Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Avrupa Birliği’ne Tam Üyelik Yolunda Gümrük Birliği Süreci

0 8.652

Prof. Dr. S. Rıdvan KARLUK

I. Atatürk’ün Batı’ya Bakış Açısı

ürk toplumunda geçen yüzyılda Tanzimat ile başlayan Batı’ya açılma ve Batılılaşma, Atatürk’ün çizdiği çerçeve içinde yeni Cumhuriyet’in de kabul ettiği ilkelerden biri olmuştur. Cumhuriyeti kuran Atatürk, Türk devletinin, bilimde ve devlet yönetiminde, güzel sanatlarda, ekonomik hayatta, tarımda, ticarette, kara, deniz ve hava ulaştırmasında dünya üzerinde en ileri düzeyde bulunan Avrupa uygarlığına katılmamasının, bu uygarlığın altında ezilmesine yol açacağına dikkat çekmiştir.

Büyük Önder, Türkiye’nin çağdaş bir toplum yapısına kavuşması ve ileri uygarlık düzeyine ulaşmasında, bütün askerlik hayatı boyunca savaştığı Batılı ülkelerin yaratmış olduğu uygarlığın dışında kalmasını hiçbir zaman arzu etmemiştir. 29 Ekim 1923 tarihli konuşması ile bu konudaki kesin ve açık tercihini yapmıştır: “Memleketimizi asrileştirmek istiyoruz. Bütün çalışmamız Türkiye’de asri binaenaleyh Batılı bir hükümet vücuda getirmektir. Medeniyete girmek arzu edip de Batı’ya yönelmemiş millet hangisidir?”.[1]

Atatürk’e göre uygarlık yolunda yürümek ve başarıya ulaşmak hayat şartıdır. Bu yol üzerinde duranlar veya bu yol üzerinde ileri değil geriye bakmak cahil ve gafletinde bulunanlar, genel uygarlığın çağlayan seli altında boğulmaya mahkumdurlar. Uygarlığın buluşları, tekniğin harikaları dünyayı değişmeye uğrattığı bir devirde asırlık köhne zihniyetlerle, geçmişe bağlılıkla varlığını korumak mümkün değildir. Büyük Önder, “Milletimizin hedefi, milletimizin ülküsü bütün cihanda tam manasıyla medeni bir toplum olmaktır. Medeni eser vücuda getirmek kabiliyetinden mahrum olan kavimler, hürriyet ve bağımsızlıklarından ayrılmaya mahkumdurlar. İnsanlık tarihi baştan başa bu dediğimi doğrulamaktadır” diyerek uygarlığa verdiği önemi vurgulamıştır.

Günümüzde olduğu gibi 1923’lerde de çağdaş uygarlığı Batı temsil etmekteydi. Askeri ve siyasi alanda zafer kazandığı Batı’ya mağlup olmamak için onun maddi gücüne ulaşmak gerekirdi. Ekonomik ve siyasi bağımsızlık eşitler arasında korunabileceğine göre, bir an önce çağdaş uygarlık olarak kabul edilen Batı (günümüzün AB ülkeleri) ile olan bağların geliştirilmesinden yana bir liderdi.

Kurmuş olduğu genç Cumhuriyetin sağlam temeller üzerinde gelişebilmesi ve Osmanlı İmparatorluğunun durumuna düşmemesi için, Batı ile olan ilişkilerin arttırılması O’nun temel amaçlarından biri olmuştur. Bu konuda aynen şöyle demiştir: “Osmanlı Devleti’nin sukutu, Garba karşı elde ettiğimiz muzafferiyetlerden mağrur olarak, kendisini Avrupa milletlerine bağlayan rabıtalarını kestiği gün başlamıştı. Bu bir hata idi. Bunu tekrar etmeyeceğiz. Genç Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ün düşüncelerine paralel bir şekilde O’nun izinde giderek kendini Avrupa uluslarına bağlayan ekonomik ve siyasi ilişkilerini hiçbir zaman kesmemiş, tarihte yapmış olduğu bu hatayı bir daha tekrar etmemiştir.[2]

II. AET’ye Ortak Üyelik Başvurusu ve Ankara Anlaşması

Kapitalist dünyaya karşı verdiği savaşa zarar getirmeksizin Avrupa’ya ulaşmayı amaçlayan bir lider olan Atatürk’ü izleyen Cumhuriyet yönetimlerinden Adnan Menderes Hükümeti, Cumhuriyetin kuruluşundan 36 yıl, Roma Antlaşması’nın yürürlüğe girmesinden ise 19 ay sonra, Batı’nın en önemli ekonomik kuruluşu olan AET’ye Roma Antlaşması’nın 238. maddesi uyarınca “ortak üye” (associate member) olmak için

31 Temmuz 1959’da Topluluklar Konseyi’ne başvurmuştur.

Türkiye, Yunanistan’dan sonra (15 Mayıs 1959) AET’ye “ortak üye” olmak için başvuran ikinci ülkedir. Şüphesiz bu başvuruda Yunanistan’ın yalnız bırakılmaması görüşü, en önemli faktör olmuştur. Nitekim zamanın Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun, “Yunanistan kendisini boş bir havuza atsa bile onu yalnız bırakmaya gelmez, tereddüt etmeden sizde atlayacaksınız” sözü,[3] Türkiye’nin başvurusunun arkasında yatan temel sebebi açıklamaktadır. O zamanki genel görüş, Türkiye’nin Batı toplumu içindeki yerini alması ve Yunanistan’ı yalnız bırakmaması idi. Nitekim Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, 1959 Mart ayında süreci hızlandırmak için diplomatik atak başlatmıştır. Zorlu, makamında görüştüğü 6 AET büyükelçisine, “Yunanistan’la Türkiye’yi nasıl karıştırırsınız? Küçük bir ülkenin potansiyeli ile Türkiye’ninki bir mi?” diye sorunca, kararlılık karşılığını bulmuş ve AET, Atina ile Ankara arasında denge arayışına girmiştir.

Ortak üyelik başvurusu sonrasında Türkiye ile AET arasında imzalanan Ankara Anlaşması, Roma Antlaşması’nın 238. maddesine dayanan ve Türkiye-Topluluk ortaklığının temel ilkelerini belirleyen bir Çerçeve Anlaşması’dır. Ortaklık Anlaşması olarakta bilinen Ankara Anlaşması, 25 Haziran 1963 tarihinde Brüksel’de parafe edilmiş ve 12 Eylül 1963’te Ankara’da imzalanmıştır. Anlaşma, Millet Meclisi’nde, bir çekimser, bir muhalif oya karşılık 267; Cumhuriyet Senatosu’nda ise üç çekimser ve bir muhalif oya karşılık 100 oyla kabul edilmiştir. Ankara Anlaşması’nın 4 Şubat 1964 tarih ve 397 sayılı Yasa ile onaylanması TBMM’ce uygun bulunmuştur. Anlaşma, 22 Ekim 1964 tarih ve 6/3820 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı’yla onaylanmış, 20 Kasım 1964 tarih ve 6/3920 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile de 1 Aralık 1964’te yürürlüğe girmesi kararlaştırılmıştır. Tam ismi ‘Türkiye ile AET Arasında Bir Ortaklık Yaratan Anlaşma’dır.

Ana ilkeleri ve temelleri bakımından Roma Antlaşması’ndan esinlenmiştir. Anlaşma’da gümrük birliğini belirleyen hükümler bulunmadığı için, 20 Şubat 1964 tarihinde onaylanmak için sunulduğu GATT’dan ilk defada geçmemiştir. Çünkü AT’leri, gümrük birliği ilkesine yer veren fakat böyle bir birliğe ulaşmak için kesin bir plan ve program taşımayan bir anlaşmanın GATT’dan geçemeyeceğini öne sürmüştür.

Buna karşılık Türkiye, Nikaragua ile El Salvador arasındaki benzer bir anlaşmanın GATT’dan onay aldığını belirterek AT’nin itirazını ortadan kaldırmıştır. Fakat Anlaşma, GATT Genel Kurulu’nda büyük tartışmalara yol açmıştır. Bunda, Türkiye’nin gümrük vergilerini. 20 Mayıs 1964’te aniden yükseltmesinin büyük etkisi olmuştur.

Ankara Anlaşması, Topluluk ile imzalandığı için Topluluk içinde doğrudan uygulanan bir Topluluk Hukuku Belgesi’dir. Topluluk üyesi ülkeler ile de ayrıca imzalanması dolayısıyla bir Uluslararası Hukuk Belgesi’dir. Anlaşma’da taraflara bir fesih hakkı tanınmamış, yürürlük süresi de öngörülmemiştir. Dolayısıyla, Anlaşma’nın amaçları gerçekleşene kadar yürürlükte kalması gerekir.

Anlaşma, Topluluk ile Türkiye arasında gittikçe gelişen bir gümrük birliğinin kurulmasını öngörmektedir. Ankara Anlaşması’nın amacı, Anlaşma’nın 2. maddesinde şu şekilde belirtilmiştir: “Anlaşma’nın amacı Türkiye ekonomisinin hızlandırılmış kalkınmasını ve Türk halkının çalışma düzeyinin ve hayat şartlarının yükseltilmesini sağlama gereğini tümü ile gözönünde bulundurarak taraflar arasındaki ticari ve ekonomik ilişkileri aralıksız ve dengeli olarak güçlendirmeyi teşvik etmektir. Yukarıda fıkrada belirtilen amaçların gerçekleştirilmesi için 3, 4 ve 5. maddelerde gösterilen şartlara ve usullere göre bir gümrük birliğinin gititkçe gelişen şekilde kurulması öngörülmüştür. Ortaklığın; bir hazırlık, bir geçiş ve bir son dönemi vardır.”

III. Gümrük Birliği Öncesi: Hazırlık Dönemi

Ankara Anlaşması’nın 1 Aralık 1964 tarihinde yürürlüğe girmesi ile başlayan ve 1 Ocak 1973 tarihine kadar devam eden bu dönemde, Türkiye ekonomisiyle Topluluk ekonomisi arasındaki farkı azaltmak üzere Türkiye’ye tek taraflı ödünler verilmiştir. Prensip olarak 5 yıl sürmesi öngörülmüş olmasına rağmen 9 yıla uzamıştır. Hazırlık döneminin en önemli tarafı, Türkiye’ye tek taraflı “tarife kotaları” açılmasıdır. Tarife kotalarında, kota miktarı limiti içinde tercihli bir tarife (gümrük vergisi) uygulanmakta, kota miktarı aşılınca normal tarifelere geçilmektedir.

Hazırlık dönemi boyunca ithalat, ihracattan hızlı gelişmiş ve Türkiye’nin toplam ithalatında AET’nin payı yükselmiştir (1963’de %29, 1972’de %42). İthalatın, ihracattan daha hızlı artması ve Türkiye pazarında AET’nin payının genişlemesi, bu dönemde Türkiye’nin Topluluğa iyi bir pazar oluşturduğunu göstermektedir. Hazırlık döneminde; işgücünün serbest dolaşımı, yerleşme hakkı ve hizmet edimi serbestliği konularında bir gelişme sağlanamamıştır.

Ankara Anlaşması’nın 12-14. maddeleri, işçilerin serbest dolaşımını kadameli olarak gerçekleştirmek için Roma Antlaşması’nın 48-50. maddelerinden esinlenmekte anlaştıklarını hükme bağlamıştır. Sermayenin serbest dolaşımı konusunda ise (Md. 20), bu dolaşımı kolaylaştırmak için tarafların karşılıklı danışmaları öngörülmüştür. Hazırlık döneminde uygulanan Birinci Mali Protokol ile Türkiye’ye 175 milyon ECU tutarında kredi verilmiştir.[4]

IV. Katma Protokol ve Gümrük Birliği Süreci

Türkiye ile AET arasında imzalanan Geçici Protokol’un 1. maddesi, Ankara Anlaşması’nın yürürlüğe girmesinden 4 yıl sonra Ortaklık Konseyi’nin, Türkiye’nin ekonomik durumunu gözünde bulundurarak geçiş döneminin gerçekleşme şartları, usulleri, sıra ve takvimleri ile ilgili hükümlerini bir Katma Protokol ile belirleyeceğini öngörmüştür. 1967 yılında Türk Hükümeti, bu hüküm çerçevesinde Ankara Anlaşması’nda öngörülen Hazırlık Dönemi’nin bitmesine 2 yıl var iken, 16 Mayıs 1967 tarihli Ortaklık Konseyi toplantısında Topluluk tarafına niyetini açıklamıştır. Topluluk, Ankara, Anlaşması’na göre görüşmelerin en erken 1 Aralık 1968’de başlatılabileceğini, Türkiye’nin bu dönemdeki yüklenimleri kaldırabilecek bir ekonomik yapıda olup olmadığının belirlenmesi gerektiğini belirtmiştir.

Bu amaçla Prof. Baade’e bir rapor hazırlattırmıştır. 26 Nisan 1968 tarihinde yayınlanan rapor, Türkiye’nin ikinci döneme geçiş için yeterli yapıda olmadığını vurgulamıştır. Fakat yapılan girişimler sonucunda 9 Aralık 1968 tarihli 9. Ortaklık Konseyi toplantısında, ikinci döneme geçiş için görüşmelerin başlatılması kabul edilmiştir. 6 Şubat 1969 tarihinde başlayan görüşmeler, 22 Temmuz 1970’e kadar devam etmiştir. Geçiş dönemini düzenleyen Katma Protokol’ün metni, Ortaklık Konseyi’nin 19 Kasım 1970 tarihli toplantısında kabul edilmiş ve bu Protokol, Mali Protokol (İkinci), AKÇT Yetki Alanına Giren Maddelerle İlgili Anlaşma ile Son Senet, 23 Kasım 1970’de Brüksel’de imzalanmıştır.

Katma Protokol’ün taraflarca onay işlemlerinin gecikeceği anlaşıldığından, Protokol’ün sadece ticari hükümlerini önceden yürürlüğe koyan Geçici Anlaşma, 21 Temmuz 1971’de imzalanmış ve 1 Eylül 1971’de yürürlüğe girmiştir. Böylece geçiş dönemi fiilen başlamıştır. Katma Protokol, TBMM’nin 5 Haziran 1971 tarihli oturumunda 69 olumsuz oya karşılık 149 olumlu oyla kabul edilmiş ve 1 Eylül 1971’de yasalaşmıştır. 30 Eylül 1971’de GATT ve üye ülke parlamentolarında da kabul edildikten sonra, 1 Ocak 1973’te yürürlüğe girmiştir.

Katma Protokol, Ankara Anlaşması’nda yer alan hükümlerin Türkiye’nin ekonomik durumuna uygun bir biçimde yürürlüğe konulmasını sağlayacak bir uygulama anlaşmasıdır. Protokol, sanayi ürünlerinde gümrük birliği, tarım için tavizli rejim, işgücünün serbest dolaşımı, yabancı sermaye, yerleşme serbestisi ve hizmet edimi, ekonomi politikalarının koordine edilmesi, rekabet ve devlet yardımları, ihracatın desteklenmesi ve mali yardımlar gibi temel konularda Türk ekonomisinin geleceği için çok önemli uygulama hükümleri içermektedir.[5]

Katma Protokol, istisnalar dışında 12 yıl sürecek geçiş döneminin esaslarını belirlemektedir. Buna göre, prensip olarak sanayi maddeleri için gümrük birliği 12 yıldır. Ancak istisnai olarak Protokol’ün 3 sayılı ekindeki listede yer alan sanayi maddeleriyle ilgili gümrük vergilerinin Türkiye tarafından 22 yıllık sürede kaldırılması öngörülmüştür. Tarım ürünlerine gümrük birliğinin gerçekleştirilmesi ise, 22 yılın sonuna bırakılmıştır. Katma Protokol, Ankara Anlaşması’nın 4. Geçici Protokol’ün 1. maddesine dayanılarak hazırlanmış bir Ön Katılma Anlaşması’dır (pre-adhesion).

V. Gümrük Birliği (Geçiş) Dönemi

Katma Protokol’ün ticari hükümlerini yürürlüğe koyan Geçici Anlaşma’nın 31 Aralık 1972 tarihinde uygulamadan kalkması ile Katma Protokol, 1 Ocak 1973’ten itibaren yürürlüğe girmiştir. Böylece, Türkiye ile AET arasındaki hazırlık dönemi son bulmuş ve geçiş dönemine girilmiştir. Bu döneme geçişle taraflar, karşılıklı ödün vererek bir “gümrük birliğini” gerçekleştirmeyi amaçlamışlardır. Hazırlık döneminde Topluluğun tek taraflı verdiği ödünlere karşılık bu defa Türkiye’de yüklenim altına girerek belli bir zaman takvimi içinde Topluluk ile gümrük birliğini gerçekleştirmeyi taahhüt etmiştir.[6] Kurulacak gümrük birliğinin, Roma Antlaşması’nda olduğu gibi sanayi ürünlerini kapsaması öngörülmüş, tarımsal ürünler için ortak bir tarım politikası izlenmesi kabul edilmiştir.

Katma Protokol, tarafların dış ticarete gümrük vergileri, eş etkili vergi ve resimler koymaktan, Protokol’ün yürürlüğe girişinde uyguladıkları gümrük vergileri ile eş etkili vergi ve resimleri arttırmaktan kaçınmalarını (standstill) öngörmüştür. İndirimlerin yapılacağı temel vergiler Katma Protokol’ün imza tarihinde (23 Kasım 1970) geçerli olan vergilerdir. Gümrük birliğinin esasını oluşturan gümrük vergileri ile eş etkili vergi resimlerin kaldırılması, Topluluğun OGT’ye uyum ile miktar kısıtlamalarının giderilmesi, Katma Protokol’ün 7 ile 35. maddelerinde düzenlenmiştir.

Türkiye, Katma Protokol çerçevesinde AET’ye karşı taahhütlerini geciktirince, Türk Hükümeti ile Topluluk arasında 7 Kasım 1988 ve 20-21 Aralık 1988 tarihleri arasında Ad Hoc Komite toplantıları yapılmıştır. Bu toplantılar sonucunda Türkiye, 1995 yılına kadar gümrük indirim takvimini tamamlayarak sanayi ürünlerinde gümrük vergilerini sıfırlamayı açıklamıştır. Böylece, 1989-1992 döneminde her yıl yapılacak %10 indirimler ile, 12 yıllık listede %70, 22 yıllık listede ise %60 indirim sağlanması öngörülmüştür. Gümrük birliğinin 1992-1995 yılları arasındaki bölümünün uygulama şartları ise, o tarihte iç pazarın Türk ekonomisi üzerindeki etkileri de göz önünde bulundurularak yeniden belirlenecektir. İthalattan alınan ve gümrük vergisi niteliğinde olan fonlar ise, 1993 yılından itibaren 5 yıllık dönemde kaldırılacaktır.

Burada önemli bir noktaya dikkati çekmekte fayda vardır. Türkiye’nin 24 Ocak 1980 tarihinden itibaren uygulamaya koyduğu dışa açık büyüme modeli içinde ithalatını özellikle 1984 yılından sonra büyük ölçüde libere etmesi, Topluluk ülkelerinin Türkiye pazarındaki avantajını kaybetmesine yol açmıştır. Türkiye’de hükümetler, yasal oranlar içinde kalmak şartıyla (yasal oranlar 14.5.1694 tarih ve 474 sayılı Yasa ile belirlenmiş ve 10.11.1988 tarih ve 3502 sayılı Yasa’da aynen korunmuştur) ithalat rejimi kararları ile vergi oranlarını arttırmaya veya azaltmaya (fiili oranlar) yetkilidir. İzlenen liberal dış ticaret politikası sonucunda Türkiye’de Bakanlar Kurulu Kararları ile birçok malın fiili vergi oranları, Katma Protokol’de öngörülen indirim takviminin uygulanması durumunda ulaşılacak olan vergi oranlarının altına düşmüştür. Bunun sonucunda Topluluk ülkelerinde de, üçüncü ülkeler için geçerli vergiler uygulanmaya başlanmış ve Topluluğun Türk pazarındaki tercih marjı büyük ölçüde ortadan kalkmıştır.

Türkiye, daha sonraki yıllarda Katma Protokol hükümlerine tamamen aykırı bir şekilde Topluluk ile “gönüllü ihracat kısıtlaması” anlaşmaları imzalayarak yürürlüğe koymuştur. İlk kısıtlama anlaşması, Pamuk İpliği Anlaşması’dır. 30 Temmuz 1982 tarihinde imzalanmış ve 21 Ağustos 1982 günün yürürlüğe girmiştir. Daha sonraki yıllarda t-shirt, pantalon, slip, sair pamuklu dokuma, yatak çarşafları, erkek ve çocuk gömlekleri, havlu ve havlu nevi bukleli mensucat, bluz, örme giyim eşyası gibi tekstil ve konfeksiyon ürünlerinde Topluluk, ülke bazında tek taraflı kararlar ile Türk ihraç ürünlerine miktar kısıtlaması getirmiştir. Aralık 1985 tarihinden sonra Türk özel sektör temsilcileri ile Topluluk yetkilileri arasında görüşmeler yapılmak suretiyle gönüllü ihraç kısıtlama anlaşmaları imzalanmıştır.[7] Bütün bu uygulamalar, Topluluğun Katma Protokol ile üstlenmiş olduğu yüklenimlerine aykırı idi.

Türkiye, yukarıda açıklandığı gibi 1988 yılından sonra AT ile gümrük birliği gerçekleştirmek üzere indirimlerini süratlendirmiş ve OGT’ye uyum konusunda da önemli adımlar atmıştır. Fakat bütün bu uygulamalar, yeterli olmamıştır. Çünkü, GATT’ın 24. maddesiyle belirlenen gümrük birliği, taraflar arasında üçüncü ülkelere karşı aynı gümrük vergileri yanında “ortak ticaret kurallarının” da uygulanmasını öngörmektedir. Gümrük vergileri indirimleri ve OGT uyumunun yanısıra üstlenilmesi gereken ticaretle ilgili politikaların iki temel şartı vardır. Bunlardan ilki, Topluluğun Ortak Ticaret Politikası kapsamında imzaladığı ve tarife tavizlerini içeren anlaşmaların aynen Türkiye tarafından da (Akdeniz Anlaşmaları, Lomé Anlaşmaları, EFTA ülkeleriyle yapılmış Serbest Ticaret Anlaşmaları) üstlenilecektir. Toplulukça Genelleştirilmiş Tercihler Sistemi (GTS) çerçevesinde gelişmekte olan ülkelere verilmiş tek taraflı tavizler de, gümrük birliği çerçevesinde Türkiye tarafından uyulması gerekecek diğer yükümlülüklerdir.[8]

VI. Son Dönem

Türkiye ile AB arasında 1 Ocak 1996 tarihinde gerçekleştirilen Gümrük Birliği’nin nasıl işleyeceğine ilişkin ilkeler, Türkiye-AB Ortaklık Konseyi’nin 6 Mart 1995 tarihli toplantısında belirlenmiştir. Böylece, 22 yıllık “Geçiş Dönemi” Ocak 1996 tarihinde son bulmuş ve Ankara Anlaşması’nda (Md. 2) öngörülen “Son Döneme” girilmiştir.

Gümrük Birliği’nin (GB) tamamlanması 23 Ekim 1995 tarihinde toplanan Ortaklık Komitesi’nde kararlaştırılmıştır. Komite, Türkiye’nin gerekli yasal düzenlemeleri yaptığını belirlemiş ve GB’nin iyi bir şekilde işlemesine ilişkin teknik şartların biraraya geldiğini kabul etmesini Ortaklık Konseyi’ne tavsiye etmeye karar vermiştir.

30 Ekim 1995 tarihinde toplanan 37. Dönem Ortaklık Konseyi’nde, Komite Raporu’na dayanarak GB’nin iyi işlemesi için gerekli şartların yerine getirildiği sonucuna varılmıştır. Bu gelişmeler üzerine 21-22 Kasım tarihlerinde toplanan Avrupa Parlamentosu (AP) Dış İlişkiler Komisyonu, GB Raportörü Carlos, Carnero Gonzales’in Türkiye’deki son gelişmeleri içeren raporunu tartışmış ve Komisyon’daki oylamanın 11 Aralık 1995 tarihinde yapılmasını kararlaştırmıştır. Bu toplantıda, AP Dış İlişkiler Komisyonu’nun Türkiye ile GB’nin tamamlanması yönünde vardığı olumlu görüş, 13 Aralık’ta Strasbourg’da toplanan Avrupa Parlamentosu Genel Kurulu’na sevkedilmiştir. AP Genel Kurulu’nda yapılan görüşmeler sonucunda 149 olumsuz, 36 çekimser oya karşı, 343 evet oyu ile AP üyeleri Türkiye ile GB’ni onaylamışlardır.[9]

Türkiye-AB Gümrük Birliği, 30.12.1995 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan 95/7603 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile fiilen gerçekleşmiştir. Bu Karar ile 12 ve 22 yıllık listelerde ertelenen son indirimler yapılmış, 12 ve 22 yıllık listelerde OGT’ye uyumlar gerçekleştirilmiştir. 15 Nisan ve 9 Temmuz 1995 tarihlerinde Toplu Konut Fonu’nda (mali nitelikli gümrük vergisi) %20’den toplam olarak %40 oranında yapılan indirimden sonra, aynı BKK ile Toplu Konut Fonu uygulamasına 1.1.1996 tarihi itibariyle son verilmiştir. Teknik ifadeyle, Katma Protokol’ün 16. maddesi gereğince 14.8.1981 tarih ve 8/3464 sayılı BKK eki mali nitelikli gümrük vergileri listesinde yer alan eşyaların ithalat gümrük vergisi ile eş etkili vergi ve resimlerinde %100’lük indirim yapılmış ve bu eşyalardan Türk Gümrük Tarifesi ile Topluluk Ortak Gümrük Tarifesi arasında %100’lük uyum sağlanmıştır.

Böylece Türkiye, 1995 yılı sonu itibariyle AB ile sanayi ürünlerinde gümrük birliğini gerçekleştirmiştir. Bunun doğal sonucu olarak da AB, Türk tekstil ve konfeksiyon ürünlerine uyguladığı kotaları 1 Ocak 1996’dan itibaren kaldırarak Türkiye’nin AB’nin Kota Kontrol Sistemi (SIGL) dışına çıkartıldığını açıklamıştır.

Türkiye-AB Gümrük Birliği’nde sanayi ürünleri ile işlenmiş tarım ürünlerinin serbest dolaşımı, eşit şartlarda ticaret yapılabilmesi (ortak ticaret politikası) ve serbest rekabet ortamının sağlanmasını da (ortak rekabet politikası) gerektirmektedir. Bu anlamda gümrük birliği, AB’nin ortak ticaret ve rekabet politikalarının uygulanması olmadan Türkiye-AB arasında gerçekleşemez. Gümrük birliği, temelde sanayi ürünlerini kapsamakla beraber, hassas ürünler olarak nitelendirilen bazı sanayi ürünlerinde OGT’ye uyum, aşamalı olarak 1 Ocak 2001 tarihinde sağlanmıştır. AB’nin OGT’si, her yıl Armonize Sistem Nomenklatürüne dayanan Kombine Nomenklatür (CN) bazında, bir Konsey Yönetmeliği ekinde yayınlanmaktadır. Bu sebeple AB üyesi ülkelerin, tarifeleri tek başına değiştirmesi mümkün değildir.[10]

VII. Gümrük Birliği Sürecinde Yapılan Tam Üyelik Başvurusunun Kabul Edilmemesi

Ankara Anlaşması’nın 28. maddesi, Türkiye’nin Roma Antlaşması’ndan doğan yükümlülüklerinin tamamını üstlenebileceği bir duruma geldiğini göstermesi durumunda akit tarafların, tam üyeliği görüşebileceklerini öngörmüştür (son dönem). Türkiye, Yunanistan’ın izlediği yoldan giderek son döneme geçilmesini beklemeden, 1987 yılında ortaklık statüsünden ayrı olarak bir Avrupa Devleti sıfatıyla Topluluklara tam üye olmak için başvuruda bulunmuş, fakat bu başvuru kabul edilmemiştir.

Türkiye, 14 Nisan 1987 tarihinde, Ankara Anlaşması’nda öngörülen dönemlerin tamamlanmasını beklemeden bir Avrupalı devlet olarak;

– AKÇT’yi kuran Antlaşma’nın 98. maddesine göre AKÇT’ye,

– AET’nu kuran Antlaşma’nın 237. maddesine göre AET’ye,

– EURATOM’u kuran Antlaşma’nın 205. maddesine göre EURATOM’a tam üyelik başvurusunda bulunmuştur.[11]

Böylece Türkiye, tam üyelik başvurusundan önce kendisine hissettirilen, Ankara Anlaşması’nın 28. maddesinde belirtilen duruma henüz ekonomik yönden ulaşmadığı savını ortadan kaldırmış ve Roma Antlaşması’nın “her Avrupalı Devlet Toluluklara katılmayı isteyebilir” hükmünden yararlanmıştır. Türkiye başvuru tarihini özellikle 14 Nisan olarak belirlemiştir.[12]

Bundan amaç, AT Bakanlar Konseyi’nin 27 Nisan’da yapacağı toplantıda başvuruyu görüşmesini sağlamaktır. Çünkü, 14 Nisan’dan sonraki bir başvuruda, araya giren Paskalya Tatili (17 Nisan) sebebiyle konunun ancak Mayıs ayındaki Konsey toplantısında görüşülebilmesi mümkün olacak, bu süre içinde Avrupa Parlamentosu’ndan Türkiye aleyhine bir karar çıkma olasılığı belirebilecektir. 14 Nisan’da yapılan başvurunun ardından Alman Delegasyonunun Brüksel’de takındığı olumsuz tutum, ancak Başbakan T. Özal’ın Almanya Başbakanı H. Kohl’e yazdığı bir mektup ile kırılabilmiştir.

27 Nisan 1987’de Lüksemburg’ta Dışişleri Bakanları düzeyinde toplanan Konsey, Yunanistan’ın usule ilişkin bir itirazı dışında, Roma Antlaşması’na uygun olarak oybirliği ile başvurunun incelenmek üzere Komisyon’a gönderilmesini kararlaştırmıştır.

Komisyon 18 Aralık 1989 tarihinde Türkiye’nin başvurusundan tam 2.5 yıl sonra (diğer tam üyelik başvurusunda bulunan ülkeler arasında en uzun süre) Görüş Raporu’nu açıklamıştır. Rapor, 10 sayfalık bir “ana metin” ile buna ekli 125 sayfalık bir “teknik rapor” dan (Türk Ekonomisinin Yapısı ve Gelimişi Hakkında Rapor) oluşmuştur. Rapor’da, Türkiye’nin ekonomik ve sosyal yapısı, gelişimi, belli ölçüde Yunanistan, İspanya ve Portekiz ile de karşılaştırılarak incelenmiştir. Giriş Bölümü’nde Ek’e atıfta bulunarak, Komisyon’un başvurusu ile ilgili görüş ve değerlendirmelerine yer verilmiştir.

Komisyon adına Raporu açıklayan Komiser Matutes, 1993’e kadar Tek Senet hedeflerine ulaşmadan tam üyelik başvurularını işleme koyamayacaklarını, ancak 1992 yılından sonra Topluluğun 15 veya 18 üye ile işleyip işleyemeyeceğinin değerlendirilebileceğini, dolayısıyla Türkiye’nin durumunun da bu tarihten sonra ele alınabileceğini belirtmiştir.[13] Rapor, Türkiye’de son yıllarda ekonomik yönden kaydedilen gelişmelerden olumlu olarak söz etmiş, fakat buna rağmen yine de ortada dört güçlüğün bulunduğunu açıklamıştır.

Bunlar;

– Tarım alanında olduğu kadar sanayi sektöründe de Topluluk ile olan önemli yapısal farklılıklar,

– Sanayide yüksek koruma oranları,

– 1989 yılında artış gösteren makro ekonomik dengesizlikler,

– Düşük bir sosyal koruma düzeyi ve Türkiye ile Topluluklar arasındaki kalkınma düzeyi farkının büyüklüğüdür.

Komisyon’un görüşüne göre Türkiye’deki kişi başına GSMH Topluluktakinin üçte birine eşittir. Nüfusun yarısına yakını tarım kesiminde çalışmaktadır. Bu sektörde verimlilik oldukça düşüktür. İşsizlik ve enflasyon oranları Topluluk ortalamasının çok üstündedir. Ücretlerin düşük olması, Türkiye’nin Topluluk sosyal normlarının yakalanmasını güçlendirici bir faktördür. Bu farklılıklar mevcut olduğu sürece Türkiye, AT’nin ekonomik ve sosyal politikalarının gereklerini yerine getirmekte sıkıntı çekecektir.

Bütün bu sebepler ile tam üyelik görüşmelerinin derhal başlaması mümkün görülmemiş, fakat Türkiye’nin Topluluğa katılmaya “ehil olduğu” belirtilmiştir. Türkiye’nin Topluluğa yakınlaşması çabalarına yardımcı olmak, ilişkileri güçlendirmek ve derinleştirmek için gümrük birliğinin tamamlanması, mali işbirliğinin yeniden başlatılarak yoğunlaştırılması, sınai ve teknolojik işbirliğinin geliştirilmesi, siyasi ve kültürel bağların güçlendirilmesi gerektiği, Rapor’da önerilen dört önemli önlemdir. Bütün bu konuların Ortaklık Anlaşması çerçevesinde ele alınması gerektiği belirtilmiştir.

Komisyon’un olumsuz görüşü 5 Şubat 1990 tarihinde Konsey tarafından da benimsenince (Yunanistan’ın üyeliğinde Komisyon’un olumlu olmayan görüşü, Konsey’de değiştirilerek görüşmeler başlamıştır), Türkiye’nin tam üyelik başvurusunun değerlendirilmesi, 1992’den sonraya kalmıştır. Bununla beraber Konsey, Komisyon’dan Türkiye ile işbirliğinin güçlendirilmesi konusunda somut teklifler sunmasını istemiştir. Bunun üzerine Komisyon, İşbirliği Prorgamı olarak bilinen teklifler paketini (Matutes paketini) 6 Haziran 1990 tarihinde benimsemiştir. Programda, yukarıda belirtilen alanlar ile ilgili somut ve ayrıntılı önlemler yer almaktadır.

1989 yılının sonunda Doğu Avrupa ülkelerinde ortaya çıkan liberal gelişmeler, iki Almanya’nın 3 Ekim 1990’da birleşerek tek bir devlete dönüşmesi, Avusturya, Malta, Kıbrıs, İsveç, Finlandiya, İsviçre ve Norveç’in tam üyelik başvuruları, bunlardan Avusturya, İsveç ve Finlandiya’nın[14] başvurularının kabul edilmesiyle Birlik üye sayısının 1995 yılında 15’e çıkması, Sovyetler Birliği’nin dağılması ve dünya konjonktüründe meydana gelen hızlı gelişmeler, Türkiye’nin AB’ye tam üyelik olarak katılmasını oldukça zorlaştırmıştır. Bizi bu kanıya yönelten diğer bir faktör de, Topluluklara ikinci ve üçüncü genişlemede katılan 3 ülke ile dördüncü genişlemede AB’ye giren Avusturya, İsveç ve Finlandiya’nın resmi başvuru tarihleri ile Konsey kararları arasında Türkiye’de olduğu gibi çok uzun süre geçmemesidir. Bu sürenin uzunluğu, Toplulukların Türkiye’ye tam üyelik açısından olumlu bakmadığının açık bir göstergesidir.

VIII. Gümrük Birliği’ne Eleştirel Bir Yaklaşım

Türkiye’nin Avrupa Birliği’nin geçmişinde görülmemiş bir model içinde AB’ye tam üye olmadan bu Birliğe sınırlı bir biçimde 1.1.1996’dan itibaren katılması, sui generis (kendine özgü) bir durumdur. Avrupa aslında Türkiye’yi gümrük birliği bağı ile kendine bağlayıp, kendi nüfuz alanı içinde tutmak istemektedir.[15]

Avrupa’nın amacı şöyle özetlenebilir: “Avrupa Türkiye’yi hem istiyor, hem de istemiyor”. İstiyor, çünkü yanıbaşında hızla büyüyen 70 milyonluk önemli bir pazardan hem ucuz mal almak ve ucuz işgücünden yararlanmak ve hem de bu pazara mal satmak istiyor. İstemiyor, çünkü kendi kültüründen olmayan 70 milyonluk Müslüman bir ülkenin eşit haklarla kendi içinde yer almasını pek arzu etmiyor. Gümrük Birliği, Avrupa için en uygun bir formül olup, sadece sanayi mallarının serbest dolaşımını öngörmesi sebebiyle de Batı’nın bir tercihidir. Malları üreten el emeğinin serbest dolaşımını kapsamamış ise, Türkiye’nin aleyhinedir. Türkiye-AB Gümrük Birliği’ni şu Türk vecizesi ile özetlemek mümkündür: “Mal geçer, adam geçmez”. Bu durumu, dönemin AB Temsilcisi Michael Lake’de kabul ederek, kendisine sorulan bir soruyu şöyle cevaplandırmıştır:

“Sözünü ettiğiniz bu iç içe çelişki daha da iç içe gelip, bizi AB’ye götürecek mi? Başbakan 2000 yılında üyeyiz diyor. Bu saptamayı neye dayandırıyor bilmiyorum. Somut dayanağı yok çünkü. Fakat tabi hiçkimse Türkiye’ye ‘hayır sen üye olamazsın’ diyecek durumda değil. 1963’te yapılan Ortaklık Anlaşması’ndan beri Türkiye üyeliğe ‘ehil’ ülkedir. Şimdi GB ile aramızda sanayi, enerji, çevre, ulaşım, telekomünikasyon, bilim ve araştırma, tarım ve hatta kültür alanında çok yakın bir işbirliği ortamı doğmuş oluyor. Bunların yanısıra, dışişleri ve güvenlik alanlarındaki politikalarımızı da uyumlu hale getirebilmek için, siyasi işbirliği alanı yaratılmış oluyor.[16]

Gümrük Birliği’nin Türk kamuoyunda yapılan haklı itirazlara rağmen benimsenmesinin temel sebebi, tam üyeliğe götürecek en hızlı araç olarak kabul edilmesidir. OKK’deki birçok teknik düzenleme, çok gecikmesizin tam üyeliğin gerçekleşeceğini varsaymasına dayanılarak hazırlanmıştır. Türkiye’ye tam üyelik perspektifinin verilmemesi durumunda Gümrük Birliği, tam üyelik için bir araç olma niteliğini yitirecek ve AB ile dış ticareti düzenleyen bir nitelik kazanacaktır. Fakat diğer taraftan, OKK çerçevesinde verilen tavizler büyük ölçüde konsolide edilmiştir. Üçüncü ülkelerle imzalanan ikili anlaşmalara dayandırılan teknik hususlar, AB ile karşılıklı gümrük indirimlerinden vazgeçildiği takdirde ortaya birçok sorun çıkaracaktır. Bu sebeple Gümrük Birliği, ticareti düzenleyen niteliği itibariyle yeniden müzakere edilse bile, bu o kadar kolay olmayacaktır. Dolayısıyla Türkiye, Lüksemburg Kararları ile AB’nin genişleme süreci dışında bırakıldığına göre, T. Özal’ın ifadesiyle “ince uzun bir yolda” önünü görmeden yürümeye devam edecektir.

IX. Türkiye-AB Gümrük Birliği ve Tarihi Bir Hatırlatma: 1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşması ve Sonuçları

Türkiye, 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi Kararları çerçevesinde AB ile Gümrük Birliği’ni, 1 Ocak 1996 tarihinden itibaren gerçekleştirmiştir. Kendine özgü yeni bir ekonomik ve hukuki durum olan AB- Türkiye Gümrük Birliği süreci işlemeye başladıktan sonra ortaya çıkan sorunlar Türkiye tarafından kendi lehine çözümlenmez ise, bu birliktelik Türkiye aleyhine bazı olumsuz etkiler yaratabilir. Bu olumsuz etkilerin en önemli sebebi, yukarıda da belirttiğimiz gibi Türkiye gibi gelişme yolunda olan bir ülkenin ekonomisinde yapısal uyumu gerçekleştirecek yeterli mali yardımı almadan ve AB’ye tam üye olmadan, sadece sanayi mallarının serbest dolaşımını içeren bir model içinde AB ile bütünleşmeye gitmesidir. Benzetme yerinde ise, fil ile fare birlikte yatağa girmektedirler.

AB’nin insan hakları ve demokrasiyi bahane ederek Türkiye’ye 1/95 sayılı OKK uyarınca yapması gereken mali yardımları durdurması, Gümrük Birliği’nin Türkiye’nin aleyhine işlemeye başladığının açık bir göstergesidir. Nitekim Fransız Liberation Gazetesi’nin (25.10.1996) Türkiye uzmanı Jacques Amalric, Türkiye’nin uğradığı mali kayıpları dengeleyecek mali yardımları AB’nin yürürlüğe koymamasını eleştirmektedir. Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Onur Öymen ise, Avrupa’nın Türkiye’ye genel tutumunu olumlu bulmadığını belirterek şöyle demektedir:

“İnsan hakları diyorlar. Çalışmalarımızı anlattığımızda Kıbrıs’ı çözün diyorlar. Kıbrıs’ta müzakereden kaçan tarafın Rım ve Yunan olduğunu anlatıyoruz, çözüm sürecini başlatmak için asıl onlara baskı yapmaları gerektiğini söylüyoruz. Bu defa da Yunan vetosu var diyorlar. Avrupa’nın iradesi Yunan ipoteğinde mi? Bir Avrupa ülkesi de çıkıp Yunanistan’a ben de senin falanca fondan aldığın yardımı veto ediyorum diyor mu?”.[17]

Bu gelişmeler karşısında Osmanlı Devleti’nin 16 Ağustos 1838 tarihinde İngiltere ile imzaladığı Ticaret Anlaşması’nın (bilinen ismiyle Balta Limanı Anlaşması)[18] bir daha hatırlatmakta fayda vardır. 1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşması veya Sözleşmesi (Convention of Commerce), geçen yüzyılda tüm ülkeler sanayileşebilmek için gümrük tarifeleri ile yerli sanayilerini korurlarken, Osmanlı Devleti’ni serbest dış ticerete en ileri bir biçimde açmıştır.[19] Bu durumdan çok memnun olan zamanın İngiliz Dışişleri Bakanı Palmerstone 1849 yılında, “ticari ilişkilerde Osmanlı Devleti, diğer devletlerden daha çok serbest izinlerde bulunmaktadır” diyerek Osmanlı Devleti’nin dış ticaret politikasını övmekte ve 1838 Anlaşması’nı Şaheser (Capo d’Opera) olarak yorumlamaktadır. Palmerstone, Anlaşma’nın imzalanmasından dolayı fazlasıyla memnun olmuş ve böylece İngiliz Dışişleri Bakanı’nın “Türk sanayi muhakkak surette geri bıraktırılmalıdır” direktifi,[20] Cumhuriyet’in ilanı ile başlayan sanayileşme hamlesine kadar geçerli olmuştur.

1838 Anlaşması’nın maddeleri, 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı çerçevesinde gerçekleştirilecek Gümrük Birliği ile karşılaştırma yapabilmek amacıyla aşağıda verilmiştir.

– Herhangi bir devlet ve o devletin uyrukları ve gemileri hakkında Osmanlı Devleti’nin tanıdığı ve tanıyacağı haklar, İngilizler için de geçerli olacaktır.[21]

– Osmanlı Devleti’nin bazı mallar için koyduğu ihracat yasağı kaldırılarak İngilizlerin her cins malı satın almaları sağlanacaktır.

– Osmanlı Devleti’nin, bugünkü Tekel anlamına gelen Yed-i Vahit hakkı kaldırılacaktır.[22]

– İngiliz tüccarı, yerli tüccarla eşit haklara sahip olacaktır. İngiliz tüccarlarının ortakları için de, İngiliz tüccarlarına tanınan bütün haklar geçerli olacaktır.

– Osmanlı Devleti, bu Anlaşmanın hükümlerini bütün dost devletleri kapsayacak biçimde genişletmeyi taahhüt etmiştir.

– İthalatta %3 ithal resmi ödenecektir. Ayrıca %2 oranında ek vergi alınabilecektir.

– İthal malları bu vergilerin dışında ülkeye serbest bir şekilde girecek ve tüm Osmanlı Devleti sınırları içinde bir yerden diğer bir yere götürülse bile yeni vergi alınmayacaktır.[23]

– Yabancı mallar boğazlardan serbestçe geçecek, Osmanlı limanlarında bir gemiden diğerine aktarma yapılabilecek, transit serbest olacak ve ticari işlemlerden vergi ve resim alınmayacaktır.

– Anlaşma Osmanlı İmparatorluğu’nun tümünde uygulanacak ve sonsuza kadar yürürlükte kalacaktır.[24]

– Osmanlı Devleti’nin daha önce vermiş olduğu kapitülasyonlar devam edecek ve bu Anlaşma ile tanınan yeni imtiyazlar eskilerine eklenecektir.

– İngiliz tüccarları, ortakları veya adamları, Osmanlı Devleti’nin her yerinde her çeşit malı istisnasız alıp satabilecek ve iç ticarette en imtiyazlı yerli tüccardan fazla vergi ödemeyecektir.

– İhraç mallarından, ihracatın yapılacağı iskeleye kadar hiç bir iç vergi alınmayacak, iskelede %9 oranında sabit oranlı ad valorem vergi alınacaktır. İhraç aşamasında ise %3 oranında vergi ödenecektir.

– Anlaşma’nın İngiliz mallarına ve tebasına tanıdığı imtiyaza dokunulmadıkça, Osmanlı Devleti iç işlerinin yürütülmesinde “iz’aç” (rahatsız) edilmeyecektir.

Osmanlı Devleti’nin Balta Limanı Antlaşması’nı imzalamadan önceki durumunu iyi bilmek gerekir. Fransız ve İngilizler Osmanlı Devleti’nden ilk defa 1535 yılında ülke sınırları içinde ticaret yapma iznini almışlardır. 1566 yılında Sakız Adası alındıktan sonra bu Ada’da bulunan Avrupalı tüccarlar devletin vermiş olduğu izin ile İzmir’e gelip yerleşmişlerdir. İngilizler, arkasından Fransızlar kendi ülkelerinde 50-60 şirketi bir araya getirip Levant Şirketler kurmuşlardır. Osmanlı tüccarı ve sermayesi bu Levant Şirketler ile rekabet edememiş ve kısa sürede eriyip yok olmuşlardır. 18. yüzyılda Avrupa hızla sanayileşirken Osmanlı Devleti bu sürecin dışında kalmıştır.

Özetle belirtmek gerekirse, XVI. yüzyılın sonlarına doğru kapitülasyonlar sonucunda Osmanlı ülkesi, Avrupalılardan mamul mal alan ve onlara hammadde satan bir pazar durumuna düşmüş, Osmanlı tarımı, Avrupa piyasalarının ihtiyacına uyumlu bir yapılanmaya gitmiştir.[25]

Osmanlılar, 19. yüzyılda Avrupa devletlerinin askeri, siyasi ve ekonomik alanlarda ağır baskısı altındadır. Osmanlı Devleti’nin Doğu ve Batı arasındaki köprü durumundaki coğrafi mevkii, geniş topraklar üzerinde büyük bir pazara sahip olması, hammadde kaynaklarını işletememesi, Batı’nın Osmanlı ülkesi üzerindeki iştahlarını kabartıyordu. Tanzimat (1839) ve Islahat (1856) Reformlarının yapıldığı zamanlarda bile Osmanlı Devleti, Batı’nın ağır bir siyasi ve askeri baskısı altında idi. 1827’de Navarin’de İngiliz, Fransız ve Rus filoları, Osmanlı donanmasını yakmış, 1929’da Ruslar Edirne’yi alıp İstanbul’a yaklaşmış, Mehmet Ali Paşa Kütahya’ya kadar ilerleyip İstanbul’u tehdit etmeye başlamıştır. Bu gelişmeler üzerine II. Mahmut, Ruslardan yardım istemiş ve 1833 Hünkar İskelesi Anlaşması ile Osmanlılar Rus himayesine girmiştir. Bu durumdan telaşlanan İngiltere, Mehmet Ali ve Rus tehlikelerine karşı Osmanlıları destekleyip, bu hizmetlerine karşılık 1838 Ticaret Anlaşması’nı imzalamıştır.

Bu Anlaşma, Osmanlı’nın kalkınma hamlelerine başlamış olduğu bir dönemde, tam anlamıyla liberal ekonomi politikası izlemesini gerektirmiştir. Zamanın Osmanlı uzmanlarından David Urquhart, eski Osmanlı rejiminin liberalizm olduğunu, bunun Avrupalılara bile örnek olması gerektiğini yazmıştır. Anlaşma’nın gerektirdiği liberalizm o sıralarda Batı’nın hiçbir ülkesinde uygulanmıyordu. Gerçi daha önceleri de Batılı ülkeler kapitülasyonlardan yararlanmakta, ithal malları için %3 oranında gümrük resmi ödemekte, Osmanlı ülkesi sınırları içinde vergi vermemekte idiler. Bununla beraber, serbest ticarete önemli sınırlamalar getirilmiş idi. İç ticaret Osmanlı tebası tarafından yapılıyordu. Ülke içinde uygulanan Yed-i Vahit denilen tekel usulüne göre üretici, malını ruhsat sahibi tekel kuruluşlarına satmak zorundaydı. Oysa 1838 Anlaşması ile Osmanlı Devleti, kapitülasyonların da ötesine geçerek Batılılara son derece liberal haklar tanınmıştır.

Kısacası Anlaşma, Osmanlı Devleti’ni, Batılıların bir açık pazarı yapmıştır. Türkiye, Anlaşma’dan hemen hemen bir asır sonra (91 yıl), 1929 yılında gümrüklerine hakim olabilmiştir. 1838 Anlaşması, Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomik bağımsızlığını elde ettiği 1929 yılına kadar sürmüştür. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması sonucunda imzalanan Lozan Antlaşması, ekonomik bağımsızlığın, Antlaşma’nın yürürlüğe girdiği tarihten beş yıl sonra başlayacağını hükme bağlamıştır.

1838 Ticaret Anlaşması ile Osmanlı Devleti’nin iç pazarı önce İngilizler ve daha sonra tüm yabancılara açıldıktan sonra, dış ticaret hacmi artmış, dış ticaret açıkları da büyümüştür. 1838 yılında Osmanlı Devleti’nin ihracatı (FOB) 4.4 milyon İngiliz Sterlini, ithalatı ise 6.2 milyon sterlindir. 1830-39 döneminde ortalama ihracat 4.2, ithalat ise 5.1 milyon sterlin olarak gerçekleşmiştir. 1840-49’da bu rakamlar 6 ve 6.9, 1850-59’da 9.8 ve 12.3, 1860-69’da 15.4 ve 18.3, 1870-79’da 18.6 ve 20.8, 1880- 89’da 15.5 ve 16.0, 1890-99’da 17.7 ve 18.6, 19.00-09’da 23.0 ve 26.0, 1910-13’de 27.3 ve 38.6 milyon sterline çıkmıştır. Bu rakamlarda altın ve gümüş olmayıp, değerler cari fiyatlardadır. Avrupa’da Napolyon Savaşları’nın sona ermesinden I. Dünya Savaşı’na kadar geçen yüz yıllık dönemde, 1830 Anlaşması’nın etkisiyle de Osmanlılar, sanayileşmiş Batı ve Orta Avrupa ülkeleriyle olan ticari bağlarını güçlendirmişlerdir. Bunun sonucunda Osmanlı ekonomisi, gıda maddeleri ve hammadeler ihraç eden, buna karşılık mamul mallar ve gıda maddeleri ithal eden bir yapıya dönüşmüştür.[26]

Kısacası Osmanlıların Batılılara vermiş olduğu ticari ayrıcalıklar (kapitülasyonlar) Lozan Barış Konferansı’nda uzun görüşmeler sonunda kaldırılabilmiştir.[27]

Osmanlı Devleti, zamanında yaşanan tüm bu gelişmeleri Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk 1 Mart 1922 tarihinde Millet Meclisi’nde aynen şöyle ifade etmiştir:

“Tanzimat’ın açtığı serbest ticaret devri, Avrupa rekabetine karşı kendisini müdafaa edemeyen iktisadımızı, bir de iktisadi kapitülasyon zincirine bağladı. Teşkilat ve ferdi kıymet nokta-i nazarından, iktisat sahasında bizden çok kuvvetli olanlar, memleketimizde bir de fazla olarak, imtiyazlı mevkide bulunuyorlardı. Temettü vergisi vermiyorlardı. Gümrüklerimizi ellerinde tutuyorlardı. İstedikleri zaman, istedikleri eşyayı, istedikleri şeriat tahtında memleketimize sokuyorlardı. Bütün şuebat-ı iktisadiyemize, bu sayede hakim-i mutlak olmuşlardı. Efendiler, bize karşı yapılan rekabet, hakikaten çok gayr-i meşrü, hakikaten çok kahredici idi. Rakiplerimiz, bu suretle inkişafa müsait sanayimizi mahvettiler. Ziraatimizi de rahnedar ettiler. İktisadi ve mali inkişaf ve tekamülümüzün önüne geçtiler.”

Atatürk, I. İktisat Kongresi’ni açış konuşmasında da fikirlerini şu şekilde açıklamıştır:

“Tam bağımsızlık için şu ilke vardır: Milli egemenlik ekonomik egemenlik ile sağlamlaştırılmalıdır… Osmanlı ülkesi yabancıların sömürgesinden başka bir şey değildi… Bir devlet ki gümrükleri için vergilendirme işlemleri düzenlemesi hakkında men edilir, o devlet’e bağımsız denilemez. Ben milli egemenliği, milli ekonomik egemenlik olarak anlarım. Böyle olmazsa milli egemenlik bir serap olur”.[28]

Gümrük Birliği’nin tamamlanmasından bir yıl sonra toplanan Lüksemburg Zirvesi’nde Avrupa’daki 27 ülkenin (15+12 aday ülke) bütünleşme sürecine “start” verilmiş ve böylece önümüzdeki yüzyılda Avrupa’nın siyasal coğrafyasının temelleri atılmıştır. Bu açıdan Lüksemburg Kararlarının, Viyana Kongresi (1814-1815) ve Yalta Konferansı (1945) Kararları ile aynı sonucu yarattığına dikkati çekmekte yarar vardır. Çünkü Viyana ve Yalta’dan sonra Avrupa’nın haritası yeniden çizilmişti. Lüksemburg Zirvesi sonrasında AB’nin genişleme dosyasını yeniden açması, ancak 12 aday ülkenin AB ile bütünleşmesinden sonra olabilecektir. Bu ise ancak 2015-2020 yıllarından sonra mümkündür. O zaman da, Türkiye ile AB arasındaki açık o kadar büyüyecektir ki, tam üyelik imkansızlaşacaktır. Lüksemburg Zirvesi sonrasında Türkiye her ne kadar AB’ye tam üye olmaya ehil bir ülke olarak değerlendirilmiş ise de, Avrupa’nın genişleme süreci dışında bırakılmış ve AB’ye 21. yüzyılda katılması düşünülen ülkeler arasında yer almamıştır.

İki yıl sonra toplanan Helsinki Zirvesi’nde AB hatasını anlamış ve Türkiye’ye “aday ülke” statüsü vermiştir. Fakat 13 aday ülkeden sadece Türkiye ile tam üyelik görüşmelerine başlanılmamıştır.

Eğer Türkiye’ye AB çifte standart uygulamaktan vazgeçer ve Kopenhag Siyasi Kriterlerini objektif uygular ise, Türkiye 2010’lu yıllarda Gümrük Birliği macerasını olumlu bir şekilde noktalayarak AB’ye tam üye olabilir ve rahmetli Turgut Özal’ın ifadesiyle “İnce ve uzun bir yol” da hedefe ulaşır.

Prof. Dr. S. Rıdvan KARLUK

Anadolu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 17 Sayfa: 727-736


Dipnotlar:
[1] 29 Ekim 1923, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. III, s. 68.
[2] S. Rıdvan Karluk, AET İle İlişkilerimizin Atatürkçü Ekonomik Politika Açısından Değerlendirilmesi, İKV Yayınları, İstanbul, 1982.
[3] Rahmetli Fatin Rüştü Zorlu, 15 Eylül 1960 tarihinde Yassıada Mahkemesi’nin idam cezası hükmünü vermesi üzerine 15 Eylül 1960 tarihinde elleri kelepçelenmiş bir halde hücumbotla Yassıada’dan İmralı’ya nakledilmektedir. Hücumbotta sessizlik hakimdir. Devrik Cumhurbaşkanı Celal Bayar, devrik Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’ya dönüp şöyle der: “Fatin Bey, bize şu Ortak Pazar’ı anlat…” İhtilalden bir yıl önce (1959) Ortak Pazar’a Türkiye’nin ilk başvurusunu ileten Fatin Rüştü Zorlu, hücumbotta elleri kelepçeli olarak verdiği bu brifingden bir gün sonra idam edilecektir. 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel bu durumu daha sonra şöyle değerlendirecektir: “Onlar idama giderken Ortak Pazar’ı konuşuyorlardı. O Celal Bey ki, Atatürk’e olan sadakatinin kimsenin kendisinden alamayacağı bir imtiyaz olduğunu söylerdi. Cumhuriyet’in kurucuları başından itibaren Avrupa kavramına ve fikrine angaje olmuşlardır.”.
[4] S. Rıdvan Karluk, Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu ile Olan Ortaklık İlişkileri ve Türk Dış Ticareti İçinde Topluluğun Yeri, EİTİİA Basımevi, Eskişehir, 1974.
[5] S. Rıdvan Karluk, Ekonomik Birleşmeler Teorisi Yönünden Türkiye’nin AET Üyeliği ve Sanayileşme Sorunu, İTİA Basımevi, Eskişehir, 1976 ve Gümrük Birliği Dönemecinde Türkiye, Turhan Kitabevi, Ankara, 1997.
[6] Ankara Anlaşması’ndaki gümrük birliği ile Katma Protokol’de gümrük birliği tanımları farklıdır. Katma Protokol’de gümrük birliği başlığı altında Türkiye ve Topluluk Arasında Gümrük Vergilerinin Kaldırılması (Md. 7-16) ve Ortak Gümrük Tarifesinin Türkiye Tarafından Kabulü (Md. 17-20) olarak iki alt başlık yer alır. Akit Taraflar Arasındaki Miktar Kısıtlamalarının Kaldırılması ise, ayrı bir bölüm (Md. 21-30) olarak düzenlenmiştir. Ankara Anlaşması’nda bu üç başlık, aynı bölümdedir.
[7] Türkiye, o tarihte DPT’ce belirlenen görüşe göre, tekstil ve konfeksiyon ürünleri ihracatına getirilen miktar kısıtlama anlaşmalarına hem Katma Protokol hükümlerinin ihlalini resmen kabul etmiş olmamak ve hem de imzalanan anlaşmaların kontrolünden sorumlu duruma düşmemek için, kamu kesimi olarak taraf olmamıştır. Anlaşmalar, ilgili sektör temsilcileri ile Topluluk Komisyonu arasında yapılmıştır.
[8] Türkiye 2500 üründe AB’nin GTS’ni tamamen üstlenmeyi 2001’de kararlaştırmış ve ithalat rejimi ile taahhütlerini gerçekleştirmiştir.
[9] Avrupa Parlamentosu’nda oylamada siyasi grupların oyları şöyle dağılmıştır: Evet oyları: Radikaller: 9, Liberaller: 34, Avrupa İçin Birlik: 34, Hıristiyan, Demokrat: 144, Sosyalistler: 110, Avrupa Milletler Grubu: 2, Bağımsızlar: 10. Hayır oyları: Radikaller: 4, Liberaller: 6, Aşırı Sol: 23, Aşırı Sağ: 12, Yeşiller: 21, Avrupa İçin Birlik: 4, Hıristiyan Demokratlar: 12, Sosyalistler: 60, Avrupa Milletler Grubu: 7.
[10] Gümrük Birliği dönemi ile ilgili olarak tarafımdan yazılan bazı makaleler için bkz. S. Rıdvan Karluk, “AB-Türkiye Gümrük Birliği”, Yeni Türkiye, Nisan 1995, Yıl: 1, Sayı: 3; “Sadece Gümrük Birliği Yeterli mi?”, “Gümrük Birliği’nin Türkiye Ekonomisine Muhtemel Etkileri”, “Gümrük Birliği Sürecinde Türkiye, Özel Sayı, İstanbul, Eylül 1995; “Gümrük Birliği Ne Getirdi?” Dünya, 15.1.1997; “Türkiye Gümrük Birliği’nin Sonuna mı Geldi”, Zaman, 15-16.3.1997; “Gümrük Birliği Kime Yaradı?” Eskişehir Ticaret Odası Dergisi (ETO), Şubat 1997; “Türkiye Ekonomik Avrupa’nın Neresinde?”, Dünya, 2.4.1997; “Nihai Hedef Tam Üyelik”, Milliyet, Entelektüel Bakış, 26.8.1997; “AB Türkiye’yi Dışlıyor mu?”, Dünya, 5.11.1997; “Genişleyen Avrupa ve Türkiye”, ETO Dergisi, Ağustos 1997; “Avrupa Birliği Türkiye’yi Dışlıyor mu?” Zaman, 16. 12. 1997; “Genişleyen Avrupa ve Türkiye”, Türkiye Sorunlarına Çözüm Konferansı-I, 24-27 Aralık 1997; Aksiyon, 26 Aralık 1997, No 159; “Batı’ya Açık Doğulu Politika Değil, Doğu’ya Açık Batılı Politika” Asamedya, Ankara Sanayi Odası Dergisi, Aralık 1997. “AB ile İlişkilerin Geleceği”, Yeni Ufuk, Eskişehir Sanayi Odası Dergisi, Şubat 1998; “1997 Türkiye Ekonomisinin Değerlendirilmesi ve 1998 Yılına Bakış”, Konya Ticaret Odası Dergisi, Ocak 1998, No. 119.
[11] Türkiye’nin Topluluklara katılımını sağlamak için yapılan başvuru, aslında bir “üyelik” başvurusudur. Çünkü, AT’ye tam katılmanın başka bir yolu yoktur. Fakat bu başvuru, 31 Temmuz 1959 tarihinde yapılan “ortaklık üyelik” (associate member) başvurusundan ayırdedilmesi bakımından, doğru olmadığı halde tam üyelik şeklinde nitelendirilmektedir. Doğru terim, üyeliktir.
[12] Türkiye’yi tutan bir kısım Topluluk yetkilileri, başvurunun mutlaka 10-14 Nisan tarihleri arasında yapılmasını ve böylece Belçika’nın dönem başkanlığı süresi içinde 27 Nisan 1987 tarihinde yapılacak Konsey toplantısında konunun ele alınabileceğini, Dışişleri Bakanı Ali Bozer’e iletmişlerdir.
[13] Türkiye’nin tam üyelik başvurusu red edilmemiş, fakat olayların gelişimine bırakılmıştır. Başvuru kabul edilmemiş bile olsa, tekrar tam üyelik başvurusunda bulunma hakkı vardır. Başvuru Konsey tarafından uygun bulunmuş olsaydı, Avrupa Parlamentosu’nun uygun görüşü alındıktan sonra katılma görüşmeleri başlayacak ve 8-10 yıl sürebilecekti. Ardından Katılım Anlaşması imzalanacak, Anlaşma üye ülke Parlamentolarınca onaylandıktan sonra tam üyelik gerçekleşmiş olacaktı.
[14] Norveç, 27.11.1994 tarihinde yapılan halk oylamasında %52.2 olumsuz oy çıkması üzerine AB’ye girmekten vazgeçmiştir.
[15] S. Rıdvan Karluk “Gümrük Birliği Yeterli mi?” Milliyet, 9 Ağustos 1995; “Sadece Gümrük Birliği Yeterli mi?” Gümrük Birliği Sürecinde Türkiye, Özel Sayı, Eylül 1995, s. 305; “AB Türkiye Gümrük Birliği”, Yeni Türkiye, Özel Sayı, No: 3. Mart-Nisan 1995, s. 190-191.
[16] Milliyet, 22 Aralık 1995.
[17] Milliyet, Objektif, 26 Ekim 1996.
[18] Mustafa Reşit Paşa’nın Balta Limanı’ndaki yalısında çeşitli Avrupa devletleriyle imzalanan bir dizi anlaşmalara Balta Limanı Anlaşmaları denir. Bu Anlaşmalar, Osmanlı Devleti’nin ekonomik ve ticari gelişmesini engellerken, diğer devletlerin ekonomik çıkarlarını koruyordu. İngilizlerle imzalanan anlaşmanın benzeri Rusya ile 30 Nisan 1846 tarihinde yine Balta Limanı’nda yapılmıştır. İngilizlerin açtığı bu kapıdan daha sonra Fransa, Belçika, İsveç, Norveç, İspanya, Hollanda, Almanya, Danimarka, Portekiz ve Avusturya geçmiştir. Ticaret Anlaşması’nın (Sözleşmesinin) tam ismi şöyledir: “Osmanlı Hükümeti Tarafından Büyük Britanya’ya Bahşedilmiş Kapitülasyonlara Ek Olarak ve İki Ülke Arasındaki Ticaret ve Gemi Seferleri ile İlgili Olarak Kapitülasyonlarda Mevcut Bulunan Bazı Kayıt ve Şartları Düzelten ve Değiştiren Sözleşme”. Sözleşme, 8 maddeden oluşmuş olup ayrıca 3 ek maddesi vardır. 27 Ağustos 1838 tarihinde Sözleşme’nin 2. maddesine ilişkin olarak Nuri Efendi tarafından İngiliz Neyeti Başkanı Lord Ponsonby’ye bir nota verilmiştir. Bu nota ile, Sözleşme’ye dayanılarak İngiliz tüccarlarına, Osmanlı İmparatorluğu içinde her türlü emtiayı satın alabilme ve eğer uygun görürlerse Sözleşme’de hükme bağlanan vergisinin ödedikten sonra bu emtiayı dışarıya gönderebilme veya eğer isterlerse emtiayı adı geçen Sözleşme’nin ticaretle ilgili olarak öngördüğü sisteme uygun biçimde Osmanlı İmparatorluğu içinde tekrar satabilme hakkının verildiği onaylanmıştır. Sözleşme’nin Ortak Bildirge ile, 1839 yılının Mart ayının 1. günü yürürlüğe girmesi kabul edilmiştir. Balta Limanı Anlaşması’nı Osmanlı Devleti adına Mustafa Reşit Paşa, Mustafa Kani ve Mehmet Nuri imzalamışlardır. Bkz. DPT, 1838 Ticaret Sözleşmesi, DPT: 1435, M. 38, Ankara, Haziran 1975.
[19] Fransa, 1808-1860, Almanya ise 1844-1860 yılları arasında yüksek bir tarife sistemine sahip idi. Bkz. S. Rıdvan Karluk, Uluslararası Ekonomi, Beta Yayıncılık, 5. Baskı, İstanbul, 1997, s. 153-155.
[20] V. J. Puryear, International Economics and Diplomacy in the Near-East, Starford Universıty Press, California, 1935, s. 118-124.
[21] Bu madde, GATT 1947’nin temel ilkesi olan (Md. 1) “en çok kayrılan ülke” (the most fovoured nation treatment principle) kuralını, GATT’ın yürürlüğe girmesinden tam 110 yıl önce dünya ticari anlaşma literatürüne sokmuştur.
[22] Osmanlı Devleti’nde çok sayıda malın alım ve satımı, bir ruhsat bedeli karşılığında belli kişilere verilmiş idi. Üretici malını, ruhsat sahibi bu kişilere satmak zorunda idi. Yed-i Vahit (Tekel) denilen bu ticari uygulama iç ve dış ticarete konu mallara birlikte uygulanmakta idi. Mesela kahve ithal edenler mallarını bir Yed-i Vahit’e satmak zorundaydılar. Nitekim Mehmet Ali Paşa Mısır’da bu yolla dış ticareti devletleştirerek ülkeye önemli gelir sağlamış ve bu sayede güçlü bir ordu kurmayı başarmıştır. Bu tekel durumu, İngiliz tüccarlarını rahatsız ediyoruz. Nitekim Palmerstone, 30 Kasım 1833 tarihinde İstanbul sefirine yazdığı mektupta, Yed-i Vahit usulünü kaldırmaya yönelik direktif vermiştir. Palmerston’a göre üretici, ürünlerini alış fiyatlarını kendileri belirleyen imtiyazlı kimselere satmak zorunda bırakıldıkça, Türk sanayiinin ileri gitmesi imkansızdı.
[23] Osmanlı tüccarı, bir malı bir yerden diğer bir yere naklederken %12 vergi öderken, yabancı tüccar ve ortakları %5 oranında vergi vereceklerdi. Osmanlı Devleti’nde bir malın bir şehirden diğerine gönderilmesi “ruhsat tezkeresi” gerektirmekte ve bu işlem vergiye tabi idi.
[24] Mısır’ın kapitalist gelişmesinde stratejik rol oynayan dış ticaret tekeli, bu maddeye dayanılarak ortadan kaldırılmıştır. Osmanlı Devleti’ni sıkıştıran Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın ekonomik gücünü kırmak için Osmanlıların Balta Limanı Anlaşması’nı özellikle kabul ettikleri ve böylece Mısır’ın dış ticaret gelirlerinden yoksun bırakılarak Paşa’yı zayıflatmak istedikleri de ileri sürülmüştür. Bkz. Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, Bilgi Yayınevi, Beşinci Basım, Mart 1971, Ankara, s. 78.
[25] İlkay Sunar, State and Society in the Politics of Turkey’s Development, AÜ. SBF Yayını, Ankara, 1974, s. 34.
[26] Şevket Pamuk, 19. Yüzyılda Osmanlı Dış Ticareti, DİEYayını, No. 1831, Ankara, 1995.
[27] Bkz. Ali Naci Karacan, Lozan, Milliyet Yayınları, İkinci Baskı, İstanbul, 1971, s. 148-149, 363-379. Kapitülasyonların ne oldukları, Karacan tarafından 18 madde de açıklanarak şöyle özetlenmiştir. “Kısacası, yabancı para kazanır, vergi vermez, çalar, çırpar, iflas eder, hatta adam öldürür, fakat hiç bir şey lazım gelmezdi.” Bu sebeple Lozan’da İsmet Paşa kaldırmaya uğraşıyor, müttefikler ise kaldırtmamaya çalışıyorlardı. Bkz. A.g.e., s. 150. 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan’da imzalanan Antlaşma’nın 24 Ağustos 1923’te TBMM tarafından onaylanması ile kapitülasyonlar Atatürk’ün tarihi Nutuk’ta söylediği gibi son bulmuştur: “Kapitülasyonların her nev’i tamamiyle ve ebediyen lağvolunmuştur.”
[28] Gündüz Ökçün, Türkiye İktisat Kongresi, Ankara, 1968, s. 243-256.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.