Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Atatürk’ün Yüzünü En Son Görme Şansı Bana Güldü

0 16.125

Yaşam kervanında bilinç ve irade insanları ne denli yönlendirirse yönlendirsin, bazı tesadüfler, mantığı altüst eden sonuçlar da getirebiliyor. Olayları ve durumları yorumlarken elbette o günün, hatta o zamanın şartlarını düşünmek, buna göre irdelemek, yanılgıları en aza indirir.

Yirmi bir-yirmi iki yaşlarında bir gencin milli hislerle kabaran heyecan ve bulunduğu o atmosferden kaynaklanan davranımı, bugün yani 45 yıl sonra görüntüye alındığında, yaklaşım veya analizler farklı olabilir.

Fakat, o yaşlarda beş-on saniye içinde yüreğime acı yükleyen, ancak tüm Türklerin Ata’sı, yeryüzünün dahi mümtaz siması, asil çehreli Mustafa Kemal Atatürk’ün yüzünü en son görme şansımı yakaladığım için hiç pişman değil, aksine son derece mutluyum.

Evet, 10 Kasım 1953 tarihinde Anıtkabir’de mozolenin tam altındaki köşegenli odada ebedi istirahatgâhında toprağa tevdi edilen büyük önder Mustafa Kemal Atatürkümüzün yüzünü gören birkaç kişiden birisi olmanın heyecan ve mutluluğunu yaşıyorum.

O kısacık 57 yıllık bir ömre, asırlarca yapılamayan, cesaret dahi edilemeyen, gündeme dahi getirilemeyen, medeniyetin gerektirdiği tüm gerekleri getirmiş ve çözmüş, dehaya sahip bir asker olarak inançlı silah arkadaşlarıyla paramparça edilmek istenen vatanı kurtarmış, dâhi bir siyasetçi olarak da Türk devletinin ebedi varlığını kesinlikle sağlamıştır…

Asil çehresini en son defa görmek, yaşantım boyunca hafızama ve benliğime yerleştirmek sadece bir görüntüdür.

Fakat, o yıl içinde kaybettiğim babam, Atatürk’ün bir silah arkadaşı ve daima tüm hareket ve savaşlarda çok yakınındaki birliklerde bulunmuş bir teğmen. Çocukluğum ve yirmi yaşıma kadarki yaşantım da babamdan istiklal savaşlarının en gerçeğini, fedakâr Türk milletinin şahlanışını, yakınında bulunmaktan onur duyduğu Mustafa Kemal Paşa ve silah arkadaşlarının gerçek özellik ve vatanperverliklerinin boyutlarını, sonraki yıllarda devrimlerin dünyanın hiçbir ülkesinde halkına sevdirip benimsetecek boyutlarda olamadığını ve olamayacağını daima dinlemişimdir.

Yıl 1953, İskenderun 39. Tüm, 48. P. Alay’da altı ay asteğmenlik ve son altı ay da teğmenlik hizmetimi tamamlamış, teğmen resmi üniformamı giymenin son günleri içinde Ankara’dayım.

O günü Unutabilir Miyim!

Günlerden 10 Kasım 1953. Ve Salı!

Yağışsız, ılık, yarı güneşli bir sonbahar gününün sabah saatleri.

Gerçekten elde olmayan bazı tesadüflerin oluşması insan yaşantısını günlük veya yaşam boyu etkiliyor…

Ankara-Ulus’ta otelden sabah saatlerinde çıkmış, cadde üstündeki büfelerin birisinde ayaküstü kahvaltı yapmış, Ulus Meydanı’na yöneldiğim anda, kalabalık insanların bir arada bulundukları yerde donup kaldıklarını hissettim…

Başlar Sıhhiye-Çankaya yönüne çevrildiğinde, Ulus’un uzantısı olan anacaddenin Gençlik Parkı kısmından tüm Harbiyelilerin, subay ve generallerin arasında top arabası üstünde bayrağımıza sarılı Atatürkümüz son yolculuğunda ebedi istirahatgâhına tevdi edilmek üzere Etnografya Müzesi’nden getiriliyordu…

Yollar boyunca mahşeri bir kalabalık Ankara’yı, Türkiye’yi ayağa kaldırmıştı.

İnşası yıllar süren Anıtkabir tamamlanmış, bu anlamlı günde Atatürkümüz geçici istirahatgâhı olan Etnografya Müzesi’nden alınıp, muhteşem bir törenle ebedi istirahatgâhına götürülüyordu…

Saatler ve kalpler durmuş gibiydi.

Ve ben büyük Ata’yı Ulus’ta karşıladım.

Kendimi bir anda çok muntazam ve disiplinli tören birliğinin içinde buldum. Teğmen rütbesiyle ve çok genç olmam nedeniyle sanırım görevli sanıldım… Büyük önderimizin “naçiz bedeni” gerçekten “toprak olmak”, toprağa verilmek üzere, vatanı miras bıraktığı “yurttaşları” ve “silah arkadaşları” ile yarının vatan bekçisi subay ordusu “Harbiyelilerin” meydana getirdiği kortej içinde, top arabası üstünde Ankara-Ulus Meydanı’ndan geçmekteydi…

Kendimi ya görevli saydım veya o andan itibaren öyle sanıldım!.. Çünkü, o yıl içinde kaybettiğim asker kökenli babamdan, kendimi bildiğim andan itibaren Mustafa Kemal Atatürk’le birlikte, birliklerinde nasıl çalıştığını, nasıl savaştıklarını, vatanı hep birlikte nasıl kurtardıklarını, en yakın silah arkadaşlarının nasıl cephede şehit düştüğünü, yaşarcasına çok kez dinlemiş, Atatürk’ün kim olduğunu ilk defa babamdan öğrenmişimdir. Babamın en büyük mirası ise halen evimin en kıymetli köşesinde bulunan İstiklal madalyası ve onun beratıdır.

İşte yaşanan gerçek rüyanın, yaşanan gerçeği başlıyor…

Anıtkabir’de yapılan törenin hemen ardından, yanılmıyorsam bir manga kadar asker, çeşitli rütbeden, yine yanılmıyorsam hepsi benden çok büyük yedi-sekiz kadar subay (bir kısmı sanırım general) ve orta yaşlı din görevlisi bir hoca ve aralarına nasıl girdiğimi bugün dahi hatırlama imkânım olmayan 21 -22 yaşın verdiği tığ gibi delikanlılıkla ve teğmen rütbesiyle ben, askerinden en üst generaline kadar müthiş bir heyecan ve görev bilinci içinde en son hizmet işlevini yapar ve tamamlamak üzere olurken, genç bir teğmenin de orada görev dışı olduğu sanırım akla gelemezdi…

Atatürk’le Birkaç Saniye

Bu kutsal görev bilinci içinde, en son görevi yapmak üzere, mozolenin hemen hemen altında bulunan yüksek tavanlı ve köşegenli, Atamızın ebedi istirahatgâhındayız… Odanın orta yerinde dinsel kurallara uygun olarak toprak zemin, bir tabutun yerleşecegi büyüklükte kazılıp hazırlanmış, çıkan toprak da boylu boyunca bir tarafta bulunuyordu..

Sessiz, sakin ve tarihi bir işlev tamamlanmak üzereydi… Hemen başucunda dinsel işlevini yapan hoca bulunuyordu, siyah cüppesi ve çok muntazam görüntüsüyle.

Nasıl oldu bilmiyorum, belki de önceden hocaya öyle talimat verilmişti; hoca, bembeyaz kefen içinde boylu boyunca duran o yüce varlığın sadece çehresi görünecek şekilde yüzünü açtı…

Kişisel olarak, kendimi unutmuş, o tarihin en yüce, insanlığın en medeni ve 57 yıllık ömre, onlarca asrın baş edilmeyen sorunlarını bu kısacık zaman içinde yapan ve tamamlayan insanıyla, daha dün gibi çehresiyle karşı karşıya bulunmanın bütünleşmesiyle ve burada bulunmanın, Atatürk ateşiyle kavrulmanın inanılması güç aleviyle, bilmem kaç saniye yüz yüze kalmıştık….

Hocanın beş-on saniyelik bu tespitinden sonra yüce önder, her fani gibi toprağa verildi… Bu anın en yakınında, hemen baş ucunda hoca, birkaç subay ve ben vardım. Fakat geçen zaman içinde medeniyetin ışığı, kararlı, haklı ve attığı her adımı mantıklı bir zemine oturttuğunu gördüğüm Mustafa Kemal Atatürk’ün gözlerimle gördüğüm o müthiş etkileyici çehresiyle nasıl bütünlük içinde olduğuna tanık olmayı, bir faninin şans olayı olarak düşünmüşümdür…

Elbet her canlı ölür ve ölecektir.

Fakat, sona ermekte olan asrımızda değil, gelecek onlarca asır içinde bile medeniyet ufkunun sönmez bir güneşi gibi doğan ve yaşayan Atatürk’ün, sadece Türk milletine değil, insanlığın yaşam evresi içinde tüm insanlara çizdiği yol er geç vazgeçilmez bir rehber olacaktır…

Çünkü o dâhi insanın, vatanını ve ulusunu kurtarırken bile, insanlığa bıraktığı miras, medeniyet ve barış çizgisidir.

Varlığımızın en büyük teminatı, o bırakılan büyük mirasa şaşmaz kararlılıkla sahip olmaktır.

Fikir ve o müthiş çehre yapısıyla büyük önder, ulusundan emin, toprağında rahat olacaktır, eminim.

Çünkü, inanıyorum, inanıyoruz, mirası emin ellerde.

10 Kasım 1953, Salı… Ata’nın aziz naaşı Etnografya Müzesi’nden Anıtkabir’e nakledilirken genç bir teğmen olan ben de oradaydım. Hoca bir an Atatürk’ün yüzünü açtı ve o asil çehre, yaşantım boyunca hafızama ve benliğime yerleşti!

Yapımı yıllar süren Anıtkabir sonunda tamamlanmış, bu anlamlı günde Atatürkümüz geçici istirahatgâhı olan Etnografya Müzesi’nden alınarak, Harbiyeliler ve askerlerin en önde olduğu muhteşem bir törenle ebedi istirahatgâhına getiriliyordu…
Yapımı yıllar süren Anıtkabir sonunda tamamlanmış, bu anlamlı günde Atatürkümüz geçici istirahatgâhı olan Etnografya Müzesi’nden alınarak, Harbiyeliler ve askerlerin en önde olduğu muhteşem bir törenle ebedi istirahatgâhına getiriliyordu…
10 Kasım 1953’te Anıtkabir’de mozolenin tam altındaki köşegenli odada ebedi istirahatgâhında toprağa verilen büyük önder Mustafa Kemal Atatürkümüzün yüzünü en son gören birkaç kişiden birisi olmanın heyecan ve mutluluğunu yaşıyorum. Bu şansı yakaladığım için son derece mutluyum.

Ekipteki subayların hepsi de benden çok büyüktü. Üzerimdeki teğmen üniformam görevli olmadığım gerçeğini örtmüştü…

Kendimi ya görevli saydım veya o andan itibaren öyle sanıldım!

Çünkü Ata’nın silah arkadaşı olan babam bana hep onu anlatırdı.

22 yaşında bir gencin milli hislerle kabaran heyecanla sergilediği bu davranışa bugün çok farklı bakılabilir ama ben mutluyum…

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.