Milattan sonra dördüncü yüzyılın son çeyreğine doğru, güneydoğu Avrupa coğrafyasında ortaya çıkan ve ertesi yüzyılın ortalarına kadar bölge politikalarında birinci faktör olan Hunlar ile, bu coğrafyanın dini kültüründe önemli bir renk olan Hıristiyanlık nasıl bir ilişki kurmuştu? Zira, daha Hunlar bölgeye gelmeden çok önceleri Hıristiyanlık, misyonerlik faaliyetleri veya askeri ilişkiler neticesinde buralara gelmişti. Dolayısıyla Hunlar bu coğrafyaya geldikleri zaman dini kültürün ciddi bir parçası olarak Hıristiyanlıkla da karşılaştılar. Süvarigöçebe ve yerleşik yaşam biçimine sahip bu iki farklı kültürün biri diğerini nasıl gördüğü izlenmesi gereken önemli bir soru olarak durmaktadır.[1] Bu kısa yazının temel amacı, Attila dönemine kadar Hıristiyanlığın Hunlar arasındaki durumunu ele almaktır.[2] Bunu yaparken, evvela Hunlar öncesi dönemde Hıristiyanlığın güneydoğu Avrupa coğrafyasındaki durumuna işaret edeceğiz. İkinci olarak, Hunların bu bölgeye gelmeye başladığı, dördüncü yüzyılın son çeyreği ve sonrasında Hıristiyanlığın doğrudan veya dolaylı iletişim kanallarını harekete geçirerek Hun siyasi coğrafyasındaki varlığını ele alacağız. Son olarak ise, Hıristiyanlar ve Hunlar arasındaki etkileşimin sonuçlarına değinecek, yani Hıristiyanlaştırma çalışmalarının ne kadar başarılı olduğu sorusunu, çağdaş yazarların dini vizyonları çerçevesinde Hunlara (veya Romalı olmayan unsurlara) yaklaşımlarını tartışacağız.
Hunlar yazılı kültüre sahip olmadıkları için, onlar hakkında bize ulaşan Yunan Roma kaynaklarındaki bilgilerin, düşman kamptan koro halinde çıktığının (Hıristiyan veya pagan fark etmeksizin), farkında olmak zorundayız. Dolayısıyla burada ele alacağımız konunun, Hunlar tarafından nasıl göründüğü sorusuna cevap verecek durumda değiliz. Eskiçağ kaynaklarında konumuza ilişkin bilgiler hem fazla detaylı değil hem de çok dağınık, ancak bu dağınıklık yine de, Hıristiyanlık ve Hunlar arasında nasıl bir ilişki olduğu (veya kurulduğu) sorusunu kısmen cevaplayabilecek niteliktedir.
Avrupa Hunları hakkında çok karikatürize bir bölüm yazan, geç antikçağın son büyük Roma tarihçisi Antakyalı Ammianus Marcellinus (Yunan asıllı ama Latince yazıyor), onların ‘hiç bir dini inanışa sahip olmadığını’, dahası ‘doğruyu ve yanlışı ayırt edemeyecek canavarlar’ olduğunu kaydediyor.[3] Kuşkusuz Romalı tarihçi, Romalı olmayanların (yani barbarların), Romalıların erdemlerine sahip olamayacağı felsefesinden hareketle böylesine bir görüşe varmış olmalıdır, çünkü Ammianus Marcellinus Tarihini tamamladığı IV. yüzyılın son on yılında[4] (390 lar) Hunlar daha yeni yeni Roma coğrafyasında görünüyorlardı, dolayısıyla Hunlar hakkında detaylı bir etnografik bilgiye sahip olması olası görünmemektedir.[5]
Bunun yanısıra, beşinci yüzyılın ilk çeyreğinin ortalarında Hun karargahına, İstanbul sarayının elçisi olarak giden Mısır’lı Olympiodorus’un eserinin büyük bir bölümünün kaybolması, sadece dönemin siyasal ilişkileri açısından değil ama Hun kültür, dini ve yaşam biçimi açısından da çok önemli bir kayıptır ki, bu Hun tarihi açısından büyük bir felaket olarak nitelenmektedir.[6]
vı. yüzyılda Hunlar hakkında Priscus’dan naklenbize bilgi veren Jordanes (VI. yüzyıl), Attila’nın ölümü esnasında Hun toplumunun dini rimellerinden bahsetmektedir.[7] Ayrıca modern İngilizce literatürde Hun tarihi çalışmaları üzerine önemli bir katkı olan Otto J. MaenchenHelfen’in, The World of The Huns, Studies in Their History and Culture, başlıklı eseri, Hunların dini hayatına ilişkin oldukça derli toplu ikinci el bilgiler içermektedir.[8]
Modern Türkçe literatürdeki telif veya çeviri Avrupa Hunlarına ilişkin çalışmalarda, Hıristiyanlığın durumu bir yana, özel olarak bu toplumun dini hayatı üzerine bile derli toplu herhangi bir şey görünmüyor.[9] Dolayısıyla bu çalışmanın hareket noktası, Hun toplumu arasında Hıristiyanlığın durumuna ilişkin daha önceleri yapılmış olan çalışmaların hem Türkçe olmaması ve hem de bunlara çok kolay erişilememesidir.
I. Hunlardan Önce Güneydoğu Avrupa’da Hıristiyanlık
Hıristiyanlığın, Roma imparatorluğunun Tuna civarındaki Moezya, Panonya, Noricum, ve Dalmaçya eyaletlerine dördüncü yüzyıl öncesinde ne zaman ulaştığı kesin olarak bilinmemekle beraber, bölge piskoposları, Hıristiyanlığın ilk evrensel konsüli olan İznik (325) ve sonrasındaki önemli kilise toplantılarında hazırdılar. İznik kararlarını imzalayanlar arasında piskoposluk bölgesi bilinmeyen bir Pannonia’lı piskopos vardı.[10] 335 yılında, imparator Constantinus’un (306337), görevdeki otuzuncu yılı kutlamaları nedeniyle Kudüs’te toplanan kilise meclisi ve akabinde gelen dini festivalde de Moesia’lı ve Pannonia’lı temsilciler (piskopos olmalı) yer alıyordu.[11]
Bu bölge Hıristiyanları, 343’deki Serdika (Sofya) konsülinde de temsil ediliyorlardı, meselâ 408 ortalarında Uldız’ın eline geçen Moesia’daki Castra Martis (Romanya’da yeri bilinmiyor) kenti piskoposu Calvus yukarıda adı geçen Serdica konsülinin üyeleri arasındaydı.[12] Keza Güneydoğu Avrupa coğrafyasının, Sirmium (Yugoslavya Sremska Mitrovica), Cibalae (Hırvatistan Vinkovci), Siscia (Hırvatistan Sisak), Singidunum (Belgrat), Noviodonum (RomanyaIsaccea), ve Scarabantia (Macaristan Sopron), gibi kentlerinde Hıristiyan toplumların varlıklarından haberdarız.[13] IV. yüzyıla ait erken kilise üzerine bildiklerimizden, Mursa (HırvatistanOsijek) ve Singidunum gibi kentlerin, devrin sadece bölgesel değil, global kilise politikalarında da belirleyici rol oynayan çok aktif piskoposlara sahip olduğunu biliyoruz.[14] Hıristiyanlık sadece Panonya, Moezya gibi bölgelerde değil Karadenizin kuzey ve kuzeybatı kıyılarında da yayılmaya başlamıştı. Tomi (bugün RomanyaKöstence veya Constanta) piskoposu Theophilus, İznik konsüline katılanlar arasındaydı.[15]
Bu bölgeye Hıristiyanlık nasıl gelmişti? Hıristiyanlığın Karadenizin kuzeyinde yaşayan kavimlerin arasına ilk gelişi aslında III. yüzyıl ortalarına denk gelir. Bu zamanda, Kapadokya’ya saldıran Got toplumlarının aldığı esirler arasında Hıristiyanlar da vardı. Bu Hıristiyanlar kendi dinleri ve vatanları ile bağlarını koparmadıkları gibi, esir düştükleri efendilerine misyonerlik de yapmışlardı.[16] İskitya Hıristiyanlığı arasında sadece katolikler değil ama aynı zamanda Novatiancılar da vardı ki, kilise tarihçisi Socrates, Novatiancıların İskitler arasındaki bir piskoposundan bahseder.[17] İlk Hıristiyan Roma imparatoru Constantinus’un (306-337), döneminde, orduya alınarak yararlanılmak istenen Got federasyonları arasına Ulfila adlı birinin piskopos olarak kutsanıp gönderdiği de tarihi kayıtlar içerisinde mevcuttur. Ulfila bir Got alfabesi yaparak aynı zamanda İncil’i de Got diline çevirmiştir.[18] Yine İskitya’ya sürgüne gönderilen Arnobius adlı keşişin bu bölgede bir misyonerlik hareketini başlattığı da bilinmektedir.[19] Daha sonraları Avrupa Hunlarının tebası olan Gotlar arasında Hıristiyanlığın yayılışı elbette sorunsuz değildi, çünkü Got liderlerin Hıristiyanlığa karşı bazı kovuşturma harekatına giriştiklerini bilmekteyiz.[20]
Sonuç olarak, Hıristiyanlık dini misyonerlik faaliyetleri neticesinde, Hunların baskısıyla başlamış olduğu kabul edilen ‘Kavimler Göçünün’[21] başlangıcından daha önceleri bir vaka olarak, Hun coğrafyasında ortaya çıkmıştı.
Güneydoğu Avrupa’da Romalı olmayan unsurlar arasında yayılan Hıristiyanlık, devrin katolik Hıristiyanlığı değildi. Hem Ulfila’nın Ariusçu mezhebe mensup piskoposlar tarafından takdis edilmesi hem de Gotların bir kısmının, kendisi de Ariusçu akıma mensup olan Roma imparatoru Valens (364378) tarafından himaye edilmesi, Germen asıllı Gotların büyük ölçüde Ariusçuluğa mensup olmasına yolaçmıştır.[22] Ancak, Hun hakimiyeti altındaki Gotların tamamı Ariusçu değildi, bunlar arasında katolikler olduğu gibi Audian tarikatına mensup olanlar da vardı.[23]
IV. yüzyılın son çeyreğinde Milano piskoposu olan Ambrosius (37497), 380 ve 90’lı yıllarda devlet desteğini de arkasına alarak Tuna boyundaki bölgelerde Katolikliği yerleştirmek için azimle çalıştığı, ve bugün bile coğrafi sınırları tam olarak tespit edilemeyen doğu Alpler’indeki Noricum bölgesinde oldukça başarılı olduğu, Attila devrinde bölgenin tamamen katolikleşmesinden anlaşılmaktadır.[24] Ancak, Hunların bölgeye gelmesinden sonra, Pannonia’nın kuzey batısındaki (Panonya prima) büyük toprak sahipleri kaçtığı için, geride kalan küçük çiftçilerin, Hunlara karşı bir direnişe geçemeyecekleri kesindi.[25] Pek çok yerde Roma devletinin dinikültürel kuvvet noktası olan katolik Hıristiyanlığın Hunlar için tehlike olması böylece çok mümkün görünmüyordu.[26] Kendileri için herhangi bir tehlike arzetmeyen bu küçük çiftçi gruplara da Hunlar hoş görülü davranmış olmalıdır.
Hunların, Ariusçuluk ve katoliklik arasındaki teolojik farklılıklara ne derece aşina olduğunu bilemeyiz, fakat savaş veya politik görüşmelerde karşılaştıkları Romalı ve Bizanslı Hıristiyanlar ile kendi hakimiyetleri altındaki Ariusçu Hıristiyanlar arasında bir takım farklılıklar olduğunu biliyor olmalılar, çünkü Roma ve Bizans tarafından kovuşturulan Ariusçu din adamı grubu, Hunların hakim olduğu coğrafyada inançlarından dolayı kovuşturulmuyor ve daha rahat hareket ediyorlardı.[27]
II. Hunlar ve Hıristiyanlık: Doğrudan İletişim Kanalları
Hunların gelişi, Hıristiyanlığın bölgede yerleşim çabalarını sona erdirmemiştir, bilakis bu dönemde misyonerlik çalışmaları Hunlar arasında da artarak devam etmiştir.[28] Doğrudan misyonerler aracılığıyla veya ticariaskeri ilişkiler neticesinde dolaylı olarak bu bölgeye gelen Hıristiyanlığın, aynı kanallarla Hunlar arasına girmeye çalıştığı kuşkusuzdur.
Düşman tarafından esir alınan kilisenin bazı evlatları, efendilerini İncirin hizmetine döndürdüler ve onlara inancı öğreterek, savasçı efendilerinin efendisi oldular. Yine, Roma ordusunda hizmet eden bazı yabancı putperestler (Germenler ve diğerleri), ülkemizde inancı öğrendiler ve kendi ülkelerinde Hııristiyan dinini yaydılar.[29]
Hıristiyanlığın Germen kavimleri arasında yayılışını açıklayan Aquitaine’li teolog Prosperius’dan (yaklş. 390-463) aktarılan yukarıdaki pasajın, doğrudan veya dolaylı iletişim kanallarına işaret etmesi bakımından Hunlar için de geçerli olduğu kabul edilebilir. Gerçekten, Hunlar ve Romalılar tamamen birbirinden ayrı iki blok olarak şekillenen düşmanlar değillerdi, çünkü, hem Hunların Hıristiyan kölelere sahip olduğunu, hem de Roma dünyasında ortaya çıkışlarının ilk evresinde Hunlar ve Romalılar arasında askeri işbirliğinin varlığını biliyoruz.[30] Beşinci yüzyılın ilk on yılı içerisinde Gotlarla Romalılar arasındaki askeri mücadelelerde, üç yüz civarında Hun, Romalı komutan Olympius’un ordusunda paralı asker olarak hizmet ediyordu.[31] Hatta Aziz Augustinus’un bir mektubunda azimli dindarlığı ile övdüğü ünlü Romalı komutan Flavius Stilicho’nun (ö. 408) korumaları Hunlardan oluşuyordu.[32] Bunların yanısıra, Hun toplumu homojen bir toplum olmayıp, kontrol ettikleri coğrafyanın halklarından oluşuyordu ki, Priscus Attila’nın merkezinde gözlemlediği çokkültürlülüğü, yani Hun dilinin yanısıra, Gotca, Latince ve az da also Yunanca konuşulduğunu not eder.[33] Priscus’un ilginç gözlemlerinden birisi de, Hunların ele geçirdikleri yerlerden esir aldıkları zenginlere iyi davranmalarıdır ki bunlardan bir tanesi Priscus’a, Hunlar arasındaki adaletin Romalılarda olmadığını anlatır.[34] Dolayısıyla esir alınan zengin Hıristiyanların üst düzey Hun savaşçılarıyla diyalog kurabileceklerini hesaba katmalıyız. Bu tür diyaloğun yine, Hunlara tabi olan Hıristiyan Got savaşçıları ile Hunlar arasında da olabileceğini unutmak gerekiyor.
Tuna civarındaki eyaletlerde yaşayan Romalı olmayan unsurlara doğrudan misyonerlik çalışmaları, IV. yüzyıl sonlarında bölgedeki politik istikrarsızlığa rağmen devam etmiştir. Bunun en iyi bilinen örneği İstanbul piskoposu loannes Khrysostomos’un (398404) faaliyetleridir. Kilise tarihçisi Theodoret’in anlattığına göre, Tuna nehri havalisinde kamp kuran bazı ‘göçebelerin’ kurtuluş için susadığını fakat kendilerine ‘dini’ anlatacak kimse bulamadıklarını öğrenen loannes, ‘göçebeler’ arasında misyoner olarak çalışacak gönüllüler araştırır ve bu bölgeye misyoner olarak gönderir. Hatta Theodoret, loannes’in bu amaç için Ankara piskoposu Leontius’a yazdığı mektubu bizzat gördüğünü ve loannes’in, Anakara piskoposuna bölgeye gönderilecek gönüllü bulmasında yardımcı olmasını rica ettiğini yazar.[35] Birincisi, burada bahsi geçen göçebeler Hunlar mı yoksa Gotlar veya diğer Germen asıllı toplumlar mıydı? İkincisi, niçin Ankara piskoposundan yardım isteniyordu? Bu ‘göçebeler’ Gotlar olsaydı, loannes Khrysostomos’un misyoner bulmak için Ankara’ya yazmasına gerek yoktu, çünkü piskoposun döneminde İstanbul’da çok sayıda Got ve Got asıllı keşiş yaşıyordu.[36] Dikkat çekilmesi gereken bir diğer husus ise, Theoderet’in başka pasajda Hunları kastederek onlardan ‘göçebe İskitler’ diye bahsetmesidir.[37] Gerçi, bütün ‘göçebe İskityalılar’ Hunlar değildi. Fakat loannes niçin özellikle Ankara piskoposu Leontius’a yazmıştı? Şayet, loannes’in aradığı misyonerler Hunlar arasına gönderilecekse, o halde piskopos Galatya bölgesinde (Ankara bu bölgenin merkeziydi), 395’te Hunların Anadolu’yu yağmalamaları sırasında aldıkları esirlerden bir şekilde geri dönenlerin, Hunların diline aşina olacaklarını düşünmüş olmalıdır.[38] Tekrar Theodoret’in notuna dönecek olursak; Hıristiyanlığın evrensilliğini vurgulamak için çoğu zaman İncil’in her tarafa ulaştırıldığını not etmeye dikkat eden kilise tarihçilerinin, bu nedenle yazdıklarının bazılarını kurmaca olarak ele almamız gerekiyor, ancak Theodoret’in özellikle isim zikrederek Ankara piskoposu Leontius’dan bahsetmesi kurmaca olamaz.
Attila öncesinde Hunlar arasında, doğrudan misyonerlikle Hıristiyanlığın yayılma çabalarına ilişkin tabiatı tartışmalı da olsa bir veri mevcuttur. 412 yılında Bizans elçisi olarak Hunlar arasına giden MısırTheb’li Olympiodorus gözlemlerini aktarırken ‘Donatus’ isminden bahsetmektedir. Bu isim, bazı batılı tarihçiler tarafından Kharaton’dan önceki Hun kralı olarak yorumlanmıştır, ancak metinde tam olarak Donatus’un ne Hun kralı olduğu ne de Hun olduğu belirtilmemektedir.[39]
Olympiodorus’a göre bu Donatus Romalılar tarafından öldürülmüş ve Karaton bu duruma çok sinirlenmiştir.[40] Şayet bu Donatus adı, (Onegesius, Hunigasius örneğinde olduğu gibi[41]) bir Hun adının yanlış bir şekilde Yunancalaştırılmış şekli değilse, bu ismin çağrıştırdığı bir başka noktaya dikkat çekmek durumundayız. Her şeyden önce Donatus yaygın bir Hıristiyan adıdır, ve aynı zamanda batı Hıristiyanlığı içerisinde, IV. yüzyılın başında Kuzey Afrika, Kartaca’da ortaya çıkan en ciddi ayrılıkçı hareket olan Donatusçuluk ismini, Casae Nigrae (Numidia’da Sahra çölü kenarında bir yerleşim) piskoposu Donatus’tan almıştır. Ayrılıkçı Donatusçuların 411’de toplanan Kartaca konferansında Roma devletinin silahlı kuvvetleri tarafından sert bir şekilde kovuşturulması kararı alınmış,[42] ve bu karar ertesi yıl, Donatusçuluğun yasaklanması ve bütün kiliselerinin müsadere edilmesi, katolikliğe geri dönmeyi reddedenlerin idama mahkum edilmesine ilişkin imparatorluk fermanıyla desteklenmiştir.[43] Bu netameli dönemde bazı ileri gelen Donatusçuların Hunlar arasına sığınmış olması veya onlardan destek araması tabiidir. Ya da spekülasyon olarak izlenmesi çok zor bir soru olmasına rağmen katolik kilise dışına itilmeye çalışılan Ariusçuluğun, Gotları kazanmasına paralel olarak, acaba yine Ariusçular gibi, katolik kiliseden dışlanan Donatusçu akım da Hunları mı kazanmaya çalışıyordu? Durum her ne ise, Donatus adlı bir Hıristiyanın bir şekilde Hunlar arasında bulunması, Hunların daha ortaya çıkışlarının ilk döneminde Hıristiyan misyonerlerin ilgi alanı içerisine girdiklerini gösterir.
Hunların Hıristiyanlıktan bihaber olmadıklarına ilişkin bir başka ayrıntı da Attila’nın merkezine elçi olarak giden Priscus tarafından aktarılır. Priscus, Hun imparatorunun huzurunda karşılaştığı Attila’nın ikinci adamı Onegesius ile ilgili aktardığı bir hikayede, Sirmium’dan esir alınan bir Hıristiyanın, Onegesius’a büyük bir hamam inşa ettiğini, ve adamın yaptığı işin karşılığı olarak, özgürlüğünü kazanacağını beklerken, kendisini bu hamama görevli olarak atanmış olarak bulduğunu ve bu adamın Onegesius ve ailesi hamamdayken onlara (İncil’den) vaaz ettiğini yazar.[44] Bu durum, Onegesius’un Hıristiyan değilse bile, Hıristiyanlık hakkında bilgi sahibi olduğunu ortaya koyar.[45]
Son olarak, bu bölümün başında aktardığımız pasajdan, hareket ederek, Hunların Hıristiyanlık dininden ve hatta bir dereceye kadar bu dinin bazı farklılıklarından haberdar olduğu söylenebilir. Ne var ki, Hıristiyanlığın başarısı noktasında, Prosperius’un gözleminin Hun toplumu için geçerli olmadığını belirtmeliyiz. Belki, doğrudan misyonerlikle veya bir Roma ordusunda paralı asker olarak bulunan Hunlardan en azından bazıları Hıristiyan olmuşsa bile, bunlar sayıca çok önemsiz olmalıdır, zira dikkate çekecek bir sayıda Hıristiyanlaştırma elbette çağdaş kilise tarihi yazarların dikkatinden kaçmazdı.
III. Çağdaşlarının Dini Vizyonu ve Hunlar
V. yüzyıl Hıristiyan yazarlar, Hıristiyanlığın Hunlar arasında yayılmasına ilişkin çok az şey söylemektedirler ki, bu kuşkusuz misyonerlerin başarısızlığının dolaylı bir ifadesidir. Roma imparatorluğunun çöküşünün nedenlerini, Hıristiyan Romalılardaki dini gevşeklikle açıklayan Salvianus (yaklş. 400-480), Hunları pagan milletler kategorisine yerleştirir.
Önce paganları ele alacağım, çünkü onlarınki daha eski bir gaflettir: Bunlar arasında Sakson milleti vahşidir, Frenkler hilekârdır, Gepidler acımasızdır, Hunlar iffetsizdir dolayısıyla bütün barbarların hayatı günahlarla doludur. Bunların günahlarının bizimkilerinkiyle aynı suça delalet ettiğini söyleyebilir misiniz? Yani Hunların iffetsizliği bizlerinki kadar günahla dolu mudur? Ya da Frenklerin hilekârlığı Hıristiyanlarınki kadar ayıplanabilir mi?[46]
Kuşkusuz Salvianus burada Romalı olmayan toplumların durumundan ziyade, onları örnek göstererek Romalı Hıristiyanlara retorik bir öz eleştiri teklif ediyor. Salvianus’dan bir kuşak önce yazan Jerome (Eusebius Hieronymus), “süratleri söylentiden daha hızlı giden Hunları”, Roma dünyasından uzak tutması için Hz. İsa’ya dua eder.[47] Hunlar’ın 395’teki Anadoluyu işgal haberini aldıktan sonra, Kudüs’teki manastırından korku içinde bu mektubu yazan Jerome, Hunların ‘hiçbir dini ayırtetmeksizin’ zulmettiklerini belirtir. Buna mukabil, Jerome birkaç yıl sonra 403’te bir manastır arkadaşının gelinine yazdığı mektupta ise, ‘Hunların mezmurları okumaya başladığını’, ‘İskityalıların iman ateşiyle yandıklarını’ ve ‘Gotların çadır kiliselere sahip olduklarını’ anlatır.[48]
Her iki mektuptaki farklı ifadelerin nedeni, yazılış anlarındaki durumla açıklanabilir. Jerome ilk mektubu yazdığı zaman, Hunlar muhtemelen daha Anadolu’da idiler ve Antakya da Hun kuşatması altındaydı. Kudüs’teki manastırlarda yaşayan zengin Hıristiyanlar ki onların birisi de Jerome idi herhangi bir Hun saldırısı ihtimaline karşı alarm halindeydiler. İkinci mektuptaki ifade ise, aynı zamanda bir İncil, mütercimi olan Jerome, İncil’den hareket ederek,[49] Hıristiyanlığın evrenselliğini vurgulama kaygısı şeklinde yorumlanmaktadır.[50] Hıristiyan literatürde Jerome’den başka, çağdaşı ve aziz Augustinius’un öğrencisi Orosius da (V. yüzyıl), Hunların Hıristiyan olmaya başladıkları ve kiliseleri doldurdukları yönünde ifadeler kullanmaktadır.[51] Ancak Orosius’un da bir ilahiyatçı olduğunu ve onun için aynı dini retoriğe sahip olduğunu hatırlatmalıyız. Evet, aslında Hunlar, Orosius’un yazdığı gibi, kiliseye ilgi duyuyorlardı ama sadece yağmalamak için. Procopius, Hunların Trakya’da keşişleri öldürdükleri, rahibelere tecavüz ettikleri ve kiliseleri, içindeki değerli eşyaları ele geçirdikten sonra yaktıklarını yazar.[52]
Hıristiyan yazarların, Hunlara ilişkin pasajlarındaki anlatılanların dini retorikle bağlantısını gösteren bir başka delil ise, Sozomenus’un naklettiği bir hikayedir. Hikayeye göre, Tomi piskoposu Theotimus, erdemleri dolayısıyla Hunların o kadar çok hayranlığını kazanmıştı ki, Hunlar bazı kerametlerine tanık oldukları bu piskoposa ‘Romalıların Tanrısı’ diyorlardı.[53]
Denilir ki, bir gün barbar ülkesine doğru seyahat ederken Theotimus, bazı barbarların Tomi’ye doğru yaklaşmakta olduğunu görür. Yanındakiler, hemen gözyaşları içerisinde dua etmeye başlamışlar ve kendilerini kaybetmişlerdi. Theotimus sadece atından indi ve dua etti. Sonuçta barbarlar piskoposu, maiyetini ve atlarını görmeden geçip gittiler.[54]
Hıristiyanlığın yayılışında mübarek kişilerin kerametlerinin önemine çok vurgu yapan Sozomoneus, eserinin başka yerlerinde de bu tür kerametler nakletmektedir. Tevrat’ta geçen peygamberlere ait mucizeler üzerine modellenmiş olan Sozomenus’un keramet ve mucize hikayeleri biraz da onun tarih yazım tarzının bir sonucudur.[55] Sozomenus’un yukarıda yukarıda aktarılan pasajın devamında, Hunlar ile piskopos Theotimus arasında geçtiğini iddia ettiği bir başka hikaye, tamamen Tevrattan alınmıştır. Bu hikayeye göre, talan amaçlı Hun saldırılarını, onlara gıda maddesi ve hediyeler vererek atlatmaya çalışan Theotimus, bir ara Hunlar tarafından esir alınmak istenir.
Piskoposu esir almak isteyen adam sağ elinde sıkıca tuttuğu kemendi piskoposun üzerine atmak için elini kaldırdığı zaman eli havada asılı kaldı. Bunun üzerine adamın arkadaşları araya girerek piskopostan Tanrıya dua etmesini istediler. Theotimus’un duası üzerine adamın eli eski haline döndü.[56]
Burada nakledilen pasajın, Tevrat’ın Tekvin bölümünde anlatılan, Mısır’a giden Hz. İbrahim’in karısını saraya aldırtan firavunun, ona el sürmeye kalkıştığı zaman elinin kuruması hikayesi üzerine modellenmiş olduğu görülmektedir.[57] Birbirinin devamı olan yukarıdaki iki alıntı, aslında kendi içerisinde bir çelişkiyi de barındırmaktadır. Birincisi, Hunlar bu kadar hayran oldukları piskoposu niçin esir almak istesinler. İkincisi, Sozomenus piskoposun kerametlerini nakletmesine rağmen, bir Hun’u ihtida ettirdiğine ilişkin hiç bilgi sunmuyor. Zira hayranlık çeken ve mucizeler gösteren bir piskoposun, çok kolay bir şekilde önemli miktarda Hun’u ihtida ettirmiş olması gerekirdi ki, Sozomenus’un keramet sahibi diğer figürleri pagan izleyicilerini kolayca dine döndürüyorlardı.
Sonuç olarak, iki noktaya dikkat çekilmelidir: Birincisi, literatürdeki Hunlar ve Hıristiyanlık ilişkisine ait bilgi kırıntıları niteliğindeki yazıların, tarihsel doğruluk kaygısından ziyade retorik amaçlarla yazıldığını söylemeliyiz.[58] Gerçekten, pagan veya Hıristiyan Romalı yazarların aynı dili kullanarak Hunları tanımlamaları, yeni ve katı bir faktör olan bu toplumun ne siyaseten ne de dinen Romalılarca dönüştürülememesinden kaynaklanmaktadır. Hakikaten yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi, doğrudan veya dolaylı iletişim kanallarının varlığına rağmen, Hıristiyanlığın Hunlar arasında popüler olamadığını yani misyonerlik çalışmalarının başarısızlıkla sonuçlandığını görüyoruz.
İkinci olarak ise, Hunların kendileri olmasa bile tebaları arasında pek çok Hıristiyan vardı ve kuşkusuz Hunların kontrolü altındaki kavimlerin savaş aristokrasisi ve Hun ileri gelenleri arasında da bir etkileşim söz konusu olmakla beraber, anlaşıldığı kadarıyla yoğun değildi ki bu da, Attila’nın ölümüyle birlikte sona ermiş görünüyor. Hun siyasi varlığının erken çökmesi, Hunların Hıristiyan Gotlar aracılığıyla, Hıristiyanlaşması ihtimalini de ortadan kaldırmıştır. Hiç şüphe yok ki, Hunlar bu kanalla Hıristiyan olsalardı, katolikliği değil, Hıristiyanlığın ‘tek tanrıcı yorumu’ olan Ariusçuluğu benimserlerdi.
Balıkesir Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 3 Sayfa: 385-391