak ve bu sayede gereken ıslahatın gerçekten yapılmasını sağlayabilmekti. Yeni anlaşmaya göre Osmanlı Bankası bütçe komisyonunda temsil edilecek ve tartışmalara katılarak bütçenin sağlam tahmin ve verilere göre düzenlenmesine önayak olabilecekti; bunun da ötesinde, bütçenin uygulanma şeklinde de söz sahibi olacak, hükümetin bütün varidatının kasalarına yatırılması sağlanacak, yapacağı ödemelerde ise bütçe sınırlarının dışına taşmama şartını getirebilecekti. Dış borcun geri ödemelerine tahsis edilen gelirleri doğrudan tahsil edebilecek, devletin bundan sonra gireceği her borç anlaşmasında rüçhan hakkına sahip olacaktı. Kısacası, Osmanlı Bankası fiilî olarak devletin hazinesi konumuna getirilmekteydi ve böylece, özerk ve güvenilir bir kurumun kontrol ve müdahalesi sayesinde, giderek sarsılan Osmanlı malî itibarının yurtdışında düzelebilmesi amaçlanmaktaydı.

Köşeye sıkışmış Osmanlı hükümetinin ve kamuoyunun izzeti nefsine bir hayli dokunan bu yeni düzenleme, devlet maliyesinin vesayet altına alınması manasına gelmekteydi. Diğer taraftan da, 1873’te başlamış olan dünya ekonomik krizine Osmanlı Devleti’nin gittikçe azalan kredi güvenilirliği eklendiğinde, bu denli kökten tedbirler artık kaçınılmaz olmuştu. Fakat Osmanlı hükümeti bu mukavelenameyi kerhen de olsa imzalamakla birlikte, aslında hiç bir zaman uygulanması için gereken şartları yerine getirmemeye kararlı görünüyordu. Mukavele hükümlerine göre Osmanlı Bankası’na verilmesi gereken belge ve bilgilerin ancak yarısı verilmiş, ihraç edilen sergi ve senetlerin tutarı hakkında ise güvenilir herhangi bir bilgilendirmeye gerek görülmemişti. Bu şartlar altında Osmanlı Bankası’nın öngörülen bütçe kontrolünü gerçekleştirmesi söz konusu bile değildi.

Zaten, Şubat 1875 anlaşmasını takip eden aylar, Osmanlı malî krizinin ne denli vahim bir seviyeye gelmiş olduğunu gösterecekti. 6 Ekim 1875 tarihinde Sadrazam Mahmud Nedim Paşa’nın açıkladığı karar finans çevrelerinde bomba gibi patlamıştı: Osmanlı hükümeti ödemekte olduğu borç tahvillerinin kuponlarının tediyesini bundan sonra beş yıl müddetle yarısı nakden yarısı da %5 faizli tahvillerle yapacaktı. Bu karar tek bir manaya geliyordu: Osmanlı Devleti 20 yıldır girmiş olduğu dış borç batağından artık kurtulamayacak vaziyete gelmiş, iflas bayrağını çekiyordu.

Prof. Dr. Edhem ELDEM

Boğaziçi Üniversitesi Fen-edebiyat Fakültesi / Türkiye

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.