Atatürk’ün Kültür Anlayışı
Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ
Kültürün bugüne kadar çok çeşitli tanımlamaları yapıldığı halde, bu sayı gitgide artmaktadır. Bunlar madde ve manaya göre değişebildikleri gibi, zamana göre de farklılık arz ediyor. Bilindiği üzere kültür, sosyolojinin en önde gelen kavramlarından biridir. Latince kökenli bir kelimeden türeyen kültürün manası “toprağın işlenmesi” demek olup; daha sonraları özellikle Batı dillerinde kazandığı anlam olan “yüksek dereceli bilgi, insan vücudunun ve ruhunun terbiyesi, sanat ve fikir eserlerinin geliştirilmesi” şekliyle Türkçemize girmiştir. Bir bakıma insanın her açıdan yetişmesi ve bu olgunluğunu ilerleterek, yaymasıdır. Ayrıca bu kelimeye değişik bazı manalar da verilmiştir.
Kültür, umumiyetle insanların yaşama tarzları ve hayatlarını sürdürürken ortaya koydukları maddi-manevi bütün anlayışlardır şeklinde tarif edilmeye çalışılır. Bunun içine gelenek-görenek, töre, ahlakî kurallar, dinî, felsefî, edebî, iktisadî toplumsal müesseseler ve sanatsal zevkler ile insanı hayata bağlayan ve onu ayakta tutmaya yarayan ruhî ve fizikî değerler dâhil edilir.
Bütün bunlar, kültürün daha çok toplulukların kendilerine has yaşayış ve davranışları olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte kültür genellikle maddi unsurlar değil, manevi yapı olarak düşünülmektedir. Kültürel meselelerin izahı ve bu kelimenin tanımlanmasında, Türkiye’de en önde gelen ilim ve fikir adamı, ünlü Türk sosyologu Ziya Gökalp, kültür; bir milletin dinî, ahlakî, hukukî, ilmî, bediî, lisanî, iktisadî, teknik hayatlarının ahenkli toplamıdır, derken; kültürü herkes kendi bakış açısına göre, yukarıda çizilen ana çerçeve dâhilinde izaha çalışmaktadır.[1]
Bununla birlikte Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurucusu ve bizzat pek çok yeniliğe kendisi vesile olan büyük önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün kültür mevzuunda 1936 senesinde kaydedilen ifadeleri şöyledir: “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür. Bu sözü burada ayrıca izaha lüzum görmüyorum. Çünkü bu Türkiye Cumhuriyeti’nin okullarında çeşitli vesilelerle eser halinde tespit edilmiştir. Kültür, okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden mana çıkarmak, intibah almak, düşünmek, zekâyı terbiye etmektir. İnsan, hareket ve faaliyetin yani dinamizmin ifadesidir. Kısaca kültür, tabiatın yüksek feyizleriyle mesut olmaktır. Bu ifade içinde çok şey saklıdır. Temizlik, saflık, yükseklik, insanlık vs. Bunların hepsi insanlık vasıflarındandır. Bugünkü Türk çocukları kültürlü insanlardır. Yani hem kendileri kültür sahibidirler, hem de bu özelliği çevrelerine ve bütün Türk milletine yaymakta olduklarına kanidirler”[2].
Kültür gibi medeniyet de bizim dilimize yabancıdır ve Arapçadan geçmiştir. Bunun yerine “uygarlık” terimi kullanılmak istenmişse de, iki kelimenin birbirlerinin yerini tutmadığı da söylenmektedir. Buna bağlı olarak medeniyetin, kültürden biraz farklı anlam içerdiği ileri sürülür. Medeniyet, milletlerarası ortak değer seviyesine yükselen anlayış, davranış ve yaşama vasıtaları bütünüdür. Temelini ilim ve teknoloji oluşturur. Bunun da kaynağı kültürlerdir. Kültürler milli, medeniyet ise evrenseldir, denmekle beraber günümüzde medeniyetten anlaşılan; daha çok sanayileşme ile ortaya çıkan yeni ve daha iyi bir yaşama biçimine sahip olan topluluklar kastedilmektedir.
Her halkın kendine özgü bir kültürü vardır, diğer bir deyişle her kültür ayrı bir topluluğun temsilcisidir. Bunun gibi insanlık tarihine yaptıkları katkılar hala Batılılarca inkâr edilmeye çalışılan Türk milletinin de dili, tarihi, edebiyatı, sanatı, dini, müziği, mimarisi, hukuk anlayışı ve olaylar karşısındaki davranışlarıyla kendine mahsus bir kültürü söz konusudur.
Bu durumda; kültürlerin özel, medeniyetin genel olduğunu ve kültürlerden doğduğunu söylemek mümkündür. Medeniyetlerin ayrışma noktasında da çeşitlilikler görülür. Dine, coğrafyaya, hatta toplulukların etnik oluşumuna göre medeniyet tarifleri yapılırken, zamanımız itibarıyla belki iki medeniyetten söz açılabilir. Bu da; Doğu ve Batı Medeniyetidir. Her iki medeniyet de bir zamanlar kendisini üstün kılan taraflarını diğerine ihraç ettiğinden, birbirinden yararlanma yoluna da gitmiştir. Buna bağlı olarak, medeniyetler de saf değildir. Türk milleti her iki medeniyet dairesi içerisinde de bulunması itibarıyla, farklı bir konumdadır[3].
Kültür ve medeniyet üzerindeki tartışmalar, Z.Gökalp’ten beri gündemde olup, bundan sonra da süreceği ortadadır. Ne olursa olsun, her kültür kendi öz vasfını korur ve ana yapı bir süreklilik taşır[4]. Bunun da böyle bilinmesi gerekir.
Yine Mustafa Kemal’in kültür tanımını incelediğimizde ise, o kültürü şu biçimde tarif eder: Benim kültürden anladığım; bir devleti meydana getiren cemiyeti, yani milleti düşünün; bir millette kaç türlü hayat tasavvur olunabilir? Devlet hayatı, fikir hayatı, iktisadî hayat değil mi? Her millet, devlet hayatında, fikir hayatında, iktisadi hayatında bir şeyler yapar. İşte bu üç hayatın toplamına ve sonuçlarına kültür denir. Bizim devlet hayatımızda, bilindiği gibi, Osmanlı siyaseti farklı unsurlardan ve maddelerden meydana gelmişti. Bunlardan bir karışım yapmak mümkün olmadığı için, Osmanlı siyaseti yerine yeni bir siyaset çıktı. O siyaset, milli bir siyasettir. Türkçülük siyasetidir. Bu siyaseti ilan edip yaygın hale getirmekle beraber, fikrî, içtimaî, iktisadi hayatı ilerletmek gerekir. Bu üç şeklin hayattaki gelişme dereceleri birleştiği zaman, ortaya o milletin kültürü çıkar. Bazıları kültürle medeniyeti ayırmazlar. Bundan maksat, devlet, fikir ve iktisadi hayattır ki bu, o milletin kültürüdür. Bilindiği üzere her milletin kendine mahsus bir kültürü vardır. Kültür, bu özellik ve karakterle ifade edilir. Bence de en ilmî olanı, kültürle medeniyeti birleştirmektir”[5].
Atatürk’ün gerçekleştirdiği icraatlara baktığımızda; Türk milletinin özünden kuvvet alarak, modern ve ilerlemiş bir Batılı toplum seviyesine ulaşmayı hedeflediğini görürüz. Tabi onun fikir dünyası ve ülkülerinin şekillenmesinde ise Ziya Gökalp’ın önemli bir yerinin olduğunu kimse inkâr edemez. Dolayısıyla Gökalp’e göre de, çağdaşlaşmanın temeli milli kültürdür. Hiçbir halk kendi değerlerinden uzaklaşarak bir yere varamaz. Kültürüne sahip çıkıp, onu yükseltmesi noktasında devlet olarak ileri gider. Mustafa Kemal ilim ve fende gelişme ile kültürel dokunun muhafazasını bir görmüş ve her iki unsurun da birlikte yürümesine önem vermiştir. Buna bağlı olarak yeni Türk devletinin kurucuları ve Atatürk ülkeyi çağdaş medeniyet seviyesinin üzerine çıkarmaya çalışırlarken sadece maddi kalkınmayı düşünmeyerek, iktisadi hamlenin içtimai ve kültürel gelişmeyle dengeli, milli bütünlüğü sağlamlaştıracak biçimde gerçekleştirilmesini istemiştir[6].
Bilindiği üzere Osmanlı Devletinin temelde bir anavatan siyaseti olmadığı gibi, şuurlu bir Türklük ve İslamlaştırma politikasının da varlığını pek söyleyemeyiz. Eğer böyle bir şey yapılsa idi, yüzlerce yıl hâkimiyet altında tuttuğu, huzur, sükûn ve refah içinde yaşattığı yabancı halkların Türkleşmesi ve İslama dönmeleri işten bile değildi. Mustafa Kemal belki de bu noktada geçmişte yapılan hataların farkına vararak, ortak tarih ve kültür etrafında birleşen bir toplumun önündeki engelleri çok daha hızlı bir şekilde atlayacağını düşündü. Atatürk, Türk milletine has kıymetler toplamı olan Türk kültürünün titizlikle muhafaza edilmesine inanmaktaydı. Batılılaşıyoruz derken, binlerce yıldır süzülüp gelen yüksek Türk kültürünün yitirilmesi durumu söz konusuydu. O zaman da yapılan bütün gayretler boşa gidebilirdi. Ve buna bağlı olarak; “bilelim ki milli benliğini kaybeden milletler, başkalarının avı”[7] olur diyerek de, vaziyetin önemine parmak basıyordu.
Ama gel gelelim ki, günümüzde Türkiye’de Türk kavramı ve Türklük hayasızca tartışılmaya başlandı. Türkiye’nin son yıllarda iç ve dış birtakım problemlerle boğuşması, hem de kabuğunu yırtarak, Sovyetler Birliğinin dağılmasının ardından Orta Doğu, Kafkasya ve Asya coğrafyasında etkili bir konuma gelmesinin önünün alınması amacıyla, Sevr’in eski hamileri yeniden bu andlaşmayı tuvalet çukurundan çıkararak, biraz temizleyip, biraz da süsleyerek Türk milletine zorla da olsa kabul ettirmeye çalışıyorlar. Bunu gerçekleştirmek için Türk milletinin ve devletinin çok daha kötü durumlara düşürülmesi kararlaştırılmış ve bu yüzden de birtakım aracı etkenlerin kullanılması yoluna gidilmiştir ki; bunlardan birisi Kürtçülüğü kaşımak (tıpkı Musul’un elimizden koparılışı sırasında çıkarılan Şeyh Sait ayaklanması gibi), biri Ermeni soy kırımı yaptıkları yolundaki iddialara Türklerin sahiplenmesini sağlamak (ki bunu biz birkaç yıl önceki bir yazımızda dile getirmiştik, keşke haklı çıkmasaydık), büyük Ermenistan için Türklerden tazminat ve toprak istemek (büyük Ermenistan’ın yaratılmasında Azerbaycan ve Türkiye taraflarında ancak yayılma gerçekleşebileceğini herkes bilmektedir), birisi de bugün Anadolu’da çok az sayıda olan Ortodoks Hrıstiyan cemaatinin diriltilerek, Türkiye içerisinde otonomik haklar vermektir[8].
Bunlar bir yana eğitim, ahlak ve kültür arasında bağlantı kuran Atatürk; bir milli eğitim programından bahsederken, milli ahlak ve tarihimizle uygun kültür anlayışımızın da genç nesillere öğretilmesini istemiştir. Ona göre; “millet, dil, kültür ve ülkü birliğiyle birbirine bağlı vatandaşların meydana girdiği siyasi ve içtimai bir yapıdır. Türk milleti ise Türk kültürüyle bütünleşmiş bir topluluktur”. Mustafa Kemal, milli kültüre ne kadar çok değer verdiğini ise 1932’deki; “milli kültürün her çığırda açılarak yükselmesini Türk Cumhuriyetinin temel direği olarak temin edeceğiz” dediği beyanatında ortaya koymuş[9] ve Cumhuriyetin esasının Türk kültürü olduğunu belirtmiştir.
Atatürk’ün vefatının ardından geçen süre zarfında şartlar değişmiş; günümüz Türkiye’sinin sosyal, ekonomik ve kültürel meselelerinin hallinde yeni çözüm yolları aramak gerekmiştir. Fakat onun tarafından konan ilkeler bugün de Türk milletinin medeniyet yolundaki meşalesidir. Milli hâkimiyeti her şeyin üstünde gören bu dahi insan milliği birlik ve ülke bütünlüğüne son derece dikkat etmiş ve Türk milletinin azmine güvenerek, her zorluğun aşılabileceğine inanmıştır.
Mustafa Kemal, II. Abdulhamid döneminin son zamanlarıyla, Meşrutiyet devrinde yetişen her Türk aydını gibi Türkçülük fikrinin tesirinde kalmıştır. Ve hiç şüphesiz o son devrin en büyük Türk milliyetçisidir[10]. Mustafa Kemal Atatürk, millet gerçeği ile millet olma gereğini ise 1933’teki mealen bir beyanında şöyle dile getiriyor: “Bizim milletimiz köklerini bilmemenin çok acı cezalarını gördü. Osmanlı Devleti içindeki değişik kavimler hep milli akîdelere sarılarak, milliyet ülküsünün kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz onlara yabancı ve ne olduğumuzu sopa ile içlerinden kovulunca anladık”[11]. Ne yazık ki yüzlerce yıldır hep aynı hataları yapıyoruz. Başkalarına gösterdiğimiz anlayış ve hoşgörüyü kendi kardeşlerimizden esirgiyoruz. Türk milletinin ekmeğini yiyen, suyunu içen bazı mahlûklar ise en küçük zayıf anımızda bizden ayrıldılar.
Atatürk hayatının son zamanlarını hemen hemen hep Türk tarihi, dili ve kültürüyle vaktini geçirmiştir. Bu çalışmaların ilmi bir metod ile sürmesi için de bilindiği gibi Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumunun açılmasını sağlamıştır. Ayrıca bu incelemeleri Batılı bilim adamlarının takip ettiği sistemle yapacak araştırmacıların yetişmesi amacıyla fakülteler de açma yoluna gitti ki, işte onlardan birisi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’dir. Çünkü ona göre milleti meydana getiren unsurlar arasında tarih de yer alır. Çok köklü bir tarihi geçmişe sahip Türklerin mazisi elbette sadece Osmanlı çağı ile sınırlandırılamaz idi[12]. Dolayısıyla bir bütünlük içerisinde bu zengin tarihi mirasın genç nesillere öğretilmesi gerektiğine inanıyordu ki, bu yüzden de; “Türk çocuğu atalarını tanıdıkça, daha büyük işler yapmak için kendisinde kuvvet bulacaktır”, demiştir.
Büyük Türkçü Mustafa Kemal Atatürk de, pek çok bilim adamı gibi dünyaya medeniyetin Orta Asya’dan yayıldığını düşünmekteydi ki, bizzat zaman zaman ilim adamlarının toplantılarına iştirak eden bu mümtaz şahsiyet arkeoloji, linguistik, antropoloji, etnoloji, etnografya, tarih, coğrafya gibi ilim sahalarına mensup araştırmacıları destekleyerek, Türk tarihi ve kültürünün derinliklerine inilmesini istemiştir. Herkesin ortak kanaati, Türkistan veya Orta Asya denilen tarihi yurt Türklerin anavatanıdır. Buradan dünyanın dört-bir yanına dağılan bütün Türklerin geçmişi araştırılmalıydı. Bu politikanın temelini atanlar Türkleri, sadece Türkiye’de yaşayanlarla sınırlı görmediklerinden, hariçtekilerin her türlü durumlarıyla da ilgilenmeyi kendilerinin milli bir vazifesi olarak gördüler[13]. Yukarıda da belirttiğimiz üzere 1931 nisanında açılan Türk Tarihini Tedkik Cemiyeti bu yoldaki çalışmalara hız verdi. Atatürk bu faaliyetler yürürken ilim adamları maddi sıkıntı çekmesinler diye, şahsi servetinin büyük bir kısmını da Türk dili ve tarihini araştıracak kurumlara bağışladı.
Türk milleti için kutlu bir hazine olan, aynı zamanda çok zengin bir kelime dağarcığı bulunan Türk dilinin; her manayı ifadeye kabiliyetinin olduğunu, bu yüzden onu araştırmak, unutulmuş kelimeleri gün yüzüne çıkarmak gerektiğine inanan Atatürk, bunun milli duygularla da alâkalı olduğunu düşünmekteydi[14]. 1932 senesinde Türk Dili Tedkik Cemiyeti kurulduğunda, Türkiye’de çok az dil uzmanı mevcuttu. Buna rağmen o, dil meselesine o kadar çok önem vermiştir ki, bazan sabahlara kadar bu konulara kafa yormuştur. Bu hususta Türk Ocaklarının faaliyetlerini de yakından takip etti. Çünkü bu kutlu ocağın da ana gayelerinden birisi, Türk dilini geliştirmek idi. Hiç şüphesiz dil, milletlerin kültür hayatında son derece önemli bir mevkide bulunuyor. Dolayısıyla onu korumak ve kollamak da gerekir. Elbette ki dile sahip çıkmak, dildeki kelimeleri kendi kaynaklarıyla zenginleştirme ve kullanmayla mümkündür. Buna bağlı olarak, Osmanlı Devletinin son zamanlarına doğru Türkçenin kültür erozyonuna uğraması sebebiyle, Türkçü aydınlar harekete geçtiler. Ahmed Vefik Paşa, Ömer Seyfeddin, Ziya Gökalp, Mehmed Emin Yurdakul gibi Türkçüler sade Türkçe ile yazma yoluna gittiler. Dilimizdeki başta Arapça, Farsça ve diğer Batı dillerindeki kelimeleri tasfiye ettiler. İstanbul Türkçesi esasında bir yazı dilinin ortaya çıkmasına gayret gösterdiler[15]. Bu işin sistemli bir şekilde yapılması, Türkçenin temizlenerek, kaynakları vasıtasıyla zenginleştirilmesi daha sonraları malûm olduğu üzere Türk Dil Kurumuna havale edildi.
Tabiî ki dilin zenginleşebilmesi için de modern dünyanın büyük bir kısmının kullandığı veya kendi milli dil hususiyetlerimizi tam manasıyla yansıtabilecek bir alfabeye ihtiyaç vardı. Bilindiği üzere 1926’da Baku’da toplanan kurultayda, Sovyet coğrafyasında yaşayan Türkler, Latin alfabesini kabul ettiler. Buraya Anadolu Türkiyesi’nden de temsilciler katılmıştı. Cumhuriyetin kurucuları bunun farkına varıp, onlara yaklaşmanın bir adımı olarak, 1927 tarihinde İstanbul Üniversitesi ve Milli Eğitim Bakanlığı okullarına bir genelge yollayarak, bundan böyle fen derslerindeki formüllerin Latin harfli yazılmasını istedi.
Yine herkesçe malumdur ki Atatürk, 29 Ekim 1933 tarihinde, Cumhuriyet balosunda verdiği mülakatın bir yerinde şöyle diyordu: “Bugün Sovyet-Rusya dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bizim bu dostumuzun yönetiminde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onları arkalamaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir, hazırlanmak lazımdır. Milletler, buna nasıl hazırlanırlar? Manevi köprülerini sağlam tutarak. Dil bir köprüdür, inanç bir köprüdür, tarih bir köprüdür. Bugün biz, bu insanlardan dil bakımından, gelenek, görenek, tarih bakımından ayrılmış, çok uzağa düşmüşüz. Bizim bulunduğumuz yer mi doğru, onlarınki mi? Bunun hesabını yapmakta fayda yoktur. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz; bizim, onlara yaklaşmamız gerekli. Tarih bağı kurmamız lazım. Folklor bağı kurmamız lazım. Dil bağı kurmamız lazım. Bunları kim yapacak? Elbette biz. Nasıl yapacağız? İşte görüyorsunuz, dil encümenleri, tarih encümenleri kuruluyor. Dilimizi, onların diline yaklaştırmaya, tarihimizi ortak payda haline getirmeye çalışıyoruz. Böylece, birbirimizi daha kolay anlar hale geleceğiz. Bir sevgi parlayacak aramızda, tıpkı bir vücut gibi, kaderde ve mutlulukta birbirimizi duyacağız ve arayacağız. Ortak bir dil amaçladığımız gibi, ortak bir tarih öğretimimiz olması gerekli”. Dolayısıyla o, çok sonraları dile getirdiği bazı şeyleri, çok daha evvelki yıllarda düşünmüş ve bunları gerçekleştirmek için planlar yapmış idi.
İşte buna bağlı olarak 1928’de Harf İnkılâbını İstanbul’da başlatmıştı. 9 Ağustos 1928 günü Sarayburnu’nda katıldığı bir müsamerede, davetlilerin önünde bunu açıkladı[16]. Yeni Türk yazısının örneklerini gösterdi. O, Türk milletinin başından tarihte sayısız felaketler geçmesine rağmen, varlığının ve kimliğinin dayanağını diline borçlu olduğunu söylemekteydi. Ziya Gökalp de; gün gelecek Türkçemizdeki, Fransızca, Almanca ve İngilizce gibi kelimelerin karşılıklarının bulunarak zenginleşmesi gerektiğine vurgu yapmaktaydı[17]. Bu hedef doğrultusunda, Mustafa Kemal Atatürk 1930 senesindeki bir konuşmasında; “ülkesinin yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıdır”[18] diyerek, bu konudaki kararlılığını da gösterdi.
Fakat bir aralık, tarih ve dilde tasfiye hususunda çok ileri gidilmiş ve bunun neticesinde de komik durumlar ortaya çıkınca, bundan vazgeçilmiştir[19]. Daha çok Güneş-Dil Teorisi diye adlandırılan bu politikanın şüphesiz birtakım eksiklikleri vardı. Ancak konuyu o zamanın şartları içinde incelediğimizde, bunun bir ihtiyaç olduğunu da kimse inkâr edemez[20].
Milli bütünlüğün esaslarından biri olan kültür meselesinin asla hafife alınamayacağını bilen Mustafa Kemal Atatürk, Uşak Türk Ocağında yaptığı konuşmasında; “milli kültürünü ihmal eden milletlerin geleceği felaket ve perişanlık olmuştur. Türkler her şeyden ziyade milli kültürlerinde çok kuvvetlidirler. Bu kuvvet sayesindedir ki, asırların vurduğu darbeler karşısında varlığını müdafaaya muvaffak olmuştur” diyor. Ayrıca 1935 senesinde Cumhuriyet Halk Partisinin kurultayında yaptığı; “Türk milleti ancak varlığını derin ve sağlam kültür sınırları ile çevreledikten sonradır ki, onun yüksek kapasitesi ve erdemi uluslar arasında tanınır”, demiştir[21]. Yani işin özü kendimize ne kadar kıymet verir isek başkaları da bize o nispette değer verir.
Tabiî ki Atatürk’ün dil, tarih ve diğer kültür meselelerini bu kadar önemli görmesinin nedenleri vardır. Türk dilini konuşan Türk milleti, tarihte birtakım zaruri şartlardan dolayı bazan birbirinden idari ve siyasi bakımdan çok uzaklarda kaldı. Ayrıca bu insanlar sınır boylarında, yabancı kültürler ve halklarla temasta oldukları halde beşbin yıldır, doğudan batıya, kuzeyden güneye çok az bir lehçe farkıyla aynı dili konuştular. Bu bakımdan, milli bir bağ olarak Türk dilinin oynadığı rolü de, belki diğer dillerin hiçbiri oynamamıştır, denebilir[22]. Dolayısıyla dil, tarih ve kültür milli birliğin temelidir.
Kültürler birdenbire ortaya çıkmaz. Bir topluluğa millet diyebilmemiz içinse müşterek bir kültürünün olması lazımdır. Yeni Türk Devletinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk elbette tarihin en eski milletlerinden birisi olan Türklerin köklü bir kültürlerinin bulunduğunu biliyordu. Fakat çağlar içerisinde, kabul ettiğimiz dinler, girdiğimiz kültür coğrafyaları sebebiyle bir yozlaşmaya da maruz kaldığımızı görünce, kolları sıvamış ve Cumhuriyetin maddi temellerini kuvvetli bir şekilde inşa ederken, manevi değerlerin de korunması gerektiğine karar vermiştir.
Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ
Dipnotlar :