Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Bâbürlüler: “Hindistan’daki Temürlüler”

0 8.300

Prof. Dr. Enver KONUKÇU

Hindistan’da ilk büyük siyasi değişiklikleri, Bâbürlüler yaptılar. Önceleri Hindistan’da, Fergana’da saltanat süren Babur, daha sonra Mâvera ün-Nehr’de hakimiyeti kaybederek, kazaklık durumuna düşünce Afganistan’a geçti. Burası Temürleng’in oğlu Emirzade Cihangir’in Pir Muhammed’e armağan ettiği bölge idi. Hindistan işleri genelde buradan idare edilmişti. Babur da, talihi yardımı ile atalarının ülkesine gelmiş ve Kâbil’i merkez edinerek buruda oturmaya başlamıştır. 1526 yılından itibaren de Hindistan’da yaşamış ve Padişah-ı Hind olarak da tarih edebiyatına geçmiştir. Devletin kuruluşu 1526, yıkılışı ise 1858’dir. Bu tarihten sonra da Hindistan da fiili İngiliz hakimiyeti gözlenmektedir. Babur, Padişah unvanını alan ilk hükümdardır. Onunla başlayan bu unvan yıkılışa kadar devam etmiştir. Kâbil, Delhi, Agra, Lahor, Fetihbur Sikri’yi başkent olarak kullanmışlardır. 1526 ile 1858 yılarında saltanat süren padişahlar şunlardır.

  • Zâhir ed-din Muhammed Babur 1526-1530
  • Nâsır ed-din Humâyun 1530-1540
  • (Onbeş yıllık Sûri Sultanları Dönemi)
  • Humâyun 1555-1556
  • Celâl ed Din Ekber 1556-1605
  • Şihâb ed Din Cihângir 1605-1627
  • Dâver Bahş 1627-1628
  • Şihâb ed-Din I. Cihân Şâh 1628-1657
  • Murat Bahş (Gucerat’da) 1657-1657
  • Şah Şuca (Bengale’de)1657-1660
  • Muhy ed-Din Evrengzib Âlemgir 1658-1707
  • A’zâm Şâh 1707-1707
  • Kâm Bahş (Dekken’de) 1707-1707
  • Şâh Alem I. Bahadır Şâh 1707-1712
  • Azim eş-Şen 1712-1712
  • Mu’izz ed-Din Cihândar 1712-1713
  • Ferruhsiyer 1713-1719
  • Şems ed-Din Refi ed-Derecât 1719-1719
  • Refi ed-Devle II. Cihân Şâh 1719-1719
  • Nikû Siyer 1719-1719
  • Nâsır ed-Din Muhammed 1719-1748
  • Ahmed Şâh Bahadur 1748-1754
  • Aziz Şâh 1754-1754
  • Cihân Şâh 1760-1760
  • Celâl ed-Din Ali Cevher II. Şah Alem 1760-1788
  • Bidar Baht 1788-1788
  • Şah Âlem (İkinci defa) 1788-1806
  • Mu’in ed-Din II. Ekber 1806-1837
  • Sirac ed-Din II. Bahdur Şâh 1837-1858

Hanedan ve Devlet

XIII. yy’da, Moğollar Asya’nın siyasi görünüşünü tamamen değiştirdiler. Türk kabileleri Moğolların önünden Hindistan ve Anadolu’ya çekildiler. Afganistan, Hindistan’a göç eden kabilelerle doldu taştı.

Cengiz’in Türkistan ve Maveraünnehir ve Afganistan’daki halefi Çağataylılardı. Tarmaşirin, Hindistan akınında bulunmuş ve Delhi’ye kadar ilerlemişti. Onun bu yörelerdeki hatıralarını her zaman nazarı dikkate alan Temür, 1398’de bozulan suküneti iade için Hindistan’da bulunmuştu.

Temür ile Babur aynı soydan geliyorlardı.

Nizâm ed-Din Sâmi ve Şeref ed-Din Yezdi gibi çağdaş tarihçiler, zafernâmelerinde Temür ve ailesi hakkında Cengiz Han’a ulaşan bir soy kütüğünü belirtmektedirler. Ayrıca, bu hükümdarı, Emir, Sahibkıran, Kişvergüşây-ı Cihan, Emir Timur Güregen, diye de anmışlardır. A. A. Semenov, Gûr-i Mir’deki yazıtta, küregen ifadesinin geçtiğine temasla, Temur’un tam soy kütüğünün burada yer aldığına dikkat çekmektedir. “Temür b. Emir Taragay b. Emir Bargul b. Emir Aylangir b. Emir İcil b. Emir Karaçar Noyan b. Emir Sugucincin b. Emir İrdamcı Barulas b. Kaçulay b. Emir Tumanay Han… Cengiz Han ile akrabalık, burada küregenlik yolu ile başlamaktadır: Emir Kaçulay ve Törün Emir İrdamcı Barulas (Barlas) ”. Barlas tanınmış ve hânedan ile akrabalık tesis etmiş bir kabile idi. Damatlık yani küregenlik yolu ile görüldüğü gibi soy kütüğü Emir Temür e kadar inmektedir. Z.V. Togan’a göre, “1370-1506 seneleri arasında Mâverâ ün-Nehr, hatta bazen tekmil Çağatay Ulusu, Çağatay Hanlarının idaresinden çıkarak Barlas Ekiri Temür Bek ve oğulları idaresinde idi.”

Nizam ed-Din Şâmi de Barlaslardan bahsetmekte “Bunların ileri geleni, Barlas kavminden olan Karaçar’ dı. Bu, Sahibkıran’ın büyük atasıdır. Çağatay’ın kutlu neslini İran ve Turan’ın hatta yeryüzünün meskun yerlerinde devlet sahibi yaptı. Nüfuzunu yaydı ve yerleştirdi.” Barlasların bilindiği gibi Türk kolu ile onun ve Temür’un yükselişini sağlamışlardır. Temür bu aileden gelmekle ve küregen olmakla her zaman iftihar etmiştir.

Cihân fatihi olarak 1406’da hayata veda edip onun halefleri Şahruh, Uluğ Bey, Abdullatif, Abdullah, Ebu Sa’id ve Hüseyin Baykaradır.

Her zaman böylesine büyük bir devlet adamının neslinden gelmekle iftihar etmiş olan Babur ile Temür arasındaki aile bağı da şöyledir. Ömer Şeyh b. Ebu Said b. Mehmed b. Miranşâh b. Temür. Babur’un babası, Kutluğ Nigar Han ile evli olan Ömer Şeyh Mirza’dır. Onun zamanında Çağatay Han’ın yurdunda hakim Yunus Han idi ve Moğol ulusunun önde gelen liderlerindendi.

Babur, 1526’da, Hindistan tahtında hükümdardır. Ancak kurulan devletin adı belli değildir. Para ve yazıtlarda da açıklayıcı bilgilere rastlanmamaktadır.

Bazı tarihçiler “Devlet-i Küregâniye”, “Devlet-i Âliye-i Küregâniye” şeklini benimsemiştir. Fakat ne Babur ne de Humâyünden başlamak üzere haleflerinde “Küreganiyelik” yoktu. Yusuf Hikmet Bayur, Küregen hanedanı adını Gürkanlı diye okumuş ve Hindistan tarihi araştırmasında hanedan için kullanmıştır.

Daha çok tarihçilik yönü ile tanınan Haydar Mirza Düğlhat Babur’un yakın akrabasıdır. O ise Bâbürlüleri “Çağatai/Çağataylı” diye yazmaktadır. Osmanlı denizcilerinden Seydi Ali Reis de Humâyun zamanında Hindistan’da bulunmuş ve onun misafiri olarak büyük saygı görmüştü. “Padişah-ı Hindistan” veya çoğu zaman Humâyun Padişah şeklini kullanmıştır.

Hindistan, arz ettiği ticari önem nedeniyle, Avrupalılarında ilgi alanı içine girdi. Birçok gezgin ve misyoner Hindistan’a gitmişler ve Bâbürlüleri tanımışlardır. F-Bernier, Guerreiro, Manucci, T. Roe ve Thevenot’daki devlet adı farklıdır. Onlar da “Mogor”, “Mughal”, “Magni Mogolis”dir.

F. Köprülü tercüme yolu ile Büyük Moğollar, Timurlular, Bâbürlüler, Türk-Moğol İmparatorluğu’nu kabul etmiştir. İslam Ansiklopedisi’nde de “Hind-Türk İmparatorluğu” adı altında Bâbürlüler hanedanı ve devletinden bahsedilmiştir.

Z.V. Togan ise Babur-Temür-Cengiz Han akrabalığını “gürkan: Künegen” yolu ile meydana geldiğini yazmaktadır. Hindistan’da 1964’deki gezisinde, kaynak eserleri yakından gören Z.V. Togan, bazı yerlerde “Tarih-i Hânedan-ı Teymuriyye” kullanılışını tespit etmiştir.

Zamanımızda ise Hindistan ve Pakistan’da yazılan eserlerde Büyük Moğollar, Muğal, daha çok hükümdar isimleri ile Bâbürlü, Humâyun Padişah, Ekber Padişah, bazen de Evrengzib gibi sadece taşıdığı ad tercih edilmiştir. Şu anda da yaygın kullanış “Bâbürlüler”dir.

Kuruluş (1526)

Babur, 14 Şubat 1483’de Türkistan’da Fergana’daki, Endican’da, Çihar Bağ’da dünyaya gelmiştir. Babası Ömer Şeyh Mirza’dır. Onun hakimiyet alanı Endican, Uş, Merginan, Esfera, Hocend, Ahsi, Kâsân’dan meydana gelen Fergana idi. Annesi ise Moğolların bu sıradaki reisi olan Yunus Han’ın kızı Kutluğ Nigar Hanımdı. Dayıları ise Mahmud ve Ahmed Sultanlardı. Anne ve oğul beraberliği ilk zamanlarda çetin şartlarda geçmiştir. Babası bir kazada öldükten sonra, 1504 yılına kadar Fergana ve Semerkand’daki hakimiyetini korumak için çalıştı. Yakınları ve annesi kendisine önemli şekilde yardımcı oldular. Bu arada Şeybani Han’a karşı yaptığı Seri Pul Savaşı’nı kaybedince, Afganistan tarafına yönelmiştir. Kâbil’i ele geçirdi. Ele geçirdiği toprakları adamları arasında taksim etti. Bir yıl sonra da Hindistan gazasına çıktı. Yöre kabileleri tedip hareketleri sonunda Sind nehri’nin sahillerine kadar ilerledi. Ancak Horasan’daki Özbek çekilişi nedeniyle geri döndü. Horasan üzerine yürüdüğü sırada Kâbil’de kendi aleyhinde ayaklanma meydana geldi. Kâbil’e geri gelen Hükümdar, devletini Afgan v.s. kabileler üzerinde hakim kıldı. 1506’da, eski unvanını terk ile kendisine padişâh denilmesini istedi. 1511’de Mâvera ün-Nehr’e gitti. Bir müddet sonra kendilerini toplayan Özbekler, Babur’u Gacdavan’da mağlup ettiler. Diğer taraftan Şah İsmail gibi bir dostunun Çaldıran’da Osmanlılara yenilmesi üzerine, Özbek baskısı gittikçe arttı. Mecburen 1514 yılında Kâbil’e döndü. Bütün dikkatini Hind seferlerine çevirdi. Lâhor üzerine yürüme kararı aldı. Fakat, Argunşâhlardan Şücâ’nın çıkardığı karışıklıkları önlemek için bu defa onun üzerine yürüdü. 1528 yılında Kandahar, Babur topraklarına katıldı. 1524’te tekrar Lodi meselesiyle ilgilendi. Zira bazı Afgan reisleri İbrahim ile bozuşmuşlar ve kırılan gururlarının tamiri için Babur’dan yardım istemişlerdir. Babur, Sind nehrini bir kere daha geçerek, Lodi kuvvetlerin mağlup etti.

Bahar Han firar ile efendisine güçlükle sığınabildi. Bu sırada Afgan kabelilerinin büyük desteğini alan Babur, 1526 yılında kalabalık bir ordu ile Hindistan’a girdi. 1526 yılında Lodi kuvvetleriyle, Panipat denilen yerde meydan muharebesi yaptılar. Babur kuvvetlerinin azlığına karşı, İbrahim Han’a karşı bir zafer kazandı. Baburnâme’de, bu savaşa dair şunlar yazmaktadır:

” O yurttan kalkıp, Şahabad’a geldik. Dil yakalamak için, Sultan İbrahim’in ordugâhına adam gönderip, birkaç gün burada kaldı. Rahmet Piyade, fetihnameler ile, Kâbil’e gönderildi. Bu yurtta iken, pazartesi günü, güneş Hamel burcuna döndü. İbrahim’in ordusunu gelmekte olduğuna dair arka arkaya haberler gelmeye başladı. Biz de Sersâve karşısına gelip indik. Fena bir yer değildi. Terdi Bey Haksar tarif etti. Ben senin olsun dedim. Bu münasebetle Sersâve, Terdi Bey’e verildi.

İbrahim üzerine yürümek için, pazar günü, Cemaziyel âhir ayının sekizinde, Çin-Timur Sultan, Mehdi Hoca, Muhammed Sultan, Mirza ile Âdil Sultan’ı ve Sultan Cüneyd, Şah Mir Hüseyin ve Kutluk- Kadem’den ibaret bütün sol kol adamlarını merkezden Yunus Ali, Abdullah, Ahmedi ve Kette Beyleri ılgara ayırdık.

Öyle üstü buradan suyu geçip, ikindi ile akşam arasında, o taraftan harekete geçtiler. Biben, bu ılgar bahanesiyle suyu geçip, kaçtı. Bunlar farz vaktinde düşmanın üzerine yetişirler; onlar da biraz kendilerini tanzim edip, karşı çıkar gibi görünürler; fakat bizim adamların yetişmesiyle, hemen kaçarlar. Onları, İbrahim’in ordugâhının karşısına kadar, vura vura takip ederler. Davut Han’ın büyük kardeşi ve serdarlarından biri olan Heytem Han’ı ele geçirip, yetmiş seksen esir ve altı-yedi fil ile birlikte gelip gördüler. İbret için esirlerin ekserisi kılıçtan geçirildi.

Oradan kalkılıp, sağ ve sol kollar ile merkez safları tanzim edilerek teftiş edildi. Asker tahmin ettiğimiz kadar çıkmadı. Burada bütün askerin kendi vaziyetlerine göre, arabalar getirmeleri emredildi. Yediyüz araba oldu. Üstad Ali-Kulı’ya, Rum usulüne göre arabaların arasındaki zincirler yerine öküz derisinden halatlar büküp, arabaları birbirine bağlaması emredildi. Her iki araba arasında altı-yedi çit (tura) olacak; tüfeken dazlar bu araba ve çitlerin arkasında durup, tüfenk atacaklardı. Bu hazırlığı tamamlamak için, burada beş-altı gün kaldık. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra, bütün beyler ve söz anlar iyi yiğitleri de davet ederek, umumi bir istişare yapıldı ve şuna karar verildi: Panipet bir şehirdir, mahalle ve evleri çoktur ve her tarafı mahalle ve evlerdir. Etrafını araba ve çitlerle çevirip, tüfenkendaz ve yayaları arabalarla çitlerin arkasına koymak lazımdır. Bu kararla kalkıp arada bir defa konakladıktan sonra, perşembe günü, Cemaziyelahir ayının sonuncu günü, Panipet’e geldik. Sağ tarafımızda şehir ve mahalleler, önümüzde tertip edilen çitler, sol tarafta ve bazı yerlerde hendek ve ağaç manialar vardı. Her ok atımı mesafede yüz-yüzelli kadar atlının çıkabileceği yerler bırakıldı.

Askerin bir kısmı epey bir tereddüt ve korkuda idi. Fakat tereddüt ve korku yersizdi. Çünkü Tanrı’nın ezelde takdir ettiğinden başka olamazdı. Fakat onları da ayıplamak olmaz; onlar da haklıydı. Çünkü vatandan iki-üç ay kadar yol yürünerek gelinmişti ve işleri de garip bir Kavim ile idi. Ne biz onların dilini biliyorduk, ne de onlar bizim dilimizi biliyorlardı.

Düşmanın mevcut askerini bir lek tahmin ederler ve kendisinin ve emirlerinin bine yakın fili olduğunu söylerlerdi. Babasından kalan hazine de nakden elinde idi. Hindistan’da bir âdet vardır, böyle bir iş olduğu zaman, ak-akçe verip, mühlet ile asker tutarlar ve bunlara bidhindi derler. Eğer isterse, bir lek, hatta iki lek de adam tutabilirdi. Yüce Tanrı rast getirdi; ne yiğidini memnun edebildi, ne de hazinesini taksim edebildi. Yiğidini nasıl memnun edebilir; çok hasis idi ve kendisi servet toplamağa çok haris olan tecrübesiz bir yiğitti. Gelişi, duruşu, yürüyüşü ve muharebesi ihmalkar ve gayesiz idi.

Panipet’te askerin etraf ve civarı araba, ağaç, mania ve hendeklerle tertip ve tahkim edildiği vakit, derviş Muhammed Sarban:-“Bu kadar ihtiyat tedbirleri alındı; onun üzerimize gelmesine imkân yoktur”-diye arz etti. Ben:-” Sen bunları Özbek Han ve sultanları ile mi mukayese ediyorsun. O sene Semerkant’tan çıkıp, Hisar’a geldiğimiz zaman, Özbeğin bütün han ve sultanları toplanarak, birlikte bizim üzerimize gelmek niyetiyle Derbend’den geçtiler. Biz bütün sipahi ve Moğulun aile ve mallarını mahallelere sokup, mahalleleri siperler ile tahkim ettik. O han ve sultanlar yürüyüş ve muharebenin hesap ve usulünü bildikleri için, bizim ölü ve dirimizi hisarda görerek, hisarı tahkim ettiğimizi anlayınca, hisar üzerine yürümenin yolunu bulamadan, ta Çağanyan civarında Nevendak’ten geri döndüler. Sen bunları onlara benzetme; iş hesabını ve yürüyüş usulünü nereden bilecekler”-dedim. Tanrı rastgetirdi ve tam benim dediğim gibi oldu.

Yedi-sekiz gündür, Panipet’te bulunuyorduk. Adamlarımız, küçük kıt’alar halinde, ordugâhına kadar gidip, kalabalık adamlarına ok atıyorlar ve baş kesip getiriyorlardı. Onlar hiçbir harekette bulunmazlardı. Nihayet bazı bize sadık olan Hindistan beylerinin fikrine göre hareket edip, Mehdi hoca, Muhammet Sultan Mirza, Âdil Sultan, Hüsrev, Şahmir Hüseyin, Sultan Cüneyd Barlas, Abdülaziz Mirahur, Muhammed Ali Cenk, Kutluk-Kadem, Veli Hazin, Muhib Ali Halife, Muhammed Bahşı, Canbey ve Kara-Kuzı kumandasında, dört-beş bin adamı gece baskınına gönderdik. Bunlar geceleyin irtibat temin edemeyerek, dağınık bir halde giderler. Bir iş yapamadılar. Tan ağarıp aydınlık oluncaya kadar, düşman ordugâhının yakınında kaldılar. Düşman kıt’aları nekkareler çalıp, filleriyle birlikte nizama girmiş bir halde, karşı çıktılar. Vakıa bir iş yapamadılar; fakat öyle kalabalık insanla çarpışarak, bir zayiata uğramadan, sağ ve salim çıktılar. Muhammed Ali Cenk-Cenk’in ayağına bir ok isabet etti; vakıa tehlikeli değildi, fakat muharebe günü işe yaramadı.

Bu haberi alınca, Humâyun’u askeri ile, bir-bir buçuk küruh kadar onların karşısına gönderip, kendim de kalan askerle beraber, nizama girmiş halde çıktım. Gece baskınına gidenler, Humâyun’a gelip katıldılar. Düşman fazla ilerlemedi ve biz de yerimize döndük. O gece ordugâhta yersiz bir karışıklık çıktı. Bir geriye yakın, harp narası ve gürültü devam etti. Böyle gürültülere alışık olmayan asker çok tereddüt ve korku geçirdi. Bir müddet sonra, gürültü yatıştı.

Cuma günü, Recep ayının sekizinde farz vaktinde öncüden düşmanın saf halinde ilerlemekte olduğu haberi geldi. Biz de zırh kuşanıp, silahlanarak, atlara bindik. Sağ kol alayında-Humâyun, Hoca Kelan, Sultan Muhammed Dulday, Hindu Bey, Veli Hazin, Pir-Kulı Sistani; sol kol alayında- Muhammed Sultan Mirza, Mehdi Hoca, Âdil Sultan, Şahmir Hüseyin, Sultan Cüneyd Barlas, Kutluk- Kadem, Canbey, Muhammed Bahşı ve Şah Hüseyin Yaregi Moğıl Gançı; merkezin sağ kolunda-Çın- Timur Sultan, Süleyman Mirza, Muhammedî Kökel Taş, Şah Mansur Barlas, Yunus Ali, Derviş Muhammed Sarban ve Abdullah Kitabdar; merkezin sol kolunda-Halife, Hoca Mirmiran, Ahmedî Pervançı, Terdi Bey, Koç Bey, Muhib Ali Halife ve Mirza Bey Tarhan; öncü kolunda-Hüsrev Kökel Taş ve Muhammed Ali Cenk-Cenk bulunuyordu. Abdülaziz Mirahur’u ihtiyat kısmına tayin etmiştik. Sağ kol alayının bir ucunda-Veli Kızıl ve moğolları ile birlikte, Melik Kasım Baba Kaşka-; sol kol alayının bir ucunda da-Kara-Kuzı, Ebül Muhammed Neyzebâz, Şeyh Ali Şeyh, Cemâl Barın, Mehdi, Tengri-Kulı Pışkı Moğulı pusu için ayırdık. Bu pusuda kıt’a, düşman yaklaşınca, sağ ve sol koldan, düşmanın arkasını çevireceklerdi.

Düşmanın karartısı göründüğü zaman, o daha ziyâde, sağ kol alayı tarafına teveccüh etmişti. Onun için, ihtiyata tâyin edilmiş olan Abdülaziz, sağ kol alayına yardıma gönderildi. Sultan İbrahim’in karartısı uzaktan göründüğü andan beri, hiçbir yerde tevakkuf etmeden, süratle gelmekteydi. Biraz ilerleyince, bizim karartımız da onlara göründü. Bu tertip ve safları görünce, sıkışık bir vaziyette:- “Duralım mı, durmayalım mı; yürüyelim mi, yürümeyelim mi”-der gibi, ne durabildi ve ne de eskisi gibi, durmadan yürüyebildi. Pusuya konulanların, sağ ve sol koldan düşmanın arkasına geçip, okla muharebeye meşgûl olmaları, sağ ve sol kol alaylarının da, yürüyerek, düşmana hücum etmeleri emredildi.

Pusudakiler düşmanın arkasına geçip, ok atmağa başladılar. Sol kol alayından Mehdi Hoca daha evvel hücum etti. Mehdi Hoca’nın karşısına bir takım bir fil ile geldi. Bunlar da o takımı ok yağmuru altında bırakarak geri döndürdüler. Sol kol alayına merkezden Ahmedî Penvânçı, Terdi Bey, Koç Bey ve Muhip Ali Halife yardımcı gönderildiler. Sağ kol alayı da harbe girdi. Muhammedî Kökel Taş, Şah Mahsur Barlas, Yunus Ali ve Abdullah’ın merkezin önünden, karşıdan yürüyüp, harekete geçmeleri emredildi. Üstâd Ali-Kulı da merkezin önünden, birkaç defa frengi topu ile iyi gülle attı. Mustafa Topçu da merkezin sol kolundan, araba üzerindeki darbzen topları ile iyi gülle attı. Sağ ve sol kol alayları, merkez ve pusudakiler düşmanın etrafını çevirip, ok yağmuruna tutarak, şiddetli muharebe ettiler. Düşman bizim sağ ve sol kol alaylarımız tarafına, bir iki defa, kısa-kısa hücumlar yaptı. Bizim adamlarımız ok yağmuru ile onları tekrar merkezlerine soktular. Düşmanın sağ ve sol kol alayları hepsi bir yerde toplanarak, öyle bir şekilde tıkandılar ki, ne ileri gelebildiler ve ne de kaçmak için yol bulabildiler. Muharebe başladığı zaman, güneş bir mızrak boyu kadar yükselmişti; öğleye kadar şiddetli muharebe devam etti. Öğleyin düşmanlar kahr ve mağlûb edildiler ve dostlar da sevindiler.

Yüce Tanrı, kendi fazıl ve keremiyle, bu kadar zor bir işi kolaylaştırdı. Kalabalık olan bir orduyu yarım günde yer ile bir etti. Beş-altı bin adam, İbrahim’in tam yakınında bir yerde vurulmuştu. Bu muharebede bütün cephede ölenlerin sayısını onbeş-onaltı bin kadar tahmin ediyorduk. Sonra, Agra’ya geldiğimiz zaman, Hindistan halkının söylediklerinden, bu muharebe meydanında kırk-elli bin adamın ölmüş olduğu anlaşıldı.

Düşman mağlup edildikten sonra, vura-vura takip edildi. Karşıdan ele geçirilen emir ve beyleri getirmeye başladılar. Filciler sürü-sürü filleri getirip, hediye ettiler. Düşmanı tâkip edip, hassa alayından, Kısımtay Mirza, Baba Çehre ve Böçke kumandasında olanları, İbrahim’i çıkmış zannederek, O, Agra’ya varmadan süratle yürüyüp, ele geçirmeleri için, takipçiyi tâyin ettik.

İbrahim’in ordugâhının içerisinden geçerek, otağ ve çadırlarını seyredip, Kara-Su’nun kenarına indik. İkindiye yakın, Halife’nin küçük kardeşi Tâhir Teberî, Sultan İbrahim’in cesedini kalabalık ölülerin içerisinden tanıyıp, başını kesip getirdi. O gün hemen, Humayun Mirza, Hoca Kelâm, Muhammedî, Şah Mansur Barlas, Yunus Ali, Abdullah ve Veli Hâzin’i, yüksüz olarak, süratle yürüyüp, Agra’yı ele geçirerek, hazineleri zapt etmek için, tâyin ettik. Mehdi Hoca, Muhammed Sultan Mirza, Âdil Sultan, Sultan Cüneyd Barlas ve Kutluk-Kadem’i de, yüksüz hâlde, süratle hareket edip, Delhi kurganına girerek, hazineleri muhafaza etmek için, tâyin ettik.”

Babur, bu büyük zafer üzerine Delhi’ye girdi. Az sonra Lodi Devlet’ne son verdi. Ülke kapılarını açan, yeni bir devletin artık burada meydana gelmesini sağlayan Panipat Savaşı’nı takip eden günlerde, Bâbürlü Devleti resmen kurulmuş oluyordu.

Babur Hindistan Padişâhı

Babur’un Hindistan hakimiyeti 1526-1530 yılları arasındadır. Kısa zamanda, beylerinin ve özellikle oğlu Humâyun’un gayretleri ile başarılar zinciri devam etmiştir. Savaş sonrası İbrahim’in karargâhından geçerek Ganj Nehri kenarına indi. Delhi’deki hazineler ele geçirildikten sonra, Aybeg’e, İltutmuş’a, Balaban’a, Firûz’a, Âlâ ed-Din’e, Tuğlukşâhlara, Seyyidîlere, ve Lodi’lere başkentlik etmiş olan şehrin güzel yerleri gezildi. Niz”am ed-Din Evliyâ’nın, onun ayak ucunda yatan mesneviler sultanı Emir Sultan Dihlevi’nin kabirleri de bu arada gezilmiştir.

Delhi Şıkdarlığına Veli Kızıl, vilayet divanına da Dost tayin edildi. Cuma namazında hutbe Babur adına okundu.

Babur, kısa ikâmet sonrası, Humâyun’un ele geçirdiği Agra’ya hareket etti. İbrahim, Lodi’nin annesine geçinebileceği kadar ihsanlarda bulundu. Lodi’lerin direnişlerinin kırılması amacıyla Humâyun ve kumandanlarını görevlendirdi. Senbel, Biyâne, Mivat, Dulpul, Güvaliyar, Rabiri, Kanauc’daki hanların dize getirilmesi için emirler verdi.

Bâbürlü kuvvetleri ve hanlarını asıl bezdiren mesele iklim şartları idi. Bunaltıcı sıcaklardan şikâyetler çoktu. Hoca Kela’nın yazdığı mısralar, Babur tarafından yerinde bulunmuştur. Ama yine de şu satırları yazmaktan kendini alıkoyamamıştır; “Allah bana Sind ve Hind’i bağışladı. Sıcak ve soğuktan şikâyet ediliyorsa Gazne vardır.”

Çitor Racası Sanga ile Kanva Savaşı Mart 1527’de yapıldı. Bu savaş sonunda Babur “gazi” unvanını aldı. 21 Mart 1527’de Lodi, emirleri karşı sindirme hareketine girişti. 21 Mart 1528’de Luknov ele geçirildi. 1529’da Gogra ile Ganj Nehirleri arasındaki bölgeyi kendisine bağladı. Bedahşan’daki Vali Humâyun, Babur tarafından af edilerek Hindistan’a dönebildi. Kendisine Sambhal vâliliği verildi.

Ömrü zorluklarla, savaşlarla geçen, fizikî bakımdan da yıpranan Babur hastalandı. 26 Aralık 1530’da hayata veda etti. Ölmeden önce kızı Gülbeden’in hatıratında belirttiği gibi yerine Humâyun’un geçmesini istemişti. Bu nedenle, “Senelerden beri yüreğimde yer tutmuş bulunuyordu ki, padişâhlığımı Humâyun Mirzâ’ya vererek kendim de Zerefşan Bağ’ının bir köşesine çekileyim. Allah’ın keremi ile bütün arzularım tahakkuk etti ise de sıhhat zamanında işbu arzuma nail olamadım. Şimdi bu hastalık beni harap etti. Hepinize, Humâyun’u benim yerimde padişâh olarak tanımanızı vasiyet ediyorum. Devletinin hayırhahlığında kusur etmeyeceksiniz ve hiçbir vakit sözünden çıkmayacaksınız…” denilmektedir.

Babur, kendi hatıratında da aynı vasiyeti şu şekilde anlatmaktadır “Devlet âyânı ve memleket erkânını çağırıp, biat ellerini, Humâyun’un ellerini verip, onu yerime veliahdliğe tâyin ettim. Hoca Halife Kanber Ali Bey, Terdi Bey, Hindu Bey ve bu kararda hazır bulunan diğer kimselerin hepsi kabul edip, bağlandılar.”

Babur’un cesedi Temürlü yası ile Cemne’nin sol kıyısında ki Nûr-Efşan’da toprağa verildi. Vasiyeti üzerine de, altı ay sonra gömülü olduğu yerden çıkarılıp, yine törenle Kabil’e taşındı. Türbesi Cihângir zamanında yapıldı. Geçtiğimiz asırda da kendisine mânen büyük saygı duyan Afgan Emiri Abd er-Rahman tarafından tamir ettirilmiştir. Babur, büyük bir asker, devlet adamı ve edebiyatçı idi. Türklüğü ile her zaman gurur duymuştur. Hatıratında bu husûsları yeri geldikçe anlatmıştır. Biyâne emiri Nizâm Han’a gönderdiği ferman ve öğütlerinde, “Ey Biyâne emiri!. Türkler ile kavgaya girme, Türklerin çevikliği ve kahramanlığı malûmdur. Eğer çabuk gelmez ve öğüt dinlemez isen, malûm olanı beyâna ne lüzûm vardır” demekten kendisini alamaz.

Babur, kendi hatıralarını tarafsız bir şekilde yazmıştır. Baburnâme veya Vekayi diye bilinmektedir. Bundan başka Arûz Risalesi, Mübeyyen, Risale-i Validiyye Tercümesi, Dîvân gibi eserleri yazmıştır. Kendi icadı olan Hatt-ı Baburi’si de önemlidir.

Babur, geride Humâyun, Askeri, Mirza Hindal ve Kâmrân gibi oğullar bırakmıştır. Kâmrân ile Humâyun Çağatayca kaleme aldıkları eserleri ile dikkati çekmektedirler. Kızları Gülrenk, Gülçehre ve Gülbeden Begimlerdir. Gülbeden de, Humâyun’un hayatı ve faaliyetlerini yazmış ve kadın müellif olarak zamanına damgasını vurmuştur.

1526-1530 yıllarına ait altın, gümüş ve bakır paraları ise müze koleksiyonlarında bulunmaktadır. Dört halife, Hazret-i Muhammed, Allah ibareleri göze çarpmaktadır. “Es-Sultan el-Âzâm Hakan el- Mükerrem”, “Zahir ed-Dîn Muhammed Babur Padişah Gâzi”, “Padişâh Muhammed Zâhir ed-Dîn Babur” gibi, Babur’un sosyal ve idâri mevkiini aksettiren paralara da rastlanmaktadır. Babur, Batı dünyasında kişiliği bakımından her zaman ilgi çekmiştir. S. Lane-Poole, W. Erskine, S. M. Edvards ve F. Grenard yazdıkları biyografi ve araştırmalar ile Babur’un tarihî önemine temas etmişlerdir.

Nâsır Ed-dîn Humâyun (6 Mart 1508/26-28 Ocak 1556)

Bâbürlü Devleti’nin ikinci hükümdarıdır. Babası Gâzi Zâhir ed-Dîn Babur’dur. Diğer kardeşleri Kâmrân Mirza, Askeri Mirza ve Hindal’dır. Kâbil’de 4 Zilkade 913/6 Mart 1508’de doğmuştur. Annesi, âsil bir aileden olan Mâhim Begüm’dür. Vekâyi’de, Humâyun’un doğumu ve isimlendirilmesi hakkında “Güneş hût burcunda iken Kâbil erkinde Hümâyun dünyaya geldi. Doğum tarihini şâir Mevlânâ Seydî, Sultan Humâyun Han şeklinde tesbit etti. Üç-dört gün sonra Humâyun adı verildi” denilmektedir. Çocukluğu, Babur’un vekâyinâmede anlattığı hâdiseler içinde geçmiştir. Kâbil’in Cengizlilerden ve Argunlardan alınmasından sonra babası tarafından buraya vâli tâyin edildi. O zamanlar herkesin ele geçirmeği istediği Bedahşân da Bâbürlülerin tasarrufuna girince, Humâyun’a verildi.

Gâzi Zâhir ed-Dîn Babur, Afganistan’ın ilhakından sonra geçidleri aşarak Pencâb’a girdi. 26 Şubat 1526’da babası ile birlikte Hindistan’daki fetihlere katılarak, Hisar Firûze üzerine yürüdü. Bu ilk zafer, ilerisi için hayırlı fal sayıldı. Babur, maiyetine ganimet dağıtırken bir kürur ak akçayı da oğlu Humâyun’a tahsis etmiştir. Hisar Firûze daha sonraları Atalık Bayram Han ile oğlu Ekber’e verilecektir. 21 Mayıs 1526’da Hindistan’ın kaderini teşkil eden Panipat Meydan Savaşı yapıldı. Humâyun bu savaşta fevkâlâde başarılar gösterdi.

Lodi ordusunun dağılmasında kumanda ettiği kuvvetler önemli rol oynadı. Bu meydan savaşında Lodi Sultanı İbrahim hezimet sonunda ölmüştü. Afgan kuvvetleri süratle Delhi gerisine doğru çekildi. Babur, düşmanın takibi işini Humâyûn’a verdi. Agra şehri ve kalesi de bu öncüler tarafından ele geçirildi. Onsekiz yaşlarında olan Humâyun, Lodi devlet hazinesine de el koymuştu. Nitekim Babur, Agra Kalesi’ne geldiğinde, ganimet taksimi yaparken, Kâmrân Mirza’ya on yedi lak, Humâyun’a ise yetmiş lak altın vermişti. Bundan, Humâyun’un babası nezdinde daha itibarlı olduğu anlaşılmaktadır. Agra hazinesinin dillere destan değerli bir elması da daha sonraları I. Tahmasb’a hediye edilecektir. Humâyun, Afganlıların Ganj boylarındaki zengin kasaba ve şehirlerini istilâ ile onları tenkil etti.

Ocak 1527’de, Agra’ya döndü. Bu esnada Racput Racası Rana Sanga Bâbürlülere karşı çıktı. Humâyun, Kanvâ’da Hindular ile karşılaşarak onları mağlup etti. Panipat’dan sonra en kanlı vuruşma burada cereyan etmiş ve Humâyun’un kumanda ettiği sağ kanat zaferin kazanılmasında rol oynamıştı. Hindistan işlerinin yoluna sokulmasından sonra Babur, oğlunu Afganistan’a gönderdi. Humâyûn, Bedahşân havâlisine avdet ettikten sonra, Türkistan işlerini de halletmekle görevlendirilmiştir. Humâyun, Özbek tehlikesine karşı devletin kuzey sınırlarını da korumakla yükümlü idi. 1529 yılına kadar Özbekler ile küçük çapta mücâdeleler olmuş ise de kalıcı sulh bu yılın sonlarına doğru temin edilebilmişti. Aynı yıl Babur, oğlunu Hindistan’a çağırdı. Humâyûn, Sambhal Kalesi’nde iken ağır bir şekilde rahatsızlandı. Babur, maiyetindeki en iyi hekimleri onun iyileştirilmesine memur etti. Aksilikler bir türlü sarayı terk etmedi. Bu defa Babur rahatsızlandı. Hindistan fatihi ve yeni bir devletin temellerini atan Babur, gün geçtikçe ağırlaştı. Bir ara maiyetini huzuruna kabul ile Humâyun’u veliahd ilân ettiğini bildirdi. Bu tercihinde, iyi muhakeme, himmet, vilâyet ele geçirmiş olması, iyi yönetim göstermesi, ülkeyi imar etmesi, halkının saadetini düşünmesi ve her şeyden evvel askeri tarafından sevilmesi, âdaletli olması rol oynamıştı. Gerçekten de Humâyun hem şehzâdeliği ve hem de hükümdarlığı sırasında bu güzel hasletlere sahip olmuştur. Babur, 26 Aralık 1530’da vefat etti. Cenazesi toprağa verildikten üç gün sonra Humâyun, Bâbürlü tahtına oturdu. Kendi adına hutbe okutturdu ve sikke kestirdi. Bu yıla ait altın, gümüş ve bakır sikkeler günümüze kadar ulaşabilmiş ve kataloglarda yerini almıştır. Humâyun, Bâbürlülerin ikinci hükümdarıdır. Cennet Aşiyânı, Nâsır ed-Dîn unvanları ile anılmıştır. Bazı sikkelerde “Nâsır ed-Dîn Muhammed Humâyun” ibaresine de rastlanmaktadır.

Babur’un ölümü ile Humâyun bazı tehlikeler ile karşı karşıya kaldı. Mahmud Lodi isimli taht iddiacısı Afganlıların da önemli ölçüde yardımını alarak ortaya çıktı. Bâbürlülerin zayıf kaldıkları sınır bölgelerinde sık sık ihlâl edici hareketlerde bulundu. Humâyun, Gucerat ve Bengâle’deki sultanların da kendi aleyhinde bulunduğunu biliyordu. Hemen harekete geçerek Cavnpur Kalesi’ni ele geçirdi. Bu sırada Guceratlı Bahadur Han ile Bengâleli Nusret Şah’ın gizli ittifak yaptıklarını gördü. Bu kritik durumda yapılacak ilk iş tehlike arz eden Mahmud Lodi’nin üzerine yürümekti. Bâbürlü kuvvetleri Devre denilen yerde Lodi’yi hezimete uğrattı. Humâyun, muzafferiyetten cesaret alarak Cavnpur Kalesi üzerine yürüdü ve burasını kolayca ele geçirdi.

1532’de Şîr Han, Bâbürlülere düşmanca hareket etti. Çunar meselesi yüzünden bu Afganlı ile anlaşma temin edilemedi. Çunar sıkı bir muhasaraya alındı. Ancak bu esnada Gucerat ordusunun Bâbürlü arazisini istilâ ettiği duyuldu. Humâyun, Çunar muhasarasını terk zorunda kaldı. Ordunun yöreden ayrılması üzerine Şîr Han rahatladı. Halk onu millî bir kahraman gibi görmeye başladı. Çok sayıda Afganlı da bu arada kendisine iltihak etti.

Humâyun, Mandasor Kalesi önlerine geldi. 24 Nisan 1535’de Guceratlılar ile savaş yapıldı. Sultan Bahâdur, yenilerek ülkesine doğru firar etti. Gucerat Yarımadası’nda Bâbürlü askerlerine karşı duracak kuvvet yoktu. Sultan Bahadur’un da nerede olduğu bilinemiyordu. Humâyun, bölgeden ayrılmadan önce kardeşi Mirzâ Askeri’yi vâli olarak bıraktı.

Gucerat’dan sonra Malva ve Handeş’in de itaat altına alınması Humâyun için hiç de zor olmamıştı. O böylece ikbalinin en yüksek zirvesine ulaşmıştı. Ancak, gelecekte devleti ve şahsını üzecek olan bazı hâdiseler meydana gelmek üzere idi. Hindal Mirzâ, Askeri ve Kâmrân, sükûnetin sağlanmak üzere olduğu bir sırada taht mücâdelesini başlattılar. Ebû’l-Nâsr Hindal Mirzâ, 1519’da doğmuştu. Annesi Dildâr Begüm idi. Delhi’ye giderek bu kaleyi ele geçirdi ve sultanlığını ilân etti. Kâbil’deki Kâmrân Mirzâ da bu hareketi hazmedemeyerek, Delhi üzerine yürüdü. İlk fırtınanın atlatılmasından sonra Humâyun, Çavsa/Çausa’da Afganlıları karşıladı. Şîr Han, bir gece baskını ile 27 Haziran 1539’da Bâbürlü ordusuna büyük darbe vurdu. Humâyun, hayatının ilk ciddi mağlubiyetini bu hadise ile tatmış oldu. Kendisi güçlükle Agra Kalesi’ne sığınabildi. Fakat, Afgan kuvvetlerinin yaklaşması üzerine burayı da terk ile batıya çekildi.

Bâbürlüler bir anda siyasî bakımdan yok olma tehlikesi ile karşı karşıya idi. Kısa zamanda, Kuzey Hindistan, Sûri Devleti’nin eline geçti. Bu hanedanın kurucusu, Hasan isimli at yetiştiricisinin oğlu olan Şîr Şâh idi. “el-Âdil” unvanı ile Sûri tahtına oturmuş ve talihinin de yardımı ile büyük bir siyasî unsuru kısa zamanda yok etmek üzere idi. 17 Mayıs 1540’da, Kanauc’da ikinci savaşı da kaybeden Humâyun, güçlükle Lâhor Kalesi’ne sığınabildi.

Humâyun, 1540-1555 arasında, Hindistan hakimiyetini kaybetti. Babası Babur gibi kazaklık hayatına başladı. Elim vaziyete rağmen kardeşleri de kendisine yardımcı olmadılar.

Humâyun, Çağataylı beyler ile bir toplantı yaptı. Sûriler de bu sırada Ravi Nehri’ni geçmişlerdi. Kâmrân ve Askeri Mirzâlar da Kâbil yolunu kapatmışlardı. Bu durumda tek bir sığınma yeri kalmıştı. O da İndus’un veya Pencâb’ın aşağı bölgesi Sind idi. Mecburen Sind’e doğru inildi. Bhakkar’daki Argunlu sultanı Hüseyin de Humâyun’u ülkesine kabul etmedi. Onu bir müddet oyaladı. Kâmrân Mirzâ ve Şîr Han’dan çekindiği için olumlu-olumsuz cevap vermedi. Humâyun, ona bir elci daha göndererek, gayesinin Gucerat’a geçmek olduğunu bildirdiği halde yine de reddedildi. Bunun üzerine Bhakkar istilâ edildi. 15 Ekim 1542’de hayırlı bir rüyâ sonrası Ekber dünyaya geldi.

Humâyun, Sind’de fazla kalmadı. Hâmide Banu ile İran’a doğru gitti. Safevî Şâhı Tahmasb tarafından hüsn ü kabul gördü. Şâh ve oğulları Sam, Alkas ve Behram tarafından istikbâl edildiler. Humâyun, Herat, Meşhed, Nişapur ve Sebzvar’ı ziyâret etti. Ağustos 1544’de Kazvin’de şâhın yazlık sarayında Bâbürlü-Safevi görüşmeleri yapıldı. Daha sonra Tebriz ve Erdebil’e de giden Humâyun, ziyaret sonrası Meşhed’e döndü. Safevilerden arzu ettiği yardımı alarak, Kâbil taraflarına hareket etti. Bedâhşân’a da kavuştuktan sonra, Kâmrân ve Hindal Mirzâ meselelerini neticelendirdi. 1554’de, Afganistan, tamamen sükûnete kavuşturulmuştu. Humâyun’un asıl maksadı baba mirası Hindistan’ı ele geçirebilmekti. Pencâb ve Agra’dan ulaşan haberlere göre Sûri tahtı fetret içinde idi. Şîr Şâh’ın ölümünden sonra, varisleri arasında niza mevcûd idi. Humâyun bu uygun fırsatı değerlendirerek Pencâb’a girdi ve Şubat 1555’de Lâhor’u ele geçirdi. İskender isimli Sûrili, Sirhind’de mağlub edildi. 22 Haziran 1555’de, Afganlılara büyük bir darbe indirildi. Delhi, 23 Temmuz 1555’de kapılarını Bâbürlü kuvvetlerine açmak zorunda kaldı.

Böylece, Humâyun ikinci defa Delhi tahtına oturdu. Osmanlı denizcilerinden Seydî Ali Reis Gucerat ve Sind yolu ile Delhi’ye gelmiş ve Humâyun tarafından huzura kabul edilmişti. Siyâsi ve edebî konuların görüşüldüğü sohbetlerde, Humâyun, Seydi Ali Reis’e izzet ü ikramda bulunmuş ve bir müddet sonra da Delhi’den ayrılmalarına izin vermişti.

Humâyun, 20 Ocak 1556’da, kütüphânesinde çalışır iken kaza geçirdi. 26-27 Ocak günü de hayata veda etti.

Humâyun’dan sonra tahta Ekber, Celâl ed-Dîn unvanı ile tahta çıktı. Atalığı Bayram Han sükûnetin iâdesinde çok emek sarf etmiş ve Bâbürlülerin taht kavgasına maruz kalmasını önleyebilmiştir.

Humâyun, Delhi’de toprağa verildi. Dul eşi onun için bugün dahi mimarî bir şâheser olan türbesini inşâ ettirdi.

Humâyun da edebiyat ile ilgilenmiş ve şiir yazmıştır. Bunlar bir Dîvân’da toplanmıştır. Hükümdarın kızkardeşi Gülbeden de kendi devri için son derece önemli olan Humâyunnâme’yi telif etmiştir. Teyze çocuğu Mirzâ Muhammed Haydan Duğlat da “Târih-i Reşîdî” yi yazmıştır. Handmîr ve İbrikçi Cevher de bu devrin tarihçilerindendir. Her ikisi de Humâyun’un himâyesini görmüşlerdir. Bayezid Bayat’da hem Babur ve hem de Humâyun devrinin tarihçisidir. Kanûn-ı Humâyûn, Tezkiret el- Vakıcat ve Tarih-i Humâyun/Hâtırat en az Humâyunnâme kadar öneme haiz eserlerdir.

Ekber ve Zamanı (1556-1605)

Bâbürlülerin üçüncü padişâhı Ekber’dir. Yükseliş devrindeki faaliyetleri, imar hareketleri, iç düzenin sağlanması ve hepsinden önemlisi yeni fetihler, Ekber’in büyük bir idareci olarak tanınmasını sağlamıştır. Humâyun’un oğludur. Şehzadelik döneminde olduğu gibi padişâhlık zamanlarında da Bayram Han’ın yardımlarını çok gördü. Celâl ed-Din unvanını alan Ekber, babası öldüğü zaman, Seydi Ali Reisi de görmüş ve onun tavsiyeleri ile tahta geçmeye hazırlanmıştır. Tahta oturuş tarihi 14 Şubat 1556’dır. Bayram Han’ın yardımlarıyla, devlete yönelik ilk tehlikeler ortadan kaldırıldı. 1561 yılında bazı saray entrikaları, Bayram’ı Ekber’den ebediyen ayırdı. Gucerat yolunda bir suikasta uğraması nedeniyle öldürüldü. Bayram Han ayrıca Çağatayca şiirleriyle de tanınmıştır. Divanı onun ruh zenginliği ile doludur.

Gucerat’ın imtiyazlı bir eyâlet haline getirilmesiyle, Bâbürlüler, batıda önemli bir deniz yolunu ellerine geçirmiş oluyordu. Bengale’de, Karanilerden Davud Şâh’ın çıkarttığı karışıklıklar, Han-ı Cihân komutasındaki askerlerce bastırıldı.

Ekber, 1583’den itibaren bir süre, Pencab’daki eski ve büyük şehirlerinden biri olan Lâhor’da oturdu. Buradan Afganistan hadiselerini yakından takip etme imkânına sahip oldu. İki yıl sonra da Mirza Câni’ye mansıbdar olarak tâyin ettikten sonra tekrar Delhi’ye, Agra’ya dönmüştür. Orta Hindistan’daki Dekken Yaylası’ndaki Nizâmşâhlar Devleti ile de münasebetler bozulduğu için, Bâbürlü orduları bölgeye hücum etti. Berar ve Handeş de itaat altına alındı. Nizâmşah, Ekber karşısında bir varlık gösteremeyeceğini anlayınca 1602’de barış yaptı.

Ekber, komşu devletler Safeviler ve Özbeklerle de yakın ilişkilerde bulundu. Safevilerin, Özbeklerle olan görüş farklılıklarından faydalanan Ekber, Afganistan’daki hakimiyetini yine emin ellerde bulundurdu. Ekber’i ülkesinde ve çevresinde büyükleştiren olayların başında zaferler zinciri yanında toprak reformunu uygulatması idi. Muzaffer Han Tilbeti ile Todar Mal bu reformları yoluna koyarken, iyi bir vergi işleyişi geliştirdiler.

Ekber, dini alanda da kendinden söz ettirmiştir. Aziz Ahmed’in de belirttiği gibi, Ekber, 1578’de, sünni İslam inancından genel bir seçmecilik doğrultusunda hareket eğilimi gösteren manevi bir kriz safhasında geçiyordu. Bu eğilimin kaynağı ve teşvikcisi hiç şüphesiz Şeyh Mübarek Nagori’nin küçük oğlu ve yakın arkadaşı Ebu’l Fazl’ın fikri tecessüsü idi. Hinduizm, Lainizm, Hristiyanlık, Yahudilik ve Zerdüştlük gibi başka dinlerin temsilcileri veya tebliğcileriyle tartışmaların düzenlendiği ibadethâne de temin etti.

Cibâdât, Arapça Cibâda’nın çoğulu. Allah için toplanılan yer. Hindistan’da Bâbürlü Celâl ed-Dîn Ekber Şâh (1556-1603) tarafından inşâ ettirilmiş özel yapı ya da ibadethâne denilmiştir. Bâbürlüler Lâhor, Delhi, Agra ve Fetihpur Sikri şehirlerini hem imâr etmişler hem de başkent olarak kullanmışlardır. Celâl ed-Dîn Ekber Şâh devresi de Bâbürlülerin en parlak zamanıdır. Çişti şeyhine duyduğu yakın alâka dolayısıyla Fetihpur Sikri’yi inşâ ettirmiştir. Agra yakınlarındaki başkent su kaynaklarının azalmasına kadar, bu şehir Bâbürlüler tarafından ülkenin en güzel şehirleri mevkiine yükseltilmiştir. Ekber, 1575’de, Fetihpur Sikri’de büyük bir divanhâne yaptırdı. Buna, o zaman “ibâdethâne” denilmiştir. Ancak, gerçekte buranın ibâdet ile herhangi bir alâkası yoktu. Daha çok münazara yeri olarak kullanılmıştır. Şeyhler, Seyyidler, ulema ve saray mensuplarından din ilimleri ile meşgûl olanları toplanmış, aralarında dinî mevzularda müzâkereler yapılmıştır. İbâdethâne’nin ilk sakinleri Müslümanlar idi. Zira, Ekber, vahdet-i vücûda kâil tasavvufa müncezip olmakla beraber, hâlâ Müslümanlığa bağlı idi. İbâdethâne ve oynadığı rol, Müntehab üt-Tevârih müellifi Bedaunî ile Ekber devrinde büyük nüfuz kazanmış olan Ebû’l-Fazl Allâmi tarafından tafsilatlı bir şekilde anlatılmıştır. Ekber, daha sonra Müslümanlar dışında Brahmanların, lainacıların, Yahudilerin, Hıristiyanların ve Zerdüştlerin ibâdethâneye girmelerine, münâzaralara katılmalarına izin vermiştir. Özellikle perşembe gecesi sabaha kadar devam eden sohbetler bazen Ekber tarafından da takip edilmiştir. Tarihçilerin ifâdelerine göre ibâdethânenin geniş salonları vardı. Her bölüm bir münâzara grubuna tahsis edilmişti. İbâdethâne’nin önemi zamanla arttı. Din âlimleri de Ekber’in huzurunda şöhret kazanmayı düşündüklerinden, ülkenin her yerinden, Fetihpur Sikri’ye gelerek, münâzaralara dahil oldular.

Şi’i uleması, sünniler yanında sessiz kalmışlar, fakat münâzaranın sonlarına doğru kendi fikirlerini empozede göze çarpmışlardır. Ebu’l-Feth, Molla Muhammed ve mîr Şerif de yıldızı parlayanlar arasında bulunuyorlardı. Münâkaşalar o kadar ileri gitti ki, sonunda Ekber, yakınında olan ve büyük âlimlere karşı nefret duymaya başladı. İbâdethâne’de bir müddet sonra, şiî-sünnî dengesi bozuldu. Bunlar birbirlerini şiddetle itham bile ettiler. Şiîler sünnîlere kâfir, sünniler de onlara aynı şekilde karşılık verdiler. Seyirci durumdaki Ekber, birgün, bir Müslümanın, şer’an ne kadar kadın alabileceğini sordu. Sünnî ulema, Hinduların sadece odalık olabileceğini söylediler. Halbuki Ekber’in bir eşi Hindû asıllı idi ve bu cevap hiç de hoşuna gitmemişti. Aynı soruyu şiî ulemaya sorduğunda, onlar ise mutedil cevap verdiler, ister bir saat, ister doksandokuz yıl için olsun muta (geçici nikâh) nın câiz olduğunu ifâde ettikleri gibi milliyetinin mevz-ı bahis olmadığını söylediler. İbâdethâne’de ilmî ve felsefî münâkaşalara da açık olmuştur. Dinî olmayan ilimlerde şöhret kazanmış kimselerde, kendi görüşlerini serbestçe ileri sürebilmişler ve bazılarına da Ekber şahsen katılmıştır. Ancak, düşünceye müteallik fikirler Hindu âlimlerince daha iyi ortaya konulduğu için, ikna edici olmuşlardır. Ekber de, onların söylediklerini doğru kabul ediyor ve zıt görüşler için İslâm âlimlerinin zayıf kalmasına da ses çıkarmıyordu. İbâdethâne bu defa da kapılarını Parsîlere açtı. Safeviler tarafından ülkeden çıkarılmış olan Parsiler, dinî toleransın daha çok görüldüğü Hindistan’a sığınmışlardı. Çeşitli dinlere mensup insanların yaşadığı Bâbürlü ülkesinde Saraya ve İbadethâneye kadar nüfûz edebilmeleri önemli bir hâdisedir. Bunlar, İbâdethânedeki sohbetlerinde Zerdüştlüğün ne olduğunu anlatmışlar ve kendilerine göre, kabul edilebilir savunma da yapabilmişlerdir. Parsilerden sonra Hristiyanlar da İbâdethânede görüldüler.

Bilindiği gibi Hristiyanlık Hindistan’a Portekizliler tarafından getirilmişti. Bunu Hindistan siyâsetine yakın ilgi duymaya başlayan İngiltere takip etmiştir. Misyonerler de Hindistan’daki dinî toleranstan faydalanarak serbestçe dolaşmaya, akidelerini yaymakta pek zorlukla karşılaşmadılar. Ekber, Portekiz kolonisinden bir Hristiyan heyeti Fetihpur Sikri’ye dâvet etti. Bir Cizvit rahibi Ekber ve maiyetinin huzurunda, İbâdethânede, bu rahipler ile görüştü. Münâzaralarına da katıldı. Abd el- Kâdir’in hoşuna gitmemesine rağmen, saray mensuplarından Ebû’l-Fazl Allâmi’nin de aynı fikir dairesi etrafında görüş beyan ettiği görülmektedir. Hükümdar zamanın fikirlerini ve bu espriye dayalı olarak ruhunu öğrenmeli ve buna göre hareket etmelidir. Mezhep farkları da olmamalıdır. Herkes, Ekber etrafından toplanmalıdır sözleri de Ebû’l-Fazl Allâmi’ye aittir. İbâdethâne toplantıları yeni bir akım ortaya çıkardı. Din-i İlâhi denen görüş sadece saray çevresinde taraftar bulabildi. O zamanki İslâmî kaidelere taban tabana zıt mahiyet taşıdığı için, İslâm uleması tarafından reddedilmiştir. Ekber’in ölümü ile mesele kendiliğinden kapanmıştır. Buna rağmen Abd el-Kâdir Bedaunî, Ekber’in İbâdethâne modelini ve ortaya çıkan Din-i İlâhi’ye şiddetle karşı çıkmıştır.

İbâdethânenin rolü, Fetihpur Sikrideki su kaynaklarının yeterli olmayışı yüzünden başkent özelliğini kaybetmesi ile zayıfladı. Şu anda mevcut kalıntılardan İbâdethânenin neresi olduğu kesin olarak belli değildir. Fetihpur Sikri’deki kalıntılar arasında saray kompleksi civârında aranması gereklidir.

Cihângir

Ekber’in 25/26 Ekim 1605’de, gece yarısı vefat etmesi, yakalandığı şiddetli dizanteriden kaynaklanmaktadır. Büyük bir tören ile Agra’da, Skendara (İskenderiye)’da toprağa verildi. Sonraları mezarı üzerinde muhteşem bir türbe inşâ edilmiştir. Babası tarafından, padişâh ilân edilmesi sağlanan Cihângir, 24 Ekim 1605’de tahta geçmiştir. Unvanı Ebû’l-Muzaffer Nûreddin’dir. Asıl adı Selim’dir. Fetihpur Sikri’de 1569’da dünyaya gelmişti. Annesi Rajput kökenli Raca Bihâri Mal Kaluchi’nin kızıdır. Meryem üz-Zamanî diye şöhret bulmuştur.

Büyük oğlu Hüsrev, önce babasına itaat arz ettiyse de kısa zaman sonra isyâna kalkıştı. 6 Nisan 1606’da, Pencâb’a sığınarak Müslümanlara rakip zümre olarak temayüz eden Sihlerin yardımını istedi. Guru Taran Arcun, bu âsi şehzâdeyi destekledi ve Lahur Vâlisi Dilâver

Han’a karşı savaşmak üzere asker verdi. Pencâb’da Bâbürlü nüfûzunun zayıflamasını önlemek üzere Cihângir, yardımcı kuvvet göndererek, isyânı bastırdı. Hüsrev, Cullandar yakınındaki Bhairoval’de mağlup edildikten sonra esir alındı. Cihângir, bu âsi evladın suçunu, insanî nedenlerle bağışladı. Fakat gözlerine mil çektirdikten sonra Burhanpur’a sürgüne gönderdi. Hüsrev, ölümü olan 1622 yılına kadar bu kalede mahpus hayatı yaşadı.

Cihângir’i oldukça meşgul eden meselelerin başında, Melik Amber gelmektedir. O, aslında Habeş asıllı bir kimse olup, nizâmşâhi sarayında, türlü yollarla meliklik rütbesine kadar yükselebilmişti. Dekken’de dağlık arazide meskûn Marathalarla anlaşarak Cihângir’e karşı baş kaldırdı. 1608’de, şehzâde Hürrem, Melik Amber’e karşı başarılı bir tedip harekâtı uygulayarak, Bâbürlülerin kaybettikleri toprakları geri aldı. Bu sebeple babası ona Şâh Cihân ismini verdi. Melik Amber, uzun süre Bâbürlüleri meşgûl etmiş ise de sadece Dekken taraflarında sükûneti bozabilmiştir. Kandehar’ın İranlılar tarafından kuşatılıp, ele geçirilmesi de, Cihângir için tehlike arz etmiştir. Bir ara asi duruma düşen Şâh Cihan Melik Amber’e yaklaşmış ise de, Cihângir bu kritik anda, oğlunu kendi tarafına çekmeyi başarabilmiştir. Şâh Cihân, affedildikten sonra (1625), iki oğlu Dara Şikûh ile Evrengzib’i rehin olarak saraya gönderdi. Kendisi de Madhya Prades’deki Bâlâgât vâliliği ile yetindi.

Cihangîr, 1611’de Nûr Mahal veya Nûr Cihân diye tanınan Mihr en-Nisâ ile evlendi. Gıyâs Beg ve oğlu Âsâf Han’a bu kadının etkisi ile geniş yetkiler verdi.

1612’de Bengal’de ayaklanmalar (bulgak) birbirini takip etti. İslâm Han, Şücâ ed-Devle isimli bir kumandanı Bengâl ayaklanmasını bastırmakla görevlendirdi. Bâbürlüler, âsi Osman’ı mağlup ettikten sonra merkezi Daka/Dacca’yı ele geçirdiler. Bu şehir daha sonra Cihângir-nagar adını almıştır.

Cihângir, dış münâsebetlerde de başarılı bir siyâset uygulamıştır. 11 Haziran 1622’de Safevi- Bâbürlü sınırı üzerinde bulunan Kandehar, 1. Büyük Abbas (1588-1629) tarafından ele geçirildi. Buna rağmen, iki hükümdar arasındaki münâsebetler iyi seyir takip etmiş ve elçilik heyetleri teati edilmiştir. Yâdigâr Sultan Ali, Zeynel Beg, Mîr Veli, Haydar Beg, Ağa Muhammed ve Tahta Beg gibi elçiler iki saray arasındaki anlaşmazlıkları gidermişler, dostluk temellerini atmışlardır.

Safevîlerin büyük rakibi olan Mâverâ ün-Nehr Özbekleri de Agra sarayına elçi göndermişler, başta Nûr Cihân olmak üzere hediyeler takdim etmişlerdir.

Hind deniz ticaretini ele geçirmek ve bulunduğu yerleri muhafaza etmek isteyen Portekizliler, Cihângir zamanında İngiliz rekabeti ile karşı karşıya idiler. Diu, Daman, Bassein, Goa ve Bengâl’de Hugli ile Çittakong’a gönderilen kıymetli maddeler, Portekiz’e ulaştırılıyordu. Ancak, az zaman sonra Hind ticâretinin önemini kavrayan İngilizler, Fransızlar ve Hollandalılar da Hindistan kıyılarında koloniler meydana getirdiler. İngiltere’de kurulan “East Indian Company/Doğu Hind Sirketi”, Cihângir’le temasa geçtiler ve Portekizliler gibi bazı haklar istediler.

W. Hawkins, W. Finch, Jhon Jordain, N. Withington, Th. Coryat Sir Thomas Roe ve Terry Edward Cihângir zamanında Hindistan’a geldiler ve Bâbürlü memleketini batıya tanıttılar. W. Hawkins ile Sir Thomas Roe, Cihângir’le şahsen görüştüler ve İngiltere için ticâri imtiyaz istediler. Bunların Türkçe de bilmeleri münâsebetleri daha olumlu yolda etkilemiştir. Sûrat, Ahmedâbâd, Lâhor, Ecmir Agra, Delhi ve Burhanpur’da yabancı menşeli tüccârlar emniyet içinde mal alıp-satabiliyorlardı.

1626’da, Cihângir, Mahabet (Muhabbet) Han’ın ayaklanması ile uğraştı. Hatta Kâbil yolunda iken esir edilerek, Nûr Cihan’ın nüfuzundan kurtarıldı. Şah Cihân da sahneye çıkarak, babasına karşı Mahabet Han ile işbirliği yaptı. 1627’de Keşmir’e gitti. Burada rahatsızlandı ve şiddetli astım nöbeti sonunda vücûdu zayıf düştü. Tabiplerin isteği üzerine Lâhor’a geri dönerken yolda, Bhimbar’da vefat etti (27 Sa’fer 1037/28 Ekim 1627). Nâşı, Lâhor’da Ravi Nehri’ne yakın Şâh Dârâ’da toprağa verildi. 1637’de tamamlanan Türbesi, XVII. Yüzyıl Bâbürlü sanatının şâheserleri arasında yer almıştır.

Cihângir, yirmi iki yıllık saltanatı esnasında başarılı bir hükümdar olarak Bâbürlü tahtını işgâl etmiştir. Marata, Sih, Afgan, Bengal ve şehzâde isyanlarını ise ustalıkla bastırmıştır. Onun tek zaafı herhalde, önceleri eşi Nûr Cihân’ın nüfuzu altında kalmasıdır. Ataları gibi tabiat âşığı idi ve

Hindistan’ın birçok yerinin mimâri eserlerle süslenmesinde önayak olmuştur. Agra, Lâhor, Şeyhapura ve Keşmir’de bunun en güzel örneklerini görmek mümkündür. Keşmir’deki Dal Gölü’ndeki Şâlimar Bağ, bahçe mimârisinin güzel bir numûnesidir. Agra-Delhi ve Lâhor’u birleştiren ana yolda, iki sıra hâlinde ağaç diktirilmesi, o devir için hiç uygulanmamış bir teşebbüstür.

Babur gibi, âlim hükümdar geleneği de Cihângir tarafından temsil edilmiştir. Şâhsi hatıralarını ihtiva eden “Tüzûk-i Cihângiri” 1622 yılına kadarki olayları tasvir etmektedir. Mutemid Han da “İkbalnâme-i Cihângiri” de, Cihângir devri olaylarını anlatmaktadır.

Cihângir, ikisi kız, beşi erkek; yedi çocuk babası idi. Oğulları: Sultan Hüsrev, Sultan Perviz, Sultan Hürrem veya Şâh Cihan, Sultan Taht, Sultan Şehr-i yâr’dır. Ölümünden sonra ise Bâbürlü tahtına Şâh Cihân geçmiştir.

Cihan Şah ve Alemgir Zamanı

Dâverbahş’ın kısa saltanatını Cihân Şah’ınki tâkip etti. Gerçekte Hindistan’daki Bâbürlülerin dördüncü hükümdarıdır. 1628-1657 yılları arasında saltanat sürdü. Han Cihân Lodi’nin yakın yardımları ile sarayda ikinci Bayram Han devri yaşatılmıştır. Baş kaldıran Hindu racaları tenkil edilmiş, Bengâle Körfezi’ne sızmaya başlayan Portekizlilere karşı durulmuştur. 1631’de çok sevgi ve saygı duyduğu eşi Mümtaz Mahall’in ölümü kendisini son derece üzmüştür. Hatırasını sonsuza dek yaşatmak için Tac Mahall’i inşâ ettirdi.

Şah Cihân, 1657’de hastalandı. Dara Şükûh, Şâh Şücâ, Evrengzib ve Murad Bahş arasında taht kavgaları başladı. İkinci oğul Şücâ Bengâle’de bağımsızlığını ilân etti. 28 Şubat 1658’de Bahâdurpur Çarpışması bütün dengeleri alt üst etti. Bu defa Evrengzib sahneye çıktı. Evrengzib, kısa zamanda tahta çıkışını sağlayabildi. Babası Şâh Cihan’ı tutuklattı (Haziran 1658). Bir ay sonra da padişâhlığını ilân etti. Cihân Şah’ın kızı padişâh Begim hayatı boyunca babasına bakmış, 1681’de ölmüştür.

Evrengzib, Muhy ed-Dîn Alemgir adı ile tahta çıktı (13 Temmuz 1658). Saltanat süresi elli yıla yakındır. Son büyük Bâbürlü padişâhıdır. İç ve dış meseleleri zamanında ve kesin olarak halletmiştir. Assam, Patan, Dekken, Jat ve Maratha gibi problemler 1690’da sona erdirilmiştir. Jean-Babtiste Tavernier, François Bernier, J. F. G. Careri ve W. Norris zamanında Hindistan’da gezdiler. Batıya Âlemgir hakkında bilgi verdiler. Mayıs 1705’de hastalandı. 3 Mart 1707’deki rahatsızlığı, tabiplerin bütün ihtimamlarına rağmen önlenemedi. Evrengâbâd adı verilen yerde, Ravza’da toprağa verildi. Vasiyetnâmesi ülkede geniş yankılar uyandırdı. Bütün zamanını, halkının refahı, ülkenin imârı ve İslamiyetin yükselmesi için harcamıştır. Âdâb-ı Alemgiri, Rukû’at-ı Âlemgiri ve Ahkâm-ı Âlemgiri kendi zamanında telif edilmiştir.

Çöküşe Doğru

Bahâdur, Cihândar, Ferruh Siyer, Refi’üd-Derecât, çöküşte Bâbürlülerin son hükümdarlarıdır. Devirleri sürekli iç karışıklıklar ve şehzâdelerin mücâdeleleri ile geçmiştir. Nûr ed-Dîn unvanı ile tahta geçen Muhammed 1748’e kadar saltanat sürmüştür. Nâdir Şâh, onun zamanında Hindistan’ı istilâ etti. Nâdir Şah, Afganistan ile Hindistan arasındaki meşhur Hayber Geçidi’ni aştıktan sonra Lâhor üzerine yürüdü. Burasını kolayca ele geçirdi. 6 Şubat 1739’da Karnal bölgesini ele geçirdi ve Deilei üzerine yürümeye hazırlandı. Muhammed Şâh, meydan muharebesi sonunda yenildi. Muhammed ile Nâdir Şâh arasındaki barış, daha fazla kan dökülmesini engellemiştir. Bununla da kalmayan Nâdir, akrabalık tesis ettiği zavallı Muhammed’i tekrar tahta geçirdi. Nâdir Şâh, şimdiye kadar yaptığı seferlerde ele geçiremediği kadar ganimeti ülkesine taşıdı. Böylece, Hindistan’ın, Bâbürlülerin bazı kıymetli eşyaları da el değiştirdi. Kûh-ı Nûr ve Taht-ı Tavus da bunlar arasında bulunuyordu. 1739’da ülkesine dönen Nâdir Şâh, Hindistan’ın manevi koruyuculuğunu sürdürdü, bu arada Muhammed ise harap olan Delhi’yi imâra teşebbüs etti. Ahmed Şâh Dürranî, 1748’de Hind istilâsına başladı. Muhammed Şâh yine tehlikeli günler geçirdi. Arkasından, Ahmed Şâh Abdahi Sirhind’de Delhi sultanını mağlup etti. Muhammed Şâh, bir ay sonra, 16 Nisan 1748’de öldü ve Nizâm ed-Dîn Evliyâ Türbesi’nin karşısındaki avluya gömüldü. M. H. Hüseyin’e göre, Muhammed, Delhi’de hüküm süren Timurlu yâni Bâbürlü sülâlesinin oldukça muktedir son hükümdarı idi.

II. Âlemgir, II. Şâh Âlem, Bidar Baht ve Mû’in ed-Dîn II. Ekber 1748-1837 tarihleri arasında hüküm sürdüler. Daha önceleri Portekizlilerin deniz hâkimiyetlerini bu defa yine batılı güçlerden İngilizlerin devam ettirdiği görüldü. Askerler ve şirketler aracılığı ile önceleri kıyılarda, sonra Bengâle ve Delhi taraflarında etkili oldular. 1804 yılında, II. Şâh Âlem zamanında, Alb. David Ochterlony, Delhi’deki sarayda yerleşti ve üstlerinden gelen emirleri ve bazı imtiyazları padişaha kabul ettirdi.

Yıkılış (1858)

Mu’in ed-Dîn II. Ekber’den sonra Bâbürlü tahtına II. Badur Şah geçti. Kaynak ve paralardaki tam adı Ebû’l-Muzaffer Sirâc ed-Dîn Muhammed II. Bahâdur’dır. Bâbürlü hanedanının son hükümdarı olarak dikkati çekmektedir. Adeta harabeye yüz tutan Delhi’deki Kala-ı Mu’allâ’da oturmuştur. 1837 ile 1857 tarihleri arasında saltanat sürdü. Calcutta ve Meerut ayaklanmalarında, pek etkili olamadı.

Sepoy (sipahi) ayaklanması ise daha çok İngilizleri ilgilendirmektedir. Sir John Lawrens, 8 Haziran’da Delhi yakınlarına kadar sokulabildi. Şehir her taraftan top ateşine tutuldu. Bir hafta sonra, W. S. R. Hodson surları aşmaya muvaffak oldu. Sepoylar ve padişâh Kala-i Mu’allaya sığındılar. Şehirde İngiliz egemenliği kurulunca II. Bahadur, mecburen, Humâyun Türbesi’ne sığındı. İngilizler burada ve dışarıda birçok cinâyetler işledikten sonra Padişâhı ele geçirdiler. Ömür boyu hapse mahkûm edildi. Aralık 1858’de resmen tahttan indirildi. Burma’ya Rangun şehrine sürgün edildi. Yıl sonunda, karşılaştığı acı günler, akraba ve yakınlarının gözleri önünde öldürülmelerinin bıraktığı etki ile hayata vedâ etti (1862). 2 Ağustos 1858’de, Hindistan’ın Yönetilme Kanunu yürürlüğe girdi. Böylece, Hindistan sömürge durumuna düşürüldü. Kraliçe Victoria, Hindistan İmparatoriçesi olarak saygı gördü. İlk genel vâli ise Charles John Canning/Earl Canning’dir. İngiliz yönetimi bir asır bile devam ettirilemedi. Ülke, Bâbürlülerin sağladığı emniyeti ve iyi yönetimi bir daha göremedi. Gandi ile

Ka’id-i Azam Muhammed Ali Cinnah yeni Hindistan’ın bağımsızlık rüzgârlarını estirmeye çalıştılar. Hindistan, Pakistan, Bangladeş ve Keşmir gibi bölümleri ile renkli bir yapı kazandırıldı. Ama Hindistan’a bugün de olduğu gibi hiçbir zaman sükûnet getirilemedi.

İdarî ve Askerî Teşkilât

Hindistan’da, Gazne ve Gur saraylarının etkileri görülür. Daha sonra Türk asıllı kabileler, kurdukları hanedanlarda eski devlet an’anesini de ilâve ederek, yeni bir tarz meydana getirmişlerdir. 1526’dan itibaren Babur, Timurlu sarayının idarî tarzını devam ettirmiş, halefleri de bazı yeniliklerle aynı tarzı uygulamışlardır.

Padişâh: Bâbürlü hanedanının başı padişâh idi. Babur, Kabil’de iken bu unvanını benimsemiş ve Hindistan’da da kullanmıştır. Diğer taraftan Şehinşah, Hakan ve Şâh gibi unvanların da 1858’e kadar isimlerin sonunda yer aldığı görülmektedir. Padişah, devlethâne denilen sarayda ikamet etmekteydi. Bu devlethâneler daha sonra başkentlerin değişmesi ile Delhi, Agra, Fetihpur Sikri ve Lahor gibi şehirlerde göze çarpmaktadır. Padişâh eşleri de Nûr Mahal, Nûr Cihan, Begüm, Sahip, Cihanârâ, Padişâh Begüm ve Tâc Mahâl gibi unvanlarla anılmış, gerçek isimleri zikredilmemiştir. Padişâh eşleri, zaman zaman devlet idaresine müdahale etmiş, bu konuda bazıları mensup oldukları ailelerden güç almışlardır.

Vekilü’s-Saltana: Padişâhtan sonra devlet işlerinde en yetkili kişidir. Bunun memuriyet unvanı Vekilü’s-Saltana veya Vekil-i Mutlak idi. O, nazâri olarak bütün sivil ve askerî işlerde padişâhın vekili durumundaydı.

Vezir: Vezir veya Divân-ı âlâ denilen, malî işleri yürüten ve düzenleyen saray görevlisidir. Divân-ı Hâlise ve Divân-ı Ten, bu vezirin iki yardımcısıdır. Delhi, Agra, Lahor ve kısa müddet Fetihpur Sikri’den, idare edilen, gelirleri merkeze gönderilen arazi işleri ve maaşlarla ilgilenmekteydi. Hizmet karşılığı verilen her türlü tımara, caygir (jagir) işlerine Divân-ı Ten bakmaktaydı.

Mîr Bahşı: Merkezde ordunun idarî ve malî işlerinden sorumlu makamdı. İkinci, üçüncü ve dördüncü bahşılar, Mîr Bahşı’ya yardım etmekteydiler.

Sadrü’s-Südûr: Bâbürlüler’de din işlerinin başıdır. 1526’dan önceki Hind sultanlıklarında bu makamın adı Sadr-ı Cihan veya Sadrü’s-Südûr idi. Sadrü’s-Südûr, ülkedeki vakıflarla, sadaka ve hayır işlerine de bakmakta, tanzim etmekteydi. Bâbürlü hükümdarları, âlimleri ve din adamlarını himaye etmişler, onların geçimleri için toprak dağıtımları yaptırmışlardı. Sadrü’s-Südûr da, bunların denetimini yapmıştır.

Mansıbdar: Bey karşılığı bir terimdir. Mansıb sahibi anlamına mansıbdar diye hitap edilirdi. Heft- Hezâri, Penc Hezâri ve Deh Başı belirli sayıdaki askerin komutanı idi. Mansıbdarlar aynı zamanda hem Türkçe ve hem de Farsça unvanlar kullanmışlardır. Dü-esbe (iki atlı), Se-esbe (üç atlı) anlamına gelirdi. Tımar sahipleri, belirli askere bakmak ve savaşa hazır tutmak zorundaydı. Zaman zaman süvariler bölgelerinde kontrol edilir, gerçek at sayısı tespit edilirdi. Delhi sultanlıkları zamanından beri süvari meselesi bazı suiistimallere uğramıştır. Bir ata sahip kişi, yasal olmadığı halde üç, dört ata malikmiş gibi denetimcileri kandırıyor ve ona göre tahsisat alıyorlardı. Bâbürlü hükümdarları, bu gibi hileleri önlemek için azami dikkat göstermişler, malî kaynakların heder olmasını önlemeye çalışmışlardır. Bu sebeple Dad-ü Mahalli Nizamnâmesi’ni yürürlüğe sokmuşlar, defter tutturmuşlar ve işe yarar atları damgalamışlardır. Ekberşah, bu konuya büyük itina göstermiş, damgalı at sayısına göre, sahiplerine tahsisat verdirmiştir.

Valâşahî: Valâşahî, hassa askeri anlamındadır. Ekber’in meydana getirdiği ahâdi, seçkinler kıtası idi. Tımar sahibi veya komutanlar, ücretlerini kendileri tespit eder, %5 tutarını kendilerine ayırırlardı. Yayalar, süvariler ve filler, savaşta önemli rol oynarlardı. Bâbürlüler modern harp aletlerine de ihtiyaç duymuşlar ve mütehassıslarını ordu teşkilâtı içinde görevlendirmişlerdir. Top kullananlara topçu veya topcıyan, tüfek sahiplerine, tüfengendaz denirdi. Filler ise genellikle Bengal’den temin edilirdi. Şahne-i Pilân, fillerden sorumlu görevliydi. Bâbürlü ordusu, o devrin en kalabalık askerine sahipti. Harp zamanında ikiyüz binden ziyade asker toplandığı olurdu. Süvariler en önemli askerî sınıf olup, piyadeler ondan sonra gelmekteydi.

Eyaletler: Bâbürlüler, XVIII. Asır ortalarına kadar, geniş sınırlara sahip olmuşlardı. Pencab; Sind, Düab, Kara, Orissa, Bengal, Gucerat, Dekken ve Keşmir bölgelerinde vilayet sistemi uygulanmıştır. Vilâyet’e aynı zamanda Sûbe de denilmekteydi. Bunların sayıları onbeş ila yirmi arasında değişmiştir. Vâli veya sûbedar (sipahsâlar) vilâyeti idare ederdi. 1526’da Babur zamanında, şu idarî bölgeler mevcuttu: Bihre, Lâhor, Siyalkot, Dipalpur, Sihrind, Hisâr-ı Firûze, Delhi, Miyan Düab, Mevat, Biyâne, Agra, Miyan, Gvalyor, Kâlpi, Kanauç, Sambhal, Lekhnur, Haydarâbad, Oudh (Eved), Bahreyiç, Cunpur, Bihar, Saren, Çeparen, Ranthambhor. Vilâyetde sûbedardan sonra gelen memurlar da divân, bahşi, sadr unvanlarını alırlardı. Sûbeler, serkar (kaza) lara bölünmüştür. İdârecisi Fevcdârdır. Her serkar da, pergeneye ayrılırdı ki bu birim de nahiye karşılığıdır.

Kutvâl: Kutval, Delhi sultanlıkları teşkilatında yer alan idarî bir terimdi, Bâbürlüler da bunu devam ettirmişlerdir. Vazifesi, şehrin emniyet ve asayişini temin etmekti. Bu, şehir sakinlerinin bir listesini tanzim eder, giriş çıkışları kontrol ettirirdi. Kapıların akşam kapanması sabahleyin açılması ile de bu makam sorumlu idi. Pazar yerlerindeki fiyat kontrolü, ölçü denetimi, çevre temizliği ve Hindu kadınların yakılmasını önlemek de Kutval’in işleri arasındaydı.

Kültür ve Sanat Mimârî

Bâbürlüler, Hindistan’da kendilerine has bir mimarî tarzını geliştirdiler. Hindistan’da hâkim oldukları her yerde önemli eserler meydana getirmişlerdir. Bu eserler bugün dahi hayranlıkla seyredilmektedir. Babur ve Humâyun devri, Hindistan’da devletin yerleşmesi devresiydi. Buna rağmen bahçe mimarisi geliştirilmiş ve Delhi, Agra ile Fetihpur Sikri civarında bazı düzenlemeler, yeni binalar vücuda getirilmiştir. Ekber, Cihângir, Şah Cihan ve Evrengzib, Bâbürlü mimarisine en parlak devirlerini yaşattılar.

Bâbürlü başkentleri Kabil, Lahor, Delhi, Agra ve Fetihpur Sikri’dir. İlkönce bu merkezler mimârî eserlerle, câmi, türbe, bahçe, köprü, su arkları ve köşklerle süslenmiştir.

Agra: Ganj’ın batısındaki en büyük kolu Cemne (Jumna) adını taşımaktadır. Agra, bu nehrin hemen sahilinde Lodiler tarafından kurulmuştur. İskender Lodi (1489-1517) bu yeni kaleyi güzelleştirmiş, ancak bütün Kuzey Hindistan’ı etkisi altına alan şiddetli deprem, Agra’yı da yıkmıştır. Şehrin imarı Babur tarafından, 1526’dan sonra başlatıldı. Bahçe, köşk, havuz ve hamam yapılmış ve Agra’ya güzel, plânlı ve muntazam görünüş kazandırılmıştır. Agra’nın ilk büyük hamisi Ekber’dir. Diğer hükümdarlar da en güzel yapıları burada yükseltmişlerdir. Tâc Mahal, Kale, Müsemmem Burc, Moti Mescit, Has Mahal, Cihangir Mahal, Cuma Mescit, Ekber ve İtimadüddevle Türbeleri başta gelen yapılardır.

Ekber’in türbesi, şehir yakınındaki Sikandara’dadır. Tâc Mahal, Ercümend Banu Begüm için 1630-1638 yılları arasında inşâ ettirilmiştir. Türbenin adı, Begüm’ün unvanı olan Mümtaz Mahal’den bozulmadır. Ercümend Banu, Asaf Han’ın kızı olup, 1631’de bir doğum sırasında vefat etmişti. Onun cesedi geçici olarak Burhanpur’un kenar mahallesi olan Zeynâbad’a gömülmüştür. Şah Cihan, anıt- türbe ile eşinin aziz hatırasını yaşatmak istemiş, naşını Agra’ya naklederek, Raca Jai Singh’den satın aldığı bir yere gömdürmüştür. İşte burada Tâc Mahâl inşâ edilmiştir. Tâc Mahâl, yirmiiki senede tamamlanabildi. Bu zaman zarfında, aralıksız yirmibin işçi inşaâtı bitirmek için çalıştı. Türbenin plânı Üstad Mehmed İsa’ya aittir. Settar Han, Muhammed Şerif, Muhammed Hanif ve Emanet Han da Tâc Mahal’i son durumuna getirmişlerdir. Şah Cihân, hiçbir masraftan çekinmediği Tâc Mahal için “Zaman, Allah’ın, sanat ve kudretinin zâhir olması için bu binayı vücuda getirdi” beytini yazmıştır. Bu anıt mezar, Agra’nın ve Hindistan’ın en muhteşem yapısıdır. Şimdi bile mimarî ihtişamını korumakta, başta dünyanın sayılı devlet adamları olmak üzere sanatçıların, mimârların ilgisini çekmektedir.

Fetihpur Sikri: Bu şehir, Agra’nın otuzyedi kilometre güneybatısında, Sikri Dağı’nın tepesinde kurulmuştur. Babur, buradaki gölden bahsediyor. Köşk ve tophâneyi de aynı hükümdar yaptırmıştır. Şeyh Sâlim Çişti, Sikri’deki mağarasında inziva hayatı yaşamış, bu yüzden de taraftarları bu yeri devamlı surette ziyârette bulunmuşlardır. Ekber, bu şeyhin kerâmeti sebebiyle Sikri’de daha mükemmel bir şehir meydana getirdi. Gucerat seferinden dönüşünde, şehrin inşaâtını tamamlatmış ve 1574’de buraya Fetihpur Sikri (Zafer Şehri) ismini vermiştir. Bu şehir, 1586’ya kadar ondört yıl Bâbürlüler’in başkenti olmuştur. Türkî (Rumî) Sultan, Raca Birbal Sarayı, Penc Mahâl, Divân-ı Has, Cuma Mescidi, Bülend Dervâze, Jodh Bai Sarayı ve Şeyh Sâlim Çişti Türbesi, Fetihpur Sikri’nin önde gelen mimarî eserleridir. Bu şehrin mimarî açıdan güzel bir tasviri E.W. Smith tarafından The Moghul Architecture of Fathpur Sikri, (Allahâbad, 1894-1898) isimli araştırmasında yapılmıştır.

Delhi: Bâbürlülerin uzun süre başkentliğini yapan Delhi, mimarî açıdan Hindistan’ın en şanslı şehirlerinden biridir. 1526’dan sonra kısa bir müddet Delhi başkent olarak kullanıldı. Humâyun, eskisi ile şimdiki Yeni Delhi arasında Dinpenah kasabasını kurmuştur. Buna dair Ahmed Muammai’nin Şehr-i Padişah-ı Dinpenah kaydından, 1533-1534 yılında ikamete açıldığı anlaşılmaktadır. Şah Cihan, Eski Delhi (yani: Lâl Kot, Cihanpenah, Tuğlukâbad ve Siri)’nin kuzeyinde, Cemne Nehrine yakın Kızıl Kale (Red Fort)’yi içine alan Cihânâbad’ı tesis etti.

Lâhor, Keşmir ve Kâbil Kapıları’nın yer aldığı Şâh Cihânâbad, 1638-1648 arasında inşâ edilerek, surlarla tahkim edilmiş, başta saray olmak üzere diğer devlet daireleri de buraya taşınmıştır. Bu şehrin en önemli yapısı, Lâl Kale adı verilen saraydır. Ali Merdan Han adında bir İranlı mühendis, Cemne Nehri’ne, Delhi’nin on kilometre yukarısından bir kanal açarak, başkenti bundan ayırmıştır.

Sulama sistemi de geliştirilerek, yeşil alanların sayısı artırılmıştır. Nehr-i Behişt Kanalı, Şah Burc’dan dökülerek, Hayat-Bahş Bahçesi boyunca akışını devam ettirmekte, sarayın hamamı, Divân-ı Has ve Habgâh gibi muhteşem binaların içinden geçiyordu.

Mizân-ı İnsaf altından şırıl şırıl aktıktan sonra, Büyük Renkli Saray (İmtiyaz Mahâl)’in serinliklerinde cereyan sona eriyordu. Kale-i Muâllâ, Cemne Nehri sahilinden yükselen ve kumtasından yapılmış tahkimli surlardan meydana geliyordu. Şah Cihân zamanında tamamlanmıştır.

Selimgarh Kalesi ise Al-Kale’den daha küçük olup, nehir tarafındadır. Delhi’nin başlıca türbeleri de şunlardır: Humâyun, Ateke Han, İsa Han, Han-ı Hanan, Safdar Ceng, Gâzieddin, Şeyh Fazlullah Cemal Han, Edhem Han, Mirzâ Necep ve Muhammed Kulu. Bu türbeler içinde en meşhuru, Humâyun’un türbesidir. Dul eşi Hatice Begüm ve oğlu Ekber tarafından 1570’de inşâ ettirilmiştir.

Mimarı, Mirek Mirza Gıyas’tır. Türbe, Türkler’in Hindistan’da meydana getirdikleri ilk büyük mimarî eser olmaktadır. Saray, devlet daireleri, türbeler yanında camiler de önemli bir yer tutmaktadır. Cuma Mescit, Begümpuri Mescit, Hayrü’l-Mescit, Hirki Mescit, Ziynetü’l-Mescit ve Fetihpuri Mescit önde gelen camilerdir.

Lâhor: Pencab bölgesinin büyük ve tarihî şehirlerinden olan Lâhor, 1584-1598 arasında başkent olarak kullanıldı ve Ekberşâh burada ikamet etti. Kalesi tamir ettirilmiş ve bazı tahkimatlar yapılmıştır. Cihângirşâh da burada oturdu. Bu dönemde Lâhor, zenginlik ve ihtişamının zirvesine ulaşmıştır. Adı geçen hükümdar öldükten sonra Lahor’da toprağa verilmiş ve daha sonra da meşhur türbesi yapılmıştır. Türbenin üzeri açıktır. Sandukası beyaz mermerden yapılmıştır. Türbe Şahdârâ’da olup, Dilgûşâ Bahçesi tarafından çevrelenmektedir. Moti Mescit, 1600’de Cihângir tarafından yaptırılmıştır. Kale binalarına da büyük yatak dairesi (Habgâh) ilâve ettirilmiştir.

Anarkali Türbesi ve Vezirhan Câmii de Lâhor’u süsleyen yapılar arasındadır. Şah Cihân da Şâlimar Bağ denilen bahçeyi, dinlenme yeri olarak seçmişti. Padişâhî Câmii, Lâhor’daki abidevî eserlerden biridir. Büyük bir ön cephesi vardır. Mermer işlemesi şekil itibarı ile orijinaldir. Üç beyaz mermer kubbesi ile Hazurî Bağ’dan girilen mermer ve kum taşından yapılmış kapısı, güzel bir görünüş kazandırmaktadır. Evrengzib tarafından inşâ ettirilen bu cami, Lâhor’da en çok ziyaret edilen yerler arasındadır.

Diğer Şehirler: Bâbürlü hükümdarları, sadece yukarıda zikredilen başkentlerde değil, diğer yerlerde de imâr faâliyetlerinde bulunmuşlardır. Allahâbâd, Benares, Galyor, Çitor, Mandu, Hisar ve Evrengâbâd’da câmi, saray, türbe, bahçe ve köprü inşâ ettirmişlerdir. Ekberşah, Allahâbad’da, Kırk Sütûn Köşkü’nü; Cihângir, Keşmir’de Şirinagar yakınındaki yazlık köşkleri ve Şâlimar Bahçesi’ni, Calendarda, Nûr Mahal’deki saray kapısını yaptırmıştır.

Bengal’de ve Gaur’da, şehir mimârisinin güzel örneklerinden biri verilmiştir. Ancak, İngiliz ve Portekiz saldırganlığı bu şaheserlerle süslü yöreyi enkaz haline sokmuştur. 1562’de vefat eden Muhammed Gavs’ın türbesi de, Galyor’da olup, Ekber’in emri ile bu şeyhe yakışır tarzda inşâ ettirilmiştir. Ecmir’de, Şeyh Muineddin Çişti için yaptırılan türbe, taşra mimârisinin en güzel örneklerindendir. Cihangir’in Mandu’daki Nilkent Yazlık Köşkü, Şeyhapura’daki Av Köşkü de XVII. asrın mimarî eserlerindendir.

Evrengzib, Dekken’de Haydarâbad’daki Fethnagar’ı 1653’de ele geçirdikten sonra, kendi adını vermiştir. Evrengâbâd, Melik Amber Câmii, eşi Rabiatü’d-Devranî türbesi ve saraylarla o yörenin en meşhur şehirleri arasına girmiştir. 20 Şubat 1707’de ölen Evrengzib, Ellora Mağaraları civârında, Devletâbâd yakınlarında Hulâbâd (Ravzâ)’da toprağa verilmiştir. Onun için yapılan türbe de değişik bir mimârî özellik arzetmektedir. Evrengzib, Benares (Kâşi), Vişnavat Altın Tapınağın kuzeyinde, Pencganga Chat yakınında büyük bir cami yaptırmış, böylece İslâmiyet’in Hindu dini karşısındaki yüceliğini sembolleştirmiştir.

Tarih İlmi

Hindistan’da Türk ve İslâm tarihçiliğinin gelişmesinde Bâbürlüler’in rolü büyüktür. Bizzat Bâbürlü hükümdarları ve onların saraylarında görevlendirdikleri âlimler diğer ilimler yanında, tarihçiliğe de altın devrini yaşatmışlardır. Herat Mektebi an’anesi ve Hind-İran geleneği tarihçiliği etki altına almıştır. M. Elliot ve J. Dowson, Bâbürlü devri tarihçilerinin eserlerini bir külliyât hâlinde, konuların akışına göre İngilizce’ye tercüme etmişlerdir. XVI. asırdan Bâbürlüler’in yıkılış tarihi olan 1858’e kadar hemen her hükümdar devrine ait tarihler mevcuttur.

Gâzi Zâhireddin Babur, hatırât nev’inin en güzel örneklerinden birini vermiştir. Baburnâme, 1526-1530 tarihleri arasında kaleme alınmış olup, 1494-1529 hâdiselerini ihtiva etmektedir. Babur’un yazmış olduğu asıl nüsha bugün kayıptır. Fakat Baburnâme’nin daha sonraki kopya ve tercümelerine sahip bulunmaktayız. Reşit Rahmeti Arat, Baburnâme’yi, tarih kitabı değil, olayların vakit bulundukça kaydedildiği bir not defteri olarak yorumlamaktadır.

Gülbeden Begüm, Babur’un kızıdır. Ekberşah’ın emriyle Babur Humâyun ve kardeşlerini anlatan “Hümâyunnâme”yi telif etmiştir. Gülbeden, bu eserinde aile içinde gelişen olayları en yakın şahit olarak nakletmektedir.

Hayatı hakkında çok az bilgiye sahip olduğumuz Cevher, Humâyun’un aftabacısı yâni İbrikdârıydı. Tezkiretü’l-Vâkıât, Gülbeden’in Humâyunnâme’si ile aynı yıl tamamlanmıştır.

Abdullah, Tarih-i Davudî’nin müellifidir. Cihângir devrinde Babur-Lodi, Humâyun-Sûri mücadelesiyle bu hükümdarın 1555’de geri dönüşünü, iktidarı ele geçirişini anlatmıştır.

Abbas Han, Afgan asıllı bir ailedendir ve Servanî lakabıyla şöhret bulmuştur. Tüzük-i Şirşâhî’yi Ekberşah’ın maiyetinde iken tamamlamıştır. Surî sultanı Şirşâh çevresinde gelişen olaylardan bahsetmektedir.

Ebû’l-Fazl Allâmî, Ekbernâme’nin müellifidir. Bu tarihteki minyatürleri Basavan isimli Hindu yapmıştır. Devlet kademelerinde vazife alarak bazı seferlere de katılan Ebu’l-Fazl Allâmî, 1602 yılına kadar gelen olayları anlatmaktadır. Bu müellifin Âyin-i Ekberî isimli eseri ise, XVI. asır Bâbürlüleri’nin sosyal, idarî ve kültürel durumunu tasvir etmektedir.

Abdü’l-Kadir Bedaunî, Ekber zamanı tarihçilerindendir. 1590-1596 arasında gizlice yazılan ve bir müddet saklanan Müntehabü’t-Tevârih’de, Delhi sultanlıkları, Babur ve haleflerinin 1596’ya kadar yaşadıkları olaylar tasvir edilmiştir.

Nizâmeddin Ahmed, umumî bir Hind tarihi sayılan Tabakat-ı Ekberî’yi yazmış, eserini hâmisi olan Ekberşah’a ithaf etmiştir.

Ferişte de, Nizâmeddin Ahmed gibi şöhret sahibi bir tarihçi olup Gülşen-i İbrahimî’yi yazmıştır. O da Bicapur ve Ahmednagar sultanlarının himâyesini görmüş, XVII. Yüzyılın sözü en çok edilen tarihini telif etmiştir.

Bâbürlü hükümdarları arasında büyük şahsiyetlerden olan Cihângir, şahsî hatıralarını Tüzük-i Cihangirî’de anlatmıştır. 1605-1622 dönemini kendisi, hastalığından sonra 1624’e kadar olan zamanı da kâtibi Mutemid Han yazmıştır.

Mutemid Han, Cihangir’in yakını ve hususî kâtibi idi. Hükümdarın emri ile İkbalnâme-i Cihângirî’yi yazmış, burada Nûr Cihan’ın evlenmesi, Şâh Cihân ayaklanması, Mahabet Han’ın nüfuz kazanması, onun çıkardığı olayları tasvir etmiştir.

Abdülhamid Lahorî, Padişâhnâme’yi Allâmî’yi örnek alarak yazmış ve bu devir olaylarını açık bir şekilde eserinde işlemiştir.

İnayet Han, Şah Cihan’ın kütüphanecisiydi. Buradaki yazmaları esas alarak, Şâh Cihânnâme’yi meydana getirmiştir. Şah Cihan Delhisi’nin kuruluşu, Kandehar savaşı ve Mîr Cümle ile ilişkileri yazmıştır.

Muhammed Salih Kambu, Şah Cihan’ın sarayına mensuptu. Hükümdarın hastalığı, Dârâ, Evrengzib, Mrad Bahş ve Süleyman Şikûh’un sebep olduğu olayları Amâl-i Sâlih’de bahis konusu etmiştir.

Bâbürlü hükümdarı Evrengzib de, muhtelif zamanlarda yazdıkları mektupları Adâb-ı Âlemgirî’de toplamıştır. Rükû’at-ı Âlemgirî de aynı tarzda kaleme alınmış bir başka eserdir.

Muhammed Kâzım da, Âlemgirnâme’de, bu hükümdarın emirleri, Şah Cihân’ın hastalığı ile saltanat kavgalarına yer vermiştir.

Mufaddal Han da kendi adını taşıyan Tarih-i Mufaddal’da, 1627-1660 dönemini anlatmaktadır.

Rai Bhara Mal’ın Lübbü’t-Teârih-i Hind’i, XVII. yüzyıl Hind sultanlıkları ile olan münâsebetleri konularını ihtiva etmektedir. Bu tarihçi aynı zamanda Dârâ Şikuh’un yanında divânda vazifeliydi.

Bahtâvar Han, Mir’ât-ı Âlem’i; Hâfi Han, Müntehabü’l-Lübab’ı; Muhammed Sâki Müstaid Han, Meâsır-ı Âlemgirî’yi; Muhammed Haşim Ali Han, Müntehabü’l-Lübab’ı; Şahâbâdî, Tarih-i Hind’i; Anand Ram Muhlis, Tezkire’yi yazmışlar ve XVII-XVIII. asır Bâbürlüleri’ni tasvir etmişlerdir.

Tahranî’nin yazdığı Tarih-i Çağatayî aynı zamanda Tarih-i Muhammedşâhî diye de bilinmektedir. Bu eser de 1739’da, Nâdirşah’ın Hindistan’dan çekilişine kadarki olaylardan bahsetmektedir.

Prof. Dr. Enver KONUKÇU

Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye Babürlü Padişahları

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 8 Sayfa: 744-760

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.