Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ
Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra söndürülmek istenen Türklük ateşini ve ocağını yeniden alevlendiren doğudan batıya, kuzeyden güneye bütün Türk Dünyasında önemli bir yere sahip olan Atsız Beğ’in hayatına dair fazla bir şey söyleyeceğimizi sanmıyoruz. Çünkü bu güne kadar binlerce şey kaleme alındı. Yani onun 1905 yılında doğumu ile 1975’te ölümüne değin biyografisini vermektense, daha çok onun Türklüğü ve Türklüğe kazandırdıkları üzerinde durmayı düşünüyoruz.
Herkesçe malûmdur ki büyük devlet ve fikir adamları halkın gönlünde her zaman sevgiyle yaşadıklarından büyüktürler. Onlar için resmi olarak herhangi bir anma törenine veya hatıralarını canlı tutma çabalarına bile gerek yoktur. Çünkü milletin içinden çıkan ve millet tarafından bağırlarına basılan bu insanların unutulması imkânsızdır. Dolayısıyla Türk milleti tarihine ve milli değerlerine daima sahip çıkmasını bilmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk, Nihal Atsız ve Ebulfez Elçibey, son yüzyılda Tanrı’nın Türk milletine rehber olmaları için gönderdiği üç abide şahsiyettir. Ama şu bir gerçektir ki, Türk milleti olarak hiçbirisinin değerini henüz yeterince anlamış değiliz ve onların ülkülerini hakikat yapmak uğruna ciddi bir gayretimiz de yok.
Çocukluğu Osmanlı Devleti’nin çöküşüne ve Cumhuriyetimizin kuruluşuna rastlayan Nihal Atsız, o vakitlerde Türklere reva görülen kötü muamelelere tanık olmuş, belki de Türkçülük, Türk milletini sevme, onu yeniden ihtişamlı günlerine döndürme ülküsü böylece doğmuş, bu yüzden etrafındaki insanları da teşvik etmiştir.
Öğrencilik hayatı talihsizlikler içinde geçen Atsız Beğ’in ilk yüksek okul deneyimi Harbiye olduysa da, her Türk milliyetçisinin bildiği sebeplerden dolayı buradan ayrılarak İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde kendini bulmuştur. Edebiyat Fakültesindeki bu öğrenim hayatı Atsız’a hem iyi bir edebiyatçı, hem de tarihçi olmasının yolunu açtı. Okulunun başarılı talebeleri içindeki Atsız, 1926’da girdiği Edebiyat Fakültesinde de komünistlerle yaptığı mücadelelerle dikkati çekiyordu. Daha talebelik yıllarında hocalarıyla giriştiği tartışmalar, onların Türk dili ve tarihi konusundaki yanlışlarını göstermek gibi birtakım nedenlerden ötürü üniversitedeki asistanlık hayatı da kısa sürdü.
Türkiye’deki ilk edebiyat tarihi çalışmalarından birisini gerçekleştiren Atsız Beğ, Türk tarihine de çevriler ve telif eserleriyle katkıda bulunduğu gibi, kendisinden sonra “Milli Tarih Akımı” diye söylenecek olan yeni bir anlayışı yerleştirmeye gayret etti. Onun bu fikirleri bugün tarihi, bir ilim ve milletlerin hayatında hız verici bir vasıta olarak gören tarihçiler tarafından örnek alınmaktadır. Atsız Beğ, Türk tarihini bir bütün olarak düşünür ve meselenin onu sistemleştirmekten ibaret olduğuna inanır. O, “milli menfaatlerimiz ve bugünkü bilgilerimiz ışığı altında Türk tarihini ikiye ayırabiliriz” deyip, şöyle bir izahta bulunuyor:
- Anayurttaki Türk tarihi.
- Yabancı illerdeki Türk tarihi.
Anayurttaki Türk tarihi en eski çağlardan 11. yüzyıla kadar, Doğu Türk-ilinde geçer. Bu Doğu Türk-ili veya Türk yurduna Mogolistan ve Doğu Sibirya da girer. 11. asırda batıda ikinci bir anayurt daha kurulmuştur ki, bunun adı Türkiye’dir. Bu vatanın sınırlarına bugünkü Türkiye, Kafkasya ve Azerbaycan, Irak ile Kuzey Suriye dâhil olmaktadır. Doğu Türk-ili ve Türkiye tarihleri aralıksız bir bütün halinde halâ sürmektedir. Üstelik zaman zaman bu iki yurt birleşmişlerdir (Çingiz, Temür ve Osmanlı çağı).
Yabancı illerdeki Türk tarihi ise, Türklerin yerli ahaliler üzerinde üstünlük kurdukları devletlerin tarihidir. Bunlar sürekli olmamış, sonunda bu Türkler hükmettikleri milletlerin arasında erimişlerdir. Bunun çeşitli sebepleri vardır; en belli başlıcası nüfus meselesidir. Mesela bugünkü Mısır devleti, Türk askerlerine dayanan bir hanedan tarafından kurulduğu halde, günümüzde Mısır tamamıyla bir Arap devleti olmuştur. Bunun benzerleri Orta Avrupa’daki Avar ve daha sonraki Kuman-Kıpçak hâkimiyetleridir.
Bütün bunlardan sonra söyleyebileceğimiz şey, Türk tarihi bir bütünlük içerisinde değerlendirilip, olayları buna göre yorumlamak milli menfaatlerimiz açısından tek çıkar yoldur, diyen Atsız Beğ’in bu doğrultuda kaleme aldığı Türkiye Tarihi, maalesef kayıptır.
Atsız Beğ’in romanları ile hikâyeleri de Türk edebiyatının klasikleri arasına girmiştir. Özellikle Bozkurtlar (bu ilk önce iki kitap halinde neşrolunmuştur: Bozkurtların Ölümü, Bozkurtlar Diriliyor) ve Deli Kurt gibi tarihi romanları Türk gençlerine vatan ve millet sevgisinin verilmesi yanında, bu aşkın her şeyden üstün olduğunu vurgulayan harikulâde eserlerdir. Tabiki onu bu konuda başarılı kılan tarih bilgisiyle, edebiyatçılığını birleştirmesidir ki, bugün Türkiye ve Türk Dünyasının her yerinde Atsız’ın eserleri üzerine çalışmalar yapılmaktadır. Çünkü o, bu yüce milleti karşılıksız sevmiştir. Bununla birlikte edebiyatımızda “Ruh Adam” misali psikolojik bir roman örneği ise çok azdır.
Ünlü Türk sosyologu Z.Fahri Fındıkoğlu onu; “Türklük davası yolunda yılmadan çabalayan tek bir adam” olarak tarif ediyor. İşte Türk ve tavizsiz Türkçü olması nedeniyle, kasıtlı biçimde Atsız Beğ’in tarihçiliğine, edebiyatçılığına ve Türkçülüğüne birtakım densizler dil uzatmaktadırlar ki, bunu yapanların çoğunun soy özürlü olduğunu biliyoruz. Kendisini bir halt sanan ve ünlenmek isteyen zavallı insanlar ona saldırarak bir yerlere geleceklerini sanıyorlar. Atatürk’e bile açıkça dil uzatmaktan çekinmeyen kişiliksizler, Atsız Beğ gibi Türk milliyetçilerine yüklenerek Türklüğü yıpratmak düşüncesindeler.
Onun şiirleri de, yine milli havayı yansıtması bakımından bu konudaki tek numunedir. İstisnasız bütün Türk milliyetçileri bu manzum eserlerden etkilendikleri gibi, pek çok sıradan kişinin de içindeki Türklük ateşinin parlamasına vesile olmuştur.
Atsız Beğ’in gözden kaçtığını sandığımız bir hususiyeti de, Türk milliyetçiliğini sistemleştirme çabalarıdır. O, Mustafa Kemal’in altı ilkesi de içinde olan dokuz ülkü belirlemişti ki, bu daha sonra Türk milliyetçilerinin 9 Işık’ı haline geldi. Atsız aynı zamanda bir Türkçü nasıl olmalıdır, onu da tarif etmiştir. “Türkçü, Türk soyunun üstünlüğüne inanmış olan kimsedir. Türkçü, milli çıkarları şahısların üzerinde tutan, milli mukaddesata ve geçmişe saygı gösteren, görev ahlakı yüksek olan, haksızlıklarla savaşta korkusuz bir insandır”, diyordu.
Atsız Beğ her şeyden önce bir Türk milliyetçisiydi. Kanında Küçük Yabgu’nun, Kür Şad’ın genlerini taşıdığına inanan, Türk gibi yaşayan, Türk gibi düşünen bir şahsiyet idi. Dolayısıyla onun Ülkü ve Ülkücü tarifi de başkadır. Günümüzde kendisini Ülkücü olarak vasıflandıranların bunu çok iyi öğrenmeleri gerekir. Ben Ülkücüyüm demekle Ülkücü olunmuyor! Ülkücülüğün ne anlama geldiğini dahi bilmeyenler, her ne hikmetse kendilerine böyle bir elbise biçiyorlar. Atsız Hoca milli ülküyü şöyle tarif eder: “Milletleri savaşa hazır bulunduran iki vasıta vardır. Biri maddidir, buna teknik diyoruz. Biri ruhidir, ülkü adını veriyoruz. Türk ülküsü, Türk büyüklüğü, Türk kudreti isteği ve inancıdır. Milli ülkü insanları sürükleyen, güçlendiren, asilleştiren duygu ve düşüncedir”. Bütün bunlar bir yana Ülkücü görevini en iyi yapan kişidir. Aslında o da Mustafa Kemal gibi, Türklere ve Türk milliyetçilerine çağdaş medeniyetlerin üstüne çıkmayı hedef gösteren bir fikir adamıydı.
Türklük, Türkçülük ve Turancılık ülküsünden bir an olsun taviz vermeden, ölene kadar bu kutlu dava için savaşan Atsız Beğ’in büyük ülküsünün bir kısmı onun vefatından sonra gerçekleşti.
Dolayısıyla Atsız, Atatürk’ün izinden giden büyük bir Turancı’dır. O, Turan’ı gerçekleştirmek için, bugün ille de sınırları ortadan kaldırmak gerekmediğini vurgular.
Bir vakitler Türklerin sadece Türkiye Türklüğünden ibaret olmadığını savunanlara, Türkiye’nin Misak-ı Milli toprakları dışındakilerle de ilgilenmesi gerektiğini, dünyada neredeyse 100 milyona yakın Türk’ün zorluk, eziyet ve açlık içinde ölüm-kalım savaşı verdiğine kulakların tıkanmamasını, onların da insanca yaşamak haklarının olduğunu bağıranlara; Çin’den Doğu Avrupa’ya değin birgün bütün Türklerin hürriyetlerine kavuşacağını ve bunun için uğraşmak lazım geldiğini söyleyenlere Irkçı-Turancı hayalperestler diyenlerin; 1990’ların başında Türk Cumhuriyetleri ilan edildiğinde birdenbire Türklüğü ve Turancılığı kimselere bırakmadığına şahit olduk.
Sahtekâr ve inançsızlar elbette sadece bugünü düşünür ve bütün dertleri hayatlarını iyi geçirmekten ibarettir. Fakat ülkü adamları millet ve devleti için ömrünü harcar. Bunun mükâfatı olarak da, kendi tarihinde ve toplum hafızasında hak ettiği yere oturur.
Son zamanlarda, Türkiye’de hepimizin şahit olduğu bazı konularda pekçok yanlış yapılmaktadır. Bunlardan bir tanesi de; bir zamanlar bu ülkeyi başka bir devletin siyasi hâkimiyetine sokmak için gizliden veya açıktan çalışmış bazı insanların, maalesef devletin birtakım organları ve şahıslarınca himaye edilmeleri, hatta milli kahramanlar seviyesine çıkarılmaya çalışılmalarıdır. Herkes çok iyi biliyor ki, milli kahraman olmak o kadar kolay değildir. Aslında burada, millete ve devlete ihanet etmiş insanları ön plana çıkararak kendilerine birtakım çevrelerden menfaat temini gayretindeki kişiler ucuz kahramanlık peşindeler. Uç noktalardaki söz veya hareketleriyle, bu insanlar kendilerinin reklamını yapmak istiyorlar. Hoş son zamanlarda, demokrasiydi, insan haklarıydı ve Avrupa Birliğine girme gibi bazı izafi sebeplerden dolayı önüne gelen herkes devletin ve ülkenin milli bütünlüğüne, Cumhuriyet’in temel ilkelerine, toplumun gelenekleriyle, göreneklerine ve herşeyden öte Türkiye Cumhuriyeti’nin asli unsuruna ağıza alınmayacak laflar ve hakaretlerde bulunmaktadır.
Dünyanın hiçbir yerinde Türkiye’den başka, bu kadar çok milliyetin ve ırkın tartışma konusu yapıldığı bir ülke yoktur. Kendilerini en demokratik devlet olarak gören ülkelerde bile milliyet ve ırk tartışmalarına bu şekilde taviz verilmez. Çünkü Türkiye dışındaki bütün ülkelerde devletin asli unsuruna dil uzatmak suçtur. Onun için kimse sesini çıkarmaya cesaret edemez. Ama, Türkiye öyle mi? Bu ülkenin ve devletin kurucusu olan Türk milletine ve Atatürk’e herkes dil uzatma küstahlığında bulunuyor. Bu hakaretleri yapanlara kimse bir şey demediği gibi, bir de demokrasi kahramanı ilan ediliyorlar. Bugün demokrasi havarisi geçinen Avrupalı sözde dostlarımıza sormak lazım, Fransızlar kuzey bölgelerinde yaşayanların kendilerinden ayrılmalarına razı olurlar mı? İspanyollar tam bağımsız Bask veya Katalan devletinin kurulmasına müsaade ederler mi? İngilizler İrlanda’ya niye bağımsızlık vermiyorlar? Kuzey İtalya ile güney İtalya’yı birlikte tutan şey nedir?
Her devletin yer aldığı bölge ve sosyal şartlara bağlı olarak çıkardığı yasalar ve temel ilkeler vardır. Hiçbir ülkenin milli yapısı bir başkasıyla kıyaslanamaz. İşte bunları göz önünde bulunduran ülkeler, ayakta durabilmek için bu şartların çiğnenmesine, kurulu sosyal düzen ve milli birlik konusunda fazla oynanmasına müsaade etmez. Zaten bir devletin temel taşlarını yerinden değiştirmeye kalktığınız takdirde, derhal yıkılacağı şüphesizdir. Ancak yukarıda da belirttiğimiz üzere son yıllarda Türkiye Cumhuriyeti’nin milli bütünlüğünü tehdit eden pekçok söylemle karşı karşıya kalmaktayız. Bunlardan birisi de, mozaik zorlamasının ardından, federasyon teranelerinin sayıklanmasıdır. Yıllardır üzerinde ısrarla durulmasına rağmen, Türk milleti mozaikliği kabul etmedi. Yani, anlayacağınız mozaik modası tutmadı. Şimdi de Türkiye’nin içerisinde bulunduğu ekonomik problemler ve sosyal buhranlardan dolayı özellikle Batı’dan da destekli Türkiye’nin bir federe cumhuriyet olması yolunda telkinlerde bulunuluyor. Hatta bu işe soyunanların zaman zaman bu federe devlete isimler bile uydurduklarına şahit oluyoruz.
Çok şükür ki şimdilik Türkiye’nin dışarıdaki ve içerideki düşmanları Alevi Türklerle, Sünni Türkleri karşı karşıya getiremediler. Bu hususta büyük bir gayretkeşlik içerisinde oldukları halde, Türk milleti tarihte yaşadığı birtakım acı hadiselerin farkında olduğundan bu oyuna gelmiyor. Çünkü, neticede fatura asil Türk milletine ödetilecektir. Bu bakımdan Türk halkı gayet sağ-duyulu davranmaktadır.
Ancak bugün yüzlerce yıldır beraber yaşayıp, hemhâl olduğumuz bir grup vatandaşımızı bizden ayırarak veya onların ayrı bir millet statüsünde değerlendirilip, federe bir cumhuriyet kurmaları yolunda kandırılarak ileride başımıza yeni belaların açılabileceğini göz önünde bulundurup, hazırlıklı olmalıyız. Bu duruma Türk kamu-oyunu alıştırmak ve alt yapıyı oluşturmak için çeşitli şekillerde konu sürekli sıcak tutularak milletin önüne getirilmektedir. Bölgede çıkarları olan bazı devletlerin planı, İran, Irak, Suriye ve Türkiye coğrafyalarının bir bölümünden teşkil edilecek bir federasyon üzerinedir. Bölgenin en güçlü ülkesi olarak da, bu federasyonun Türkiye’nin kontrolünde olması talep ediliyorsa da; biz bunun bir oyun olduğunun farkındayız. Bir koyup, beş almak mantığı ile düşünülüp, böyle bir duruma rıza gösterildiği takdirde, yarın bu federasyonun bağımsızlık istemeyeceğini ve yahut da Türkiye’yi buna zorlamayacaklarını kim garanti edebilir? Maalesef bir de, atalarımın kan döküp, can vererek kurduğu Cumhuriyet’te, birkaç politikacının oy ve iktidar olma kaygısı yüzünden, şu günlerde Anayasamıza ikinci bir dil ile bölgesel yönetimlerin yetkilerinin artırılması ya da özerklik gibi kavramlar sokulmak istenmektedir. Buna ancak “yörük kesesinden mal bağışlama” denir. Bu vatan Türklere atalarından kaldı. Bu ülke benim diyebilmek için zamanında büyük bedeller ödediler. Kimse bedelini ödemeden bir şeye sahip olamaz. Geleceği düşünmeden kimse ileri-geri konuşmamalıdır. Ufacık göz yummalar ve tavizlerle Türkiye’nin başına örülmedik çorap kalmadı. Bugün gayet safiyaneymiş gibi, milletin gözünün boyanması suretiyle talep olunan şeylerin ambalajının içerisinde Türkiye’nin milli bütünlüğünü tehdit eden istekler yatmaktadır. Türk halkına en kötü günleri yaşadığı sırada bile geri çevirdiği Sevr Andlaşmasından da ağır şartları içeren oluşumlara girmesi yolunda baskılar yapılmaktadır.
Bizim dilimiz döndüğü kadar, yukarıda işaret ettiğimiz bu meseleleri, büyük Atatürk daha Cumhuriyet kurulurken görmüş ve ona göre tedbirler almıştı. İşte Mustafa Kemal bunun için büyüktür. Geleceği görebilmiştir. Ama ne yazık ki her zaman olduğu gibi Türkler güçlerinin zirvesine çıktıktan sonra bir gaflet uykusuna daldıklarından, nihayet binbir güçlükle kurduğumuz bu Cumhuriyeti de sanki sözleşmişçesine kendi ellerimizle sallamaya başladık. Bununla birlikte Türkçülük Hareketi’nin önde gelen simalarından Nihal Atsız da Türk Devletinin karşılaşabileceği tehlikeleri önceden sezdiğinden devlet adamlarını ve aydınları uyarmaya çalışmış ve bunları yaparken de Türkiye ile Türklerin düşmanı pek çok çevreden eziyet ve cefa görmüştür. Bu yüzden Atsız Beğ de büyüktür.
Burada yukarıda işaret edilen tehlikeler çerçevesinde Türk milletinin uyandırılmaya çalışıldığı ve sonradan Türk milliyetçilerinin günü haline gelen 3 Mayıs hakkında da kısaca bir şeyler söylemek istiyoruz. Çünkü bu gün Türkçülük tarihinde çok önemlidir. Bizzat Atsız Beğ bu hususta şöyle diyor: “Bundan sonra 3 Mayıs Türkçülerin günüdür. Ona bir bayram diyemeyeceğiz. Çünkü yıllarca süren büyük ıstırabımız o gün başlamıştır. Ona bir matem demek de kabil değildir. Çünkü bunca sıkıntıların arasında bize büyük bir imtihan vermek, yürekliyle yüreksizi er meydanında denemek, yahşi ile yamanı ayırmak fırsatını vermiştir. O güne kadar tehlikelerden gafil bir çocuk toyluğu ile yürüyen Türkçülük 3 Mayısta gafletten ayılmış, maskelerin arkasındaki iğrenç yüzleri görmüş, can düşmanlarını tanımış, dost sandığı hainleri ayırt etmiş, hayalin yumuşak bulutlarından gerçeğin sert topraklarına düşmüştür. Böyle sağlam bir sonuca varmak için çekilen bunca sıkıntılar boşa gitmiş sayılamaz. Bundan dolayı biz 3 Mayıs’a Türkçülerin günü deyip çıkıyoruz. Türkçüler! Toplu veya yalnız, her yerde 3 Mayıs’ı analım. Analım ve Kür Şad’ın hâtırasını yüceltelim…”.
Bilindiği gibi başta Milli Eğitim Bakanlığı ve devletin diğer kurumlarında yuvalanan komünistlere dikkat çekmek amacıyla Nihal Atsız, zamanın başbakanı Şükrü Saraçoğlu’na, 1 mart ve 1 Nisan 1944 tarihlerinde iki tane açık mektup yazmış idi. Devrin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve Ulus Gazetesi yazarı Falih Rıfkı Atay’ın kışkırtmalarıyla, daha sonra hayalini kurduğu komünist dünyaya kaçarken sınırda vurulan Sabahattin Ali’nin marifetiyle, Türkçülere karşı bir dava açtırılır.
İlk mahkeme nisan ayının 26’sında olmuş ve Türkiye’nin çeşitli yerlerinden Ankara’ya gelen üniversiteli gençler burayı doldurmuştur. Ama mahkemenin ikinci celsesinin gerçekleştiği 3 Mayıs günü ise, Ankara Adliyesine neredeyse Türk milliyetçileri tarafından karargâh kuruldu. Kalabalığın bir kısmı Ulus civarlarında büyük bir gösteri yaptı. İşte buna binaen 3 Mayıs 1954’ten itibaren bu gün Türk Milliyetçileri tarafından Türkçüler Günü şeklinde kutlanmaya başlandı.
Günümüzde ucuz kahramanların türediği, Türk milletinin ve devletinin geleceğine zerre kadar katkıları olmayan insanların el üstünde tutulduğu, hatta bir zamanlar vatanını başka ülkelerin hegemonyasına sokmak için çalışan kişilerin kahraman edildiği bir çağda, Atsız gibi bütün ömrünü Türklüğün uyanması, yeniden kükremesi için gayret etmiş insanları unutturmaya çalışmak akla ve mantığa sığmamaktadır. Öyle bir hale geldik ki, basın-yayın organlarından takip ediyoruz, Atatürk gibi büyük bir kişiye hakaretler ediliyor, maalesef kimsenin kılı kıpırdamıyor. Türk’ün tarihi, kültürü, örf ve adetleri ayaklar altına alınıyor; alay ediliyor. Sanat ve sanatçılıkla zerre kadar ilgisi olmayan insanlar göklere çıkarılmaya çalışılıyor. Atsız Beğ’in bir sözü vardır: “Hayatta bir defa şerefsiz olmuş insan, bütün ömrünce şerefsizdir”. Bugün, işi Türk milletine ihanet derecesine kadar götürmüş insanlar aklanmaya gayret edilmektedir. Tabi ki, milli değerlerinden ve ülkülerinden uzaklaştırılarak, vurdum-duymaz bir hale getirilen toplumumuz, maalesef bu vaziyetin farkında bile değil. Bunlar sıradan şeylermiş gibi geçiştirilemez. Kafamızı kaldırıp ne olup-bittiğine bakıp, dikkat etmeliyiz. Benim ülkem, benim devletim, benim bayrağım, benim dilim söz konusu olduğunda bana danışılmalı; parası olanlara, holding sahiplerine veya sırtını birtakım kuruluşlara dayayanlara değil. Üç-beş kişinin kararı ve tasdiğiyle bazı şeyler oldu-bittiye getirilemez.
Dolayısıyla 3 Mayıs gibi günlerde meydana gelenler, Türk milletinin kendi bağımsız kaderini belirlediği zamanlar olduğundan, tarihi önemi vardır. Elbette ki bu günler anılacak, unutulmayacak; fakat Türk milliyetçileri tamamen tarihte de kalmayacaklar. Onlar Türk milletinin ve devletinin meselelerini en iyi bilen kişiler olduğundan, çözümleri de ancak bunlar üretebilir. Geçmişi değerlendirip, gelecekte ne yapılmasını da Türk milliyetçilerinden başka kimse iyi bilemez. Bu yüzden üzerlerine düşen yük çok fazladır. Onlar, hiçbir maddi karşılık beklemeyen, ün kaygısı olmayan adsız kahramanlardır.
Türk dilinin geliştirilmesi ve yaygınlaştırılmasında son derece duyarlı olan Atsız Hoca, yazılarında da dilimizi en mükemmel şekilde kullanmaya gayret göstermiştir. Mümkün olduğu kadar öz Türkçe yazan Atsız, herne olursa olsun dilin korunması taraftarıdır. Elbette ki dile sahip çıkmak, dildeki kelimeleri kendi kaynaklarıyla zenginleştirme ve kullanmayla mümkündür. İnsanlar hangi kültür çevresinde bulunurlarsa bulunsunlar veyahut da hangi dine girerse girsinler, bu o kadar mühim değildir. Ancak bir milletin dili yok olduğu an, o toplumdan söz etmek de imkânsızdır. Türkler dünyada yazısı, yani kendilerine ait bir alfabesi bulunan ender milletlerden birisidir. Büyük medeniyetler ve kültürlerin temelinde de yazı olduğuna göre, biz Türkler bu açıdan oldukça şanslı bir milletiz.
Atsız Beğ, sosyal devletin toplumun bütün problemleriyle ilgilenmesi gerektiğini düşünüyordu. Milli gelirin adaletlice dağıtılmasını söylerken; sosyal sınıflar arasındaki uçurumun milleti felakete sürükleyeceğinin de altını çizmiştir. Türkiye’nin bugünkü halini belki de yıllar önce görmüş, bu konuda yetkilileri uyarmış, Kürtçülüğün ileride milletin başına bela olacağını dile getirmiş, ama bunları ifade etti diye, hapse atılmıştır. Atsız’ın Türklüğe yönelik tehditlerin neler olduğunu belirttiği hususlar bugün birer birer başımıza dolanmaktadır. Maalesef zamanında büyük Atatürk’ün, Atsız Beğ’in bizi uyardığı bu meseleler için tedbirler alınmadığından, Türk milletinin kuyusu kazılmaya çalışılıyor. Dışarıdan Türkiye’nin düşmanları, içeriden birkısım hainler dayanışma halindeler.
Dünya hızlı bir şekilde değişmeler yaşıyor. Sovyetler Birliğinin dağılmasının ardından Çin’in kapitalizme meyletmesi, Amerika’nın Yakın ve Orta Doğu’da gerçekleştirdiği oldu-bittiler bir tarafa; bilhassa Balkanlar ve Türkiye’nin güneyinde meydana gelen insanlık dramlarına Türk idarecilerin asla izin vermeyiz, bizim rızamız olmadan bölgede kuş uçamaz şeklinde ahkâm keserlerken, elin oğulları kafasına koyduğunu yapıyor, alacağını alıyor ve Türkiye’yi de uzun yıllar başının ağrıyacağı bir bataklığın içerisinde bırakıveriyor.
Bir zamanlar Türkiye’yi Rusya’ya, Çin’e bağlamak isteyen eski komünistlerin büyük bir kesimi Ulusalcı (Ulusolcu) ismi altında milli kahraman yapılmaya çalışılıyor. Anadolu’da herkes emperyalizme karşı Kurtuluş Savaşı mücadelesi içerisindeyken, kendisi Rusya’ya kaçan ve hain damgası yiyen Nazım Hikmet misali şahıslar, sanki çok büyük edebiyatçılar, sanatçılarmış gibi resmen devlet adına anılıyorlar. Türkiye’nin son 30 yılını kan ve gözyaşı dökerek geçirmesine neden olan bazı katillerin ve birtakım ayrılıkçıların yarın-birgün demokrasi kahramanı diye karşımıza çıkarılmasına şaşırmayalım.
Değeri beş para etmez romanlar, hikâyeler, şiirler yazan edebiyatçı nüsveddelerinin eserleri milyonlarca lira para ödenerek, filmleştiriliyor veya tiyatro sahnelerinde sergileniyor; Türk milletinin milli kimliğine, bölünmez bütünlüğüne düşman şarkıcı, türkücü bozuntularına bizzat devlet eliyle ödüller veriliyor. Türk insanının beynine alenen tecavüz ediliyor. Türklüğü ve Türk insanını aşağılayan, içinde tamamen Kürt milliyetçiliği olan Mem u Zin gibi rezaletlerin Türkiye Cumhuriyetinin Kültür Bakanlığı marifetiyle Türkçe ve Kürtçe basılması garabetini ise anlamak mümkün değil.
Edebiyat üstadları diye yutturulan sahtekârları ve kardeşlik nameleri adı altında bölünmeyi hızlandıran yazıları okuyan Türk insanı umarız çok kısa sürede bu kepazelikleri ve kendisine karşı yapılan hakaretleri görür.
Bugün olduğu gibi eski komünistlerin, Türk Devletine kurşun sıkan hainlerin el üstünde tutulduğu ve belki de Türk tarihinin çok sıkıntılı zamanlarının yaşandığı günlerde, Türk milliyetçileri birileri tarafından top-yekûn kötü gösterilmeye, devlet idarelerinden uzaklaştırılmaya çalışıldı. İşte bu maddi ve manevi katliama maruz kalanlardan birisi de Nihal Atsız idi. Nazım Hikmet ve Sabahattin Ali gibi komünist hayranları ile ömrünün büyük bir kısmını hiç zorluk çekmeden, safahat âlemleri içinde yaşayan Necip Fazıl benzeri kişiler toplum önderi, örnek şahıslar şeklinde tanıtılırken; hayatında Türk milleti ve devletinden başka birşey düşünmeyen, bu uğurda eşini ve çocuklarını dahi ihmal eden insanlık abidesi Atsız Hoca görmezlikten gelinmektedir. “Kahramanlık” adlı şiirinin şu dört mısrası her şeyi özetlemektedir.
Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir, Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmektir. Ölmezliği düşünmek boşuna bir emektir; Kahramanlık; saldırıp bir daha dönmemektir.
Onun dava adamlığı bir kenara, kaleme aldığı eserler Türk tarihinin ve edebiyatının ölümsüzleri arasına girmiştir ki, bu durum bile Atsız’ın büyük Türk milletinin bir hizmetkârı olduğuna yeterlidir.
Hepimizin çok yakından bildiği üzere devlet televizyonlarında dahi o kadar kıytırık kişiler için saatlerce programlar yapılırken, Atsız, Elçibey, Ziya Gökalp, Alparslan Türkeş’in ve diğer Türklüğe ömürlerini adamış insanların isimlerini ya da onlarla alâkalı haberleri kırk yılda bir duyuyoruz. Bunun sebebini tabiî ki biz iyi biliyoruz. Çünkü onlar Türk oğlu Türk’tür. Satılmış, Türkiye’yi birilerine peşkeş çekmek üzere aracılık yapan basın-yayından Türkiye, Türk insanı ve Türk Dünyası için daha fazla bir şey beklememiz aptallık olur. Mozaikçiler, Osmanlıcılar, Yeni Cumhuriyetçiler ve Yeni Türkiyecilerin cirit attığı memleketimizde “sonsuza kadar Türkiye”, “sonsuza kadar Cumhuriyet” diyenlerin elbette sesi-soluğu kısılmaya çalışılır.
Atsız Beğ edebi eserlerinin yanı sıra tarih çalışmalarında da Türk milli birliği ve beraberliğini esas almıştır. 1973 senesinde yazdığı “Turancılık” adlı makalesinde: “Siyasi sınırlar dışındaki Türklerle uğraşmak macera ise Türk uçakları Kıbrıs’a neden saldırdı? Hatta Amerikan donanması engel olmasaydı Kıbrıs’a neden çıkılacaktı? Batı Trakya Türkleriyle, Kerkük Türkleriyle, neden bu kadar ilgileniliyor? Dün Hatay’dı. Bugün Kıbrıs, yarın Batı Trakya ve Kerkük, öbür gün Azerbaycan ve daha ötesi… Bu, budur. Kimse başını kuma sokmasın” diyerek, geleceğin Türklüğün olduğunu söylemektedir.
Mutlaka talih Türklere de dönecek. Bir gün elimizden alınan ve bizden koparılan topraklardaki kardeşlerimizle elbet birleşeceğiz. Bunu bizler görmesek de mutlaka çocuklarımız ve torunlarımız görecek.
Zamanımızın politikacıları Türklüğün meselelerine kulak tıkadıklarından, Mustafa Kemal Atatürk’ün Misak-ı Milli sınırlarının ayrılmaz bir parçası olarak saydığı Musul-Kerkük, Suriye, İran Türkleri, Kafkasya’daki Karaçay-Balkar, Kumuk, Nogay Türkleri, Kırım, Doğu Türkistan, Batı Trakya, Bulgaristan, Kök Oguz, Romanya ve diğer Balkan Türkleri gözümüzün önünde eriyip, yok olmaktalar. Somali’deki Zenciler, Filistin, Suriye, Irak’taki Arap, Kürt ve Filistinlilerle ilgileniliyor ama sözünü ettiğimiz yerlerdeki Türkler için bir Allah’ın kulu ciddi manada kılını kıpırdatmıyor.
Rahmetli Atatürk ve Atsız Beğ yaşasalardı, onlar için bütün Türkiye’yi ayağa kaldırırlardı. Tıpkı 1964 senesinde 800 Kazak Türkü’nün getirilmesi için Türk Dışişlerinin seferber edilmesi; 1920 nisanında Kızılordu tarafından kurşunlanan Azerbaycan Türklerinin vahşete maruz kaldığı günün yas ilan edilmesi gibi.
Atsız Beğ yine 1975’te kaleme aldığı “Kurtarılmamış Türkler” isimli makalesinde: “Ruslar eski saldırganlıklarını kaybetmişlerdir. Yalnız Batı’dan değil, ülküdaşları olan Çin’den de korkuyorlar. Komünizm iflâsa doğru gitmekte, Rus nüfusu yerinde sayarken Türkler çoğalmaktadır. Karanlıklar arasından ümit şimşekleri çakmaktadır. Bu Türkleri düşünmek de hakkımız ve görevimizdir.
Dünyanın en kalabalık olan, belki 850 milyonluk (bugün 2 milyar civarında), belki bir milyarlık Çin’deki Türkler ise daha mühim bir tehlike ile karşı karşıyadır: Bu geniş topraklara Türklerin birkaç katı Çinli yerleştirilmesi… Fakat tabiat kuvvetleri Türkleri korumakta, Çin Türkistanı’nda Çinliler yaşayamamaktadır. Yaşayıp üreseler bile, orada bir tek Türk kalmasa bile günün birinde o Kunlar ve Uygurlar diyarı onlardan yine alınıp Türkleştirilecektir. İçinde Türk nüfusu kalmadı diye tarihî mirasları bırakacak değiliz. Bugün Kırım’da da Türk yok ama Kırım bizimdir. Günün birinde mutlaka kurtarılacaktır”. Bu büyük insan işte bu şekilde geleceği görmüştür. Kırım Türkleri, her ne kadar zor şartlarda da olsa neredeyse 50 yıl sonra tekrar vatanlarına döndüler. Ne acıdır ki, 1990’larda Kuzey Irak’tan Türkiye’ye sığınan onbinlerce Kürt’e, 2012-2014 senelerinde Suriye’den yine vatanımıza kaçan bir milyona yakın Arap ve Kürt’e kapılarını açan Türkiye, Çin mezalimi yüzünden canını Türkiye’ye atmaya çalışan 20-30 kadar Doğu Türkistan’lı Uygur Türkü’nü günlerce havaalanında bekletti. Yazıklar olsun!
Nihal Atsız büyük bir Türkçü idi. Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatının ardından Türk milliyetçiliği meşalesini ele aldı. Milliyetçiliğin sistemleşmesi ve aktif hale gelmesine çalıştı. Dünyanın neresinde bir Türk’ün canı yansa, aynı acıyı o da yüreğinde hissetti.
Mustafa Kemal Atatürk: “Yüksel Türk! Senin için yüksekliğin hududu yoktur”, derken; Atsız Beğ de: “Yüzde yüz Türk olduğun gün cihan senindir” diyerek, milli ülkümüzün mihenk taşını belirlemişlerdir. Türk milliyetçileri için tek gerçek budur ve birilerinin sürekli ırkçılıkla suçladığı bu adam Türkleri şöyle tarif ediyor: “Türkler, Türk soyundan gelenlerle Türk soyundan gelmişler kadar Türkleşip kendini o soya bağlayan ve beyninde hiçbir yabancı ırk düşüncesi bulunmayan fertlerin topluluğudur”.
Büyük insanlar çok sık dünyaya gelmez. Onları millet ve tarih yaratır. Bugün Atsız Beğ de Türk tarihindeki yerini aldığı gibi, yüce Türk milletinin gönlünde taht kurmuştur. Karşılıksız olarak sevdiği, onun uğrunda yaşayıp-öldüğü milleti de, onu karşılıksız olarak bağrına basmıştır. Yıllar geçecek, asırlar dönecek Atatürk, Atsız ve Elçi Beğ gibi insanlar asla unutulmayacaklar. Ama sahte kahramanları ve ideolojik aktörleri Türk milleti hatırlamayacak bile.
Bugün Türkçüler, Atatürk’ün ve Atsız’ın fikirlerinden ilham alarak, dimdik ayakta duruyorlar. Ve onlar hem Türkiye’nin hem de bütün Türk Dünyasının muhafızları.