Yerleşik kavimler, çiftçi köylüler ve şehir sakinleri istepin çoban çocuklarına karşı daima bir antipati duymuşlardır. Onları barbar sayarlar, zira sabit bir ikametgâhları yoktur ve uçsuz bucaksız isteplerde fasılasız olarak âvâre dolaşırlar. Acaba umumiyetle kanunları var mıdır? Nizamlara ve yükümlülüklere uyarları mı? Bu gibi hususları da kendi medeniyetlerinden gurur duyan bu kimseler şüphe ile karşılarlar. Bütün bu taraf tutuculuklarına rağmen, göçebeliğe sevk eden sebepler hakkında yine de isabetli fikirleri vardır. Göçebeyi bir yerden diğer bir yere sürükleyen sebebin, onu huzursuz bırakan dolaşma arzusu olmadığını, lâkin sürülerine ot ve su aramak maksadiyle gezdiğini çok iyi görmüşlerdir. Gerçekten, ot istepte oldukça nadirdir ve bu nadir nebat da, iklimin kuraklığı altında çok çabuk yanıverir. Gökyüzünde güneş ısınmaya başlayıp da sinek sürüleri insanı ve hayvanı aynı tarzda kapladığı zaman bu diyarda göçebenin daha fazla kalması mümkün değildir; büyük sayıdaki koyunları ve atlariyle -sığırı nispeten daha az tutar- daha serin ve suları daha bol olan bir yere göçer. O halde, daha kuzeyde bulunan mıntakaları arar ve şayet dağlık bir mıntakada yaşıyorsa kuzeydeki istep yamaçlarına tırmanır. Kışın aksine, güneşli güney yamaçlarına, ırmakların ve bataklıkların çalılık sahillerine, derin ve kapalı vadilere ve ormanlar civarına çekilerek rüzgârlara karşı bir nevi korunma ve hayvanlarına otlama veya yeşillik temini imkânını ararlar. “Haşin bir çoban” olan göçebe, hayvanları yemlemeyi ve ahırı tanımaz. Malları en büyük soğuklarda bile açıkta titreşir ve karların altından koparabildiğiyle yaşar. Yalnız daha hassas hayvan türleri, açık ve örtüsüz çitler gerisinde kışı geçirirler.
Göçebenin bütün hayatını, otlatmak suretiyle hayvan yetiştirmeğe uydurması icabetmiştir. Hayvanlarıyla daimi surette göç edince sağlam ve güçlükle harekete getirilen taş, ağaç veya çamur inşaatı içinde ikamet edemezdi. Her tarafa nakledilebileceği bir “ev” inşa etmesi lazım gelmiştir. Bu sebeple, arabalarda ve kolayca toplanabilen çadırlarda yaşar. Göçebenin, hayvan yetiştirme dışında göçebe hayatına uygun olan diğer işlerle de ancak o nispette meşgul olması tabiidir. Ziraat az çok toprağa bağlılığı icabettirir. Bu sebeple Kırgızlar, Türkmenler ve Kalmuklar, zamanımızda bile pek mahdut ölçüde ziraatla uğraşırlar ve bunlar da yabancı menşedendirler. Nihayet göçebe, hayvanlarını yeni meralara sevk ettiği zaman, ekilmiş tarlasını at veya deve sırtına yükleyemezdi. Avcı-balıkçı kavimler hayvan besleme ile uğraştıkları gibi, çiftçi köylü de koyun, sığır ve at sürüleri beslemekten geri kalmazlar. Ancak, göçebe hesabına hayvan besleme, nefsini korumanın ve servet temininin başlıca, hatta biricik kaynağıdır. Kaderi hayvanların kaderine o kadar bağlıdır ki bunların mahvolması, göçebenin maddeten harabolması demektir. Elinden geldiği kadar hayvanın esirger ve kendisi hesabına hayvan, yalnız faizinden faydalanacağı bir “sermaye” olduğundan, hayvanını kesmez. Bilhassa süt ve süt mahsülleriyle yaşar; eti daha ziyade avcılık ve balıkçılık yolu ile temin eder.
Hunları -Higun-nu adı altında, daha Çin kaynakları, hakiki bir istep kavmi olarak tasvir ederler. Bunlar “su ve ot arayarak şuraya buraya göçerler. Surlarla çevrilmiş şehirleri veya daimi ikamet yerleri yoktur, ziraatda yapmazlar…” Ammianus Marcellinus, Claudianus gibi Batı kaynakları da Hunlar hakkında aynı nitelendirmede bulunurlar. Bu müellifler “Hunlar ziraattan kaçınırlar, onlarda hiç kimse toprağı işlemez ve bir defa olsun eline sapanı almaz; dayanıklı bir ikamet yerine, meskenlere, nizama ve belli bir hayat tarzına sahip olmadan yaşarlar. Sanki mülteciler imişler gibi kendilerine ikametgâh hizmetini gören arabalariyle bir yerden başka bir yere hicret ederler” diye yazarlar. Yakın zamanlarda Kırgızlar arasında dolaşan seyyahlar, bu göçebelerin her nevi taş ve kerpiç binalara karşı ne kadar büyük bir antipati beslediklerini kaydederler. Bu satırları okuduğumuz zaman aklımıza Jordanes’in Getica adındaki meşhur eserinin bir fıkrası geliyor: “Attila, ağaçtan çatma evlerini, fethettiği şehirlere tercih ederdi”. Bu noktada hiç şüphesiz, isabetli bir dikkat mahsulü olan Ammianus’un tasvirini de zikredebiliriz, netekim Hunlar hakkında “Hiçbir zaman meskenlerin damları altına girmezlerdi” diye yazar. “Sanki mezar hücreleri imiş gibi bunlardan sakınırlardı. Onlarda, kamışla örtülü kulübelere bile rastlanmaz. Yabancı bir yerde dahi, ancak en büyük ihtiyaç karşısında herhangi bir evin eşiğini aşarlardı, zira dam altında kendilerini rahat hissetmezler”. Bunların da başlıca gıdası süt ve etten ibaretti. Eti yarı pişmiş bir halde yerlerdi. Fatihler olmaları hasebiyle kendilerinin üretmedikleri birçok şeye sahip olmuşlardı. Şarabı ve ekmeği tâbi kavimlerden temin ederlerdi. Avlanmaktan hoşlanmışlardır; bu keyfiyeti Asya Hun hükümdarları ve Attila hakkında aynı tarzda biliyoruz.
Yalnız Mağribiler ve Tuareglerin dışında, Afrika göçebeleri başlıca sığır beslerler; buna karşılık Euvrasia istep çobanları at beslemeyi kendilerine en mühim meşgale edinmişlerdir. Atın yanında eti ve yünü dolayısiyle en mühim ehli hayvanları koyundur.
Batı müellifleri Hunların atlı tekniğine hayret etmekten kendilerini alamazlar. Claudianus’a göre tabiat, Hunların atlarında oturdukları kadar bir kentaurı bedenine sımsıkı bağlamağa muvaffak olamamıştır. Sidonius’a göre, daha anasının yardımından yeni kurtularak ayakta durabilen bir Hun çocuğunun yanıbaşında, hemen, eğerlenmiş bir ata rastlanır. Bunlarda süvari, altında yapışmış gibi oturur. At, başka bir kavmi sadece sırtında taşır, fakat Hun kavmi at sırtında ikamet eder. Ammianus Equis prope adfixi (atlara yapışmış gibidirler) kaydını verir ve şöyle devam eder: Hunlar tabii ihtiyaçlarını defi için dahi atlarından inmezlerdi. At sırtında alış veriş eder, yer içer, hattâ hayvanın ince boynuna sarılarak uyuyabilir ve güzel rüyalar görürlerdi. At sırtında müşavere etmek suretiyle mühim kararlar verirlerdi. Ammianus’un bu tasvirleri itimada şayandır. Bir defasında, Tuna boyundaki Margus civarında barışı takviye maksadiyle “İskit kralları” ile buluşan Bizans elçileri, Hunlar eğerden inmek istemedikleri için at sırtında müzakerelere mecbur olmuşlardı. Bu hususta Hunlar bugünkü atlı göçebelere çok benzerlerdi. Fr. von Schwarz’ın tesbit ettiğine göre “Kırgızlar her türlü muameleyi at sırtında yapar, çaylarını ve kımızlarını at sırtında içerler ve içtimalarını at sırtında aktederler”. Diğer çağdaş bir seyyah olan W. Radloff, Kırgızlarla Altay Kalmuklarının yayan yürümek çok zoruna gittiğine dikkat etmiştir. Onun fikrine göre bunun sebebi, ayaklarının ata binmeğe alışmış olması ve çizmelerinin de yayan yürümekten ziyade ata binmeğe mahsus bulunmasıdır. Ammianus da şunları yazar: “Alan, yaya yürümeyi mevkiine lâyık görmez ve Hunların fena yapılmış ayakkabısı da, serbest gezmeğe engel olur, o halde yaya muharebesine uygun değildir”. Zosimos, belki de Eunapios’un kaybolan tasvirine dayanarak, Hunlardan aynı tarzda bahseder: “Arz üzerinde kendilerini emniyette hissetmezler ve at üzerinde yaşarlar ve uyurlar”. Başka bir müellif, biraz mübalâğâ ile de olsa, Avarlar zeminde duramazlar, zira bacakları bu derece gelişmemiştir, diyor.
At, süvarisini hiçbir zaman tanımadığı diyarlara doğru uçurur. At üzerinde uzaktaki memleketleri yenmek ve kölelikte tutmak mümkün olmuştur. Hunlar, Avarlar, Göktürkler ve Moğollar, muazzam imparatorluklarını at üzerinde yaşamak sayesinde ve at sırtında muharebe ederek tesis etmişlerdir. Ziraat yapan kavimlerin durarak muharebeye alışkın yaya ordularına karşılık, atlı göçebeler muharebe taktiklerini, sürate ve hareket kabiliyetine bina etmişlerdir. Süratin muharebedeki en büyük önemini ilk defa keşfedenler onlardır. At üzerinde süratle giderken öne, arkaya, yana aynı emniyetle ok atabilmeleri sayesinde, yerleşik kavimlerin ağır hareket kabiliyetine sahip köylü orduları üzerinde, aşılması mümkün olmayan bir üstünlük temin etmişlerdir. Düşman hatları önünde şuraya buraya oklarını savurarak uçuşmuş, hücum etmiş ve sonra aniden sun’i bir ricat yapmış ve ancak düşman saflarının kesif muharebe nizamını bozduktan sonra mücadeleye girişmişlerdir. Ağır falanjları imha eden kuvvetlerle değil, lâkin hile ile ve fazla kan kaybetmeden üstünlüğü elde etmeyi tercih ederlerdi ki işte Hunlar da böyle muharebe etmişlerdir.
Jordanes, Hunların “süratli atlılar” olduklarını itiraf eder. Sekenenin ürkek gözleri önünde bir fırtına gibi görünürler ve uçan kuş sürüleri gibi kaybolurlardı. Tabiatiyle ata çıplak binmemiş ve eğerlemişler, süslü gemler kullanmışlardır. Ammianus, atlarının “mütehammil, fakat şekilsiz ve biçimsiz” olduğunu söyler. Equus Gmelini, ufak lâkin mütenasip yapılı bir hayvan cinsi olduğundan bu tasvirlere bakarak bahsedilen hayvan tipinin Moğol midillisi (Equus Przewalski) bulunduğunu düşünebiliriz. En son zamanlara kadar göçebenin başlıca silâhı yay idi. Hunlar da ok atma sanatlariyle Batılıları hayran bırakmışlardır. Olympiodoros, Sidonius ve Jordanes bu vakıanın şahitleridirler. Romalılar arasında dahi rağbet gören yayları, kendi türünde bir şaheserdi. İki tarafı kemik safihalarla takviye edilen yay, muhtelif maddelerden imal edilir ve tabii bükülmesinin aksi istikametten çekilmesi icabederdi (ters yay). Fakat diğeri herhangi atlı göçebe kavim gibi onlar da yalnızca ok ve yayla yetinmemişler ve yakın muharebelerde kılıç ve hançerle, mızrakla ve kementle mücadele etmişlerdir.
Kışın ormanlarda yaşayan ufak av hayvanlarının postunu giyerlerdi; yazın ise bez, ipek ve yün gibi daha hafif malzemeden yapılmış elbiseleri vardı ve bunları renkli işlemlerle alacalı bir hale sokarlardı. Tünik biçiminde önden açılan dizlere ve baldırlara kadar ulaşan bir manto taşır ve bunu kemerle sıkıştırırlardı. Genellikle keçi derisinden dikilmiş uzun bir pantolon giyerler ve bunun parçalarını topukta büzerek çarıkların -çizmelerin değil- içine sokarlardı. Başlarını, tepeli ve öne doğru bükülen eğri bir serpuş (miğfer) örterdi. Tabiatiyle Hun seçkin zümresi ve zenginleri güzel giyinirlerdi. Attila’nın ziyafetine iştirâk eden ileri gelen “İskitlerin” (yalnız Hunların değil) kılıç kayışı, çarık bağı ve gemleri, altın ve çeşitli kıymetli taşlarla süslenmişti. Alelâde Hunların “manzaraları gösterişsiz idi” (Claudianus). Ammianus Marcellinus, Hunların ev ve sokak elbisesi arasında fark gözetmediklerini samimi bir hakaret ve hiddet edasiyle kaydeder. Bir defa üzerlerine giydikleri elbiseyi, sırtlarında parçalanıncaya kadar üzerlerinden çıkarmamış ve değiştirmemişlerdir. Tatarlar hakkında Rubruck, Altaylılar hakkında Radloff da aynı vakayı zikrederler.
Göçebe hayatının gayesi ilk sırada harp ve yağma idi. Bir seferde veya başka bir zaruret halinde, en büyük imtihanlara ve mahrumiyetlere dahi şikâyetsiz olarak tahammül etmek âdetti. Hunlara dair Claudianus’un bir şiiri şunları terennüm eder: “Kuzey onlardan daha yabani ve cesur bir kavim beslememiştir; ruhları o kadar metindir ki hiç bir zaman şiddetli imtihanlardan yılmaz. Barış zamanlarında ise daha çok tembelliğe isteklidir”. Bir Çin yazarı “tehlike geçince, Hunların tekrar kendilerini gailesiz hayata terkettikleri”ni kaydeder. Vakitlerini daha iyi geçirmek için tavlayı meydana çıkarırlardı. St. Chrysostomos’ın bildirdiğine göre Hunlar, daimi surette tavlayı beraberlerinde taşırlar ve bir muharebeye hazır bulundukları bir sırada dahi tavla oynarlardı. Bazen, oyunda bütün ganimetlerini, silâhlarını kaybederler, hattâ hayatlarını dahi kumara koyarak esarete düşerlerdi. Diğer göçebe kavimlerden de öğrendiğimize göre kumarı severlerdi. Meselâ Kiyef’te keşfedilen bir Macar mezarlığında pullar ve zar ele geçmiştir. Sürüleriyle fazla endişeleri olmadığından ve hayvan hemen hemen kendiğilinden otladığı için tembellik etmeye, yiyip içmeye, oyuna yetecek zamanları vardı…
Atlı göçebelerde harp ve kavim benzer kavramlardı. Priskos’un Attila’nın başkentinde rastladığı Viminaciumlu tüccarın, “İskit” hayatında en çok hoşlandığı cihet, hayatın bu kadar iptidai olması imiş. Cemiyet henüz meşgalelere bürünmüş değildi ve herkes savaşçı sayılıyordu. Lâkin ileri gelen şahıslar muharebeye yalnız gitmemiş ve bütün maiyetleriyle iştirâk etmişlerdir. Maiyetleri kısmen kölelerden kısmen de Cermenlerin “maiyet adamları” (Gefolgsleute) gibi kendilerine dehalet ederek saraylarında yaşayan ve hizmet mukabilinde iaşeden faydalanan hür kimselerden oluşurdu. Az önce zikredilen Grek tüccarının durumu, bu bakımdın ilginçtir. 441’de Viminacium muhasarasında Hunlara esir düşmüş ve zengin bir kimse olduğundan Attila’nın ileri gelen adamlarından Onegesios’un hissesine isabet etmişti. Kısa bir zaman sonra efendisinin ordusunda kendi yurttaşlarına karşı muharebe eder, Akatzir muharebesine iştirak ile birçok servet temin eder; lâkin “İskit adetine göre” hürriyetini kazanabilmek için muharebede temin ettiği serveti efendisine teslim etmesi icabediyordu. Artık, hür bir “İskit” olarak bir Hun kadınıyla evleniyor ve çocukları da oluyor. İyi günlere kavuşuyor, güzel giyiniyor, saçını Roma tarzında değil Hunlar gibi kestiriyor; kısacası Hun muhitine intibak ediyor. Eski efendisi Onegesios’un maiyetine giriyor ve onunla bir sofrada oturabiliyor. Şimdiki kaderini daha önceki hayatından farklı buluyor. Muhtemelen, bu nevi muharipleri diğer Hun büyükleri de hizmetlerine almış olacaklardır. Bunun dışında bu müesseseyi diğer atlı göçebe kavimlerde de buluyoruz. Tuna Bulgar Hanları sevgili “besleme”lerinden çok defa bahsederler. Hazarlarda ise maiyet tamamiyle ücretli niteliğini kazanmıştır. O halde bu hadisede hemen bir Cermen tesiri düşünmek yerinde olmaz.
Kölelerin çoğu her işi görürlerdi. Priskos, Attila’nın zevcesini ahşap ikametgâhında ziyaret ettiği zaman etrafında birçok cariye bulmuştu. Cariyeleri onun karşısında döşemede oturmuş, renkli ipeklerle işlemeler hazırlıyorlardı. Onegesios’un da birçok kölesi vardı. Geri dönen Attila’yı karşılamak üzere, zevcesi birçok cariye ile onun önüne çıkıyor ve Attila’nın ziyafetinde de birçok köle, ellerinde tabaklarla mekik dokuyordu. Kölelerin diğer kısmı köylerde yaşar, ziraat yapar veyahutta efendisine başka şekilde hizmet ederdi. Priskos’un elçilik heyetiyle birlikte bir gece konakladıkları bir köyde, Bleda’nın dulu toprak sahibi bulunuyordu. Attila’nın, imparatorluk sarayına elçi tâyin ettiği Berikhos hakkında da Grek yazarı, aynı tarzda “İskitya’da birçok köyün ağası” bulunduğunu kaydeder. Her halde, Priskos’un seyahatı esnasında geçtiği yerlerdeki köylerin çoğu da bu neviden iskân sahaları idi. Köyler, kulübe ve tahta barakalardan ibaretti ve sakinleri misafirleri darı ve bal şarabı (med) ile köleleri de yine darı fakat med yerine arpa birası ile ağırlaşmışlardır. Bunlar pek göçebe değillerdi; zira o takdirde ya arabalarda yahutta çadırlarda ikamet etmeleri gerekirdi. Gıdaları ve içkileri, bunların daha ziyade yerleşik kavimler muhitinden olduklarına delâlet etmektedir.
Göçebeler de, zengin ile fakir, asilzade ile alelâde insan arasında fark gözetmişler, hattâ topluluklarının en ayırdedici özelliğini aristokratik hiyerarşi teşkil etmiştir. Yaradılıştan hâkimiyete yatgın bir unsur olduğundan, bir kavmi ve bir imparatorluğu da, iktidar mertebeleri silsilesine dayanarak teşkil ettiğinden, bütün hayatını mertebelerin tedricen yükselen sistemi işgâl eder. Yalnız siyasi teşkilatı değil, lâkin içtimai hayatı hiyerarşik olarak bölümlere ayrılır. Doğuştan asilzade olan sınıf, en üst tabakayı teşkil eder. Hükümdarlar, kabile reisleri, beylerin ahfadı memuriyetleri daima kendi aralarında paylaşırlar. Göçebe topluluğunda, asilzade olmayan birisinin kumanda ettiğini görmek tasavvur bile edilemez. Hâkimiyete liyakat, gerçekten ilâhi bir lütuftur (kharisma) ve bu da kan yoluyla babadan oğula geçer. Asilzade olmadığı halde, muharebelerde sivrilen bir kimse “kahraman” (bagatur) olur. Eğer büyük bir şöhrete nail olursa, asilzade sınıfına yükselebilir; bu takdirde yeni bir asilzade ailesinin kurucusu olur. Asilzadelerin siyasi hayattaki nüfuzları büyüktür. Her ne kadar, bir göçebe hükümdarı tebaasından tam bir itaat talep ederse de yine de mutlak bir hükümdar değildir: Devletin ileri gelenleriyle istişare etmesi zaruridir; lâkin isterse dediklerini yapmayabilir. Bu kabileden olarak Hun hükümdarları da “mecliste” karar verirlerdi.
Hiyerarşik bölüm, aul, yani aile içinde de tahakkuk eder. Her ailenin, yurtlarda sınıflarına göre tahakkuk etmiş bir yeri vardır ve bunu değiştiremez. Sofrada da, herkese sıkı bir etikete göre yer verilir ve bu bakımdan zengin ve fakir, alelâde insanla hükümdar arasında bir fark yoktur. Etiket, rütbelere göre bölümleri tahakkuk ettirmeğe yarar. Attila’nın ziyafetinde, baş mevki onun sağında ve ikincisi de solunda idi. Bu suretle Attila’nın sağında Onegesios ve solunda da Berikhos oturmuştu. Arap seyyahları, Volga Bulgarları arasında da buna benzer bir nizama dikkat etmişlerdir.
Atlı göçebelerde bugün hâlâ, çok kadın alma adeti vardır. Tabiatiyle bir kadın için büyük bir meblağ ödemek icabeder, hele seçkin bir kadın için büyük bir servet (kalım) gerekir. O halde, aslında ancak zengin bir adam kendine bir harem temin edebilir. Hiyerarşik nizam ruhuna uygun olarak, kadınlar arasında da fark gözetilir. Umumiyetle en yaşlısı en üst kademede bulunur ve evin hanımı da budur; diğer zevceleri bunun emri altında bulunurlar ve aslında bunlar cariye veya odalıklardır. Hunlarda da vaziyet böyle idi. İsa’nın doğuşundan evvel 110-104 sıralarında, bir Çin İmparatoru, siyasi menfaatleri icabı bir barbar kavim olan Wu-sunların hükümdarına zevce olarak bir prenses göndermişti. Çin prensesi “sağ taraf zevcesi” sıfatiyle sarayın ilk hanımı mevkiini işgal etmiştir. Bir müddet sonra, yine siyasi sebeplerden dolayı Asya Hunları (Hiung-nular) da Wu-sun hükümdarına bir prenses vermişlerdir. Lâkin artık bu, mertebede ikinci “sol taraf” mevkiini almıştır. Bu neviden münasebetleri, Avrupa Hunlarında da buluyoruz. Bleda’nın ve Attila’nın da haremleri vardı. Attila’nın ilk kademedeki zevcesini ismen dahi tanıyoruz: Kendisini Arı-kan “temiz prenses” diye adlandırıyorlardı. Her ne kadar, Attila’nın Arı-kan’ın yanında başka birçok zevcesi mevcut idiyse de (son düğününü İldiko ile yapmıştı) ve her ne kadar bunlardan da çocukları dünyaya gelmişse de, tahta çıkış bahsinde yine de (ilk hanımından) dünyaya gelen üç oğlu hesaba katılıyordu. Arı-kan’ın ayrı bir saraya sahip bulunması, kadınlara verilen kıymeti gösterir. Mabeyincisi, müstakil geliri vardı; köşkünde, Grek elçi hey’eti şerefine ziyafet veriyordu. Hükümdar Bleda’nın dul karısı hakkında ise Priskos ve dahil bulunduğu hey’et azalarının geceledikleri köyün, kendisine ait olduğunu duyuyoruz. Fakat göçebe, kadını satın alırdı. Bundan dolayı oğulları ve kardeşleri gibi varislerine, diğer eşyayı bırakır gibi kadınlarını da miras bırakmasından daha tabii bir şey olamazdı (leviratus).
Hayvan, göçebenin serveti ve mevcudiyetinin temeli idi. Hayatını ve bütün düşünce âlemini, hayvanlarını otlatan bir çoban hayatı şekillendirirdi. Bunlardan sonra, göçebe topluluğunun da göçebe hayat tarzının icaplarına kendini uydurması tabii değil midir?
Belirli bazı ailelerin sürülerini bir arada otlatması adettendi ve bunların sayısı devamlı olarak 6¬10 kadardı. Göçebe gruplamasının en ufak birliği olan aul, işte bu suretle meydana gelir ve aulda birleştirilen ailelerin zaruri olarak birbirleriyle akraba olmaları icabetmezdi. Bunlar arasında, idareci ailenin “dostları” bulunduğu gibi diğerleri de fakir veya fakirleşmiş ailelerdir ve aulda servetlerinin bakiyeleriyle katılırlar. Aralarında hiçbir şeye sahip bulunmayan basit köylüler de vardı. Diğer taraftan, zengin bir göçebe de birçok bini bulan hayvan mevcudunu birçok aula bölmeğe mecbur olurdu. Bu hallerde, aulda bir iki aile azası, köle bulunur, sürüleri bunlar otlatır ve malı idare ederlerdi. Sade kan esasına dayanan bağlılığın daha aulda bile gerçekleşmediği, dikkate değer bir hadisedir. Bu nevi bir topluluk, karışık ve çeşitli unsurlardan oluşan içtimai bir teşekküldür. Buna karşılık, aul reisi de bir nevi “soyun reisi” olmayıp sadece idare ettiği ailenin en yaşlı azasıdır. Aulda en çok servete, en nüfuzlu aileye ve akrabalara sahip bulunan kimse emreder. Bir aul reisi bile kendi emlâkinde “bir kağandır”; zira, yalnız ailevi değil, fakat aynı zamanda siyasi bir kudret de icra eder. Bu daha ziyade tabi kabile reisleri için geçerlidir. Tabi kabileler kabilelere, kabileler daha büyük bir siyasi topluluk olan kabileler birliğine bağlanırlar. Tali kabilelerde olduğu gibi bir kısım kabilelerin de ayrı ve hudutlarla çevrilmiş meraları vardır. Lâkin biri diğerlerinden daha iyidir. Bilhassa, kışlakların keyfiyeti, hayvan mevcudunun artmasına tesir eder. Buna göre istepde, bazı aullar ve tabi kabileler arasında daimi surette bir muharebe hüküm sürer. Kuvvetliler daha zayıflar üzerinde iktidarlarını genişletir ve kavimler istep hakimiyeti için azgın bir mücadelede bulunurlar. Bu akıcı ve aralıksız olarak öteye beriye dalgalanan siyasi hayatta zaman zaman irili ufaklı iktidar mihrakları teşekkül eder ve bunlar etrafında sayıları gittikçe artan tabi kabile, kabile ve kavim teşkilatlanır. Bu hakim mihrakın iktidarı dallanıp budaklanınca, aileler, aullar, tabi kavimler de, kendilerine daha fazla emniyet temin edeceği, iktidara ve maddi zenginliğe ortak olacakları ümidiyle orada birikirler. Böylece büyük istilâlar zamanı başlar. Kavimler bu siyasi teşekküle ya kendi arzularıyla katılır yahut da kuvvet yoluyla tabi kılınırlar. Bu minval üzere mütevazi bir başlangıçtan, bugünden yarına derhal büyük bir göçebe imparatorluğu husule gelir.
Aullar yardımcı kabilelerde, yardımcı kabileler kabilelerde, kabile ittifakında ve nihayet kavimler, imparatorluk bünyesinde, bundan böyle de muhtariyetlerini muhafaza ederler. Bunlar birbirleri içinde erimezler ve sadece kum zerreleri gibi birbirlerine yapışırlar. Bu suretle en büyük göçebe imparatorluğu dahi, hakikatte hudutsuz derecede çok ve ufak, muhtar “devletçilikten” oluşmuştur. Gerçekte daha aileyi bile el “impartorluk, devlet” diye anarlar. Teşkilâtın bu gevşekliğinden çok büyük faydalar doğduğu gibi kusurlar da hasıl olur. Hâkim sülâle, yabancı kavimleri sadece istilâ ederek onları kendi hallerine bıraktığından, iktidarı istepin her cihetine doğru büyük bir süratle genişler.
İdaresi altında birçok kavim muharebe ettiğinden pek az kavim kendisine karşı gelebilir. Sonunda, hâkim kabile mağlûp kavimleri zayıf bir şekilde örtebilen, ince bir tabakadan ibarettir. Bu ince tabaka, iktidarı elinde tutabildiği müddetçe mesele yoktur. Lâkin prestijini kaybeder etmez, taht mücadelesi baş gösterir yahut da muharebede altta kalır ve hakimiyeti kolayca sarsılır. Mağlûp kavimler isyan ederler, kavimler ve kabileler birbirlerinden ayrılırlar ve imparatorluk, kuruluşundaki süratle kendini teşkil eden unsurlara bölünür ve bundan başka bir hanedan veya başka bir kavmin idaresi altında yeniden dirilir.
Anlattıklarımızdan, bir kısım zerrelerin zaman zaman ve kavmine göre, bazan sıkı, bazan da daha gevşek bir halde birbirlerine bağlandıkları kolayca görülebilir. Tabiatiyle her kağan, Attila veya Cengizhan’ın iktidarına sahip değildi. Hiçbir otoriteye sahip bulunmayan göçebe hükümdarlarını da tanıyoruz. Hatta çok defa kabileler ittifakının ayrı bir hükümdarı bulunmayıp yalnız kabilelerin birer reisi vardır. Bunlar ise yabancı devletlerle muharebelerde bulunur ve ittifaklar aktederler; sanki aynı siyasi topluluğun azaları değillermiş gibi, keyiflerine göre çapullar yapar ve ücret mukabilinde yabancıların hizmetine girerler. Ancak müşterek bir tehlike anında birleşir ve birbirlerine yardım ederler. Mesela Macarlar, arpad’ı kendilerine reis seçinceye kadar böyle yaşamışlardır. İmparator Konstantions Porphyrogennetos’a göre, voyvodalar ancak bazı kabileler üzerinde hüküm sürmüşlerdir. Macaristan’ın istilasından sonra da, idareci reisini iktidarı o kadar zayıflamıştı ki 8 Macar kabilesi her biri kendi başına hayat sürmüştür. Macarların büyük hasmı olan Peçenek kavmi de, merkezi iktidar kavramını tanımamıştır. 8 kabile tekrar 40 yan kabileye bölünmüş, her bir kabile ve yan kabileye birer hükümdar emrettiği halde kabileler ittifakı bir reisten mahrum bulunmuştur. Hunlar Akatzir kavmini yendikleri zaman bu kavim, çok kuvvetli olmasına rağmen yine de birçok hükümdar idaresinde, kabile ve soylara bölünmüş olarak yaşamıştır.
Aynı tarzda, Hunlar da zamanla daha sıkı siyasi bir teşkilat meydana getirmişlerdi. Volga nehrini geçerek Alanları ve daha sonra Gotları hakimiyetleri altına aldıkları zaman, hâlâ bir hükümdar idaresinde bulunmaktan uzakta idiler. Ammianus’a göre “bunları kral iktidarının şiddeti idare etmiyor, lâkin bir kabile başını fırtınalı çırpınmalarla reis seçmekte yetiniyorlar. Fakat bundan sonra her türlü engeli aşıyorlar.” Ammianus’a inanmak gerekirse, Gotları yenen Balamber dahi bicirik hükümdar olmayıp sadece en seçkin kabile reislerinden biri idi. Bu sıralarda Hunlar, daha sonra Macarların Levedia’daki hayatlarına benzeyen gevşek bir siyasi teşekkül halinde yaşıyorlardı. Siyasi iktidar, bir kısım kabile reisleri arasında bölünür ve “hükümdar” henüz primus inter pares’dan (benzerleri arasında birinci) ibarettir. Bir kısım Hun topluluklarının isyanı, bu sıralarda Hunlar arasında bunları birleştiren bağların ne kadar gevşek olduğunu gösterir. Got kralı, ücret karşılığında ordusunda çalışmağa hazır Hunları kolayca bulabiliyordu. O halde, Hun hükümdarı tarafından muharebeye gönderilen Alanlara karşı Hunların muharebe etmeleri gibi garip bir hadise vukubulmuştur. Bir Hun grubu Alatheus ve Saphrax Gotlarına iltihak ediyor, diğer bir grup da aynı surette ana kuvvetlerden ayrılarak Eflak ovasında başıboş dolaştıktan sonra nihayet Sarmatların hizmetine giriyor. 412 civarında Hunların büyük Hükümdarı Karaton, daha hâlâ “diğer hükümdarlar arasında birinci” idi. Daha sonra da, Hunların birçok hükümdarı varsa da, büyük kağanın yanında bunlar gölgede kalırlardı. Halbuki Karaton zamanında iktidarları büyük olduğundan Grek yazarları isimlerini zikre şayan bulurlar. Bu Hun hükümdarlarından birini ismen de tanıyoruz. Tuna boyunda oturan boyların hükümdarı Uldin’i “Regulus” (Küçük kral) namiyle zikrederler. Büyük kağanın iktidarı ancak Oktar (430’da ölmüştür) ve Ruga’nın (434’te ölmüştür) hakimiyetleri sırasında, kabile ve kavim reislerinin zararına olarak kuvvetlenmiştir. Onlar artık Attila nevinden hakiki göçebe hükümdarlarıdırlar.
Bir kavim adını fatih kavim, kabile veya sülâlesinden alır. Türk adı 6. asır ortasında bir kabilenin ismi idi. Bu kabilenin adı istepte parlayınca sair kabile ve kavimler de onun ismini almışlardır. Uygurların 11 kabilesi arasında birinci gelen kağanın kabilesi “Uygur”dur ve bütün kabileler ittifakı ismini bundan almıştır. Tâbi veya mağlûp kavimler, fatihlerin adını kabul ediyor, Türkler veya Uygurlar oluyorlar; bununla beraber kendileri de tamamen kaybolmuyorlar. Bundan sonra da eski isimlerini taşıyorlar, şayet talih kendilerine yaver olur da, istiklâllerini tekrar ele geçirebilirlerse, eski isimleriyle tekrar ortaya çıkarlar. Ancak, müşterek menşe ve birlik şuurunu kesin olarak kaybeden kavimler veya kavim grupları fatihler arasında yok olurlar.
Hunlar arasında da herkes doğuştan Hun değildi. Çok defa Hun adlandırması, alâkadarların Hun birliği azası bulunduğunu ifade ederdi. Priskos meselâ Hun hakimiyeti altına giren Akatzirlerden bahsederken “Akatzir Hunları” diye konuşur. Şan-yü Mao’tun, Asya Hun (Hiung-nu) İmparatorluğu’nu kurduğu zaman, bütün mağlûp kavimlerin “hepsini Hun haline getirerek bir tek ailede topladığını” Çin İmparatoruna gururla yazıyordu. Hun haline gelen birçok kavim, daha sonra, Hun hakimiyetinin yıkılışını müteakip tekrar eski adiyle meydana çıkar. Tabiatiyle Hun İmparatorluğu’nun dağılması sırasında vaziyet tersine dönmüştür: Şimdi artık Hunlar kendi adları yerine yeni efendilerinin adlarını alıyorlardı. M.S. 93’te aralarında birçoğu “daha uygun bir duruma erişebilmek için, menşelerini inkâr ederek kendilerinin Sien-pi olduğunu ikrar etmiştir”. İskit veya Göktürk gibi, Hun da, aynı zamanda bir imparatorluk adı idi bu sebeple de bu kadar yayılmıştı.
Mağlûp veya tabi olmağa mecbur edilen kavimler, genellikle kavmî özelliklerini muhafaza etmişlerdir. Fatihler, istila ettikleri memleketin fertlerini diğer kavimler arasında dağıtmışlar ve kadınlarıyla çocuklarını ellerinden almamışlardır: Onları kendi konaklarında ve mülkleri üzerinde bırakmışlar ve sadece kendileri yeni bir yurt aramağa mecbur oldukları zaman onları memleketlerinden kovmuşlardır. Bu gibi kavimler bir dereceye kadar siyasi bir muhratireyete de sahip olmuşlardır. Tabiatiyle bunun ölçüsü, zamanın şartlarına sıkı bir surette bağlı bulunmuştur. Azgın bir düşmana karşı galipler kolayca tâbi olan kavimlere nazaran tamamiyle farklı muamele etmişlerdir. Kaybedilen bir muharebeden sonra, hakiki bir köleliğe düşen kavimleri de tanıyoruz. Bu gibi hallerde fatih, mağlûp kavimler kağanının kafatasından kupa yapmış ve ileri gelenlerinin mühim kısmı da mahvolmuştur. Bu gibi kavimlere, yabancı kağan bir reis ve idareciler verir; muhtar siyasi bir hayat süremezler. Diğer bazı kavimler, yabancı bir hakimiyet altına girdikten sonra dahi kağanlarını muhafaza etmişler ve şayet tahtları dağılırsa kendi hükümdar hanedanından ve veraset usullerine göre bir yenisini seçebilmişler, ancak yeni efendilerinin rıza ve muvafakatini almağa mecbur kalmışlardır. “Mahkûmiyetleri” alâmeti olarak, lüzumu halinde efendilerine mahsülleri veya nakitleriyle vergi ödemiş ve savaşçı kuvvetler bulundurmuşlardır. Hükümdarları, her yıl “sarayı” ziyaret etmekle yükümlü bulunurdu.
Ammianus, Hunların Tuna boyundaki Alanlardan yalnız bir kısmını hakimiyetten mahrum ettiklerini veya katleylediklerini, “diğerlerini ise müttefikleri olarak yanlarına aldıklarını”, diğer bir tabirle Hun birliği azası haline getirdiklerini yazar. Yeni tâbiler, göçebe siyasi geleneğine göre, birlikte en son mevkii işgal etmişlerdir; öncü ve artçılık gibi ağır vazifeleri bunlara verirlerdi. Hunlar, bu ilk zamanda ekseriya kendileri yerine Alanları sefere gönderirlerdi; meselâ Doğu Gotlarına karşı da onları göndermişlerdi. Daha önce gördüğümüz üzere, Doğu Gotlarının aslî kısmı Hun hakimiyeti altına girmişti. Buna dayanarak Jordanes “Got kavmi üzerinde (Hunlar tarafından seçildiği bir hakikat) daima bir Got hükümdarının (regulus) hüküm sürdüğünü” gururla beyan eder. Bu zamandan itibaren, öncü ve artçı vazifesini Doğu Gotları görürler: Safların en sonunda yine onlar bulunur. Uldin’in seferinde ise, en ziyade Skirler kan dökmüşlerdir; onlar da Hunlara, kendi kralları idaresinde hizmet etmişlerdir. Sonraki kralları Edeko, Atilla’nın en mahrem müşavirleri arasında bulunuyordu. İstanbul’da elçilik vazifesini ifa etmiş ve sırasında, maiyetiyle birlikte Attila’nın sarayı önünde nöbet beklemiştir.
Kardeşini manidar bir surette “Hunwulf” diye adlandırmışlardır. Gepidlerin başında da kendi kanlarından gelme bir kral buluyoruz. Bunlar Doğu Gotlarının şiddetli düşmanları olduklarından, Hunlar herbirini diğer Cermen kavmi iktidarına karşı denge unsuru olarak kullanmıştır. Mauriacum (Catalaunum) Muharebesi’nde (451) artık Hun artçı kuvvetini Gepidler teşkil ediyorlardı.
Bütün bunlardan anlıyoruz ki büyük Hun hükümdarının sarayında -Priskos’un dediği gibi- “İskit krallarının” bir sürüsü kaynaşmıştır ve buna rağmen bu “İskit krallarının” pek azı Hundur. Fakat tabiatiyle çok daha ağır şartlar altında Hunlara “Hizmet eden” kavimler de bulunmuştur. Jordanes’in anlattığına göre, takriben 40 sene kadar süren bir zamanda Doğu Gotları da kendilerine kral seçmemişlerdir. Volga boyunda, orman mıntıkası kenarında oturan Akatzirlerin, Hunlarla “ittifak ederek” kabile ve soy birliklerini dahi muhafaza etmek suretiyle birçok reis idaresinde yaşadıklarını, sonra ise -hıyanet suçlaması altında kalarak- siyasi muhtariyetlerini kaybettiklerini biliyoruz: Attila, en büyük oğlunu bunlara hükümdar tayin etmişti. Denebilir ki önceki kavimler göçebe kabileler ittifakının bütün haklara sahip vatandaşları oldukları halde, bu sonuncular yabancı bir idareye bağlı bulunduklarından gerçek Hun köleleri oldular.
Tâbi kavimler, ister şu ister bu türden hukuka tabi bulunsunlar hâkim tabakanın gözünde köle ve cariye idiler. Bu anlayışa Göktürklerde Avarlarda olduğu gibi Hunlarda da aynen rastlıyoruz. Attila’nın oğulları, Pannonia’ya kaçan Gotları “firari köle” sıfatiyle tekrar hakimiyetleri altına almayı istiyorlardı. Kendilerinde daha fazla Hun firarisi bulunmadığını inkâra yeltenen Bizans elçisine karşı, Attila’nın sarfettiği hakaretli sözler de karakteristiktir. Attila bu kölelerin derhal iadesini “zira, kendi malı olan kölelerin muharebede karşısına çıkmalarına tahammül edemeyeceğini” söylemiştir. Bildiğimiz üzere, “Bizanslılar barış uğruna” Hunlara ağır senevi vergiler ödüyorlardı. Her ne kadar Bizanslılar bu rezaleti süslemeğe çalıştılarsa da, Attila imparatora bu husustaki düşüncelerini açıkça beyan etmişti: “(İmparator) Theodosios, asil ve seçkin bir ailenin çocuğudur; kendisi (Attila) de asilzadedir, babası Muncuk asaletini lekesiz olarak muhafaza da etmiştir. Buna karşılık Theodosios, kendisine vergi ödeyen bir köle haline gelmek suretiyle babasından miras aldığı asaleti kaybetmiştir”. Göçebe imparatorluğu büyüdükçe, yalnız kabile ve kabileler birliği değil, lâkin toptan imparatorluklar “köleliğe” girmişler ve bunların da “köleleri” bulunmuştur. Bu sebeple bir Göktürk kağanının Orhon kenarındaki kitabesi şöyle diyor: “Bu zamanda kölelerin de köleleri, cariyelerin de kendi cariyeleri vardı; genç kardeşler yaşlılarını ve çocuklar babalarını bilmezlerdi. Temin ettiğimiz ve teşkilatlandırdığımız arazi ve imparatorluk o kadar büyüktü”.
Göçebe topluluğu, kumlara benzer ve kolayca dağılabilen ufak zerrelerden ibarettir. İstiklâle alışkın kısımlarını “sevgi ile değil korku ile” bir arada tutmak mümkündür. Attila’nın da bütün endişesi “İskitlerinin” firarına mani olmaktı. Düzensiz ve birçok aullara bölünmüş insan yığınından kağan, düzenli bir kavim meydana getirir. Kavmini “düzene sokmak” ve zengin-muktedir kılmakla iftihar eder. Bundan sonra tabii kağan kavmini ve imparatorluğunu, arzusuna göre muamele edebileceği büyük ölçüde bir aul sayar. Bunu bir aile mülkü gibi taksim ile oğullarına ve kardeşlerine miras bırakabilir. Bleda ve Attila büyük imparatorluğu paylaşırlar. Daha yaşlı olması dolayısiyle Bleda büyük kısmını, Attila da küçüğü olduğundan ufağını alır. Galiba Oktar da Ruga ile aynı tarzda hareket etmişti. Babalarının ölümünden sonra Attila oğullarının bütün imparatorluğu kendi aralarında bölmek istemelerinde de bu şahsi mülk hukuki görüşü ortaya çıkmaktadır. Fakat, Cermen kavimleri isyan ederler, zira kendilerini “köleler tarzında” paylaşmak istemelerini son derece iğrenç ve hakaretli bulurlar.
Göçebe hükümdarı, istilâ edilen arazi ve taşınabilir malları üzerinde hak iddia eder. Attila, Sirmium piskoposundan kilisenin altın kadehlerini rehin olarak kabul eden Romalı tüccarı hırsızlıkla suçlar ve artık Sirmium şimdi kendisinin bulunduğundan altın kadehlerin de kendisine aidiyetini ileri sürmektedir.
Hükümdar hanedanı, kabilesi ve kavmiyle diğer kavim ve kabilelerin adeta üzerine oturur ve bütün iktidarı ve serveti kendisi adına emniyet altına alır. “Asilzadeler”, “kraliyete mensuplar”, “Aklar” veya “Ak kemikliler” onlardır; diğerleri “Karalar”dır. Başkenti “Ak kale”, kağanın çadırı ve sarayı da “dünyanın merkezi”dir. En yüksek memuriyet ve mevkileri, imparatorluğunun idare mekanizmasını, kağanın ailesi ve adamları işgal ederler. Asya Hun İmparatorluğu’nun kurucusu Mao-tun, imparatorluğun belirli kısımlarının idaresini oğulları ve küçük kardeşleri adına muhafaza eder. Aynı suretle Attila da, fethedilen Akatzirlerin ve bütün Pontus civarında oturan kavimlerin başına büyük oğlunu atar. Tabiatiyle imparatorluk ne kadar büyük olursa, devletin unvanları da o derece fazladır: Bunların sayısı Asya Hunlarında 24 ve Göktürklerde 28 idi. Birçok kavimlerde, sistemli olarak ayrılmış sağ ve sol bölümlerine ve bunlara tekabül eden unvanlara rastlarız. Avrupa Hunları sağ tarafı daha üstün saymışlardır.
Memuriyetler irsidir. Bu kaide, yalnız hakim kabilelere değil, mağlûp kabilelere de geçerlidir. Göktürk hakimiyeti altına girmiş bulunmasına rağmen, Soğd hükümdarı, büyük bir güçlüğe rastlamadan tahtını oğluna miras bırakabiliyordu. Bu hususta uzaklara gitmeden de misaller bulabiliriz: Macaristan’ı istilâ eden Macarlar da, gyula ve karkhas unvanını, hükümdar hanedanı uzun zaman elinde bulundurmuştu. Sonuç olarak en küçük kabilenin reisi dahi kendi memleketinde “kağan” bulunduğundan, elbette büyük imparatorluğun reisi, büyük kağan için geçerli olan prensiplerin kendisine de geçerli olması pek tabiidir. Bu suretle, en küçük bir kabilenin başında da bir hanedan bulunur. Göçebe devletinin, tamamen küçük ve muhtar kısımların birleşmesinden oluştuğunu, bu olay çok iyi gösterir. Rütbeler, boş birer unvandan ibaret olmayıp fiili bir iktidarı ifade ederler. Rütbelere tekabül eden unvanların sahipleri büyük veya küçük sayıda ordu veya kavmin reisleridirler. 395 yılında Küçük Asya’ya akın eden Hunları, Başik ve Kurşik idare ediyorlardı. Priskos’a göre, “Kraliyet İskitleri” arasından neş’et etmişlerdi ve birçok kavim üzerinde hüküm sürerlerdi. Kabile ve kavim reislerinin rütbe ve unvanının derecesini, kabile ve kavminin kuvveti, sayısı ve nüfuzu tayin ederdi. Göçebe topluluğunda kabile ve kavimlerin tam bir hiyerarşisiyle karşılaşırız: Bu protokolden haberi olmadan, bazı kabile veya kavimlerin reisleriyle müzakerelere girişecek bir yabancının, çekeceği vardır. Bu sıraya uymayan II. Theodosios’un elçisinin Akatzirlerde bir muvaffakiyet elde edemediğini, Priskos anlatır: Aslında protokolde ikinci derecedeki bir hükümdara verilmesi icabeden bir hediyeyi, silsilede birinci ve en yaşlı hükümdara vermişti. Bu hükümdar o kadar incinmişti ki ortaklarını Attila’ya ihbar etmiştir.
Büyük göçebe hükümdarı, yalnız kendi kabilesi, kavmi ve baş mevkileri üzerinde direkt icraatta bulunur; aşağı mertebedeki memuriyetleri ise, ona bağlı payeleri işgal edenler doldururlar. Asya Hun İmparatorluğu’nda, 24 baş mevkii işgal eden kimseler tabur, bölük ve takımların başına kumandanlarını kendileri seçerdi. Aslında halk daima onlu sisteme göre kıt’alara ayrılmıştır. Asya Hunlarında en büyük mevkiyi işgal edenlere “on bin atlı” denirdi. O halde, göçebe kavimlerin siyasi teşkilâtı aşağı doğru kademeli olarak bölünmektedir. İyi bir tarzda inşa edilmiş hiyerarşik bir nizamda kabile, diğer kabile üzerinde, kavim de diğer kavim üzerinde hüküm sürer.
İktidar sahipleri ve mes’ut mensupları, kağana neler borçlu bulunduklarını iyi bilirler. Onunla yükselmişlerdir ve onunla çökecek veya onun tarafından indirileceklerdir. Kaderlerinin tamamen kağanlarının kaderine bağlı bulunduğunu hissederler. İyi ve kötü günlerinde ona yardım eder, emirlerini uysallıkla takibederler. Hakimiyetlerini ancak bu suretle, bu derece birbirlerine bağlılıkla ve askeri bir disiplinle daha sonrası için de temin edebilirler. Sayıları, mağlûp kavimlere nazaran yok denecek kadar azdır. İmparatorlukları büyüdükçe, kendileri de bir imparatorluk ve kağana sahip bulunan kavimleri hakimiyetleri altında toplarlar. Bu suretle sonunda, “kölelerinden” oluşan çoğunluk üzerinde ince bir tabaka teşkil ederler. Taht değişmelerinden korkarlar, geleceğin kendileri için neler hazırladığını, bir gün gelip de kağanlarına ait mezarın kendileri için de kazılmış bir kuyu olmayacağını önceden bilemezler. Yeni hükümdar etrafında bir kavganın kopması ve onun yerini tutamaması mümkündür. İktidar dengesi sarsılır ve günün birinde imparatorluk dayanıksız bir köşk gibi yıkılabilir. O vakte kadar o derece çok halk yığınları üzerinde hüküm sürenlerin şimdi artık, önceki kölelerine hizmet etmesini öğrenmeleri gerekir. İstep kavimleri, mümkün olduğu kadar kabiliyetsiz bir halefin tahta çıkmamasına dikkat ederler.
Zikrettiğimiz gibi, göçebe hükümdarları çok kadın bulundurmuşlardır. Fakat birçok oğulları arasında birinci derecedeki kadınlarından doğan ilk çocuğu genellikle tahta namzet saymışlardır.
Lâkin en yaşlısının miras alma hakkı zarureti de yoktur. Şayet bir hükümdarzâde, müteveffa babasından iktidarı çok genç yaşta alır, yahutda başka bir sebeple tahta liyakatsizliği görülürse, hükümdarlık unvanı bir kardeşine ve hususiyle kaidevi olarak müteveffa hükümdarın bir kardeşine intikal eder ve ancak genç hükümdar bunun ölümünden sonra verasete hak kazanabilir. Fakat, ancak hükümdar ailesinin hakimiyete hakkı olduğundan kimse şüphe etmez.
Esasen iktidar için özel bir ehliyet, ilâhi bir lütuf (kharisma) şarttır. Bunu efsanevi bir ced ve ilâhi bir kahraman hanedan namına temin etmiştir ve o zamandan beri bu ehliyet soyun bütün azalarına babadan oğula intakal etmektedir. Şu hale göre, göçebe veraset tarzı ne soy hukukuna, ne primogenituraya ve ne de idoneitas (liyakat, münasip olma) prensibine dayanmayıp bu üçünün birleşmesidir ve gereğine göre bu üçünden biri gerçekleşir. Bu usulü Asya Hunlarında, Göktürklerde, Eftalitlerde ve birçok diğer göçebe kavimlerde ve bunlar arasında Avrupa Hunlarında da görüyoruz.
Avrupa Hunlarının, ismen tanıdığımız ilk hükümdarı Balamber’dir. Hunları Gotlara karşı sevkeden o idi (373-375 sıralarında). Adını duyduğumuz müteakip Hun Hükümdarı Uldin’dir (400). Lâkin Uldin, sadece “regulus”dur. Hunların batı cenahı reisi bulunan bu zat, belki de hükümdar hanedanına mensup değildi; son defa kendisinden 409’da bahsedilir. Karaton’un artık bütün Hun ittifakının reisi bulunduğunu kesin şekilde biliyoruz. İsmini yalnız Olympiodoros ve 412 hadiseleriyle alâkadar olarak kaydeder. Oktar ve Ruga (Rua) Attila’nın babası Muncuk’un kardeşleri idiler ve şüphesiz olarak büyük hükümdar soyundandılar. Attila’nın başka bir amcası hakkında da bilgimiz vardır. Bunun adı Aybars (Ay-pars) idi. Oktar ile Ruga’nın iktidarı daha önce aralarında paylaşmış olmaları muhtemeldir. Birincisi 430 sıralarında diğeri ise 435’te vefat etmiştir. Ruga’nın ölümünü müteakip kardeşi Muncuk’un en yaşlı oğlu Bleda tahta çıkmıştır. Tahta çıkar çıkmaz, küçük kardeşi Attila’yı ortak hükümdar olarak yanına alır ki kendisini bu karara sevkeden âmilleri tanımamakla beraber, Priskos’un tasvirlerine dayanarak, zorba ve iktidara haris bir adam olan kardeşinden çekindiğini düşünebiliriz. Bu sebeple hükümdarlığının yarısını, rahatça iktidarda kalabilmek maksadıyla ona terketmişti. Bununla beraber Bleda, akibetten kendini kurtaramamış, ağabeyinin vesayetini ve otoritesini fazlasıyla hakaretli sayan Attila tarafından bertaraf edilmiştir (445). İmparatorluğu beraber idare ettikleri sırada, bütün alâmetlerin ifadesine göre Attila’nın arazisi Doğu’da, Bizans hudutları boyunda uzanmış ve Bleda’nın hissesi de Batı’da bulunmuştur. Oktar ve Ruga zamanın da Hunlar, arazilerinin en batı hudutlarını teşkil eden Kuzey denizine kadar ulaşmış bulunuyorlardı ve Aetius’tan Pannonia’yı temin eden de Ruga idi. Bu suretle, Attila’nın barbarlar cihetinde fazla mücadelesine lüzum kalmadığından dikkatini daha ziyade Roma İmparatorluğu tarafına çevirmişti. Avrupa Hun İmparatorluğu’nun temellerini Attila değil, lâkin diret selefleri atmışlardır.
Tahta geçişin amelî tezahürlerinden anlaşıldığı üzere, uzun zaman, belki haleflerin çocuk yaşta bulunmaları ve belki de kabiliyetli birisinin bulunamaması gibi sebeplerle, Hun İmparatorluğu müteveffa hükümdarın oğluna değil, lâkin kardeşine intikal etmişti. Tahta geçiş kardeş dalından da keza primogenitura prensibine uymuştur; bu sebeple tahtı Attila değil, Bleda işgal etmişti. Jordanes’e göre, Attila’nın birçok çocuğu vardı. Buna rağmen, Attila’ya halef olmak bahsinde, yine de Attila’nın ilk karısı Arıkan’dan dünyaya gelen üç kardeş nazarı itibare alınmıştı. Her ne kadar Attila, oğulları arasında en küçüğünü en fazla sevmiş ise de, yine de tahta halef olarak onu değil, lâkin en büyük oğlu Ellak’ı tayin etmişti. Priskos’un da katıldığı ziyafette, Attila’nın yanında, sedirin üzerinde Ellak’ın oturmasından bu neticeyi çıkarıyoruz. Başka bir defasında Ellak’ın yerini Aybars almıştı. Bu hadisede de kardeş dalının hukuki iddiası ortaya çıkmaktadır.
İstepte, içtimai ve siyasi hayatın hudutları silinir ve adeta sonsuzluk içinde açılarak hadiseler kozmosta cereyan ederler. Prehistorik insan da bu tarzda yaşamış ve bu hayat tarzından, Çin’de ve Asya isteplerinde bazı bakiyeler kalmıştır. Kadınların ve kölelerin hükümdar çadırının ne tarafında oturacakları, sofradaki nizamın ne olacağı ve ölünün ne gibi merasimle öteki dünyaya gideceği gibi gündelik hayatın bütün meseleleri, kozmik bir esas üzerinde ortaya çıkar. Tabiatiyle devlet de sadece siyasi mânâsını kaybederek kozmik unsurlarla dolmuş ve imparatorluk kuvvetli kağanların elinde adeta kâinatın küçültülmüş bir kopyası manzarasını almıştır.
Kuzey, asli yönlerin başıdır. Kâinat, sabit bir nokta olan kutup yıldızı etrafında döner. Bu sebeple, insan topluluklarında iktidar sahibi herkes, hükümdarlar ve aile reisleri, mevkilerini kutup yıldızı altında işgal ederler. Hükümdarların geniş ve bir yatağa benzeyen tahtı, sarayın kuzey kısmında bir yükseklik üzerinde durur ve “dünyanın merkezini” temsil eder. Hiç kimse hükümdardan daha yüksekte bulunamaz. Aynı tarzda sarayın kuzeyinde ve güneyinde ikametgâh bulundurmak yasaktır. Asya Hunları (Hiung-nular), 4 yöne denk düşmek üzere imparatorluğun başlıca 4 memuriyetine “dört köşe” adını verirlerdi; bunu takibeden derecelerin isimleri de sembolikti: Ve “altı köşe”yi bunlar teşkil ederdi. Bütün bu adlandırmalar kozmogonik tasvirlerin etkisine tanıklık eder. Asya Hunları, ordu saflarında toplandıkları zamanlarda dahi kâinat nizamını taklit etmişlerdir. Çinliler gibi onlar da, asli yönleri renklerle işaretlemişler, buna uyarak atlarını asli yönlerin renklerine göre tertip etmişlerdir: Onlara göre de seçkin yön olan batıya kıratlar, doğuya gök (boz), kuzeye yağız atlar ve güneye de doru atlar yerleştirirlerdi. Çinlilerin kayıtlarına göre ayın ilk yarısında hücumlar yapmış ve ikinci yarısında sür’atle geri çekilmişlerdir. Daha sonra Göktürkler de böyle hareket etmişlerdir.
Kağan sadece siyasi bir iktidarın fevkinde bir mânâ ifade eder; o, beşeri bir cemiyette kâinat nizamının muhafızı ve lüzumu anında kuruyucusudur. İnsanlarla kâinat arasındaki âhengi o temin eder ve bu âhenk bozulduğu zaman, halkın başına büyük felâketler ve afetler yağar. Mevkiinden dolayı kavmi ile âli kudretler ve ruh âlemi arasındaki aracı da kendisidir. Bundan dolayı “ruhani” hizmetini de ifa eder. Kurban kazanı ve kadeh, iktidar alâmetleri arasında bulunur. Sorumluluğu çok büyüktür: Yalnız dünyevi düşmanlarla değil, aynı zamanda kozmik kudretlerle de güreşmesi icabeder. Tebaası kendisinden kötü ruhlara karşı gelmesini ve buna karşılık kendilerine iyi ruhların yardımını temin etmesini arzu eder. İktidarı sihirli bir kuvvet taşır. Buna rağmen, bir defa memlekete tabii âfetler, kuraklık veya don ârız olursa, hâli fenadır. Tebaası üzerine saldırır ve çok defa öldürür bile. Kağan adeta, kavminin geleceğini, mahvını veya yükselmesini elinde bulundurur.
Göçebe hükümdarını hakimiyete özel bir “ehliyet”, karizma yetenekli kılar. Bu kharismayı hanedan adına ekseriye kendisi değil, efsanevi bir ced, bir heros temin etmiştir. Garip ve şaşılacak bazı alâmetler halka hükümdarlarının “doğumunu” ihbar ederler. Heros’un ebeveyininden biri, annesi veya babası, bir kuş veya yırtıcı bir hayvandır. Efsaneleri meydana getiren düşünce âlemi, bu suretle hâkim ailenin sihirli iktidarının meşneini ve kâinatla arasındaki münasebeti izah etmeyi tecrübe etmektedir. Moğol hanedanı kendini, gök bir kurtla beyaz bir dişi geyikten neş’et ettirir. Göktürk menşe efsanesine göre kurt anadan doğan çocuk rüzgâr estirdiği ve yağmur yağdırdığı halde, tabiî anne ve babanın çocukları olan kardeşleri, alelâde faniler olarak kalmışlardır.
İmparatorluğun kuruluşunu Çin imparatoruna haber veren bir mektubunda, Asya Hun Hükümdarı Mao-tun, “göğün tahta çıkardığı büyük şan-yü” unvanını kullanıyordu. Oğlu ve halefi, kendisinden daha da azametli sözlerle bahsetmiştir: “Göğün ve toprağın can verdiği ve güneşle ayın mevkiine çıkardıkları, Hiung-nu kavminin büyük şan-yü’sü”. Şan-yü, arz üzerinde, bütün kâinatın iradesi ve tüm yardımiyle hüküm sürmektedir. Tebaası önünde, göğün oğlu ve göğün kopyası gibi görünür. bir Çin kaydına göre Asya Hunları hükümdarlarını “göğün oğlu” diye isimlendirirlerdi. Aslında hükümdar unvanı olan şan-yü kelimesinin de mânâsı “büyük” ve “geniş” idi ve bu da temsil ettiği göğün böyle olmasından ileri gelirdi. Sonraki asırlarda da, ilâhhi lutufkârlık nazariyesi kuvvetini kaybetmemiştir. Orhon Türk kitabelerinin bir yerinde şu sözleri okuyoruz: “Tengriteg tengride bolmuş Türk Bilge Kağan” (Ben ilâhlara benzeyen ve gökte doğmuş Türk Bilge Kağan).
M.S. 448’de İstanbul’dan hareket eden Bizans elçileri, bugünkü Niş’e doğru yol alarak Attila sarayına gidiyorlar; beraberlerinde Priskos da bulunmaktadır. Bu elçilik heyetine daha İstanbul’dan iki Hun katılmıştır; bunlar imparator nezdinde elçilik yapmışlar ve şimdi de yurtlarına dönüyorlar. Serdica’ya (Sofya) vasıl oldukları zaman heyet büyük bir ziyafet çekiyor, tabiatiyle bu ziyafete rafakatlarindeki Hun elçilerini de davet ediyorlar. Yiyip içme sırasında, Hunlar Attila’nın ve Bizanslılar da imparatorlarının övülmesine koyulmuşlardır. Bizanslılardan biri -biraz düşüncesiz bir hareketle- bir insanın ilâha benzetilmesinin doğru olmayacağı görüşünü ileri sürer. Tabiatiyle insan dediği Attila ve ilâh da Teodosios idi. Bunun üzerine Hunlar son derece hiddetleniyor ve gittikçe gazaba gelerek küfürler savuruyorlar. Elbette bir Grek olan Priskos, her ne kadar bu durumu gayet hakimane bir surette söylemeden geçmişse de, Hunlar tam aksine, Attila’nın ilâhî bir menşeden olduğunu beyan ettikleri halde imparatorun sadece insan olduğunu kabule taraftardılar. Bizanslılar, her halde bu işe çok hayret etmişler ve bir barbarın ilâhî bir menşeden olabileceğini bir türlü anlayamamışlardır. Prikos, Attila’nın sarayında bu kendine has Hun anlayışına tekrar rastlamıştır. Bir defasında Hunlar kendisine, orman mıntakası civarında sâkin Akatzirleri nasıl hâkimiyetleri altına aldıklarını anlatmışlardır. Muvaffakiyetlerine bir Akatzir hükümdarı yardım etmiş ve bu sebeble Attila kendisini bol ihsanlara garketmek istemişti. Lâkin berikisi, bir hileden şüphelenerek dâvete icabet etmemiş ve bir insanın tanrının huzuruna çıkmasının zor olduğu haberini göndermişti. Daha güneşe bile gözlerini kırpmadan bakamazken, tanrıların en büyüğüne nasıl bakabilirdi.
“Göğün oğlu”, dünyaya sonsuz bir kibirle bakar ve bütün gördüklerinin kendisine ait olduğunu sanırdı. İlâhî bir seçim ve yüksek bir misyon hukukuna dayanarak bütün dünyayı kendisinin sayardı. Miraslarına konmak ve bütün dünyaya hâkim olmak gayesiyle delice ülkelere ve kavimlere saldırmıştır. Çadırı kâinatın merkezi olduğu gibi, imparatorluğu da muhayyelede kâinatı kavramakta idi. Göktürk kağanının İmparator Maurikios’a hitabeden mektubu, bütün göçebe çoban hükümdarlarının karakterine tanıklık etmektedir. “7 kavmin kumandanı ve 7 ülkenin sahibi büyük kağandan, Romalıların imparatoruna…”; tabiatiyle burada 7 kelimesini lafzî mânâda anlamak doğru değildir. Bu azametli konuşma tarzı, gerçekten fiilî iktidarlariyle de uygun bulunmamıştır.
400 sıralarında Hunlar, aşağı Tuna boyunda henüz korkunç bir kuvvet ifade etmedikleri halde, hükümdarları Uldin yine de Bizanslılara karşı sanki dünya kendisine hizmete hazırmış gibi bir tavırla çıkışıyordu. 408 sıralarında cereyan eden Hun muharebelerinde, magister militum per Thracias kendisine sulh teklifinde bulunmasına rağmen, Uldin cevap yerine doğmakta olan güneşi göstererek: İstersem güneş ışıklarının eriştiği her yeri, kolayca işgal edebilirim. Uldin’in tavrunda henüz blöf gibi görünen hadiseler, Attila’nın hâkimiyeti zamanında artık hakikat olmuştur. Attila gerçekten bütün “İskitya” üzerinde hüküm sürmüş ve Bizans İmparatorluğu’nu da kendisine vergi ödemeğe zorlamıştı. Bir defasında hayvan otlatırken ovada, eski bir kılıç bulunmuştu. Bulunan kılıcı Attila’ya götürmüşler (Priskos’u takiben Jordanes’in dediğine göre) Attila buna çok sevinmiş, “projelerinde çok cüretkâr olan hükümdar, kendisinin artık bütün kainatın hükümdarı olarak atandığını sanmıştı”.
Bizans elçi heyeti Hun sarayında, Attila ile konuşmak icabettiği zaman her barbarın titremeğe başladığını duymuştu. Bu bakımdan Skir Hükümdarı Edeko bir istisna idi. Hattâ Attila’nın büyük oğlu Ellak dahi, babasının gözüne bakamazdı. Bizans ve İtalya elçileriyle birlikte, Priskos’un da iştirâk ettiği ziyafette Ellak, sedirde babasından riayetkâr bir mesafede oturmuş ve gözlerini devamlı olarak yerde gezdiriyordu. Herkes Attila’nın emirlerine kölecesine itaat ederdi. Jordanes’in yazdığına göre, “krallar ve çeşitli kavimlerin reisleri, muhafızlar gibi talimatını beklemişler ve gözleriyle işaret ettiği zaman hepsi, mırıldanmadan fakat titreme ve korku içinde önüne gelmişler ve kendilerinden istediği hususları kesinlikle yerine getirmişlerdir”. Tabiatiyle Attila, ileri gelen adamlarını düşünmüştür de. Bizanslılar, Attila’nın elçi olarak Bizans’a Hun Reisi Onegesios’u göndermesini istiyorlar. Onegesios ise şu cevabı verir: Elçi olarak Bizans’a gitmemin çok önemi yoktur; zira imparatorun müşavirlerine ancak, Attila’nın bana emrettiği hususları söyliyebilirdim. Yoksa acaba Romalılar, ricaları karşısında yumuşak davranacağım ve efendime hiyanet edeceğimi, aldığım İskit terbiyesini, karılarımı ve çocuklarımı unutacağımı mı zannediyorlar? Romalılar arasında zengin olmaktansa Attila’nın hâkimiyeti altında köleliğe memnuniyetle katlanacağımı bilsinler.
Korkutma, göçebelerin en eski taktiği cümlesindendi. Kendisinden korkulan birisinin kolaylıkla ülkeler fethine muvaffak olduğunu göçebeler de biliyorlardı. Jordanes’e göre, Attila’nın şöhreti o kadar müthiş idi ki herkesi korku sarmıştı. “Kavimleri sarsmak maksadiyle arz yuvarlağının dehşeti olarak dünyaya gelmişti”. Daimî surette tehditler savurmuştur. En küçük hakaret müthiş bir hiddetine sebebolmuş ve Romalıları harble tehdit etmiştir. Bu suretle ordularını harekete getirmeden birçok emeline nail olmuştur. Bu Hun sıfatiyle, imparatordan başlayarak herkesin kendi iradesi önünde eğilmesini ve mesut bir memnunlukla seyretmiş olacaktır. Şüphesiz “azameti” ve hiddetiyle çok defa kuvvetini duymak ve duyurmak istemiştir. Bir defasında Roma menşeli bir kâtibi yüzünden imparatora ders vermesi, her halde kendisi hesabına büyük bir neş’e sebebi olmuştur. Theodosios, onun kâtibine vaadettiğini vermeliydi: Zira imparatora yalan söylemek yakışmazdı.
Tabiatiyle Bizans sarayı Attila’ya, kendisini diğer barbarlardan farksız saydığını her fırsatta bildirmiştir. Göçebe fikir âleminde yaşadığından kendisini göğün oğlu tasavvur eden Attila’yı, bu muamele son derece rencide etmiştir. Her şeyden önce imparatorun “her nevi olur olmaz insanı” Hun elçisi tayin etmesini büyük bir hakaret saymıştır. Attila, yalnız konsüllük yapmış, kibar insanlarla müzakerelere istekliydi. Bizans sarayı ise, önceki Hun ve diğer İskitya hükümdarlarına dahi herhangi bir haberci veya askerin elçi olarak gönderildiğine işaret ederek bu hususa riayet etmek istememiştir. Lâkin, Attila fazla ileri gitmemiş ve Bizans elçileri Roma İmparatorluğu’nun zengin ve yüksek seviyeli vatandaşlarından bulundukları zaman, hemen güler yüzlü davranmıştır. Böyle zamanlarda Attila değişiverir, nazikleşir ve alicenap oluverirdi. Yolculuğun zahmetlerinden onları korumak maksadiyle hududa kadar gelenleri karşılar ve hemen uygun davranışlarda bulunur ve onları ihsanlara garkerderdi. Attila her ne bahasına olursa olsun, imparatorun kendisini aynı mertebede bir prens saymasını temenni etmeyi isterdi. Honoria ile izdivaç tasavvuru da, bu gayeye hizmet ediyordu. Gerçi Honoria delâletivle siyasî menfaatlere erişmek istemişti: Zira Honoria’nın kocası sıfatiyle Batı İmparatorluğu’nu kolayca ele geçirebilirdi. Lâkin, bu meselede dinastik sebeplerin de rol oynadığı şüphesizdir. Vandal Kralı Geizerik’in büyük oğlu az evvel III. Valentinianus’un henüz altı yaşındaki kızı Eudokia’yı nişanlamıştı. O halde neden kendisi de zevce olarak bir Roma prensesi alamasındı? Horonia ile izdivacı, bütün dünyaya onun imparatorla aynı derecede bir hükümdar olduğunu gösterecekti.
Bizanslılar ise tabiatiyle fiilî iktidarlarının azalması nispetinde otoritelerine daha çok ihtimam ederlerdi. Fakirlemiş zenginler gibi, hiç olmazsa görünüşü kurtarmak isterlerdi. Barışı elde edebilmek maksadiyle Bizans sarayı, Attila’ya gönderdiği meblâğın hizmeti karşılığı kendisine ödenen ücret olduğunu yayardı. Meselenin garip tarafı da Attila’nın bu oyuna uyarak imparatorun kendisine magister militum unvanını vermesine rıza göstermesiydi. Bu yüksek Bizans unvanı, şüphesiz gururunu okşuyordu. Attila’nın cüretkâr prestij meselesinden, böyle şeklen imparatorunun memurluğu meydana çıkıyordu. Az sonra Priskos, Hun hâkimiyeti altında yaşayan Pannonia’da sâkin bir Romalıdan, artık Attila’nın bu Bizans unvanını az gördüğünü ve imparatorluk arazisine göz diktiğini duymuştu. “Zira mareşalleri imparatorluk nezdinde kıymetsiz birer köle oldukları halde, kendisinin nazarında Romalıların imparatorlariyle birlikte eşit hukukta erkekler olduklarını mırıldanarak söylüyordu”. Bu kendini beğenmiş adam, ruhunun derinliklerinden konuşuyordu.
Jordanes’in tasvir ettiği Attila siması, en ufak hatlarına kadar, herşeyi ile bir atlı göçebe hükümdarını göstermektedir. Bu, Avar Kağanı Bayan veya Göktürk Kağanı Silzibul gibi bir insandı. Jordanes’ten öğrendiğimize göre “azametle dolaşır, mağrur vücudunun kuvvetini hareketleriyle tebarüz ettirmek gayesiyle, gözlerini sağa sola çevirirdi. Muharebeden hoşlanmasına rağmen yine de ileriyi görerek hareket eder ve akliyle birçok gayelerine erişirdi. Kendisine yalvaranlara karşı merhametli davranır ve kendine tabi olanlara karşı lutufkâr hareket ederdi. Kısa boylu, geniş omuzlu idi. Büyük başına nispetle gözleri ufaktı. Seyrek sakalı artık kırlaşmıştı. Yassı burnu ve biçimiz suratı, menşeinin damgasını üzerinde taşıyordu”. Tasvir, Attila’nın mongoloid tipinde Türk ırkından olduğunda şüphe bırakmamaktadır. Çehresinin yassı burun ve ufak gözleri yanında, tıknaz boyu ve kısa boynu buna delâlet eder. Seyrek sakal ise, Türk ırkına mensup Asya göçebelerinin (Kırgızlar vs.) bariz bir vasfıdır.
Atlı göçebenin en çok hoşlandığı hile idi. Taktiği de buna dayanırdı. Attila, hakikî bir göçebe hükümdar sıfatiyle “haşinliği yanında kurnaz da olduğundan birçok emellerine aklı sayesinde erişirdi (Jordanes)”. Priskos, Attila hakkında onun entrikacı Hun düşüncelerini aydınlatmağa yarayan birçok hikâye nakleder. Attila’nın, Bizans elçi heyetini zekâsiyle geçmiş olmasına âdeta seviniyoruz. Bizans sarayının hayatına karşı tertibettiği suikastten hiç haberi yokmuş gibi hareket etmiştir. Vigila adını taşıyan Bizans tercümanının, kendisini iğfala tahsis edilen meblâğ ile İstanbul’a dönmesine göz yumar, lâkin Vigila’ya ve elçilik heyetinin diğer âzalarına, Bizans sarayı ile kendisi arasındaki çekişme halledilinceye kadar günlük ihtiyaç maddeleri dışında Roma esirleri veya diğer barbar köleleri, at ve wdiğer mal alınmalarını yasak eder. Priskos’un kaydettiğine göre “barbar bunu, bu altını niçin getirdiğine dair yeterli bir izah bulamadığı için, kurnazca bir hesaptan dolayı yapmıştı”. Nitekim de öyle oldu. Vigila, para ile tekrar Hunlara dönnce hemen etrafını çevirdiler ve parayı elinden aldılar. Kendini müdaafayı tecrübe edince de, Attila bağırdı: “Haydut köpek seni, kurnazlıkla kendini hüküm giymekten kurtaramaz ve layık olduğun cezadan kaçmak için yeter derecede uygun bahaneler bulamazsın. Sende, kendine ve adamlarına lâzım olduğundan, hattâ at ve hayvan satın almaya ve kölelerin azad edilmesine lüzûmu olanından fazla para var; halbuki Maximos ile yanıma geldiğin zaman bunu menetmiştim”. Lâkin sonunda yine de, hiddeti sükûnet bularak kendini kurtarmak için ödediği 50 altını almakla yetinmiştir.
Barbarlar ve bilhassa göçebeler, ilk sırada ganimetle zenginlemekten hoşlandıklarından tabiatiyle Bizanslıları ve Romalıları ellerinden geldiği kadar yüzmüş ve emmişlerdir. Bizans ve Roma yazarları, bu sebeple sık sık barbarların paraya haris olduklarını zikrederler. Attila hakkında da yanı tarzda konuşurlar. Aetius tarafından kendisine hediye edilen kâtibine, imparator Theodosios, Hunlarla kendileri arasında barışı temin ettiği takdirde zevce olarak zengin bir kız vaadetmiş, lâkin arada imparator bu kızı başka birisine vermişti. Tabiatiyle kâtip derhal Attila’ya şikâyette bulunmuş ve Attila da onun tarafını tutmuştur. Attila, sarayında ikamet eden Bizans elçileri vasıtasiyle Bizans imparatoruna, katibine bir vaatte bulunduğunu hatırlatmış ve bunu tutmasını, zira imparatorun yalan söylemesinin uygun olmayacağı haberini göndermişti. Priskos’un kanaatine göre, “Attila, şayet Romalılardan çok zengin bir kız alırsa kâtip kendisine yara vaadettiği için bu emri vermişti”. Bununla beraber Attila, yalnız kendisinin değil adamlarının da menfaatlerini gözönünde bulundururdu. Priskos’a göre, “major domus”u olan Onegesios geri dönünceye kadar Attila, kendilerini alıkoymuştu. Bunu da, Onegesios imparatorun kendisine gönderdiği hediyelerden başka elçilerden de daha fazla ümit ettiklerini alabilsin diye böyle yapmıştı”. Zengin hediyeler alabileceklerini bildiklerinden Attila’nın elçileri öyle mühim sebepler zuhur etmeden de Bizans’ta görünürlerdi.
İktidarının doruğunda bulunan Attila’nın yerinde başka birisi olsaydı, muhteşem libaslar içinde gezer ve altın-gümüş içinde yüzerdi. Lâkin Attila böyle yapmadı, sadeliği severdi. Elçilik arkadaşlariyle birlikte ilk defa Priskos’u huzuruna kabul ettiği zaman, Attila alelâde tahta koltukta oturuyordu ve ikamet ettiği çadır da herhalde fevkalâde bir şey değildi. Hiçbir tarafta ihtişamdan eser yoktu.
Kendisine, başkentinde lâyikiyle işlenmiş ahşap bir saray yaptırdığı hakikattı. Lâkin bu şaşaalı muhitte hükümdar Attila herhangi adî bir Hun kadar sade yaşardı. Misafirlerine gümüş tabaklar içinde çok çeşitli yemekleri ikram ettiği halde, kendisi tahta bir tabak içinde sadece et yemeğiyle yetinmiştir. Priskos, Attila’nın diğer hususlarda ölçülü olduğunu itiraf eder. Misafirlerin önüne çok miktarda altın ve gümüş kadehler koymuşlar. Attila ise tahta bir kupa kullanmıştır. Giyimi de tamamen sade imiş ve ancak temizliğiyle dikkati çekermiş. Ne kılıç kayışı ne de barbar biçimindeki çarığının bağı ve hattâ atının gemi, diğer “İskitlerin” ki gibi altın, kıymetli taşlar ve kıymetli eşya ile alabildiğine süslenmişti.
Bu aşırı sadeliğini Attila’nın en belirgin hatlarından saymamız gerekir. Hun hükümdarlarından selefi Oktar, günün birinde pek fazla yemiş ve bu sebeple vefat etmişti. Büyük kardeşi ve kısa bir zaman süren hükümdar ortağı Bleda, bütün emarelere göre neşeli bir adamdı, hayatın rahat ve keyifli taraflarını ve gülmeyi severdi. Devlet idaresini daha ziyade bir yük telâkki etmiştir. Her halde küçük kardeşini ortak hükümdar olarak yanına almasında bu da etkili olmuştu. Bir defasında, Hun esirleri arasında bir de deli vardı. Zerkon adını taşıyan bu şahıs aslen Mağribî idi. saraya götürdüler; Attila bunun görünce hemen nefretle sırtını çevirmiş. Bleda ise aksine konuşma tarzını ve aksak yürüyüşünü gülünç bularak yanında alakoymuştur. Her ne kadar Bleda bu adamı okşamış ve gittiği her yere beraberinde götürmüşse de günün birinde deli firar etmiştir. Deliyi bularak tekrar huzuruna getirdikleri zaman, Bleda, firarının sebebini soruşturmağa başlamış ve aldığı cevap, hükümdarın kahkahalar atmasına sebep olmuştu: Zerkon kadın istiyordu. Bleda derhal, kraliçenin saray kadınları arasından birini bulmuş ve bu seçim de deliyi tatmin etmiş olacaktı. Bleda’nın ölümünden sonra Attila, bundan kurtulmak için acele etmiş ve Zerkon’u Aetius’a göndermiş ve o da eski efendisi Bizans kumandanı Aspar’a iade etmiştir. Bu hadise, iki kardeş hükümdarı biribirinden ayıran ruhî tezadı pek iyi göstermektedir. Attila’nın hiçbir zaman gülümsediğini görmek mümkün değildi; ziyafette bile mahzun mahzun otururdu. Ozanlarının kendi zaferleri hakkında naklettikleri türküleri her halde, vakur bir memnuniyetle dinlemiş olacaktır. Bu esnada gözü dalmış ve neşelenmemiştir. Kaçık “bir İskit” mânâsız sözleriyle misafirler arasında umumî bir neş’e yarattığı sırada, Attila’nın çehresi tebessümden mahrum ve asık bulunuyordu. Ancak en küçük oğlu İrnek kapıyı açarak içeri girdiği zaman, bir an için birden yüzü açılmıştır…
Savaşçı Arap kabilelerine Muhammed din bahşetmişti; Muhammed, bir şahısta peygamber ve asker vasıflarını birleştirmişti. Göçebe hükümdarlar da “göğün iradesiyle” hüküm sürer ve arz üzerinde fütuhatta bulunurlar: kalplerinde “göğün oğullarının” alevli ateşi yanmaktadır. Kılıcını ilâhî bir ilhamın idare ettiğini ve kozmik kudretlerin kendisini kavimler üzerine yükselttiğini Attila’dan daha çok hisseden yoktu. Mahzun sadeliği belki de buradan geliyordu. İlâhî kudretler tarafından seçilmiş olmanın verdiği ağırlık, omuzlarını eziyordu. İşte böylece, titreyerek birçok katlı semada ruhların ve ilâhların kendisi safında muharebe ettiklerini düşünürdü. Fakat onun için ne kadar vuruşacaklardı? Sözlerini daima duyabiliyor mu idi? Sihir kuvveti azalmamış mı idi? Bunu kendisine kim söyleyebilirdi? Bu sebeplerle Attila, kâhinlerden ayrı kalamazdı. Sayısız insanın efendisi olan Attila, batı itikatların esiri idi. Büyük kağanlar hep böyle idiler. 13 asırda Rubruck’un yazdığına göre Moğollar kâhinlerin ve şamanların söylediklerini tereddüt etmeden yerine getirirlerdi ve kağanları rahipleri idare ederlerdi.
Attila’yı da rahipler sarmışlardı. Altay Türklerinde olduğu gibi, Avrupa Hunlarının da rahibini “kam” diye adlandırmalarından, sihirle ve şamanlıkla da uğraştıklarının düşünebiliriz. Attila, kehanetlerine müracaat etmeden bir adım bile atmazdı. Bir defasında kâhinler kendisine soyunun dağılacağını, fakat en küçük oğlu İrnek’te parıldayan ışık etrafında tekrar yükseleceği kehanetinde bulunmuşladı. Tahtının varisi en büyük oğlu Ellak bulunmasına rağmen, bu zamandan itibaren İrnek’i şımartmıştı. Bu hareket imparatorluğa büyük zararlar doğuracaktı. Veliath gereken otoriteyi temin edemedi; bunun neticesi olarak, Attila ölür ölmez büyük kargaşalıklar zuhur etti ve imparatorluk kıyam eden kavimlerin muharebeleri sırasında tarihe gömüldü. Mauriacum (hatalı olarak Catalaunum kullanılır) muharebesi değer Attila bu derece batıl itikatlara bağlanmasaydı başka türlü neticelenecekti. Lâkin kâhinleri kendisine mağlûbiyetini haber vermişlerdi ve bu kehanetin tesiri altında Attila, hücuma geçecek yerde ve ilk sırada kendi hayatının emniyet altına alınmasına önem vermişti. Batıl itikatları onu zayıflatmıştı. Yine batıl itikatları dolayısiyle, Roma’nın fethinden de vazgeçmişti. Jordanes, “Roma’ya hücum etmeyi düşündüğü bir sırada, tarihçi Priskos’un bildirdiğine göre, adamları onu alakoymuşlardır. Düşmanı bulundukları şehrin menfaatini düşündüklerinden değil fakat krallarının sonundan şüphe ettiklerinden bunu yaptılar” diye yazar. Roma’ya el uzattıktan sonra ölen Batı Gotları kralı Alarik’in misalini hatırlatmışlardı. Attila, ruhunda bir daha sarsıldı ve Roma’ya karşı harekete cesaret edemedi Ordusunda sâri hastalıklar çıktığı bir sırada, papanın idaresinde tantanalı bir Roma elçi heyeti ordugâhında görünerek kendisinden niyazda bulununca, müthiş tehditler savurmasına rağmen, fazla tereddüt etmeden geri döndü. En büyük emelinin gerçekleşeceği muhtemel göründüğü bir anda, ansızın duraklamıştı. Caput mundi (dünyanın merkezi) olan Altın Şehir Roma’yı, kolaylıkla işgâl edebilecekti, lâkin yine de bunu yapmadı ve Alarik’in akibetini düşünerek selâmeti kaçmakta aradı.
Hunlar Don ırmağını geçtiklerinden beri, Eurasia atlı göçebelerinden olmayan kavimler üzerinde yerleşmişlerdi. Gerçi, göçebe kültürünün bir vatan saydığı istep mıntakası, yukarı tarafa doğru, Tuna boyundan Moravia ırmağı havzasına kadar da uzanırsa da, bu en batıdaki istep uzantılarında bu zamanlarda artık göçebeler değil, fakat yerleşik bir hayata intibak eden kavimler yaşarlar. Artık Gotlar göçebe sayılamıyacakları gibi Ren nehri cihetinde, batıda ikamet eden Cermen kavimleri hele hiç değillerdi. Yeni fatihler, büyük atlı göçebe kavimleri kütlesiyle, bilhassa arada kalan Sarmat-Yazıg guruplariyle, ancak Tuna-Tisa ırmakları boyundaki ovada buluşurlar. Karargâhlarını henüz bir istep sahası olan Tisa ırmağı boyunda kurmuşlardır. Halbuki imparatorluğun hudutları kuzey ve batı taraflarında, orman mıntakasının derinliklerine kadar dalmaktadır. Buna karşılık Hun birliği’de, yalnız göçebe kavimlerden oluşmamakta, aksine âzaları arasında birçok başka hayat tarzına ve başka kültüre mensup Cermenler de bulunmaktadır. Hunlar özellikle Doğu Gotlariyle sıkı münasebetlere girişmişlerdir. Bunların hükümdarları Attila’nın sarayiyle temas halinde idiler ve aralarında birçokları ve meselâ bu türden Gepid Kralı Ardarik, yahut Doğu Got Kralı Valamir, Hun hükümdarının en sırdaş danışmanlarındandılar; Skir Hükümdarı Edeko ise Attila’nın o derece güvenini kazanmıştı ki Bizans’ta Attila’nın elçiliğini yapar ve sıra kendisine geldiğinde efendisinin sarayı önünde nöbet tutardı.
Mağlûbu yok etme derecesinde yere semiyerek tâli ortağı yapmak icabettiği, eski bir atlı göçebe devlet anlayışıydı. Hunlar da böyle düşünmüşlerdir. Bu hâdise “hile ile” mağlûbedilen Gotların, Skirlerin ve Gepidlerin Hun hâkimiyetiyle barışarak Attila’yı kendi hükümdarları ve en yüksek efendileri saymalarını sağlamıştır. Attila’yı “atacık” (Gotça atta “ata” kelimesiyle -ila küçültme ekinden) adlandırmaları bu keyfiyete çok uygun düşmüştür. Birlikte yaşamanın bir neticesi olarak Hun, bir Cermen adını ve bir Cermen de Hun adını memnuniyetle almaktadır. Jordanes’in kendisi ve bu hâdiseye temas eder. “Kavimler çok defa isimlerini âdetlere uyarak alırlar; nitekim Romalılar Makedonyalıların, Grekler Romalıların, Sarmatlar Cermenlerin, Gotlar ise ekseriya Hunların isimlerini mübadele suretiyle alırlar”. Rua (Ruga, Rugila) adı Cermen menşeinden olduğu gibi Attila’nın bir akrabasını da Laudaricus diye adlandırıyorlar ve bu, Gotça Laudareiks’e karşılıktır. Doğu Gotlarında ise öyle isimlere rastlanır ki bunlar Hun hâkimiyeti tesirini hatırlatmaktadır. Bir Doğu Got kraliyle bir Şveb hükümdarını Hunimund diye adlandırıyorlar. Bir Skir hükümdarı da Hunvulf adını taşıyordu. Fakat muhafaza edilen Hun isimlerinden çoğu Türk aslından olan Hun diline mensuptur ve meselâ birkaçını zikredecek olursak Arıkan, Muncuk, İrnek, Dengizik, Aybars, Karaton bu nevidendir. Bu hâdise, Fatih Hunların kesif Cermen muhitinde dahi Hun vasıflarını kaybetmediklerine işaret etmektedir. Bütün alâmetlere bakarak hükmedilecek olursa, yalnız devlet hayatında değil içtimaî ve kültürel sahada da kat’i söz Hunlarındı. Şu, esaretle barbarlığa dönen Viminaciumlu tüccar, Cermen adetlerini değil, lâkin hâkim unsur olan Hunların atlı göçebe âdetlerini kendine örnek olarak seçmişti. Güzel elbiseler giymiş ve eski göçebe âdetlerine uyarak çepeçevre başını tıraş ettirmişti. Hayet, sayıca şüphesiz üstün bulunan Cermenlerin an’anesi hâkim bulunsaydı, tabiatiyle bu tarzda hareket etmiyecekti.
Hunların Cermenleşmesinden ziyade aksine Cermenler atlı göçebe kültüründen birçok şey aktarmışlardır. Bu Hun tesirlerine maruz bulunanlar Doğu Cermenleri ve ilk sırada Doğu Gotlarıydılar. Doğu Cermenlerinin son muhaceret dalgasını teşkil eden Gotlar, M.S. 250 sıralarında Pontus ve aşağı Tuna sahalarına sokulmuşlar ve İranî Sarmatların (Alanların) hâkimiyetine nihayet vermişlerdi. Sarmat-Yazıgların elinde sadece Tuna-Tisa boyundaki istep kalmıştır. Fatihler çok çabuk İranî istep kültürü tesiri altında kalırlar; bu kültür İskit ve Sarmatların elinde, Grek ve İran tesiri altında oldukça yüksek bir seviyeye erişmişti. Gotlar, istep atlı hayatiyle tanışırlar ve göçebelerin devlet teşkili sanatını kendilerine maleder, renk tesirine (polychrom) çabalayan kıymetli taş ve cam oturtmalariyle yapılan maden işçiliğini alır ve yayarlar ki bu sanat, daha sonra Kavimler Göçü devrinde, barbar üslûbu namiyle Batı’dan her tarafta yayılmıştır. Bu tesirin izlerine mitolojide dahi rastlarız. Cermenler kafatası şeklinin değiştirilmesi adetini dahi İranî göçebelerden öğrenirler. Özellikle Tuna-Tisa ırmakları arasında sâkin Sarmat-Yazıgların rolleri göze çarpmaktadır. Komşuları Quadları atlı hayatına alıştırırlar ve bunun sonunda âdetleri ve silâhları bakımından tamamen birbirilerine benzerler (Ammianus). Bu sebeple Alanların eserlerini Gotlarınkinden ayırmak oldukça güçtür.
Hun arkeoloji malzemesinin tanınması bugün artık güç bir iş değildir. Hunlar Moğolistan’dan aldıkları malzemeyi Batı isteplerinde sür’atle terketmişlerdir. Don ırmağı boyunda göründükleri zaman, Uzak Doğu’ya mahsus aslî malzemeleri oldukça azdır. Türkistan bozkırlarında uzun bir zaman yaşamalarının tabiî bir neticesi olarak bu havalinin kültürünü kendilerine maletmişlerdi. Batı Türkistan ile Pontus medeniyeti arasında ise ayrılık yoktur. Hunlar, Çinlilerinki ile yakınlık arzeden ve kuvvetli bir Uzak Doğu vasfını taşıyan Sol oriantasyon tarzını, Batı isteplerinde daha İsa’nın doğuşundan önce İranî atlı göçebeler arasında teşekkül eden Sağ oriantasyonu ile Türkistan’da mübadele etmişlerdir. Ayni veçhile, İranîlerin en karakteristik mitoloji siması olan harp ilâhını da, kılıç kültü ile birlikte kabul etmişlerdir. Hun kültürü sonraki Alan kültür gelişmesine bağlanıyor, fakat tabiatiyle sonraki Göktürk Devri’ni ayırdeden bazı yenilikleri de ihtiva etmektedir (Meselâ ölüyü yakma âdeti bu nevidendir). Hun kültürünün bu Pontus-Türkistan karışması, Hun mezarlarında ele geçirilen eşyanın Got mezarlarında ve bunun aksine Got mezarlarında rastlanan eşyanın da niçin Hun mezarlarında bulunduğunu bize anlatabilir. Aralarında mevcut bütün farklara rağmen, Gotlar ve Hunlar bu kültür benzerliğinden dolayı kendilerini kardeş hissetmiş olacaklardır.
Bu medeni sinkretizmin meydana gelmesinde Romanizmin de payı vardır. Hun İmparatorluğu, 433’de Aetius’tan Ponnonia’yı, yeni Tisa Hun başkarargâhınının en yakınlarında bulunan, Roma’nın hudut eyaletlerini ele geçirmişti. Bu suretle Pannonia, Hun İmparatorluğu kadrosu içinde de mühim bir yer işgâl edebilmiş ve Lâtin medeniyeti eserlerini barbarlara intikal ettirmiştir. Bu eyalet barış yoluyla ve ittifakımsı bir yoldan Hunların eline geçtiğinden, buradaki Roma sakinlerinin fena bir akibetten çekinmesine gerek kalmamıştır. Böylece, çeşitli barbar istilâlarının kötülüklerine katlanmış bulunan kimseler, bu defa yerlerinde kalmışlar, hatta aralarında birçokları Roma dostu-Hun hükümdarlarından hizmetlerini esirgememişlerdir. Bununla beraber Drava ırmağının kuzey ve güney cihetlerinde Romanizm başka başka şartlar altında bulunmuştur. Bugün Tuna’nın batısında bulunan eyaletlerde, 380 yılından sonra barbar unsuru gittikçe çoğaldığı, Lâtin unsuru azaldığı halde, Drava ve Sava ırmakları arası, Hun istilâsına kadar Roma vasfını muhafaza etmiştir. Günün birinde, Skir hükümdarı Edeko ile birlikte Attila’nın elçisi sıfatiyle İstanbul’da görünen Orestes de bu havaliden neşet etmişti. Fakat, bunun dışında Lâtince konuşan diğer kimselerin de Hun sarayında tir mevki işgâl etmeye muvaffak oldukları farzedilebilir. Priskos’a kıymetli istihbaratiyle hizmet eden Konstantiolas da “Attila’ya bağlı Pannonia’dan neşet eden bu nevi kimselerden” biri olacaktır. Attila’nın imparatorluğunda ve hattâ sarayında, Cermenlerin dışında Lâtinleri de buluyoruz. Eserinin bir yerinde Priskos şu satırları yazar: “İskitler (Priskos umumiyetle Kuzey kavilerine bu ismi verir) karışık kavimlerden oluşmuştur. Kendileri barbar dillerini, yani Gotça veya Hunca (Gepidler de Hunca konuşurlardı) konuşurlar, hattâ bunun dışında Romalılarla sıkı münasebetlerde bulunanlar, Lâtince de konuşurlar; lâkin aralarında Yunancayı kolayca konuşan biri yoktur”. Bu kendiliğinden anlaşılır, zira Pannonia bir Lâtin-Roma eyaletidir.
Hunları, daha Uldin zamanından itibaren başlayarak Batı Roma İmparatorluğu’na bağlayan derin ve devamlı dostluk münasebetleri de Lâtin kültür tesirlerini kolaylaştırmıştır. Attila ve Bleda lüzumlu ve kançılarlık hizmetlerinde tecrübe sahibi kimseleri, Ravenna’dan temin ederdi. Hun sarayının zaman zaman Ravenna’ya ve Bizans’a gönderdiği mektupları, şüphesiz bunlar kaleme alırlardı. Konstantius adında iki katibini tanıyoruz. Bunlardan birisi, Batı Galya’dan Hunlara gelmişti; lâkin bir hiyanet suçlaması altında kalarak Attila ve Bleda kendisini kazığa oturtmuştur (445’ten önce). Diğeri İtalya menşeli olup Attila’ya 445 ve 448 yılları arasında Aetius tarafından gönderilmiştir.
Tabiatiyle tüccarlar da birçok medeni eşyanın aracılığında etkili olmuşlardır. Muazzam sahalara yayılmış blunan Hun İmparatorluğu, kuzeyi güneye ve doğuyu batıya bağlamıştı. İmparatorluğun teşkilâtı, ticarî malların imparatorluğun bir başından öbür başına engellere uğramadan akmasını temin etmiştir. İmparatorluğun en doğu ucundaki âza devleti, Aral gölünün doğu sahilinden tamamiyle Çin’e kadar kervanlarını gönderirdi. Aynı şekilde Hunlarla Roma İmparatorluğu arasında da, muazzam bir ticarî münasebeti farzetmemiz gerekiyor. Attila, her ne kadar devamlı harp halinde bulunmuşsa da, Bizanslılarla dahi ticarî münasebetlerini kesmemişti. 434 yılı barış anlaşması akdedilirken Bizans’tan, Roma tüccarlarının faydalandıkları hakları kendi tüccarları için de aynen istiyordu. Bu ticaretin başlıca hareket noktası, bugünkü Silezya’nın Moravia vadisi idi. Tuna boyundaki şehirlerde ve bilhassa Viminacium’da pazarlar kurarlardı.
Roma kültürünün yayıcıları arasında, İsa dininin müjdecileri ilk sırada gelirler; zira, bu zamanda artık Hıristiyanlık meselesi tamamiyle Romanizmin kaderine bağlanmış bulunmaktaydı. Remesianalı piskopos Nicetas’ın “İskitler ve Getler” arasındaki faaliyetini övdüğü bir sırada Nolalı Paulinus, bu tâli ortaklığını güzel şiirinde ifade etmiştir. Burada her halde İskitlerden Hunları kastetmiş olacaktır.
(Dünyanın sessiz bir kısmında, senin sayende barbarlar İsa’yı Roma saziyle terennüm etmesini uslu bir surette) (Car. 17.Anno 398).
Hunların Hristiyanlaşması Tuna boyundaki piskoposluk şehirlerinde cereyan etmiştir. Bu hususu iki vak’adan öğreniyoruz. Köstence ve bütün Scythia eyaleti piskoposu, keşişlik bilgilerine vakıf ve aziz hayatı yaşayan Theotimus (393-430 sıralarında), “Tuna civarında ikamet eden Hunlar arasında” o kadar büyük bir otorite temin etmişti ki “kendisini Romalıların arz üzerine inen ilâhı sayarlardı”. Aşağı Tuna boyundaki bu din neşri hareketi öyle anlaşılıyor ki çok semereli olmuştur; zira 403’de yazılan bir mektubunda St. Jeromos, heyecanlanarak “Hunlar mezamiri öğreniyorlar” diye yazar.
Diğer bir kilise yazarı Theodoretos’a göre “Tuna nehri boyunda çadırlarını kuran İskit göçebeleri, kurtuluşa susamışlardır” diyor. Bunun üzerine Johannes Chrysostomos her halde daha İstanbul Patrikliği’nin ilk sâkin (398-403) yıllarında, uygun din yayıcılar temin eder. Margum Piskoposu da Tuna’yı geçer ve Hunlar arasında dine dâvet denemelerinde bulunur. Lâkin barbarlar kendisini hırsızlıkla itham ederek hayatına son verirler. Bu din değiştirme işleminin neticelerini görerek Orosius artık, barbarların Mesih taraftarlarının sayısını arttırmak maksadiyle Roma hudutlarına sokulduklarını düşünmeye başlamıştı. Hıristiyanlaşan kavimler arasında Hunları da sayar. Ortodoks Hıristiyanlar dışında Arianus kilisesi tesirlerini de hesaba katmamız gerekir. Panonia sakinleri arasında, galiba Arianus mezhebinden olanları da vardı; gerçekten Pannonia bir aralık arianizmin başlıca yuvası idi. Hun hâkimiyeti altına giren Gotlar da bu mezhebi kabul etmişlerdir.
Bu çeşitli medeniyet ve çok çeşitli kavimlerin tesiri, Hunları göçebe ananelerinden tamamiyle ayıramamıştı. Hakikî fatihler sıfatiyle bütün mağlûp kavimlerin ortaya koydukları medenî varlıklar üzerinde bir iddiada bulunmuşlardır. Attila’nın “saray nazırı” One Gesios’a, Sirmiumlu bir esir hamamı inşa etmiş ve bunun taşını Pannonia’dan nakletmişlerdi. Belki de Attila’nın şaheser ahşap sarayını da, Cermen esirleri bina etmişlerdi. İsteplerin mahrumiyetlere alışkın evlâtları, çabucak rahata ve “medeniyetin” lûtuflarına intibak etmişlerdir. Masalarında ağır Sirmium şarabı görülür ve etle, çiftçi kavimlerin gıpta ile baktıkları ekmeği yerler. Meselâ Bulgarlar yahut Selefleri arasında birçoklarının Çin hudut mıntıkasında vuku bulduğu üzere zamanla hüviyet değiştirmeleri mümkündü. Belki de bir zaman sonra, Romalılaşır veya Cermenleşirlerdi. Lâkin hâkimiyetleri fazla sürmedi ve göçebe ananelerinden ayrılmadan önce, tarih sahnesinden çekildiler.
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 1 Sayfa: 887-901