Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Avrasya ve Avrasya’daki Türk Varlığı

0 18.388

Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ

İki kıta isminin birleşmesinden meydana gelen bir terim olan Avrasya’nın büyük bir kısmı Asya’dan ibarettir ve bu söz konusu coğrafyaya baktığımızda, insanların ekserisi Türk’tür.

Tabi ki bu genel bir tanımlamadır. Bu yüzden pek çok kişi Avrasya’dan farklı şey anlamakta veya şahıslara göre Avrasya’nın neresi olduğu değişmektedir. Ama esas olan buranın bir parçası Türkiye açısından Avrasya’nın manası nedir, bunu belirlemek çok daha mühimdir.

Avrasya derken, biraz evvel de söylediğimiz üzere Asya ile Avrupa’nın tamamını mı, Ural Dağlarının doğusu ile batısındaki toprakları mı, yoksa bütün buralardaki Türk ve Türklerle akraba toplulukların yaşadıkları çevreyi mi, ya da sadece Türk ve Türkçe konuşan milletlerin yaşadığı ülkeleri mi anlayacağız? Elbette bu noktada herkes kendince haklı bir şekilde fikirlerini ileri sürecektir. Tıpkı bugün Orta Asya dediğimizde neyi kastettiğimiz gibi. Batılı ve Rusların Orta Asya’dan anladıkları daha çok Mogolistan, Güney Sibirya, Kuzey Çin ekseniyle çevrilidir. Fakat bize göre, tarihi gerçekler ve kültürel doku ele alındığında Türkistan ve Türklerin yurdu diyebileceğimiz Orta Asya’nın hudutları farklıdır.

Dolayısıyla Avrasya kavramını Türk nokta-i nazarından ele alacak olursak, meseleyi biraz daha açmakta fayda vardır. Her şeyden önce Avrasya’nın ortasına Türk’ü koymak bizim milli menfaatlerimiz için çok daha önemlidir. Bu yüzden Avrasya’nın temeli hakikatte de Türklerin yaşadığı topraklarla kaplıdır. Yani ne Rus, ne de Amerikan tezlerinden yola çıkarak bir Avrasya tanımlaması yapmak doğru değildir. Esasında Avrupa diye bir kıta var mı, bunun da üzerinde kafa yorulmalıdır. Durum böyle olunca Asya ve Avrupa’da bizimle taban tabana zıt, kültürel ve menfaat birlikteliğimiz olmayan ülkelerin Türk’ün Avrasyası’nda yeri yoktur. Bizim bu fikrimize mutlaka çok karşı çıkanlar olacaktır. Ama Avrasya’da biz Fransız’ı, İspanyol’u, Alman’ı, İtalyan’ı, Yunan’ı düşünmüyoruz. Öyleyse Güney-batı ve Güney Avrupa bizim Avrasya tarifimizde yer almıyor. Buna göre Avrasya, yukarıda da bahsettiğimiz üzere Türk merkezli ve Türklerle şöyle veya böyle tarihin derinliklerinde münasebetleri olan ülkelerle çevrilidir. Bazıları, biraz evvel Avrasya’nın dışında bıraktığımız memleketlerin de bizimle tarihin derinliklerinde ilişkilerinin söz konusu olduğunu söyleyebilir. Doğrudur, ancak şu anda bu ülkelerle bizim çıkar ilişkilerimiz aleyhimizedir. Zaten bugün gündemde olan Avrasya Birliği olgusu da; Avrupa Birliği tarafından dışlanan ülkelerin sarıldığı yeni bir idealdir.

Avrupa Birliğine giremeyeceği ayan-beyan ortada olan Türkiye illa da herhangi bir ekonomik etki alanında kendine yer arıyorsa, her şeyden önce ne kazanacağını ve ne kaybedeceğini hesaplamalıdır. Körü körüne de her denize balıklama atlamanın anlamı yoktur. Neredeyse 50 yıllık Avrupa maceramız ortada. Sürekli aleyhimize gelişen bir vaziyet söz konusu. Avrupalı olmak hayaliyle 1839’dan beridir başımıza gelmedik şey kalmadı. Devamlı kaybediyoruz. Görünürde kazandığımız hiçbir şey yok.

Bu genel açıklamayı yaptıktan sonra bize göre Avrasya; doğuda Mogolistan yaylalarından başlayıp, Kuzey Çin’i içine alıp, güney ve Kuzey­doğu Sibirya’yı kuşatarak batıya doğru uzanan ve burada Türkistan, Hazar ve çevresini içine katan, Kafkasya, Anadolu ekseni üzerinden Balkanlara atlayıp, Orta Avrupa’da Macaristan’ın da dâhil olduğu topraklardan Doğu Avrupa’ya geçip, orada Rusya Federasyonu ki, burada da bilhassa İdil-Ural sahası göz önünde bulundurulduktan sonra, Ukrayna ve kuzey-batıda Polonya, Beyaz Rusya, Letonya, Estonya ve Litvanya ile birlikte Finlandiya, Norveç ve İsveç topraklarından ibarettir.

Elbette ki biz bu sınırları durup-dururken çizmedik. Tarih boyunca Türklerin Asya ve Avrupa’daki faaliyet sahaları ve hayat alanlarına bakarak böyle bir sonuca vardık ki, zaten Avrasya tanımlamalarının hepsinde de bir Türk kuşağı dediğimiz 32-56 derece kuzey enlemleri arası vardır.

Bilindiği üzere 1990’lı yıllardan itibaren her türlü dünya stratejilerine eklenmek istenen bir Avrasyacılık anlayışı söz konusudur. Geçmişinde Türk, Mogol ve Slavların Avrupa’nın diğer halklarına nazaran birbirine daha yakın oldukları, bu yüzden de söz konusu Avrupa Birliğini meydana getiren halkların egemenliğinin kırılması yatan bu düşüncenin kökenleri her ne kadar 20. asrın başlarına ve bizde Yusuf Akçura gibi bir Türkçü’ye, Rusya’da da G.Vernadsky, L.Gumilev benzeri ilim ve fikir adamlarına dayandırılıyorsa da, günümüzde bunun temeli 1994’te Almatı’da; “Avrasya’daki Potansiyelin Entegrasyonu” toplantısıdır. Burada, Kazakistan devlet başkanı Nursultan Nazarbayev “Avrasya Birliği” ismiyle yeni bir siyasi, sosyal ve ekonomik dayanışmaya gidilebileceğini ileri sürdü. Türk Devlet ve Toplulukları Birliği çalışmalarının kasıtlı olarak birtakım güçler tarafından sulandırılması sebebiyle, Nazarbayev ısrarla Türkiye’nin de içinde bulunacağı böyle bir girişimi gündemde tutuyor. Çünkü Nazarbayev çok iyi biliyor ki, yer altı kaynakları bakımından zengin hem kendi ülkesi hem de diğer Türk Cumhuriyetleri ekonomik ve siyasi geleceklerini bir şekilde garanti altına almadıkları takdirde, ileride başları çok ciddi ağrıyabilir. Dolayısıyla AB’nin tutumu, ABD’nin yaptıklarını göz önünde bulundurunca bu fikre ilgili ülkelerin yanı sıra, Türkiye’de de birtakım çevreler sıcak bakmaktadır.

Yeni bir güç ve etki alanı meydana getirme teşebbüsleri hususunda yorum yapmak veya buna bağlı olarak çıkarımlarda bulunmak ne bizim işimiz, ne de uzmanlık alanımızdır. Bu sebepten biz, tarih boyunca Avrasya’daki Türk hâkimiyetine kısaca bir göz atacağız ve buraların biz Türkler için önemi üzerinde durmaya çalışacağız.

Tarihteki Türk göçlerini incelediğimizde, hep doğudan batıya doğru gerçekleştiği görülür. Bunun da başlıca nedeni, Mogolistan ve Kuzey Çin yaylalarında iken doğuda gidebilecekleri son nokta Büyük Okyanus olmuş ve buradan öteye açılma, ya da fütuhat imkânı kalmamıştır. Bu sebepten batıya ilerleme ve yayılmaktan başka çareleri yoktu. Bununla birlikte bu göç hareketlerinin de ekonomik, siyasi, vs. çeşitli sebepleri vardır. Türklerin büyük kitleler halinde göçlerine genellikle açlık ve kuraklık gibi tabiî felaketlerin yanısıra, kendi aralarında ve komşu kavimlerle olan savaşlar yol açmıştır. Mesela doğudan batıya doğru olan göçlerin başlıca nedenlerinden birisi, sürekli vukua gelen kavgalardır. Bunların arasına yeni yerleri keşfetme, Türk adaletini ve Tanrı’nın adını yayma gibi sebepleri de katabiliriz. Bu da, sonraları Kızıl Elma ve Cihad şeklinde, İslami Türk devletlerinde karşımıza çıkar.

Elbette bu dalgalanmalar Türk halklarının kendi aralarında bir kargaşa doğururken, dünyanın diğer ırklarını da etkilemiştir. Malûm olduğu üzere bunun en mühim sonucu Kavimler Göçü dediğimiz harekettir. Her ne kadar dünya tarihinde bu Kavimler Göçü M.S. 4. asırlarda başlatılıyorsa da bize göre, bilhassa Avrasya kıtasında kendisini gösteren bu oluşum M.Ö. 3. asır başlarında Türk-Hunların, Yüeh-chileri yenmeleri ile ortaya çıkan ve sonra da devam eden bir süreçtir. Bu dönemin belki de en önemli sonucu; Avrupa’nın göbeğinde, Macaristan merkezli yeni bir Türk devleti kuruldu. Roma arazisine kaçan halklar burada büyük karışıklıklara neden oldular ve dolayısıyla sosyal düzen bozuldu. İç isyanlar çıktı ve bu ülke resmen ikiye ayrılarak, bir daha eski gücüne asla ulaşamadı. Tabiki bu vaziyet Avrupa’da siyasi dengeleri de dağıttı. Bu arada Avrupa’nın batısına kadar giden topluluklar, küçük kralcıklar ve devletçikler teşkil ettiler. Franklar bugünkü Galya’ya, Saksonlar İngiltere adasına, Vandal, Vizigot ve Alan gibi halklar da karışarak İspanyolların temelini attılar.

Ayrıca meydana gelen iktidar boşluklarını kilise doldurmaya çalışmış, yeni bir siyasi güç olarak sivrilmişti. Bununla birlikte kilise, misyonerler aracılığıyla Katolik itikatları daha rahat yayma imkânına kavuştu. Bu sırada Avrupa’da feodalizm denilen rejimin yerleşmesi de söz konusudur ki, göçler vasıtasıyla yeni topraklar peşinde koşan ahali, geldikleri ülkelerdeki beylerin köleleri şeklinde, onların hizmetlerine girdiler. Hâlbuki İslam öncesi Türk tarihi döneminde, kaynakların hiçbirinde barbar olarak suçlanan Türklerin köle ticareti yaptıklarına dair işaret yoktur. Çeşitli savaşlarda esir alınanlar ise, bir müddet sonra çevreye güven verirse, halkın içerisine karışıyor, onlar gibi oluyorlar; hatta gösterdikleri yarar ve kabiliyetlere binaen çok önemli mevkilere kadar yükselebiliyorlardı.

Meseleye askeri açıdan baktığımızda belki de en önemli neticeleri arasında, artık Avrupa kavimlerinin ordularında atlı-suvari birliklerinin yaygınlaşmasıyla, Türklerdeki “Alplık” müessesesini çağrıştıran şövalyeliğin ikamesi vardır. Ayrıca giyim-kuşamda da Türk tesiri hissedilir derecede arttı ki, buna binaen yaygınlaşan ceket, pantolon ve çizme gibi giysiler dünya medeniyetine Türklerin armağanı oldu. Dolayısıyla günümüz Avrupa’sının ortaya çıkışında Kavimler Göçü ve bunu tetikleyen Türklerin rolünü kimse inkâr edemez.

Türk-Hunların başlattığı bu Kavimler Göçü, onlarla da bitti denemez. Esasında kendilerinden sonra gelen Türk boylarına da örnek oldu. Hiç kesilmeden, Hunların peşinden bazı Türk kabileleri de onları izledi. Avarlar, değişik Ogur aileleri, Hazarlar, Peçenekler, Uzlar ve Kumanlar, belki de Osmanlılar da bunların içindedir. Burada şuna da değinmek gerekir ki, binlerce yıl süren bu fetih hareketi neticesinde, Avrupalılar Türk kavmini çok iyi tanıdılar. Ancak kendilerine dünyayı dar eden bu halktan da birgün intikam almayı asla unutmadılar. Her yakaladıkları fırsatta, Türklere akla, hayale gelmeyecek kötülükler yaptılar.

Bütün bunlar bir yana daha Hunlar çağında, merkezleri Orkun Vadisi olan Türkler, kendilerinin Ötüken dedikleri bugünkü Mogolistan’dan kalkarak, doğru-dürüst hiçbir engelle karşılaşmadan İdil-Ural sahasında soluğu almışlardı. Ancak Türkistan’ın batısına, Horasan’a geldiklerinde önlerine hem geçilmesi zor bir coğrafya, hem de o zamanlarda güçlü bir Sasani İrani çıkmıştı. Dolayısıyla Selçuklu devrine değin İran’la ciddi bir şekilde ilgilenilmedi. Ama bu demek değildir ki, Türkler İran’ı ve o havaliyi bilmiyorlardı. Ak Hun ve Kök Türk ordularının İran’ı bir-iki defa baştan-başa geçtiklerini kaynaklar bize söylüyor. Bizim vurgulamak istediğimiz Selçuklu’ya kadar kalıcı olmadıkları konusudur.

Bununla birlikte Avrasya’nın bir parçası olan Hazar çevresi ve Karadeniz etrafı, Balkanlar, Doğu Avrupa ve Anadolu, Türklerin ilk ortaya çıktıkları tarihi yurdun tabiî özelliklerini yansıtır ki, belki de bu yüzden binlerce kilometreyi aşarak geldikleri bu toprakları yadırgamamışlar ve buraları ikinci bir yurt olarak görmüşlerdir. Buranın coğrafi özelliklerine baktığımızda, Türklerin geleneksel hayat tarzı olan konar-göçer hayvancılık için bulunmaz imkânlara sahiptir. Yılın neredeyse dokuz ayı otların yeşil kalabildiği, su kaynaklarının kolay kolay kurumadığı bir iklim hâkimdir. Dolayısıyla bu topraklarda ne Türk’ün kendisi, ne de hayvanı aç kalmıyordu. Bugün de Avrasya coğrafyası yer altı ve yer üstü kaynaklarıyla beraber hayvancılık ve ziraata son derece müsait topraklardır.

Yine tarihteki ilk Türk devleti olan Hunlar döneminin bir iz düşümü şeklinde algıladığımız meşhur Oguz Kagan Destanı’nda; hem Oguz, hem Oguz’un oğulları, hem de ünlü komutanlar Hazar-Aral bölgesinden yola çıkıp, kendilerine Kafkasya’yı üs yaparak, buradan Anadolu’ya doğru bir sefer başlatırlar. Tarihi vesikalar yerden ateşlerin çıktığını ve kara bir maddeyi yaktıklarını söyler. Görülüyor ki, Türklerin bu mümbit, yer altı ve yer üstü kaynakları açısından zengin ülkelerle tanışmaları çok eskilere gidiyor. Elbette bu anlattıklarımız sadece destan türü sözlü edebiyatla da sınırlı değil. Aynı fütuhat hareketine Bizans-Grek ve Arap kaynaklarında da rastlıyoruz. Şimdilik İskit nazariyesini bir kenara bırakacak olursak, Batılılara ait tarihi belgeler 2. yüzyıldan itibaren Doğu Avrupa’da Türklerden bahseder. Dolayısıyla bu söz konusu bölge hayvancılığa olduğu kadar, yukarıda da belirttiğimiz üzere, mühim çiftçilik faaliyetlerinin gerçekleştiği sahalardır. Yani hem eski çağların, hem de modern zamanın insanının yaşamasına elverişli arazilerle kaplıdır.

Bunun yanı sıra yukarıda bahsettiğimiz 32-56 derece kuzey enlemleri günümüz enerji kaynaklarının yoğun olduğu topraklardır. Bizans-Grek, Arap ve Fars kaynaklarını incelediğimizde, bu coğrafyada bol miktarda petrol ve doğalgaz çıktığına şahitiz. Aslında Zerdüşizmin temelinde de herhalde bu tabiatın rolü olsa gerek. O devirlerde petrol ve doğalgazın ehemmiyeti henüz anlaşılamamış ve bu zenginlikler için insanlar arasında pek kavga olmamıştır.

Herkesin bildiği üzere petrol ve doğalgazın önemi, 19. asırla beraber kendini hissettiren sanayileşme ve buna bağlı olarak makine gücüne ihtiyaç duyulması ile ısınmada evlerde kullanılmak suretiyle artmıştır. İşte dünyanın eskiden beridir en büyük petrol ve doğalgaz rezervlerinin üstünde Türkler oturduğu halde, dünya pazarlarına bunların ulaştırılmasında Türklerin pek sözünün geçtiğini iddia edemeyiz. En basitiyle Baku-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru Hattı’nın neticelenmesi için bile güçlü ülkelerle, dünya devi şirketler arasında nasıl bir mücadelenin yaşandığını ve bu yüzden de işin geciktiğini biliyoruz. Ebulfez Elçibey’in iktidardan uzaklaştırılmasının sebeplerinden birisi de budur. Yani ham madde Türklerin topraklarında olmasına rağmen, bunların hangi yoldan pazarlanacağına Türkler karar veremiyor ya da insiyatif kullanamıyorlar.

Avrasya toprakları Türklere benzer konar-göçer halklar için cihanşumul devletler kurmaya müsait yerlerdir. Bu bölgenin iki önemli kilit noktası bulunuyor: Birisi güneyde Anadolu ve Boğazlar, diğeri kuzeyde Batılıların tarihi kaynaklarda Maeotis Bataklığı dediği Azak çevresi. Türkler her ikisini de fazla zorlanmadan aşmayı başarmışlardır. Güneyde Selçuklu ve Osmanlı Türkleri Anadolu’yu Türkleştirip, Balkanlara ayak basarken, onlardan çok daha evvelki çağlarda, 4. asır sıralarında Hunlar önlerinden giden bir geyiğin yol göstermesiyle ki, biz Romalı yazarların muhtemelen Oguz Kagan Destanı’nı dinlediklerini ve Oğuz’un önünden yürüyen Kök Börü’yü geyiğe çevirdiklerini düşünüyoruz, Karadeniz’in kuzeyindeki bu tabi engelleri geçerek, önce Doğu, sonra Orta Avrupa’yı egemenlikleri altına sokmuşlar idi.

Bu ilk fetih hareketinin hemen ardından Hunları takip eden Hazar, Avar, Bulgar, Peçenek, Kuman-Kıpçak, Oguz Türkleri Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa’ya aktılar. Son olarak da Çingizlilerle birlikte yürüyen Türk boyları Avrasya topraklarında kendilerine yurt kurdular. Dolayısıyla merkezde İdil-Ural Türklüğü olmak üzere Avrasya topraklarının her yanı Türklerin vatanı sayılır. Ayrıca söz konusu coğrafya üzerinde Türklerin etki sahası altında kalan, başta Slavlar olmak üzere pek çok da halk vardır.

Rusya Federasyonu Avrupa Birliği karşısında ve onu taklit ederek, nasıl ayakta durabileceği ve yeniden bir denge unsuru olabileceğinin hesaplarını yapmaktadır. Çarlık ve Sovyet Rusya benzeri bir hâkimiyeti bölgede kolay kolay kuramayacağını anlayan Rusya, Avrasya’nın parlayan güçlerini de yanına çekerek, eskiden olduğu gibi liderliğini sürdürmenin kaygıları içindedir. Rusya Federasyonu, Kazakistan ve Beyaz Rusya bu işe öncülük ettiğinde, muhtemelen diğer Türkistan Türk cumhuriyetleriyle, Doğu Avrupa’daki eski Sovyet cumhuriyetleri de bundan geri durmayacaktır ve Rusya Federasyonu yapılacak birtakım anlaşmalarla 2015’e kadar bu işi bitirmeyi hedeflemektedir. Dolayısıyla Avrasyacılık akımının gündemde olduğu şu günlerde Türklerin maddi ve manevi tesir alanlarındaki bu insanları yeniden kendine yaklaştırıp, alternatif güç dengeleri oluşturabileceğini zaten herkes söylemektedir. Ancak bundan kazanacakları ve yitireceklerini de Türkiye iyi hesap etmek zorundadır.

Son zamanlarda yeniden dillendirilen bir de Shangay İşbirliği Teşkilatı söz konusudur. Biz bu meseleyi çok daha evvelki yıllarda Türkiye’nin bir seçeneği olması açısından çeşitli yazılarımızda ve konuşmalarımızda gündeme getirmiş idik. Avrupa Birliği rüyasının hüsranla biteceği ayan-beyan ortada iken, belki Türk Cumhuriyetlerinin büyük bir kısmının içerisinde bulunduğu Shangay İşbirliği Teşkilatına girip, bölge ülkeleriyle münasebetleri kuvvetlendirmenin zamanıdır. Esasında Türklerin aleyhine olmasına rağmen, bilindiği gibi 26 Nisan 1996’da Çin’in Shangay şehrinde Kazakistan, Kırgızistan, Rusya Federasyonu, Tacikistan ve Çin devlet başkanlarının “Sınır Bölgelerinde Askeri Güvenliğin Güçlendirilmesi” için yaptıkları ittifak, basında “Shangay Beşlisi” olarak isimlendirilmişti. Çin’in buradaki gizli amacı, Doğu Türkistan’a yönelik Türk Cumhuriyetlerinden vuku bulacak yardımların önünü almaktır. Daha sonra bu teşkilata Özbekistan da katılınca “Shangay Altılısı” denmeye başlandı. Shangay İşbirliği Teşkilatının amaçlarını Nazarbayev bir konuşmasında şöyle sıralamıştır: 1- Bölgesel istikrar ve ülkelerin güvenliği, 2- Ekonomik işbirliği, 3- Çevre problemlerinin çözümü, 4- Sosyal ve ekonomik meselelerin incelenmesi.

Gerçekten bunlar bizim için önemli kıstaslardır. Ama Türkiye Doğu Türkistanlı kardeşlerinin akan gözyaşlarını görmezlikten gelemez. Kafkasya’da Ruslar tarafından estirilen teröre kulağını tıkayamaz.

Çin aslında Türkiye ve Türk Cumhuriyetlerinin ekonomilerini tehdit ediyor gibi gözüküyorsa da, yakın gelecekte bizim için önemli bir pazar da olabilir. Buna binaen Çin’in ve Rusya’nın tarihi düşmanlıkları unutup, AB ve ABD’ye tavır takınması açısından bu oluşum son derece mühimdir. İşin aslına bakılırsa, yakın gelecekte Türkiye’nin menfaatleri AB ve ABD karşıtlığıdır. Bu iki siyasi teşekkül dünyanın ekonomik kaynaklarını en çok tüketen, en fazla silahlanan ve silah satan ülkeleri olduklarından, kendilerine yeni sömürgeler yaratmak düşüncesindeler ve bunda da Orta Doğu ile Türkistan coğrafyası başta gelmektedir. Kafkasya, Balkanlar ve Orta Doğu’nun kesişme noktasında bulunan Türkiye’nin çıkarları son yıllarda, sürekli ABD ve AB ile ters düşmektedir. Bölgeye yönelik yatırımlarda, bu ülkelerin Türkiye’yi değil, İsrail ve yeni bir partner olarak Kürtleri düşünmeleri ve buna binaen de bölücü Kürt faaliyetlerine destek olmaları, Türkiye ile Batı arasındaki problemleri çözülmez hale getirmektedir. 2013 yılının 9 ocağında İnterpol ve Türkiye’de kırmızı bültenle aranan ve Paris’te öldürülen üç terörist ile Fransa başbakanının görüştüklerini söylemesi, bunun delilidir. Bu yüzden bölgenin adı geçen ülkeler tarafından kontrolünün engellenmesi Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyor. Yani Türkiye’nin yönünü sadece Batı’ya çevirmesi ve AB’ne gireceğim sevdasıyla pek çok şeyi görmezlikten gelmesi hatadır. Bu şimdi son zamanlarda daha iyi anlaşılmaktadır. Avrupa’da liderlik ve çıkar savaşları kısa bir süre sonra şiddetlenecek; şu veya bu şekilde bu Hristiyan birliği dağılacaktır. Kaldı ki Türkiye’nin yakın zamanda milli kültüründen sıyrılmadığı müddetçe bu siyasi oluşuma girmesi de mümkün gözükmemektedir. Dolayısıyla Türkiye kendisinin harekete geçirebileceği alternatiflerin maalesef farkına yeni yeni varmaktadır.

Belki de 2013 yılı başlarında Türkiye Cumhuriyeti başbakanının Shangay Beşlisini dillendirmesi bu yüzdendir. Çünkü Türkiye artık Avrupa’nın yalanlarından ve oyalamalarından bıktı. Ancak hem Rusya’daki, hem de Türkiye’deki Avrasyacı birtakım çevreler şimdilik Shangay İşbirliğine Türkiye’nin girmesine pek sıcak bakmıyorlar. Türk Avrasyacılar haklı olarak Türkiye’nin ABD tarafından sömürüldüğünü, Avrupa Birliğince horlandığını, Çin’in de Türk Dünyasına yönelik tehditlerini bildiklerinden bütün bu ülkelere mesafeli duruyorlar.

Esasında Rusya’nın Türkiye’yi de Avrasya Birliğinin içinde görmek istediği ortadadır. Hele hele Avrupa Birliğine Türkiye’nin alınmayacağı kesinleşince, Rusya Federasyonu mümkün olduğunca Türkiye ile ilişkilerini sıcak tutmaktadır. Gerçekte Rusya, Avrupa’nın bir uzantısı olduğu halde yüzlerce yıldır Avrupalılarca dışlanıyor. İşte bu günlerde Aleksandr Dugin gibi felsefeciler, Yeni Avrasyacılık akımıyla şu an önderliğini Rusya’nın yaptığı BDT’nun, Avrupa Birliği gibi genişletilmesini, ne olursa olsun dünyada tek kutupluluktan çok kutupluluğa geçilmesini istemektedirler. Bu yüzden dünyanın sayılı ekonomik güçlerinden birisi olan Türkiye, Rusya Federasyonu için asla küstürülmeyecek bir komşudur.

Tabiî ki bu oluşumlar ve teşebbüsler bir yana, bize göre bütün Türk Dünyası açısından tekbir çıkış yolu var, o da; Türk Birliğidir. Türk aydınlarının hepsi çok iyi biliyorlar ki, dünyadaki devletlerin ve ülkelerin yaşaması için gerekli herşey Türk topraklarında yeterince bulunuyor. Bir cumhuriyet veya bölge diğerindeki eksiklikleri çeşitli şekillerde tamamlayabilir ve kimseye muhtaç olmadan hayatını sürdürebilir. Ancak bunun için bir Türk ortak pazarının kurulması şarttır. İstenildiği takdirde bu işin gerçekleşmemesi için de bize göre hiçbir neden yoktur. Ama ne yazık ki Türkler bu avantajlarını kullanamıyorlar. Yıllardır bu konu defalarca dile getirilmesine rağmen kimse de meseleye ciddi anlamda eğilmiyor. 1993’lerde Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan böyle bir girişimde bulunduysa da, sonunu getiremediler. Bugün Avrupa’da insanlar ekonomik ve siyasi arenada tek bir çatı altında biraraya gelip, ortak para birimi kullanmaya ve bunu daha da ileri götürüp, müşterek bir ordu meydana getirmeye kadar işi vardırıyorlarsa, neden Türkler yapamasın. Bunun ırkçılık veyahut da Turancılıkla hiçbir ilgisi yoktur. Dünya bir yandan globalleşirken, bir yandan da yeni iktisadi ve siyasi birlikler ortaya çıkmaktadır. Ancak bunların da yapılarına bir baktığımızda umumiyetle dilce, dince, soyca birbirlerine yakın insanlardan oluşmaktadır. Dünyada haysiyetli bir şekilde ayakta durabilmek ve söz sahibi olabilmek için birbirleriyle kenetleniyorlar. Avrupa Topluluğu, Arap Ülkeleri Birliği, İngiliz Devletler Topluluğu, Latin soylu memleketlerin birbirlerine yakınlığı bunun en güzel göstergeleridir. Bugün dünyada 200 milyon civarında Türk yaşamasına rağmen, ekonomik bir dayanışmalarının var olduğunu söyleyemiyoruz.

Netice itibarıyla Türkler, Avrasya’nın şu andaki kavimlerinin pek çoğundan daha önce bu bölgeyi tanımışlar ve göz ardı edilemeyecek bir nüfus kesafeti ile buraları kendi vatanları haline getirmişlerdir. Herhalde Türklerin bu gücünün farkındaki hiçbir devlet Avrasya’da kendi bildiğince at oynatamaz. Tabi burada Türklerin de önemli bir bölgesel kuvvet olduklarını anlamaları gerekir. Rusya’nın kontrolündeki bir Avrasya’nın Türklere hiçbir faydası yoktur. Zaten Rus siyasetçiler ve fikir adamları arka bahçeleri olarak gördükleri bu topraklarda teşekkül edecek Avrasya Birliğinin ancak eski Sovyetler benzeri bir şey olacağını vurguluyorlar ki; Sovyetler Birliğinin durumu, burada Türklerin vaziyeti ve her şeyden öte eski Sovyetlerin Türkiye Cumhuriyeti’ne bakışını bildiğimiz için, Avrasya girişiminde çok dikkatli olunmalıdır. En azından Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatında olduğu üzere işi yüzümüze – gözümüze bulaştırmamamız lazımdır.

Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ

“Avrasya ve Avrasya’da Türk Varlığı”, Töre, Sayı 2/13, Ankara 2013

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.