Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Atsız Muallim Cevdet Karşılaşması

0 8.720

Turan CAN

Atsız’la ilgili merak ve araştırmalarım epeyce eskilere dayanır. Kendisi ile ilgili bilgi ve belgeleri uzun zamandan beri toplamaktayım. Bu merak ve heyecanımın asıl kaynağı, yıllardır haftada üç beş gün sürekli görüştüğüm kısa süre önce merhum olan, Yücel Hacaloğlu Ağabeyimdir. Bazen o bazen de ben Atsız ile ilgili çıkan yayınlardan birbirimizi haberdar eder, temin etmek için bazen günlerce bazen de aylarca bu belge ve bilgilerin peşinden koşmuşuzdur.

Hüseyin Nihal Atsız’ın yayınlamış olduğu eserler ve çıkartmış olduğu dergilerin çoğunlukla ilk baskılarını arşivimizde muhafaza etmekteyiz. Ayrıca hakkında yayınlanan onlarca eserlerin tamamına yakını da arşivimizde bulunmaktadır. Son bir ay içinde Atsız ile ilgili görmediğimiz varlığından haberdar olduğumuz iki çalışması elimize geçmiştir. 1949 yılında Bozkurtların Ölümü adlı eserin, İsmet R. Tümtürk, tarafından İngilizce özet olarak yayımlanan 28 sayfalık broşürü ile Osman Nuri Ergin’in hazırladığı, Muallim M. Cevdet’in Hayatı Eserleri ve Kütüphanesi, İstanbul 1937 adlı eserdeki Atsız’ın yazısıydı.

Seksen yıl sonra, bu yazıyı bulup yayınlamamızın bir amacı Atsız bibliyografyasına katkı yapmak, yeni nesillere Muallim Cevdet’in tanıtılmasını sağlamaktır.

Ayrıca bu çalışmamıza değer katan, Buğra Atsız Beğin, Kanada’dan göndermiş olduğu Atsız albümünden üç adet resmin ilk defa yayınlanması olacaktır.

Nihal Atsız ve Azatlık Radyosu, Kazak Servisi Şefi, Devlet Tagiberli, Münih 1969

Hüseyin Nihal Atsız (1905-1975)

12 Ocak 1905’de İstanbul’da doğdu. Ailesi Gümüşhane’nin Torul/Dorul ilçesinin Midi köyünün Çiftçioğulları ailesinden, babası, Deniz Makine Önyüzbaşısı Hüseyin Efendinin oğlu Deniz Güverte Binbaşısı Mehmet Nail Bey, annesi Trabzonun Kadıoğulları ailesinden Deniz Yarbayı Osman Fevzi Beyin kızı Fatma Zehra Hanımdır.

Atsız Beyin ailesi, Gümüşhane’nin Torul/Dourol kazasının Midi köyünde Çiftçioğulları adı ile bilinmektedir. Çiftçioğulları ailesinin tespit edilebilen ceddi 19. asrın başlarında yaşadığı tahmin edilen Ahmet Ağadır. Ahmet Ağanın İsmail, Süleyman, Hüseyin ve Şakir adlı dört oğlu olmuştur. İsmail Ağanın çocukları Midi köyünden Yozgatın Akdağ Madeni kazasının Tekyegüneyi köyüne, Süleyman Ağa’nın çocukları ise Yozgatın Akdağ Madeni kazasının Dayılı köyüne göçmüşlerdir.

Ahmet Ağanın üçüncü çocuğu olan Hüseyin Ağa (1828-1894) ise 1850-1852 sıralarında deniz eri olarak İstanbul’a gelmiş, okumayı ve yazmayı asker ocağında öğrenmiş, askerliğinin nihayetinde de teskere bırakarak Osmanlı Donanmasında (Donanma-yı Hümayun) kalmış ve Makine Önyüzbaşılığı (Çarkçı-Makine), (Kolağalığına) terfi etmiştir.

Hüseyin Ağanın eşi Emine Hayriye Hanımdır. İki çocukları olmuştur. Nevber Hanım ile Mehmet Nail Bey (1877-1944) de Osmanlı Donanmasına girmiş ve Deniz Kuvvetlerinde Deniz Güverte Binbaşılığından emekli olmuştur.

Mehmet Nail Beyin ilk eşi 1903 yılında yüzbaşı iken evlendiği Fatma Zehra Hanım (1884-1930) Fatma Zehra Hanım, Deniz Yarbayı (Bahriye Kaymakamı) Osman Fevzi Bey ile Tevfika Hanımın kızıdır. Osman Fevzi Bey, Trabzonlu olup ailesi Kadıoğulları namı ile marufdur.

Mehmet Nail Beyin ilk eşinden üç çocuğu olmuştur. 12 Ocak 1905’te Hüseyin Nihal (Atsız), 1 Mayıs 1910’da Ahmet Nejdet (Sançar) (ölümü 22 Şubat 1975) ve Aralık 1912’de Fatma Nezihe (Çiftçioğlu).[1]

Hüseyin Nihal Atsız, ilkokul İstanbul Kadıköy’ündeki Fransız ve Alman Mektebi (1911), Babası Mehmet Nail Beyin Kızıldeniz’deki görevinden ötürü Süveyş’te bir ilkokulda birkaç ay (1911), Kasımpaşa’daki Cezayirli Gazi Hasan Paşa Mektebi ile Haydarpaşa’daki Hususi Osmanlı İttihad Mektebinde okumuştur.

Ortaöğretimi Kadıköy ve İstanbul Sultanisi (1922) imtihanla Askeri Tıbbiye.

4 Mart 1925 Askeri Tıbbiyeden (ikinci sınıftan) çıkartıldı. Kabataş Lisesinde üç ay öğretmen vekilliği, Deniz Yollarının Mahmut Şevket Paşa gemisinde kâtip muavinliği yaptı.

1926 İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin yatılı kısmı Yüksek Muallim Mektebine kaydoldu.

Atsız, Askerliğini 9 ay er olarak 28 Ekim 1926-28 Temmuz 1927 İstanbul’da Taşkışlada 5. Piyade alayında yapmıştır.

Soldan Sağa, Mehmet Ahunbay, Polat Tufani, Nihal Atsız, Buğra Atsız, Münih 1969

İlk Yazısı, Ahmet Naci isimli arkadaşı ile birlikte hazırladığı “Anadolu’da Türklere Ait Yer İsimleri” adlı makalenin Türkiyat Mecmuasının ikinci cildinde yayınlanması ile hocası olan M. Fuat Köprülü’nün dikkatini çeken Atsız, 1930 yılında Edirneli Nazmi’nin divanı üzerinde mezuniyet çalışması yapmış (Divan-ı Türk-i Basit, gramer ve lügati, 1930, 111 s. Türkiyat Enstitüsü Tezi, nu: 82) ve aynı yıl Edebiyat Fakültesi’nden mezun olmuştur. Atsız’ın sınıf arkadaşları arasında Tahsin Banguoğlu, Ziya Karamuk, Orhan Şaik Gökyay, Pertev Naili Boratav, Nihad Sami Banarlı gibi isimleri sayabiliriz.

1930 Edirneli Nazmi’nin “Divan-ı Türk-i Basit” adlı çalışmasıyla Edebiyat Fakültesi’nden mezun oldu.

25 Ocak 1931, Fuat Köprülü’ye asistan oldu.

Atsız Mecmua, 15 Mayıs 1931’den 25 Eylül 1932 yılına kadar 17 sayı çıkardı.

Görevden Alınma, 1932’de Ankara’da toplanan 1. Tarih Kongresi’nde Prof. Dr. Zeki Velidi Togan’dan yana tavır koyduğu ve Toganı destekleyen protesto telgrafı çektiği için 13 Mart 1933’te asistanlık görevinden alındı.

8 Nisan 1933, Malatya Ortaokulu Türkçe öğretmenliğine (8 Nisan 1933-31 Temmuz 1933), üç ay sonra da Edirne Lisesi Edebiyat öğretmenliğine tayin olundu. (11 Eylül 1933-28 Aralık 1933).

Orhun: 5 Kasım 1933’te ilk sayısını yayınladı. Dokuz sayı sonra, 14 Temmuz 1934’te Bakanlar Kurulu kararı ile kapatıldı.

28 Aralık 1933 Vekâlet emrine alındı.

9 Eylül 1934, Kasımpaşa Deniz Gedikli Hazırlama Okulu Türkçe öğretmenliğine atandı.

1 Temmuz 1928, bu görevden uzaklaştırıldı. Özel Yüce Ülkü (1937-1939) ve Boğaziçi Liselerinde (19 Mayıs-7 Nisan 1944) edebiyat öğretmenliği yaptı.

Orhun: 1 Ekim 1943’te, derginin ilk sayısını yayınladı. Bu dergide Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na yazdığı iki açık mektup, büyük yankı uyandırdı; milli galeyana sebep oldu.

3 Mayıs 1944 solcu Sabahattin Ali, Atsız aleyhine açtığı dava dolayısıyla, Türk milliyetçisi gençler, Atsız ve milliyetçilik lehinde nümayişler yaptılar, Türkiye’nin tanınmış milliyetçileri tutuklandı.

4 Mayıs 1944’te tutuklandı. Bir buçuk yıl tutuklu kaldı. İçinden lağım suları akan zindana atıldı. 7 Eylül 1944’te İstanbul 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesinde, duruşma başladı. Altı buçuk yıla mahkûm edildi. Askeri Yargıtay 25 Ekim 1945’te, kararı esastan bozdu.

19 Mayıs 1944, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Türk milliyetçilerini vatan hainliği ile suçlayan meşhur nutkunu söyledi.

Beraat Etmesi, 31 Mart 1947’de, bütün milliyetçi arkadaşları ile birlikte beraat etti ve karar kesinleşti.

İşsizlik, Nisan 1947’den Temmuz 1949’a kadar, kendisine devlette iş verilmedi. Bir süre, Türkiye Yayınevi’nde çalıştı.

25 Temmuz 1949, Süleymaniye Kütüphanesi’ne uzman tayin edildi.

21 Eylül 1950, Haydarpaşa Lisesi edebiyat öğretmenliğine atandı.

Görevden Alınma: 4 Mayıs 1952 tarihinde, Ankara Atatürk Lisesi’nde verdiği “Devletimizin Kuruluşu” konulu konferansı dolayısıyla Süleymaniye Kütüphanesi tasnif memurluğuna geri gönderildi. (13 Mayıs 1952).

1 Nisan 1969 Memuriyetten emekli oldu.

Ötüken, 1950-52 ve 1962-64 yıllarında devam ettirdiği Orkun (68 sayı çıktı.), bu dergiden sonra, 1 Ocak 1964’te “Ötüken” adlı mecmuayı yayınladı.

Hapse Giriş, Ötüken dergisinde bölücülerle ilgili yazdığı bir seri yazı yüzünden iki kürt milletvekilinin şikâyeti üzerine on beş aya mahkûm edildi. (Karar 2’ye 1 alındı). 70 yaşındayken tutuklandı. Önce Toptaşı, daha sonra Sağmalcılar Cezaevi’ne gönderildi. (14 Kasım 1973).

Tahliye, 22 Ocak 1974’te, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, yetkisini kullandı ve tahliye edildi.

Atsız’ın bildiği yabancı diller, Farsça, Arapça ve Fransızca.

Atsız’ın Evliliği, Felsefe Öğretmeni Mehpare Hanım’la evlendi ve eşinden 1935 yılında ayrıldı. İkinci evliliğini, Tarih Öğretmeni Bedriye Hanım’la 27 Şubat 1937’de yaptı. Bu evlilikten, 4 Kasım 1939’da Yağmur, 14 Temmuz 1946’da Buğra adlı iki oğlu dünyaya geldi. Atsız Bedriye Hanım’dan, Mart 1975 tarihinde ayrıldı.

Profesör Sadri Maksudi Arsal’ın kızı Adile Ayda’nın “Siz, yüzyıllar geçtikten sonra bile ilham kaynağı olacak bir milli şuur abidesisiniz,” diye nitelendirdiği Atsız, çocukluğundan beri ruhunda fırtınalar kopan, engin ve coşkun bir ruha sahip, zengin bir hayal gücü ve inandığı hususlardan asla taviz vermeyen bir ülkü devidir.

Hastalanışı ve Vefatı, Kasım 1975’te hastalandı. 11 Aralık 1975’te, bir kalp krizi sonucu vefat etti. Kadıköyündeki Karacaahmet Mezarlığı’na defnedildi. (13 Aralık 1975).[2]

Cumhuriyet dönemi, Türk düşünce hayatında iz bırakan önemli isimlerin başında gelen Atsız, hakkında şöhretine mütenasip araştırmaların yapıldığını söylemek oldukça zordur. Adeta efsaneleştirilen ismi yüzünden birçok araştırmacı yapacakları ilmi mesainin ileride sıkıntı doğuracağı ve husumet çekmeme düşüncesiyle ondan uzak durmayı tercih etmişlerdir.[3]

Muallim Cevdet (İnançalp) (1883-1935)

Muallim Cevdet (İnançalp) (1883-1935)

“Muallim” kelimesini yaşatan muallimler, muallim, talim eden, öğreten; ama daha çok eğiten kimse demektir. Muallim aynı zamanda iyi bir mürebbidir. Üzülerek ifade edelim ki, “öğretmen” kelimesi, “muallim”’in yanında sönük, donuk ve cılız kalıyor. Ne yazık ki artık bugün hiç kimse “muallim” sözünü kullanmıyor,

Yakın tarihimizin üç önemli ilim ve kültür adamı bu sıfatla anılıyor. Başka bir ifadeyle, “muallim” onların sayesinde asaletini muhafaza ediyor: Muallim Naci, Ömer’in Çocukluğu’ndan beri aynı unvanı taşıyor. Kilisli Muallim Rıfat Bilge, “Bostan ve Gülistan Mütercimi”, “Divan-ü Lügati-t Türk musahhihi” olarak bilindiği kadar da mükemmel bir  “muallim” sıfatıyla hafızalardaki yerini koruyor. 1930’lu yıllarda Bulgarlara satılan arşiv belgelerimizin hiç değilse bir bölümünün yurda getirilmesini sağlayan, bu uğurda akıl almaz fedakârlıklara katlanan; on bir bin cildi geçen çok kıymetli kitaplarını Belediye Kütüphanesi’ne bağışlayarak bu milletin kültür hazinesine büyük bir katkıda bulunan Bolulu Mehmet Cevdet bey de “Muallim Cevdet” olarak, zihinlerimizdeki ve kalplerimizdeki müstesna yerini muhafaza ediyor. Şimdi bu büyük şahsiyeti biraz daha yakından tanıyalım.

Muallim Cevdet, 7 Mayıs 1883’te Bolu’da dünyaya geldi. Büyük babası Said Efendi, Niş’te bir tekkenin şeyhiydi. Babası, Mehmet Sadi Efendi ise bir askerdi. Ailesi 1878 Türk-Rus Savaşından sonra göç etmek zorunda kaldı ve Anadolu’ya yerleşti. Muallim Cevdet, çocukluk yıllarını Bolu’da geçirdi. İlk ve orta tahsilini burada, lise öğrenimini ise Kastamonu’da bitirdi. 1900 yılında İstanbul’a gelerek Hukuk Mektebi’ne girdi. Buraya bir yıl kadar devam ettikten sonra bazı sıkıntılarla karşılaştı. Aile düzeninde büyük bir sarsıntı meydana geldi. Babasının içkiye olan düşkünlüğü ve bunun etkisiyle annesine yaptığı eziyet, Muallim Cevdet’i derinden yaraladı. Bu vahim gidişi bir an önce durdurmak, babasının tahakkümünden kurtulmak, ailesine yardımcı olmak, özellikle canından çok sevdiği annesini mutlu etmek için bir an önce hayata atılmak istedi. 1901 yılında “Darülmuallimin”’e yani Yüksek Öğretmen Okulu’na girdi. Yapılan imtihanı ikincilikle kazandı. Kendi kendine öğrendiği Arapçasını iyice ilerletti. Birlikte imtihana girdiği talebelere üstün gelerek bu lisana olan vukufiyetini ispat etti. Lisana çok ilgi duyduğu için daha sonraki yıllarda Arapçanın yanı sıra Fransızca, Almanca, Farsça, Rusça ve İngilizce de öğrendi. Bir süre, Beyazıt Camii’nde ikindiden sonra herkese açık olarak verilen Arapça derslerine devam etti. Ancak Arapçanın medrese usulüyle değil de, modern metodlarla daha iyi öğrenileceğine kaniydi. Nitekim kendisi de böyle bir yöntem uyguladı; Beyrutlu Papazların kaleme aldığı gramer kitaplarından faydalanmak suretiyle Arapçasını bu dil ile eser yazacak ve en zor metinleri okuyacak bir seviyeye ulaştırdı. Muallim Cevdet, Türk ve Müslüman hocalarına, üstadlarına gösterdiği saygı ve vefayı kendilerinden Arapça öğrendiği papazlardan da esirgemedi, yeri geldikçe onları da hayırla, minnetle anmaktan geri kalmadı.

Darülmuallimin’i birincilikle bitiren Muallim Cevdet, ilk görevine “Darüşşafaka”’da başladı. Ancak burada karşılaştığı bir haksızlığa dayanamayarak, istifa etti. Özel okullarda öğretmenlik yapmaya başladı. Ailesinin geçimine daha fazla katkıda bulunabilmek için zenginlerin çocuklarına ders verdi. En kısa zamanda kendisini hem talebelere, hem meslektaşlarına sevdirdi. Talebelerinin sadece muallimi değil, aynı zamanda mürebbisi oldu. Onların dertleriyle dertlenmeyi, sevinçlerine ortak olmayı, sık sık kır gezilerine götürmeyi, açık hava dersleri yapmayı adeta prensip haline getirdi.

Muallim Cevdet, öğrencilerini böyle zaman zaman gezilere götürmek, İstanbul’un tarihi mekânlarında, eski mezarlıklarda, selatin camilerinin hazirelerinde dolaştırmak suretiyle bütün bir dış dünyayı koca bir mektep haline getirmek istiyor, talebelerinin de kendisi gibi aynı heyecanı duymalarını, aynı havayı teneffüs etmelerini arzu ediyordu.

Bu gezintiler esnasında kendine mahsus yöntemler uyguluyor; tarih ve tabiat sevgisi aşılamaya çalışıyor, eski eserleri sevdirmek için uğraşıyor, kırık dökük halleriyle dünkü medeniyetimizin ihtişamını gösteren tarihi eserleri bütün ayrıntılarıyla ve olanca hüznüyle gözden geçiriyordu. O kadar hassas, o derece ince ruhlu bir insandı ki, yazısı okunamaz bir kitabe gördüğü veya muslukları sökülmüş tarihi bir çeşmeyle karşılaştığı zaman kendisini tutamıyor, hüngür hüngür ağlamaya başlıyordu. Yine bu geziler esnasında, oraya buraya rast gele atılan kâğıt parçalarını talebelerine toplatıyor, bu haliyle hem ilme olan saygısını gösteriyor, hem de iyi bir çevreci olduğunu ispat ediyordu.[4]

Muallim Cevdet, milli ve dini hassasiyetlere önem veren bir şahsiyetti. Robert Kolejinde öğretmenlik yaptığı sırada, Türk ve Müslüman öğrencilerin Kiliseye götürülerek dini ayinlerin ve duaların öğretilmesine karşı çıktı. Müslüman Türk öğrencilerin kiliseye gitmesine mani oldu. O öğrencilere, dini, ahlaki ve tarihi dersler verdi.

Azerbaycan’daki Uyanış Hareketine Katkısı

Muallim Cevdet, mesleğinin en verimli devrini, Azerbaycan’da görev yaptığı süre içinde yaşadı. Ancak hayatının en önemli maceralarından biriyle de yine bu sırada karşılaştı. Bilindiği gibi, Çarlık Rusya’sı, Azerbaycan Türklerini korkunç bir baskı altında bulunduruyor, onların ana dilleriyle konuşmalarını yasaklıyor, Türkçe neşriyat yapılmasını, Türkçe eğitim veren okulların açılmasını kesinlikle engelliyordu. Bununla da kalmıyor; Sünni–Şii ayrımı yaparak, mezhep kavgalarını körüklüyordu.

1904-1905’deki Rus-Japon Savaşında Ruslar hezimete uğrayınca, Azerbaycan Türkleri kısmi bir rahatlığa kavuştular. Japonlardan yediği bu büyük darbeyle iyice sarsılan Rusya, başının derdine düştü. Yıllardır uyguladığı baskıyı biraz olsun gevşetti. İdaresi altında bulunan Türk devletlerine, özellikle Azerbaycan’a Türkçe gazete, kitap ve dergi yayınlama, Türkçe eğitimi esas alan okullar açma izni verdi. Böyle müsait bir ortamla karşılaşan Azerbaycan aydınları derhal harekete geçtiler; yeni mektepler açmanın, Türkçe neşriyatta bulunmanın yollarını aramaya başladılar. Tabii ilk akla gelen, Azerbaycan gençlerinin Türkçe eğitim göreceği bir yüksek öğretmen okulunun açılması oldu. Oysa bu, o kadar kolay değildi. İlk önce bu işe rehberlik yapacak kimselerin bulunması, memleketin ayan ve eşrafının ikna edilmesi gerekiyordu.

Muallim Cevdet’le ilgili hatıralarda, Ahmet Ağaoğlu ve Ahmet Caferoğlu Beyler, hem Azerbaycan’da görülmeye başlayan bu uyanış hareketlerinin seyrini anlatıyorlar hem de merhumun orada bir öğretmen okulu açmak, tarih ve edebiyat dersleri vermek için katlandığı zahmetleri, karşılaştığı zorlukları olanca dramatik çizgileriyle dile getiriyorlar. Buna göre Azerbaycan’ın ileri gelenlerinden oluşan bir meclis kuruluyor. Bakü’nün baş ahundu olan Hacı Mirza Ebu Türab, bu konuda önemli bir rol oynuyor.

Yetmişlik ihtiyar olan bu adam, büyük bir nüfus sahibiydi. Müritleri tam bir fedai gibi hareket ediyorlardı. Ahund’un küçük bir işaretiyle adam öldürmekten bile çekinmiyorlar, bu hareketleriyle cennete gideceklerine inanıyorlardı. Hacı Mirza Ebu Türab, ne söylerse, “Beli ağa, buyruğunuzdur!” diye itaat gösterisinde bulunuyorlardı.

İşte Muallim Cevdet, böyle bir ortamda göreve başladı ve yeni kurulan öğretmen okulunun programını okumaya koyuldu. Derslerinin isimlerini birer birer sıraladı.: Hesap, tarih, coğrafya, fizik, kimya, Türkçe gramer!

Bu ders programını dinleyen Ahund, Türkçe gramere itiraz eder. Arapçadan başka hiçbir lisan için gramer düşünülemez. Türkçe ne mene bir dildir ki, sarf ve nahvi olsun. Sakın bundan bir daha bahsetme! diye hiddet gösterir. Muallim Cevdet büyük bir şaşkınlık geçirir. Birçok tartışma ve konuşmaların ardından, Muallim Cevdet, Türkçenin gramerini programdan çıkartmak zorunda kalır.

Muallim Cevdet, “Füyüzat” adıyla açtığı muallim mektebinde Türkçe ve edebiyat dersleri vermeye başlar. En kısa zamanda etrafında büyük bir sevgi çemberi oluşturur. İleri seviyedeki bazı talebelerini de, kendi eliyle kurduğu bu okulda ders vermeleri için görevlendirir. Talebelerinin kitap ihtiyacını karşılamak için derhal İstanbul ile temasa geçer. Osmanlı başkentinden gelen kitapların Bakü matbaalarında basımını sağlar, böylece eğitimi ve öğretimi bir gün bile aksatmaz.

Muallim Cevdet, başında fesiyle Bakü sokaklarında dolaşırken tam bir ilgi odağı haline gelir. Azerbaycanlı gençler, onun sayesinde zarif Osmanlı Türkçesiyle konuşmak için aralarında adeta yarışırlar.

Muallim Cevdet, kalabalıklardan hoşlanmaz, patırtıdan, gürültüden nefret eder. Bundan dolayı sık sık kır gezilerine çıkar. Kütüphanelerin, müzelerin, tarih ve kültür müesseselerinin müdavimi olur.

Muallim Cevdet’teki görev aşkı, eski ve kıymetli eserler hakkında gösterdiği titizlik tahminlerin çok üstündedir. Vazife esnasında tam bir disiplin uygular, hatır gönül dinlemez.

Tarihi Belgelerin Bulgaristan’a Satılması

Bu ülkede, 1931 yılında büyük bir facia yaşandı. “Cahil bir komisyon ve gafil bir defterdar”’ın ön ayak olmasıyla Osmanlı Arşivlerinin Bulgarlara satılmasına karar verildi. Muallim Cevdet, bu faciayla ilgili haberi, 4 Haziran 1931 tarihli Son Posta gazetesinde okuyunca çılgına döndü. Haberin ayrıntılarını ise, meşhur tarihçilerimizden İbrahim Hakkı Konyalı veriyordu. Bu, gerçekten göz yaşartıcı bir tabloydu. Koridorlar harman halinde yayılmış kâğıtlarla, her biri altın değerinde belgelerle doluydu. Ortaya yüzlerce torba kâğıt tomarı yığılmıştı. Son derece kıymetli vesikalar, defterler göze çarpıyordu. Bunlar rastgele kâğıt parçaları değildi. Yerlerine konması mümkün olmayan son derece değerli tarihi eserlerdi.

Cesur ve pervasız bir karakterin sahibi olan bu büyük vatan evladı, derhal harekete geçti. Ne yazık ki atı alan Üsküdar’ı geçmişti. Hemen bir mektup yazdı. İstanbul Milletvekili Halil Ethem Eldem vasıtasıyla devrin başbakanı İsmet İnönü’ye gönderdi.

Bu önemli mektubunda, birçok nedenleri maddeler halinde sıralayarak bu arşivin satılmasına dağıtılmasına mani olmak için medeni cesaret göstererek, bin yıllık belgeleri satan bir milleti batı medeniyeti kendi ailesine kabul eder mi? diyerek feryadını dile getirdi; Sokaklardan toplanan vesikalar, Bulgaristan’a satılan balyaların içinden düşen bu belgeleri sokak çocukları toplamış ve bana yirmi kuruşa satmışlardır: Vamberi’nin Türk belgeleriyle ilgili mütalaasını aşağıda yazdım. Dünyanın en yetkili şahsiyetleri “Türklerin eski belgeleri çok değerlidir” diyorlar. Bizim komisyon, “vakti geçmiştir, kokmuştur, yerlerde sürükleniyor” diyerek imha ediyor. Avrupa ise bunları medeniyet anıtları diye teşhir ediyor.

Muallim Cevdet, sadece İsmet İnönü’ye mektup yazmakla yetinmedi. Konuyla ilgili bütün yetkili mercilere başvurdu, gerekli ikazları yaptı. Bulgarlara satılan belgelerin geri getirilmesi için herhalde onun kadar çaba sarf eden olmamıştır.

Tarihini Okkayla Satan Millet

Bu facianın sorumlularının ortaya çıkarılması için kurulan komisyon hiçbir netice elde edemedi. Zaten bizde adettir; sonuçlanması istenmeyen işler komisyona havale edilir. Sonra unutulur, konu kapanır. Bu öyle olmadı, konu bütünüyle yüz üstü bırakılmadı. Yapılan siyasi girişimlerden sonra Bulgarlar aldıkları 200 balyadan ancak 51 çuvalını geri gönderdiler. Evrakların 1931 yılının Mayısında Bulgaristan’a gittiğine ve iki yıl sonra geri geldiğine bakılırsa bu uzun süre içinde Bulgarlar, adı geçen evrakı, Muallim Cevdet’in hayattayken verdiği bilgilere göre, Viyana’dan getirtilen müsteşrik Kraliç’e tasnif ettirerek içlerinde ilimle, tarihle ve Bulgaristan’la ilgili ne varsa ayırdılar. Bunların bir kısmını da zamanın gazetelerinin yazdığına göre 40.000.000 Leva’ya Vatikan’a sattılar. Kalan posasını ise İstanbul’a gönderdiler. İstanbul’a gelen evrak henüz açılıp tasnif edilmediği için değeri hakkında kesin bilgimiz yoktur. Fakat 200 balya ile 51 çuval arasındaki oran düşünülürse, facianın boyutu anlaşılır.

Yakın tarihimizde işlenen birçok cinayet gibi bu facia da unutulup gitti. Sebep olanlardan bazıları uzun süren yargılamalar sonunda eceliyle öldü. Bazıları o sırada ilan edilen umumi aftan yararlanarak kendilerini kurtardılar.

Muallim Cevdet’in Çalıştığı Kurumlar

Muallim Cevdet, Azerbaycan’da Öğretmen Okulu yöneticiliği ile İkinci Meşrutiyet döneminde çeşitli okullarda ders verdi. Darülmuallimin’de pedagoji hocalığı, Robert Kolejinde Türk dili ve tarihi, İstanbul Erkek Lisesi’nde din dersleri, Erenköy Kız Lisesi’nde Farsça, İstanbul Erkek Muallim Mektebi ve Gelenbevi Ortaokulunda tarih ve coğrafya öğretmenliği yaptı. Sebepsiz sık sık görev değişikliği sağlığının bozulmasına yol açtı. Üzüntüsünden hastalandı ve iki yıl derslere devam edemedi. Raporunun bitiminde Başbakanlık Tarih Evrakı İnceleme Kurulu ile İstanbul Kütüphaneleri Tasnif Heyeti Reisliğinde bulundu.

Nihal Atsız ile Muallim Cevdet’in Karşılaşmaları

Atsız, Cevdet Beyi ilk defa Profesör Zeki Velidi’nin evinde görmüştüm. O zaman kendisi hakkında hiçbir fikrim ve malumatım yoktu. Ben de sakin bir adam tesiri bırakmıştı. Fakat kendisini iyi tanıyanlar onun asabi ve sert olduğunu söylüyorlardı. Cevdet Bey’e asabi ve sert denmesinin, vazifesine karşı titiz olmasından doğduğunu epey sonra anladım.

Cevdet Bey, Tarihi Evrak Tasnif Komisyonuna reis olduğu zaman Kilisli Rifat Bey’le aralarında geçen bir hadise bu fikrimi teyit etti. Cevdet Bey, iş başında sigara içmek isteyen Kilisli Rıfat Bey’i bundan men etmiş, kıymetli vesikaları, en az bir ihtimalle de olsa yanmak tehlikesine maruz bırakamayacağını bildirmiş, Kilisli buna itiraz edince aralarında münakaşa olmuştu. Kilisli Rıfat Bey bunu anlattığı zaman herkes bunu Cevdet hocanın asabi ve sert olmasının yeni bir tezahürü diye karşıladı.

1934 yılında açıkta idim. Şimdi tarih kitaplarındaki yanlışları düzeltip ıslahat yapan Maarif Vekâleti, ben o yanlışları daha o zaman söyledim diye beni inkılaba muhalefetle itham ederek vazifemden çıkarmıştı. 1934’ün galiba Nisan ayında, gazetede bir ilan gördüm: Babıali’deki hazinei evrak tasnif komisyonu bu işten biraz anlıyanlar arasında bir müsabaka açıyordu. Bir memur alınacaktı. Ben de müracaat ettim. Komisyon reisi bu Cevdet beydi. Benden evvel müracaat eden sekiz on kişi imtihan edilmişti. Beni de Cevdet hoca imtihan etti. Bu, birçoklarına garip gelecek bir imtihandı. Cevdet hoca adımı, ailemi, menşeimi sormakla işe başladı. Manevi vaziyetimi anlamağa ehemmiyet verdiğini seziyordum. Dereden tepeden sualler soruyor gibiydi. Arada bir tarihi malumatımı da yokluyordu. Bunlar bittikten sonra bana eski vesikalardan üç örnek verdi. Bunlardan birini okudum. Birinde müşkülat çektim. Birini hiç okuyamadım. Nihayet sıra makine ile yazı yazmağa geldi. İmtihanı kazanma şartlarından biri de bu idi. Cevdet hoca bana bir örnek verdi, kendisi de karşıma oturdu. Bu örneğin yazılması epey uzun sürdü.

Konuşmamız uzayıp gidiyordu. Ben bir taraftan yazıyor, bir taraftan da Cevdet beyi dinliyordum. Birçok meraklı şeyler anlattı. Nihayet yazı bitti. Cevdet Bey adresimi aldı ve şunları söyledi: İmtihanı belki kazanamazsınız. Bu sizin değersizliğinizi göstermez. Siz zaten feleğin darbesine dayanmağa alışık olduğunuz için size kazanamazsanız müteessir olmamanız için öğütler verecek değilim. Ancak ileride burada bir münhal memuriyet daha olması muhtemel o zaman sizi çağırmak için adresinizi alıyorum. Birkaç gün sonra da kapıya kazananın adı asılacak, neticeyi o zaman anlayacaksınız! dedi bu sözlerle kazanamadığımı anlamıştım, Hakikaten birkaç gün sonra kapıya asılan isim benim adım değildi.

Bundan epeyce sonra Gülhane’deki doktor arkadaşlarımdan biri Gülhane hastahanesinde bir tarihçinin tehlikeli bir hastalıktan yattığını bildirdi. Birkaç gün sonrada aynı hastanın sessiz ve ateşli bir milliyetçi olduğunu söyledi. Nereden anladın dedim. Konuştukları şeyleri anlattı.

Birkaç gün daha geçti. Bir akşam Doçent Mükrimin Halil bana geldi. Çok üzgündü. Cevdet hoca can çekişiyor dedi. O akşam ondan çok bahsetti. Cevdet hocanın ilmini ve ahlakını övdü. Ben Cevdet hocanın âlim olduğunu biliyordum. Mükrimin Halil onun derin bir âlim olduğunu bana o gece ispat etti. Ahlaki meziyetlerini de saya saya bitiremedi. Maarif Vekâleti tarafından çıkartılan “Türk Tarihi ve Arkeolog Dergisi”’nin ikinci sayısında Cevdet beyin bir yazısını görmüştüm. Ahmet Tevhit Beyin yanlış okuduğu bir kitabeyi tashih ediyordu. Ahmet Tevhit Bey gibi bir âlimin yanlışını düzeltmek ilminin kuvvetine kaynaklık ettiği gibi bu tashihi yaparken kullandığı mütevazı dil de ahlaki meziyetini gösteriyordu.

Bir kaç gün sonra ölümünü gazetede okudum. Biz insanlar pek tuhafız. Vazifesinde titizlik gösterenleri ekseriya tenkit ederiz. Cevdet Bey de böyle tenkide uğrayanlardan biridir.[5]

Muallim Cevdet, hiç evlenmedi; kazancını kitaplarına ve ömrünü mesleğine verdi. Her haliyle tam bir uygar şarklı idi. Doğu ve batı kültürüne aşina idi. Birçok fikir adamının eserlerini incelemiş, istifade etmiştir.

Muallim Cevdet’in Türk kültür hayatına büyük katkıları oldu. Bunlardan en önemlisi Türk arşivciliğinin temellerinin atılmasıdır.

Muallim Cevdet’in bu büyük azmi, kararlılığı ve medenî cesareti; resmî evrakların korunmasını emreden bir nizamnâmenin 1934 yılında hazırlanmasına sebep olmuştur.

Muallim Cevdet’in diğer bir hizmeti; Zengin kütüphanesini vakfetmesidir. El yazması dâhil, çeşitli dillerde 11.000 cilt kitap bıraktı. Bu kitaplar, bugün İstanbul Belediye Kütüphanesinin en zengin bölümlerinden birini meydan getirmektedir.

Muallim Cevdet’in eserleri: Zamanımızda Usul-i İnşa ve Muhabere, 1925. Şehname, 1928. Askeri Din Dersleri, 1928. Spor Ruhu, 1928. İbn-i Batuta’ya Zeyl, 1932. Müderris Ahmed Naim, 1935. Tarihi Sözlük, (ancak altı forması basılabildi).  Makalelerinden bir kısmı, Mektep ve Medrese adıyla kitap haline getirildi, 1978

Muallim Cevdet, 3 Aralık 1935 yılında 52 yaşında vefat etti. Vasiyeti üzerine, Edirnekapı Mezarlığına, Süleyman Nazif’le Babanzade Ahmet Naim Bey’in kabirlerinin arasına defnedildi.

Nihal Atsız ve Muallim Cevdet’in Türk tarih ve kültür alanında vermiş oldukları mücadeleleri özet olarak yukarıda anlatmağa çalıştık.

Muallim Cevdet’in titizliği, çalışkanlığı ve milliyetçiliği Türk kültür ve tarihine yapmış olduğu değerli hizmetlerin bilinmesini, hatırlanmasını ve unutulmamasını, gelecek nesillerce örnek alınmasını her iki değerli kültür adamının idealleri uğruna nelere katlanıldığının bilinmesini istedik.

Soldan Sağa, Mehmet Ahunbay, Bedriye Atsız, Nihal Atsız, Buğra Atsız, Münih 1969

Sonuç

Günümüzde ise Türk gençlerinin, Atsız’a yönelik duyguları çok güçlüdür. Hiçbir kişi, kurum hatta siyasi iktidarlar tarafından dahi önemsenmeyip, belli odaklar tarafından toplum dışına itilmeye çalışılan Türkçüler, Atsız’ı milliyetçi duygularına tercüman olan kişi olarak görmektedirler.

Atsız’ın, Türklük düşmanlarına karşı şiddetli, kan damlayan kalemi ve taviz vermeyen sert tavırları ile dürüst ve idealist kişiliği, Türkçüleri her dönem etkilemiş ve günümüzde de etkilemektedir.

Büyük ülküler, büyük şahsiyetler yetiştirir ve büyük ülküler, o şahsiyetlerin omuzlarında daha da yükselir. Türkçülük büyük bir ülküdür. Yüce Türk milletinin ülküsüdür. Son yüzyılda, onun bağrından büyük şahsiyetler çıkmıştır. Bu şahsiyetler arasında, Atsız’ın özel ve seçkin bir yeri vardır. Bu sebepledir ki, Atsız’ın adı, Türkçülüğün binlerce yıllık geleceğinde bir yıldız gibi parlayacaktır.

Türk milliyetçiliği, Hüseyin Nihal Atsız’a çok şey borçludur. Ziya Gökalp ve Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra küllenen Türklük ve Turancılık ateşini alevlendiren Hüseyin Nihal Atsız olmuştur.

Bu çalışmamızda iki değerli Türk kültür sevdalısı şahsiyetin karşılaşmasını, bir kez daha hatırlanmasını istedik. Hatırlanmak, yaşamak demektir.

Bu çalışmanın görsel yönden desteklenmesi için Kanada’dan lütfedip, aile albümünden ilk kez yayımlanan bu güzel resimler için, Buğra Atsız Beğ’e müteşekkirim.

Turan CAN

TİKA-Araştırmacı 


[1] Osman F. Sertkaya, Nihal Atsız, Ankara 1987
[2] Yücel Hacaloğlu, Atsız’ın Mektupları İstanbul 2013
[3] Ömer Özcan, Nihal Atsız’ın Türkçülüğü ve Türk Dünyasına Bakışı, Doğumunun 100 Yılında Nihal Atsız, Ankara 2005
[4] Dursun Gürlek, Ayaklı Kütüphaneler, 17. Baskı, İstanbul 2016
[5] Osman Nuri Ergin, Muallim Cevdet, Hayatı, Eserleri ve Kütüphanesi, s. 509-510, İstanbul 1937
Not: Eserdeki yazı ve imla kurallarına sadık kalınmıştır.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.