Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Atatürk ve Din

0 15.600

Yrd. Doç. Dr. Ahmet Faruk KILIÇ

Giriş

Oluşturduğu toplumsal dalga itibariyle, bin dokuz yüz yirmilerin başlarında Türk ve dünya tarihine bir sosyal olay olarak giren Mustafa Kemal Atatürk, kısa bir süre sonra sosyal olgu seviyesine yükselmiş ve insanlığa mal olmuştur. Tarihi süreç içerisinde bütün diğer sosyal olgularda olduğu gibi, Atatürk olgusunun da bilimsel bir şekilde aydınlatılması son derece önemlidir. Hiç şüphesiz, bu bağlamdaki temel araştırmalardan birisi de “Atatürk ve Din” konusudur.

Temel sosyolojik kurumlardan birisi olan din olgusu karşısında Atatürk’ün takınmış olduğu tutum; din-devlet ilişkileri ve laiklik açısından büyük önem taşımaktadır. Fakat bu konuda çalışan bir çok yerli ve yabancı araştırmacı, zıt kutuplarda toplanmışlardır. Çünkü bu incelemeler genellikle belirli ideolojiler doğrultusunda yapılmıştır. Farklılığın bir diğer önemli sebebi de, verilerin psiko-sosyal ortamdan kopuk olarak değerlendirilmesidir. Bu ise; kastedilenden çok farklı, hatta aksi neticelerin çıkmasına sebep olabilmektedir. O halde, bu konunun objektif ve psiko-sosyal şartlar çerçevesinde ele alınması gerekmektedir.

I. Bölüm: Şahsi İnanç Açısından Atatürk

1.1. Dini Tecrübe, Dini Tutum, Dua ve Atatürk

Kutsalın tecrübesi şeklinde tanımlanan dini tecrübe[1] birçok çağdaş psikolog tarafından Allah’ın işaret ve delillerinin sezgi yoluyla kavranması olarak algılanmıştır. Böylece dini tecrübe kavramı altında, şuur olayları olarak insanın dini duyguları bilimsel incelemeye tabi tutulmuştur.[2] Herhangi bir din hakkında, özellikle küçük yaşlarda alınan din eğitimi ve yaşanan dini tecrübe; o öğretinin kabulü açısından büyük önem taşımaktadır. Aynı şekilde çocuğun yetiştiği çevre, onun kişiliğinin oluşmasında çok önemli bir faktördür. Öte yandan çocuk, Allah inancına çok açık bir yapıdadır. “6-7 yaşında çocuk, Allah’ı bütün kainattaki varlıkların yaratıcısı olarak tasarlar. 7 yaşından itibaren genellikle çocuğun Allah tasavvuru oldukça açıklık kazanır… Çocuklar Allah’ın varlığını zorunlu olarak görürler.”[3]

Atatürk bu açıdan tahlil edildiğinde, onun çocukluğunun dini bir çevre içerisinde geçtiği görülmektedir. Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım Selanik’te “Zübeyde Molla” diye tanınmıştı. Çünkü Rumeli’de az çok Kur’an, namaz, mevlit gibi bilgileri olan ve bunları etrafındakilere öğreten okumuş kadınlara molla deniliyordu.[4] “Böylece, küçük Mustafa dindar bir annenin elinde hayata gözlerini açtı. Selanik’teki Hatuniye, yahut Ahmet Subaşı mahallesinin basit, fakat müslüman bir hava esen sokaklarında ilk çocukluk yıllarını yaşadı.”[5] İlk öğrenimini gördüğü Şemsi Efendi Mektebi ve daha sonra devam ettiği Selanik Mülkiye İdadisi devrin şartları içinde ciddi dini bilgiler veren öğretim kuruluşları idi. Hatta daha sonra girdiği Selanik Askeri Rüştiyesi de, Manastır Askeri İdadisi de programlarında aynı ciddiyet ve seviyede din kültürü veren müesseselerdi.[6]

Dini tutum, kişinin dinle ilgili düşünce, duygu ve davranışlarını belirleme tarzıdır. Yani kişinin dine dair bilgi ve inançları (zihni unsur), dinin bütününden ya da herhangi bir esasından hoşlanması veya hoşlanmaması (duygu unsuru) ve dinle ilgili davranışları, yani lehte ve aleyhteki bir takım faaliyetleri (davranış unsuru) onun dini tutumunu oluşturur.[7] Dini tutumların oluşmasında başta aile grubunun büyük etkisi olur. Ailedeki bireylerin dini tutum ve davranışları çocuğu kuvvetle etkileyerek, onun dini tutumlarında belirleyici bir rol oynar. Çocuk da benzer tutumlara sahip olur. Her ne kadar yaş ilerledikçe çocuğun dini tutumlarında değişiklikler olursa da çocukluk dönemindeki tutumların izlerine her zaman az çok rastlamak mümkündür.[8]

Dini tutum açısından Atatürk tahlil edildiğinde, onun dini tutum kabul edilebilecek bir çok davranış sergilediği görülmektedir. Bunda başta annesi olmak üzere ailesinin ve çocukluğunun geçtiği psiko-sosyal ortamın büyük bir etkisi vardır. Bu etkinin izlerine hayatının her aşamasında rastlamak mümkündür. Bu bağlamda Atatürk’ün İslam dininin kutsal kabul ettiği gün ve aylardaki davranışları onun dini tutumları hakkında aydınlatıcı veriler sunmaktadır. Bu konuda Sadi Borak’ın 27 Şubat 1960 tarihili Akşam Gazetesi’nde yayınlanan Hafız Yaşar Okur’la yaptığı mülakatta şu bilgiler vardır: “Ramazanların atam için hususi bir önemi vardı. Ramazan gelir gelmez incesaz heyeti Çankaya Köşkü’ne giremezdi. Kandil geceleri de saz çaldırmazlardı. Sadece beni huzurlarına çağırır Kur’an-ı Kerim’den bazı sureler okuttururlardı. Ben okurken gözleri bir noktaya takılır, derin bir istiğrak içinde dinlerlerdi. Ruhen çok mütelezziz olduğu her halinden anlaşılırdı.”[9] Ramazan ve kandil gecelerine özel bir önem vermek, bu gecelere saygı göstergesi olarak bazı alışkanlıkları bırakmak, dinen ibadet sayılan Kur’an-ı Kerim okutup dinlemek ve dini düşüncelere dalmak gibi davranışlar; bir kimsenin dini tutumları olarak değerlendirilebilir. İçinde inanç olmayan ya da din karşısında tamamen olumsuz bir tavır benimseyen bir kimseden böyle davranışlar beklemek mümkün değildir.

Atatürk, aynı çerçevede Ramazan aylarında Hacı Bayram ve Zincirli Kuyu Camilerinde şehitlerin ruhuna, kendi ecdadının ruhuna Hatmi Şerif okutuyordu.[10] Ahret inancıyla yakından ilgili olan “şehitlik” gibi bir dini kavrama inanmak, şehitlerin ruhuna bir ay süreyle hatim okutmak gibi davranışlar da; dindarane tutumlar olarak değerlendirilebilir. Ahret hayatına, dini anlamdaki ruh kavramına, Kur’an okumanın sevabına, Ramazan ayının kutsiyetine, camilerin önemine inanmayan materyalist bir kimseden böylesi davranışlar beklemek mümkün değildir. Şüphesiz Atatürk’ün dini tutumları yukarıdaki birkaç örnekle sınırlı değildir, bu alanda yüzlerce veri bulmak mümkündür.

İnsandaki dini duyguları gösteren faktörlerden birisi de duadır. Her ne kadar inançsız insanların da dua edebildiği iddia edilebilse de, bu istisnai bir durumdur. Böyle kimseler, eğer belirli bir ilaha dua ediyorlarsa, o zaman onların ateist olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Buna göre psikolojik açıdan, “dua ve ibadet insan ile Allah arasında iman bağı ile kurulmuş ilişkiyi tanımlayan ve dışa yansıtan uygulamalar bütünüdür.”[11] “Dua ile insan doğrudan doğruya Allah’a başvurmakta ve O’nunla konuşmaktadır.”[12]

Dini duygu ve dua faktörleri açısından M. Kemal Atatürk tahlil edildiğinde, onun bir çok dini duyguyu yaşadığı ve halk tabiriyle “ağzı dualı” bir insan olduğu görülmektedir. Mesela, 7 Şubat 1923 tarihinde Balıkesir Paşa Camii’nde yaptığı konuşmada çok önemli bir dini duygu olan Allah’tan sevap beklentisi içerisinde olmuştur: “Hz. Peygamber’in mübarek yolunda bulunduğumuz bu dakikada milletimize; milletimizin bugününe ve geleceğine ait hususları görüşmek maksadıyla bu kutsal yerde Allah’ın huzurunda bulunuyoruz. Bu vesile ile büyük bir sevaba nail olacağımı ümit ediyorum.”[13] Atatürk, özellikle İstiklal Mücadelesi yıllarında bir diğer dini duygu olan “Allah’tan yardım beklentisi ve O’na güven duygusu” içerisinde olmuştur: “Davamızın meşruiyet ve kudsiyeti, bu müşkil zamanlarda, Cenab-ı Hak’tan sonra en büyük zahirimizdir.”[14] “Giriştiğimiz istiklal ve vatan mücahedesinde Cenab-ı Hak’kın avnü inayeti bizimledir.”[15]

Atatürk’ün yaşamış olduğu dua tecrübesinin yoğunluğunu göstermesi bakımından çok önemli bir belge de, 21 Nisan 1920 tarihli bildiridir. Altında Atatürk’ün imzası olan bu bildiri, BMM’nin açılış davetiyesidir. Bu bildiri tamamen “dua faktörü” üzerine bina edilmiştir. Burada; ülkenin düştüğü kötü durumdan kurtuluş için, bütün milletin Allah’a dua etmesi istenmektedir. Bu çerçevede; “Namaz”, “Toplu Dua”, “Hususi Dua”, “Hatim”, “Buhari Hatmi”, “Mevlit”, “Ezan”, “Sala”, “Sakalı Şerif”, “Hutbe”, “Vaaz”, “Kurban”, “Kutsal Gün”, “Allah’tan Yardım” gibi hemen hemen bütün dini dua ve sembollere yer verilmiştir.[16]

M. Kemal Atatürk, Meclis’in açılışından sonra da, burada yapmış olduğu birçok konuşmasında Allah’a dua, şükür ve minnet içerisinde olmuştur. Hatta tecrübe ettiği bazı dini duygulara başkalarını da davet etmiştir: “Görüyorsunuz ki; bize yapmak istedikleri bütün felaketleri Cenab-ı Hak onların başına tevcih etti. Cenab-ı Allah’ın adaletinin bu kadar vazıh tecellisine hep beraber hamdü sena edelim. (Hamdolsun sesleri)”[17] Aynı şekilde şehitlerin arkasından, ayağa kalkılmak suretiyle fatiha duasının okunması isteğinde bulunmuştur: “Bu şahamet meydanlarında rahmet-i rahmana kavuşan şühedamızın muazzez ervahına hep beraber fatihalar ithaf edelim. (Kaimen fatihalar ithaf edildi)”[18], “Bu rüfekayı kiramla beraber istiklal uğrunda cephelerde ve suvari saire ile şehid olan bilumum arkadaşlarımızın ruhlarına kaimen fatihalar ithaf edelim. (Umumem ve kaimen fatiha ithaf olundu.)”[19] Atatürk, 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhurbaşkanı seçilince yaptığı teşekkür konuşmasında yine Allah’ın yardımına sığınma duygusu içerisinde olmuştur: “Ancak bu sayede ve Allah’ın inayetiyle, şahsıma tevcih buyurduğunuz ve buyuracağınız vazaifi hüsnü ifaya muvaffak olabileceğimi ümidederim. (Allah muvaffak etsin sesleri)”[20]

1.2. Atatürk’e Göre Dinin Psikolojik Gerçekliği

Ferdin inanç ve dini hayatını şuur olayları olarak ele alan psikoloji,[21] dini bir realite olarak kabul etmektedir. Bu bilim dalı içerisinde dinin psikolojik boyutunu daha kapsamlı bir şekilde incelemeyi amaçlayan “din psikolojisi” dalı da gelişmiştir. Din psikolojisi, inanç ve inkar olaylarını psikolojik açıdan tahlil etmeye çalışmaktadır. İnanç noktasındaki ağırlıklı görüşlerden birisi; insanların mutlak anlamda inançsız ya da dinsiz olmalarının çok zor olduğu yolundadır. Özellikle çocukluktan itibaren dini bir psiko-sosyal çevrede yaşayan insanlar arasında bu zorluk daha da artmaktadır: “Genellikle insanlarda en esaslı terbiye din ile başlar. Çocuk genellikle önce din ile terbiye olduğu için dini inançlar dimağda kökleşir…Daha sonraları tamamen dinsiz olduklarını iddia edenlerin bile bir çok işlerinde dinin izleri görülür, o terbiyeden büsbütün ayrılamazlar. Onun için dinin ruh üzerindeki etkisi büyüktür.”[22]

Atatürk, yukarıdaki açıdan tahlil edildiğinde, onun dinin psikolojik gerçekliğine kesinlikle inandığı görülmektedir. Ona göre de, psikolojik açıdan dini inanca sahip olmayan herhangi bir insan düşünmek mümkün değildir: “Fakat bence, dinsizim diyen mutlaka dindardır. İnsanın dinsiz olmasının imkanı yoktur.Dinsiz kimse olmaz. Bu genelleme içinde şu din veya bu din demek değildir.”[23]

1.3. Atatürk’e Göre Dinin Sosyolojik Gerçekliği

Modern sosyoloji, her toplumda mutlaka bulunmuş ve bulunacak kurumlar olarak altı temel kavram tespit etmiştir. Bunlar aile, eğitim, ekonomi, siyaset, boş zamanlar ve din’dir. Bu ana kurumlar olmaksızın bir sosyal yaşam düşünmek mümkün değildir. Antropologlar temel kurumların bulunmadığı ilkel, çağdaş ya da tarihsel bir toplumu henüz keşfedememişlerdir.[24]

Yukarıdaki tarihsel ve sosyolojik gerçeklik doğrultusunda M. Kemal Atatürk’ün 1930 yılında söylemiş olduğu şu söz çok anlamlıdır: “Din vardır ve lazımdır. Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur.”[25] Burada açıkça görüldüğü gibi Atatürk, din kurumunu tarihsel bir realite olarak kabul etmektedir. Ayrıca dini, modern toplumun vazgeçilmez unsurlarından birisi olarak algılamaktadır. Üstelik milletlerin tarih sahnesindeki mevcudiyeti ile dine bağlılıkları arasında mutlak bir bağ kurmaktadır. Ona göre dinsiz milletlerin geleceği olamaz.

M. Kemal Atatürk, yukarıdaki yaklaşımlarıyla aynı zamanda Materyalizmin din tezini de kesin bir dille reddetmiş olmaktadır. Mesela Marksizm’e göre din, sınıf mücadelesinin eseri olan bir üst yapı olayıdır. Ezenlerle ezilenlerden ibaret olan cemiyette afyon olarak kullanılan bir unsurdur.[26] “Devlet” kurumu gibi “din” kurumu da mutlaka ortadan kalkmalıdır.[27] Oysa Atatürk’ün din anlayışında dinlerin gelecekte kalkacağına, kalkması gerektiğine dair herhangi bir düşünce yoktur. Çünkü o, milletlerin mevcudiyetleri ile dinin varlığı arasında mutlak bir bağ kurmuştur. Bu sistematiğe göre dinin ortadan kalkması demek aynı zamanda milletin de tarih sahnesinden silinmesi anlamına gelmektedir.

1.4. Allah İnancı Açısından Atatürk

Allah inancı, dini tecrübe içerisinde yer almaktadır. Farklı dini telakkilere göre farklı tanrı anlayışları da gözlenmektedir. Mesela çok tanrılı dinlerde antropomorfizim (Allah’ı insana benzeterek tasavvur etme) inancı görülmektedir.[28] Bununla beraber yapılan araştırmalar sonucu, bütün dinlerde bir yüce Tanrı inancının bulunduğu tespit edilmiştir.[29] Monoteist dinlerde Allah, kainattan farklı, ona ve ondaki varlıklara hiçbir surette benzemeyen aşkın (transcendant) bir kudretin adıdır.[30]

Önceki başlıklar incelendikten sonra, Atatürk’ün dini inancı var mıydı, ateist ya da deist miydi, gibi soruları ortaya atmak son derece anlamsızdır. Hele bunları savunmak mantıki açıdan abestir. Çünkü Atatürk, birçok konuşmasında Allah’ın varlığını ikrar etmiş, aynı zamanda Allah’ın birliğini de tasdik etmiştir. Atatürk, varlıkları Allah’ın insanlar için yarattığı nimetler olarak görmektedir: “Allah birdir. Şanı büyüktür.”,[31] “Allah dünya üzerinde yarattığı bu kadar nimetleri, bu kadar güzellikleri insanlar istifade etsin, mütenaim olsun diye yaratmıştır.”[32]

Atatürk’e göre Allah kavramını kavramak kolay bir şey değildir: “Allah mefhumu insan beyninin çok güç kavrayabileceği metafizik bir meseledir.”[33] Onun bu yaklaşımını Allah’ın varlığı açısından değil, mahiyeti noktasından değerlendirmek gerekmektedir. Çünkü yukarıda görüldüğü gibi Atatürk, Allah’ın varlığı ve birliğini açık bir şekilde kabul etmektedir. Allah’ın nasıllığının insanlar tarafından kavranamayacağı konusu, modern din psikolojisi tarafından da ifade edilmektedir: “Allah ya da Kutsal Varlık, duygularla algılanamayan, tabiatüstü, aşkın bir mahiyette olduğuna göre, O’nun insan tecrübesi içerisinde kavranması nasıl mümkün olacaktır. Şüphesiz ki, insanın idrak yapısı Allah’ın mahiyetini kavrayamaz.”[34]

II. Bölüm: Din-Toplum İlişkileri Açısından Atatürk

2.1. Atatürk’ün İstiklal Mücadelesi’nde Din Faktörüne Verdiği Önem

Atatürk İstiklal Mücadelesi’ni yürütürken din faktöründen ustaca ve samimiyetle istifade etmiştir. Nitekim, Atatürk Anadolu’ya geçtiği ilk günlerden itibaren gerçek din adamları da ona destek vermiş, onun düşüncelerini paylaşmış ve onun topluma mal olmasına büyük katkılar sağlamışlardır. Atatürk bir çok konuşmasında bu durumu teşekkürle yad etmiştir. Mesela 24.9.1924’te Amasya’da yaptığı bir konuşmada bu durumu şöyle ifade etmiştir: “Efendiler, bundan beş sene evvel buraya geldiğim zaman bu şehir halkı da bütün millet gibi vaziyeti hakikiyeyi anlamamışlardı. Fikirlerde teşevvüş vardı. Dimağlar adeta durgun bir halde idi. Ben burada birçok zevatla beraber Kamil Efendi Hazretleriyle de görüştüm. Efendi Hazretlerinin mürşidane vuku bulan vaız ve nasihatından sonra herkes çalışmaya başladı. Bu münasebetle müftü Kamil Efendi Hazretlerini takdirle yad ediyorum. Ve genç Cumhuriyetimiz bu gibi ulema ile iftihar eder.”[35]

Atatürk, İstanbul hükümeti tarafından Ankara aleyhine çıkarılan dini fetvalara karşı, bunların geçerli olmadığını anlatan karşı fetvalar almıştır: “Meclis içtima eder etmez Anadolu ulemayı kiramının fetvasını almakla mukabil tedbire geçtik.”[36] Daha sonraları bu dini katkılara şöyle teşekkür etmiştir: “Bu noktada bilhassa Anadolu ulemayı kiramının hakiki fetvalarla ifa buyurdukları irşadatı müteşekkirane yadetmeyi bir vazife bilirim. (Alkışlar) ”[37]

Atatürk, sadece karşı fetvalarla değil, halkı savaşa motive etme aşamasında da din faktörünün önemine işaret etmiştir: “Umur-u Şeriye Vekaletince bütün mahallerdeki müfti ve kadı ve sair ulemayı kirama umumi tebligatı mahsusa yapılmıştır. Her yerde, camilerde halkı tenvir ve irşat için vaız ve nasihatlar yapılması hakkında talimat verilmişti ve filhakika her tarafta camilerde vaız ve nasıhat edilmiştir.[38] Atatürk, bu dini irşat faaliyetlerinin fonksiyonel önemini de şöyle ifade etmiştir: “Hakikaten bendeniz de düşündüm; bu irşat ve tenvir, propaganda meselesi gayet mühimdir, ordu kadar mühimdir, hatta ordudan daha mühim bir meseledir.”[39]

M. Kemal Atatürk, milli ve bağımsız bir devlet olma yolunda İslam dinini bir engel olarak algılamamış, tersine bunu bir avantaj olarak yorumlamıştır. Bu bağlamda 28.12.1919’da Ankara’ya gelişinin ertesi günü Ankara eşrafına yaptığı bir konuşmada, Mondros Mütarekesinin yedinci maddesini; dini açıdan dahi bağımsız olmak zorunluluğu olarak yorumlamıştır: “Yedinci madde; siyaseti hariciye hakkındaki noktai nazarımızı bildirir. Her halde devlet milletimiz dahilen ve haricen bütün manasiyle müstakil kalacaktır. Bize başka bir tarzı idare tatbik edilemez. Bu bapta birçok muhtelif esbabın başında en büyük ve en mühim sebep şudur. Dinen dahi müstakil olmak mecburiyetindeyiz.”[40]

İstiklal Mücadelesi’ni yürüten Atatürk ve arkadaşlarının karşılaştığı en önemli problemlerden birisi, farklı unsurların ortak hedefler doğrultusunda yönlendirilmesi olmuştur. Atatürk bu sorunu çözmek için ortak İslam şemsiyesi kavramını ön plana çıkarmıştır. 24.4.1920 tarihinde mecliste yapmış olduğu bir konuşmada bu konuda şunları söylemektedir: “Fakat bu hudut dahilinde tasavvur edilmesin ki anasırı İslamiyeden yalnız bir cins millet vardır. Bu hudut dahilinde Türk vardır, Çerkes vardır ve anasırı sairei İslamiye vardır. İşte bu hudut memzuç bir halde yaşayan, bütün maksatlarını bütün manası ile tevhit etmiş olan kardeş milletlerin hududu millisidir. (Hepsi İslamdır, kardeştir sesleri)”[41]

Bize göre Atatürk’ün İstiklal Mücadelesi’nde takındığı bütün bu tavırları, “taktik icabı yapılmış bir tutum olarak algılamak,”[42] kesinlikle doğru değildir. Böyle bir yaklaşım, Atatürk’ü samimiyet ve doğruluk problemiyle karşı karşıya bırakmaktadır.[43] Zaten bu tür iddialar karşısında Atatürk’ün kendisi şöyle cevap vermektedir: “Milletimizi şimdiye kadar söylediğim sözlerle ve harekatımla aldatmamış olmakla müftehirim.”[44] Bununla birlikte Atatürk, geleceğe ait hangi düşüncelerini zamanın şartları gereği söyleyemediğini açıkça ifade etmiştir. Bunlar; Cumhuriyetin ilanı, Saltanat ve Hilafetin ilgası, 1924 Anayasası’nda devlet dininin zikredilmesi[45] gibi, birkaç başlıktan ibarettir. Buradan hareketle İstiklal Mücadelesi’ndeki bütün dini unsurları rol icabı yapılmış davranışlar olarak yorumlamak asla doğru değildir.

2.2. Sosyal Bütünleşmede Din Faktörü ve Atatürk

Atatürk, İstiklal Mücadelesi sonrası; toplumsal birliği, toplumsal motivasyonu sağlarken, dinin bütünleştirici ve motive edici gücünden de yararlanmıştır. Yapmış olduğu birçok konuşmasında din birliği kavramını toplumu bütünleştiren, pekiştiren bir unsur olarak görmüştür. Ona göre “halk” kavramı aynı zamanda “dindaşlığı” da ifade etmektedir: “Arkadaşlar, buraya gelinceye kadar bir çok yerlere uğradım. O yerlerin halkıyla yani kardeşleriniz, dindaşlarınız ve hemdertlerinizle aynı suretle musahabelerde bulundum ve onların da sizin gibi memleketin hal ve atisiyle fevkalade alakadar olduklarını gördüm.”,[46] “Aziz vatanımızın diğer kısımlarında bazı seyahatler yapmış ve oralardaki dindaş ve kardeşlerimiz ile temaslarda ve uzun hasbi hallerde bulunmuştum.”[47]

Atatürk, milletçe desteklenecek bir inkılap hareketinin Allah tarafından başarılı kılınacağına inanmaktadır. Fakat bundan sonra ihtiraslar için değil, milli menfaatler için hareket edilmelidir: 

“Muhterem Efendiler! Böyle mecmua halinde yapacağımız halas ve inkılap hareketinin de düşmana karşı yaptığımız istiklal hareketi gibi behemehal muvaffakiyetle neticeleneceğine şüphe yoktur. Böyle adımların nasibi de, bittabi Allahın emrettiği, Allahın bu millete mukadder kıldığı zafer ve muvaffakıyat olacaktır.”[48] Atatürk, kadınların toplum hayatında daha aktif görev almasının gereğini vurgularken, yine dini referanslara müracaat etmiştir. Ona göre İslam dini kadınların erkeklerden geri kalmasını asla uygun görmemiştir: “Bizim dinimiz hiçbir vakit kadınların erkeklerden geri kalmasını talep etmemiştir Allahın emrettiği şey, Müslim ve Müslimenin beraber olarak iktisabı ilmü irfan eylemesidir. Kadın ve erkek bu ilmü irfanı aramak ve nerede bulursa oraya gitmek ve onunla mücehhez olmak mecburiyetindedir.”[49]

Atatürk, TBMM’nin elde ettiği bütün başarıların sırrını; İslam dininin emrettiği çalışma metoduna uymuş olmaya bağlamaktadır. Ona göre İslam dini Müslümanların en gelişmiş bir toplum haline gelmelerini emretmektedir: “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti en meşru ve en muvafık bir surette teşekkül etmiştir. Dinimizin talep ettiği çalışmak sayesindedir ki, üç buçuk senelik az bir müddet zarfında pek mühim netice elde etmiştir.”, “Bizim dinimiz milletimize hakir, miskin ve zelil olmağı tavsiye etmez. Bilakis Allah da Peygamber de insanların ve milletlerin izzet ve şerefini muhafaza etmelerini emrediyor.”[50]

2.3. Atatürk’e Göre Din Eğitimi

Din kurumunun psikolojik ve sosyal gerçekliğine inanan Atatürk, din eğitimi konusunda önemli yaklaşımlarda bulunmuştur. O, öncelikle din eğitiminin zarureti noktasında kesin bir tavır içerisindedir. İkinci olarak, din eğitiminde “ihtisaslaşma” ve “ehliyet” kavramları üzerinde durmaktadır. Bu bağlamda, 1.3.1922 tarihli meclis açış konuşmasında şunları söylemektedir: “Binaenaleyh; bizim takip edeceğimiz maarif siyasetinin temeli, evvela mevcut cehli izale etmektir. Alelıtlak umum köylüye okumak, yazmak ve vatanını, dinini, dünyasını tanıtacak kadar coğrafi, tarihi, dini ve ahlaki malumat vermek ve ameli erbaayı öğretmek maarif programımızın ilk hedefidir. (Bravo sadaları) Efendiler; bu hedefe vusul, tarihi maarifimizde mukaddes bir merhale teşkil edecektir.”[51] Aynı konuda, 1923 yılındaki bir beyanatında, okullarda din eğitimi verilmesinin zaruretine şöyle işaret etmektedir: “Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz müsaviyiz ve dinimizin ahkamını mütesaviyen öğrenmeye mecburuz. Her fert dinini, diyanetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da mekteptir.”[52]

Örgün din eğitiminin gereği ve önemi üzerinde titizlikle duran Atatürk, aynı şekilde yaygın din eğitimi üzerinde de durmuştur. Ona göre camiler, mescitler, kürsüler, minberler halkın ruhani gıdalarını aldığı mukaddes yerlerdir ve daha dinamik hale getirilmelidirler: “Efendiler! Camilerin mukaddes minberleri halkın ruhani ahlaki gıdalarına en ali, en feyyaz membalardır.”[53] Atatürk’e göre buralarda kaliteli ve halkın anlayabileceği bir tarzda eğitim verilmelidir.[54] Bunun için öncelikle hatiplerde şu özellikler bulunmalıdır: “Fakat; buna nazaran hütebayı kiramın haiz olmaları lazım gelen evsafı ilmiye, liyakatı mahsusa ve ahvali aleme vukuf, haizi ehemmiyettir.”,[55] “Hutabayı kiramın ahvali siyasiye, ahvali içtimaiye ve medeniyeyi her gün takip etmeleri zaruridir. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış telkinat verilmiş olur.”[56] Atatürk’e göre hutbeler de Türkçe olmalıdır: “Hutbeden maksat ahalinin tenvir ve irşadıdır, başka şey değildir. Yüz, ikiyüz, hatta bin sene evvelki hutbeleri okumak, insanları cehl ve gaflet içerisinde bırakmak demektir. Hutebanın her halde nasın kullandığı lisanla görüşmesi elzemdir. Binaenaleyh hutbeler tamamen Türkçe ve icabatı zamana muvafık olmalıdır. Ve olacaktır.”[57]

Atatürk’e göre her meselede olduğu gibi, din konusunda da uzman kimseler yetiştirilmeli ve din eğitimi bu çerçevede yapılmalıdır. Bunun için fakülte düzeyinde müesseseler açılmalıdır: “Fakat nasıl ki her hususta ali meslek ve ihtisas sahipleri yetiştirmek lazım ise, dinimizin hakikati felsefiyesini tetkik, tetebbu ve telkin kudreti ilmiye ve fenniyesine tesahüp edecek güzide ve hakiki ulemayı kiram dahi yetiştirecek müessesatı aliyeye malik olmalıyız.”[58] Atatürk’ün 1923 yılında verdiği bu beyanatta dikkati çeken en önemli noktalardan birisi; “telkin kudreti ilmiye” kavramıdır. Yani ona göre, bu müesseseler sadece İslam dininin inceliklerini araştırmakla kalmamalı, ulaşılan neticeleri topluma aktarabilmelidirler. Atatürk’ün bu temel yaklaşımları, 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun 4. maddesi olarak tecelli etmiştir: Madde 4: Maarif Vekaleti yüksek diniyat mütehassısları yetiştirmek üzere Darülfünun’da bir İlahiyat Fakültesi tesis ve imamat ve hutebat gibi hidematı diniyenin ifası vazifesi ile mükellef memurların yetişmesi için de ayrı mektepler küşad edecektir.[59]

Atatürk’ün din eğitimi noktasında son derece önem taşıyan bir öngörüsü de, ihtisas ve ehliyete dayanan yukarıdaki projenin uygulanmaması durumunda; her türlü din suistimalinin kaçınılmaz olacağıdır. Bu bağlamda 1927 yılında şöyle demiştir: “Beşeriyette, din hakkındaki ihtisas ve vukuf, her türlü hurafelerden tecerrüd ederek, hakiki ulum ve fünun nurlarıyla musaffa ve mükemmel oluncaya kadar, din oyunu aktörlerine her yerde tesadüf olunacaktır.”[60]

2.4. Atatürk’e Göre Dinin SiyaseteAlet Edilmesi

İnsanlık tarihi kadar eski olan din ve siyaset ilişkilerinde maalesef birçok suistimallere de rastlanmıştır. Atatürk, bu konuda daha çok dini duyguların siyasi ihtiraslara alet edilmesi kavramı üzerinde durmaktadır. Ona göre İslam tarihinde dinin siyasete alet edildiği ilk olay Sıffin Vak’asıdır. Daha sonraki yıllarda bir çok baskıcı hükümdar, kendi siyasi emellerine ulaşabilmek için dini alet etmekten çekinmemişlerdir: “Vaktaki Muaviye ile Hazreti Ali karşı karşıya geldiler, Sıffin vakasında Muaviye’nin askerleri Kuranı Kerimi mızraklarına diktirler ve Hazreti Ali’nin ordusunda bu suretle tereddüt ve zaaf husule getirdiler. İşte o zaman dine mefsedet, İslam arasına münaferet girdi ve o zaman hak olan Kur’an, haksızlığı kabule vasıta yapıldı.Ondan sonra bütün müstebit hükümdarlar hep dini alet edindiler; ihtiras ve istibdatlarını terviç için hep sınıfı ulemaya müracaat eylediler.”[61]

Atatürk’e göre Osmanlı tarihinde de dinin siyasete alet edildiği birçok olay vardır. Bunlardan birisi, Vahdettin’in emriyle Milli Mücadeleyi yürütenler aleyhine çıkarılan fetvalardır. Atatürk’e göre dinin böyle sık sık suistimal edilmesi yüzünden maalesef İslam dini; siyasete, menfaate ve istibdada alet edilir bir hale gelmiştir: “Üç buçuk dört sene evveline kadar, berhayat olan Osmanlı hükümdarları da aynı şeyleri yapmışlar, aynı hüd’alardan istifade etmişlerdi. Osmanlı tarihinden bu hususta uzun misaller iradına lüzum yok, son Osmanlı hükümdarı Vahdettin’in harekatı gözünüzün önündedir. Onun emriyledir ki, bile bile ölüme götürülen milleti kurtarmak isteyenler asi ilan edildi. Onun emriyle millet ve vatanı kurtarmak için kan döken aziz ordumuzun bagiler sürüsü olduğuna dair fetvalar veren ulema kıyafetli kimseler çıktı…Böyle şerre alet olan insanların yüzündendir ki, dört halifeden sonra din daima vasıtai siyaset, vasıtai menfaat, vasıtai istibdat yapıldı. Bu hal Osmanlı tarihinde böyle idi. Abbasiler, Emeviler zamanında böyle idi.”[62]

Atatürk İslamcılık siyasetlerini de aynı çerçevede ele almaktadır. İslamcılık siyasetlerini iktisat ve milli benlik noktalarından da eleştirmektedir. Ona göre bu politikalar yüzünden Türk milleti çok ağır ekonomik yükler altına sokulmuştur. İslamcılık siyasetlerini daha çok dış politika manevraları olarak değerlendiren Atatürk, bunların sosyal realitelere dayanmadığını savunmuştur. Atatürk’e göre, dış politikaların gücü ile içerideki toplumsal yapının gücü arasında uyum olmalıdır. İçerideki toplumsal yapı yeterince güçlü değilse; çok iddialı dış politikalara girişmek ütopyadan başka bir şey değildir.[63] Atatürk, bazı ihtiraslı padişahların Türk milletini kendi şahsi emellerine alet ettiklerine inanmaktadır. Bu yanlış politikalar yüzünden Türk milleti kendisiyle ilgilenememiştir. Dahası, Türklere azınlıklara sağlanan imkanlar kadar imkan sağlanamamış ve millet aşırı iddialı politikalar peşinde heba edilmiştir. Bu da; Türk milletinin milli benliğinin farkına varmasını asırlarca geciktirmiştir.[64] Atatürk bu eleştirilerinden sonra çözüm yolunu da şöyle ifade etmektedir: “Efendiler, asırlardan beri Türkiye’yi idare edenler çok şeyler düşünmüşlerdir; fakat yalnız bir şeyi düşünmemişlerdir: Türkiye’yi. Bu düşüncesizlik yüzünden Türk vatanının, Türk milletinin duçar olduğu zararları ancak bir tarzda telafi edebiliriz: O da artık Türkiye’de Türkiye’den başka bir şey düşünmemek. Ancak bu zihniyetle hareket ederek her türlü selamet ve saadet hedeflerine vasıl olabiliriz.”[65]

2.5. Atatürk’e Göre Müslüman Toplumların Geri Kalış Sebepleri

Atatürk, Türk ve İslam dünyasının temel meselelerinden birisi olan geri kalmışlık problemi üzerinde önemle durmuştur. Türk-İslam tarihini psiko-sosyal faktörler açısından çözümleyen Atatürk’e göre Müslüman toplumların geri kalış sebeplerinin belli başlıları şunlardır:

  1. Müslüman Olan Bazı Kavimlerin Kötü Adetlerini İslam Dinine Bulaştırması: Atatürk İslam dinine giren bazı milletlerin eski kötü adetlerini Müslümanlık perdesi altında da yaşamaya devam ettiklerini, dolayısıyla bu adetlerin Müslüman toplumları geri bıraktığını söylemektedir: “İtiraf mecburiyetindeyiz ki, bütün İslam aleminin cemiyatı içtimaiyesinde hep yanlış zihniyetler hüküm sürdüğü içindir ki, şarktan garba kadar İslam memleketleri düşmanların ayakları altında çiğnenmiş ve düşmanların zinciri esaretine geçmiştir. Bu yüzden cemiyeti İslamiyeye dahil birtakım kavimler İslam oldukları halde sukuta, sefalete, inhitata maruz kaldılar. Mazilerinin sakim veya batıl itiyadat ve itikadatiyle İslamiyeti teşviş ettikleri ve bu suretle hakikati İslamiyeden uzaklaştıkları için kendilerini düşmanların esiri yaptılar.”[66] Atatürk, Türk milletini bu durumdan istisna etmektedir. Çünkü Türk milletinin geçmişinde onu geri bırakacak derecede kötü adetler yoktur. Dahası Türklerin milli ahlak ve ananelerinin çoğu İslam dinine uygundur. Türklerin geri kalmasına sebep; diğer kavimlerden sosyal temaslar sonucu kapmış oldukları kötü adetlerdir.[67]
  2. Müslümanların Gerçek İslamiyeti Yaşmaması: Atatürk’e göre yukarıdaki durumun kaçınılmaz bir sonucu olarak, dünya üzerindeki Müslümanlar gerçek İslamiyeti yaşamamaktadır. Bu ise, Müslüman toplumların geri kalışlarındaki en önemli sebeplerden birisidir: “Ehli İslamın duçar olduğu zulüm ve sefaletin elbette bir çok müsebbipleri vardır. Alemi İslam hakikati diniye dairesinde Allah’ın emrini yapmış olsalardı, bu akibetlere maruz kalmazdı.”[68]
  3. Osmanlılar ve Eski Türklerde Milli Hakimiyeti’nin Olmaması: Milli hakimiyet kavramına odaklanan Atatürk, daha çok duygusal ve idealist bir yaklaşımla; Osmanlı’dan itibaren bütün Türk tarihini eleştirmiştir: “Yalnız beş altı yüz sene değil, bütün Türk tarihini karıştırdığımız her zamanda memleketi harabiye sevkeden ve milleti, hiçbir zaman kendi saadetiyle iştigale müsaade etmeyen serseri bir idare idi ve o idare tesis ettiği devletleri tarihe tevdi etmek mecburiyet ve mahkumiyetinde kalmıştır.”[69]
  4. Hristiyan-Müslüman Düşmanlığı: Atatürk’e göre Türk-İslam dünyasının geri kalış sebeplerinden birisi de; Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasındaki düşmanlık ve savaşlardır. Bu durumun psiko-sosyal sonuçlarından birisi, İslam dünyasının Batıdaki gelişmeleri nefret ve küçümsemeyle karşılaması olmuştur: “Yine biliyorsunuz ki, İslam alemine dahil cem’iyat ile alemi Hıristiyaniyet kitleleri arasında birbirini gayri kabili af gören bir husumet mevcuttur. Bu husumetin neticesidir ki, İslam alemi garbın her asır bir şekil ve rengi nevin alan terakkiyatından uzak kalmıştı .İşte silahla bu iştigali daimi, hissi husumetle garbin teceddüdatına ademi iltifat, inhi tatımızın esbab ve avamilinden diğer mühim bir sebebini teşkil eder.”[70]
  5. Aydın-Halk Bütünleşmesinin Sağlanamaması: Atatürk, geri kalmışlığın sebepleri arasında Müslüman toplumlarda aydın-halk uyuşmazlığını da göstermektedir. Ona göre en önemli sebep de budur. Gelişmemiş ülkelerde halkın eğilimleri ile aydınların eğilimleri arasında bir zıddiyet vardır. Aydınlar halkı kendi hedeflerine doğru ikna edemeyince, şiddet ve zorbalığa teşebbüs etmektedirler. Atatürk’e göre bu tutum kesinlikle yanlış ve neticesizdir.[71]

Atatürk’e göre aydın-halk çelişkilerinin ortadan kalkması için; aydınların çözümlerinin halkın ruhundan doğması gerekmektedir. Halbuki Müslüman ülkelerde aydınlar kendi toplum ve kültürel değerlerine yabancıdır: “Arkadaşlar, bunda muvaffak olmak için münevver sınıfla halkın zihniyet ve hedefi arasında tabii bir intibak olmak lazımdır. Yani sınıfı münevverin halka telkin edeceği mefküreler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalı. Halbuki bizde böyle mi olmuştur? O münevverlerin telkinleri milletimizin umku ruhundan alınmış mefküreler midir? Şüphesiz hayır,. Münevverlerimiz belki bütün cihanı, bütün diğer milletleri tanır, lakin kendimizi bilmeyiz.”[72]

Atatürk, aydınların diğer milletler için geçerli olan reçeteleri olduğu gibi aktarmalarını şiddetle eleştirmektedir. Çünkü ona göre bir millet için geçerli olan kurtuluş reçetesi, diğer bir millet için helak sebebi olabilir. O halde, Atatürk’e göre yapılması gereken şey; diğer milletlerin ilim ve tecrübelerinden yararlanmak kaydıyla kendi özgün modellerimizin geliştirilmesidir: “Münevverlerimiz milletimi en mes’ut millet yapayım der. Başka milletler nasıl olmuşsa onu da aynen öyle yapalım der. Lakin düşünmeliyiz ki, böyle bir nazariye hiçbir devirde muvaffak olmuş değildir. Bir millet için saadet olan bir şey diğer millet için felaket olabilir. Aynı sebep ve şerait birini mes’ut ettiği halde diğerini bedbaht edebilir. Onun için bu millete gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü ilminden, keşfiyatından, terakkiyatından istifade edelim, lakin unutmayalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz.”[73]

2.6. Atatürk’ün İslamiyet’e Bakışı ve İslamiyet’i Savunması

Atatürk kendisini İslam dinine mensup olarak görmüştür. Dahası İslam dinine hizmet etmek arzusuzu içerisinde olmuştur. Atatürk İstiklal Mücadelesi’ne başlarken çok önemli iki kavrama hizmet etmek arzusu içinde olduğunu ifade etmektedir. Bunlar; din ve millet kavramlarıdır: “İşte bu sırada idi ki, Anadolu’ya mülki ve askeri hususatla muvazzaf olmak üzere ordu müfettişliğine tayin edildim. Bu teveccühü din ve millete hizmet etmek için en büyük bir mazhariyeti ilahiye addeyledim.”[74]

Atatürk, değişik zamanlarda bazı yönetici seçkinler arasında gündeme getirilen; İslamiyetin gelişmeye engel olduğu, bundan dolayı terk edilmesinin gerektiği,[75] yolundaki görüşlere kesinlikle katılmamıştır. Bu çerçevede yapılan tartışmaların birisinde hazır bulunan Kazım Karabekir’e göre, bunların altında Lozan görüşmelerinin büyük etkisi vardır. K. Karabekir’e göre bu tartışmaları dinleyen Atatürk, İslamiyeti engel gibi görenlerin görüşlerini kesinlikle benimsememiştir.[76]

Atatürk’ün bu dönemde yapmış olduğu açıklamalara bakıldığında onun yerli ve yabancı İslam karşıtlarına karşı; İslam dinini savunduğu gayet net bir şekilde görülmektedir. Mesela 1923 yılında, İslam dinini akıl ve bilime ters görenlere karşı şöyle demiştir: “Bizim dinimiz en makul ve en tabii bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa tetabuk etmesi lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen mutabıktır.”,[77] “Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın, tetabuk ettiği bir din olmasaydı ekmel (en güzel) olmazdı, ahir (son) din olmazdı”[78] Atatürk, cumhuriyetin ilan edildiği 29 Ekim 1923 günü bir Fransız gazetecisine verdiği demeçte,[79] İslamiyet aleyhinde fikirler ortaya atan yerli ve yabancılara karşı kesin cevabını bir kez daha tekrarlamıştır: “Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Şuura muhalif, terakkiye mani hiçbir şey ihtiva etmiyor.”[80] Atatürk, Türk milletini dininden uzaklaştırmaya çalışanlara şöyle meydan okumuş ve son noktayı koymuştur: “Milletimiz din ve dil gibi kuvvetli iki fazilete maliktir. Bu faziletleri hiçbir kuvvet, milletimizin kalp ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz!”[81]

2.7. Dini Makyevalizm, Lutherizm ve Atatürk

Niccolo Machiavelli (1469-1527), ulusal birliğin sağlanması yolunda Prens’de bulunmasını istediği özelliklerden birisi de dindarlıktır. Ona göre Prens, öyle olsun ya da olmasın, “şefkatli, sözüne sadık, samimi ve sofu görülmelidir. Prens için bu son özelliğe göre görünmekten daha değerli hiçbir şey yoktur.”[82] Çünkü Machiavelli’ye göre, “din Prensle yurttaşlar arasındaki en kuvvetli bağdır. Prens’de din duygusunun yokluğu, itaat etmemek için ileri sürülebilecek en haklı, en doğru görünen bahanedir.”[83] Machiavelli’nin din karşısındaki bu tutumu, sırf siyasi amaçlar taşımaktadır. Kısacası o, siyasi maslahatlar uğruna dini kullanmayı önermektedir.

Atatürk’ün dinle olan münasebeti, dini Makyevalizm açısından tahlil edildiğinde; onun Makyevalist olmadığı açıkça görülmektedir. Hatta onun, Makyevalizm ile taban tabana zıt olduğu bile söylenebilir. Çünkü Atatürk, dine riyakar bir tarzda bakmamıştır. Ayrıca kendisini sofu gösterme çabasına da girmemiştir. Bu bağlamda Ş. Süreyya Aydemir, onun yapmadığı ibadetleri yapar görünme riyakarlığına hiçbir zaman düşmediği,[84] tespitinde bulunmaktadır. Hatta Atatürk, kendisinin içki içtiğini halktan gizlemeye çalışan yakın çevresine karşı çıkmış ve milletin kendisini olduğu gibi görmesi gerektiğini savunmuştur. Atatürk’ün dini Makyevalizm ile ters düştüğüne dair en önemli bir gösterge de, onun; siyasi gayeler için dinin kullanılmasına olan karşıtlığıdır. O, bir çok konuşmasında dinin siyasete alet edilmesine karşı çıkmıştır. Bu çerçevede 1 Mart 1924 tarihli meclis konuşmasında şöyle demiştir: “Bunun gibi intisap ile mutmain ve mesut bulunduğumuz diyaneti İslamiyeyi asırlardan beri müteamel (yapıldığı) veçhile bir vasıtai siyaset mevkiinden tenziye (temizlemek) ve ila etmek (yüceltmek) elzem olduğu hakikatini müşahede ediyoruz. [Bravo sesleri, alkışlar] Mukaddes ve lahuti (ilahi) olan itikadat ve vicdaniyatımızı muğlak (karışık) mütelevvin (kararsız) olan ve her türlü menfaaat ve ihtirasata (hırslara) sahneyi tecelliyat olan (sahnelik yapan) siyasettin (dış siyasetler) ve siyasetin (iç politikanın) bütün uzviyatından bir an evvel ve katiyyen tahlis etmek (kurtarmak) milletin dünyevi ve uhrevi saadetinin emrettiği bir zarurettir. [Alkışlar] Ancak, bu surette diyaneti İslamiyenin mealiyatı (yüksek değerleri) tecelli eder. (ortaya çıkar) [Çok doğru, öyledir sesleri]”[85] Burada da açıkça görüldüğü gibi, Atatürk’e göre dinin siyasi arenanın dışına çekilmesi, hiçbir zaman din karşıtlığı anlamına gelmemektedir. Aksine, bu tutum milletin dünya ve ahiret saadeti için yapılması gereken bir zarurettir. Dahası, Türk milletinin mensup olmakla bahtiyarlık duyduğu; İslam dininin yüce güzelliklerinin ortaya çıkabilmesi de, buna bağlıdır.

Martin Luther (1483-1546) dinde reform hareketinin, yani Protestanlık hareketinin başlatıcısıdır. Bir din adamı olan Luther, aslında Katolik kilisesinin tam bir din ticareti yapan kurum haline gelmesine tepki göstermiştir. Luther’in Hristiyanlık düşüncesine getirdiği en reformcu görüş; insanların arada bir vasıta olmaksızın Tanrı ile münasebete geçebileceğinin mümkün olduğudur. Böyle bir yaklaşım otomatik olarak kilise teşkilatını gereksiz kılıyor ya da önemsizleştiriyordu.[86] Bazı yerli ve yabancı araştırmacılar Atatürk ile Luther arasında mukayese yapmışlardır. Hatta onu Luther gibi, bir din reformcusu olarak takdim edenler bile olmuştur.

Luterizm açısından Atatürk tahlil edildiğinde, arada çok büyük farkların olduğu ve Atatürk’ü bir din reformcusu olarak takdim etmenin imkansızlığı açıkça görülmektedir. Çünkü, Luther, bir din adamıdır ve Katolik kilisesi karşısında yeni bir mezhep yorumunun gelişmesine öncülük etmiştir. Oysa İslam dininin yapısı gereği, Müslüman toplumlarda kul ile Allah arasına giren kilise teşkilatı ve ruhban sınıfı yoktur. Bundan dolayı onlara tepki anlamı taşıyan bir reformasyonun olması da mümkün değildir. Atatürk bu gerçeği, en basit bir dini bilgi olarak şöyle ifade etmektedir: “Her şeyden evvel şunu en iptidai bir hakikati diniye olarak bilelim ki, bizim dinimizde bir sınıfı mahsus yoktur. Ruhbaniyeti reddeden bu din inhisası kabul etmez.”[87] Şüphesiz Atatürk’ün din anlayışı çerçevesinde bir takım yeni düzenlemeler yapılmıştır. Mesela Saltanat ve Hilafetin kaldırılmış, Şer’iye ve Evkaf Vekaleti sona erdirilmiş, Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Bütün bu düzenlemeler dinin özüne ait değil, dinin siyasetten ayrılmasına yönelik düzenlemelerdir.

Buna rağmen, acaba dinin özü üzerinde de bir takım düzenlemelere teşebbüs edilmiş midir? Eldeki belgeler yorumlandığında, 1923’lerden sonra yavaş yavaş, 1925’ten sonra ise tamamen etkinliklerini arttıran bazı yönetici seçkinlerin etkisiyle; birtakım teşebbüslere girişildiği anlaşılmaktadır. 1923’lerde İslamiyet’ten vazgeçme teşebbüslerinden bir netice alamayan bu seçkinler, 1925 sonrası dinde reform paketini uygulamaya çalışmışlardır. Çünkü bu seçkinler halkın desteğini alamamalarının sorumlusu olarak, dini görmüşlerdir. Kemal Karpat, Lütfi Levonian’dan naklen bu seçkinlerin din anlayışını şöyle tespit etmektedir: “Temelde Materyalist bir hayat görüşü, tamamen sahte bir din anlayışı var. İslamiyet Arap karakteri taşıdığından İslamiyete baş kaldırmış bulunuyorlar. Din ile bilimin, inanç ile bilginin uyuşamayacaklarına, bunların birbirine karşı şeyler olduklarına inandıkları, dini bilgilere ve kitaplara güvenmedikleri için dini reddediyorlar. Dini, ilkel kafalı insanlara has bir şey sayıyorlar.”[88]

Dinde reform yapmaya çalışan bu seçkinler, Atatürk’ü Luther olmaya teşvik etmişlerdir. Ş. Süreyya Aydemir olayı şöyle anlatmaktadır: “Böylece, bir taraftan din tarihi incelemeleri, diğer taraftan halktan gelen veya halka doğru çeşitli etkiler, bundan başka hükümetin kaygıları, endişeleri arasında Gazi bir süre ve sanıyorum ki, oldukça çetin ruh çatışmaları geçirdi.Türkiye’de bir din ıslahatçısı için yapılabilecek belki çok şeyler vardı. Ama Gazi, bütün bunlara rağmen ve her halde bin bir türlü iç hesaplaşmadan sonra: “Ben Luther olmayacağım!” dedi ve işi olduğu yerde bıraktı.”[89]

Sonuç

Psiko-sosyal faktörler açısından Atatürk’ün din karşısındaki tutumu tahlil edildiğinde, onun çocukluktan itibaren birçok dini tecrübe yaşadığı, dini tutumlar sergilediği, Allah’a dua ve niyazda bulunduğu görülmektedir. Atatürk, dinin psikolojik ve sosyolojik gerçekliğini kabul etmektedir. Atatürk, Allah’ın varlık ve birliğini de açıkça ikrar etmektedir.

Atatürk, İstiklal Mücadelesi’nde din faktöründen samimiyetle istifade etmiştir. Savaş sonrası sosyal bütünleşme ve motivasyonda da din faktörüne müracaat etmiştir. Yapmış olduğu bir çok konuşmada dinden kaynaklanan katkılara teşekkürlerini ifade etmiştir. 

Atatürk, din eğitiminin zaruretine inanmaktadır. Bu eğitim hem örgün hem de yaygın olarak yapılmalıdır. Fakat din eğitimi mutlaka ihtisas sahibi kimseler tarafından yapılmalıdır. Atatürk’e göre din eğitiminin gayri resmi unsurlara bırakılması durumunda; din suistimalinin oluşması kaçınılmazdır.

Atatürk, çok eski zamanlardan beri dinin siyasi gayeler uğruna suistimal edildiğine inanmaktadır. Bundan kurtuluşun tek yolu, din ile siyasetin ayrılmasıdır. Bu kesinlikle dinsizlik anlamına gelmemektedir. Tersine bu durum, dinin saflaşmasına hizmet edecektir.

Atatürk, bütün Müslüman toplumları düşünmüş, onların hangi sebeplerden dolayı geri kaldıklarını tespit etmiş ve bundan kurtuluş yollarını göstermiştir. Atatürk’ün bu orijinal tespitleri, geçerliliğini korumaya hala devam etmektedir.

Atatürk, İslamiyet’e yürekten bağlıdır. Ona göre İslam en son ve en güzel dindir. Gelişmeye kesinlikle engel değildir. Müslüman toplumlar gerçek İslam’ı yaşamadıkları için geri kalmışlardır. Atatürk’e göre Türk milleti dilini ve dinini asla kaybetmemelidir.

Atatürk, dini siyasi gayeler uğruna kullanmış bir Makayevalist değildir. O, dinin hurafelerden temizlenip, toplum için daha faydalı bir hale getirilmesinin önemine kesinlikle inanmaktadır. Bununla birlikte o, bir din reformcusu vaziyetine de girmemiştir. Ona göre İslamiyette Lutervari bir reform hareketine gerek yoktur.

Yrd. Doç. Dr. Ahmet Faruk KILIÇ

Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi /Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 16 Sayfa: 524-533


Kaynaklar:
♦ AKIN, F. İlhan, Devlet Doktrinleri, Samim Güniz Basımevi, İstanbul 1962.
♦ ATATÜRKÇÜLÜK, I, Haz. Genel Kurmay Baş., MEB Yay. İstanbul 1997.
♦ AYDEMİR, Ş. Süreyya, Tek Adam III, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1995.
♦ BORAK, Sadi, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç Yazışma ve Söyleyişleri. Kaynak Yay. İstanbul, 1997.
♦ DÖNMEZ, Şerafettin, Atatürk’ün Çağdaş Toplum ve Din Anlayışı, Ayışığı Yay., İstanbul 1998.
♦ FİCHTER, Joseph, Sosyoloji Nedir?, Çev. Nilgün Çelebi, Attila Kitabevi, Ankara 1994.
♦ GÜNAY, Ünver, Din Sosyolojisi, İnsan Yay., İstanbul, 1998. 
♦ GÜRTAŞ, Ahmet, Atatürk ve Din Eğitimi, Diyanet İş. Baş. Yay., Ankara 1981.
♦ HELD, David, ANDERSON, James, States and Societies, Basil Blackwell, Oxford, 1986. HÖKELEKLİ, Hayati, Din Psikolojisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., Ankara, 1993.
♦ İŞMEN, Bülent, “Müslüman mı kalalım, Hıristiyan mı olalım?”, Nokta 12-18 Mart 1995.
♦ KARPAT, H. Kemal, Türk Demokrasi Tarihi, İstanbul Mat., İstanbul, 1967.
♦ KOCATÜRK, Utkan, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Edebiyat Yay., Ankara, trs.
♦ MUMCU, Uğur, Kazım Karabekir Anlatıyor, Tekin Yay., İstanbul, 1993.
♦ Nutuk, I, II, III, M. E. B. Yay., İstanbul 1996.
♦ ÖZTÜRK, Kazım, Atatürk’ün TBMM Açık ve Gizli Oturumlardaki Konuşmaları, I, II, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1992.
♦ PARLA, Taha, Türkiye’de Anayasalar, Yeni Yüzyıl Kitaplığı, İletişim Yay., trs.
♦ PEKEL, İhsan, Atatürk’ü Anlamak ve Anmak, Kültür B. Yay, Ankara, 1998.
♦ PEKER, Hüseyin, Din Psikolojisi, Sönmez Matbaası, Samsun, 1993.
♦ SEZEN, Yümni, Tarihi Maddeciliğin Tahlil ve Tenkidi, Veli Yay., İstanbul 1984.
♦ SEZEN, Yümni, Sosyoloji Açısından Din, İFAV. Yay. İstanbul, 1988.
♦ ŞENEL, Alaeddin, Siyasal Düşünceler Tarihi, Bilim ve Sanat Yay., Ankara, 1996.
♦ TİMUR, Taner, Türk Devrimi ve Sonrası, İmge Yay., Ankara 1997.
♦ TÜFEKÇİ, D. Gürbüz, Atatürk’ün Düşünce Yapısı, Aydın Mat., Ankara, 1981.
♦ TÜMER, Günay, KÜÇÜK, Abdurrahman, Dinler Tarihi, Ocak Yay., Ankara 1993.
♦ B. M. M. Zabıt Cridesi, Devre II, C. 7, TBMM Matbaası, Ankara, 1968.
♦ Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. I, II, III, Türk Tarih Kurumu Yay., Ank., 1989.
♦ Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II, III, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yay. Ank., 1959, 1961.
Dipnotlar :
[1] Ünver Günay, Din Sosyolojisi, İnsan Yay., İstanbul, 1998, s. 213.
[2] Bkz. Hayati Hökelekli, Din Psikolojisi, T. D. V. Yay., Ankara, 1993, s. 131.
[3] A.g.e., s. 263.
[4] Bkz. Ş. Süreyya Aydemir, Tek Adam, C. III., Remzi Kitabevi, İstanbul, 1995, s. 491.
[5] A.g.e., s. 491.
[6] Şerafettin Dönmez, Atatürk’ün Çağdaş Toplum ve Din Anlayışı, Ayışığı Yay. İstanbul 1998, s. 153, 154.
[7] Hüseyin Peker, Din Psikolojisi, Sönmez Matbaası, Samsun, 1993, s. 88.
[8] A.g.e., s. 95.
[9] İhsan Pekel, Atatürk’ü Anlamak ve Anmak, Kültür B. Yay., Ankara, 1998, s. 29.
[10] Bkz. a.g.e., s. 29.
[11] Hökelekli, a.g.e., s. 211.
[12] A.g.e., s. 213.
[13] Atatürkçülük, C. I, Haz. Genel Kurmay Baş., M. E. B. Yay. İstanbul, 1997, s. 464,
[14] Nutuk, C. I, M. E. B. Yay., İstanbul, 1996, s. 417.
[15] A.g.e., s. 419, 420.
[16] Bkz. a.g.e., s. 431, 432.
[17] Kazım Öztürk, Atatürk’ün TBMM Açık ve Gizli Oturumlardaki Konuşmaları, C. I, Kültür Bakanlığı Yay. Ankara, 1992, s. 870.
[18] A.g.e., s. 871.
[19] A.g.e., s. 764.
[20] Öztürk, C. II., a.g.e., s. 1012.
[21] Yümni Sezen, Sosyoloji Açısından Din, İFAV Yay., İstanbul, 1988, s. 12.
[22] Peker, a.g.e., s. 152.
[23] Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yay. Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleyişleri, Kaynak Yay. İst. 1997, s. 216.
[24] Joseph Fichter, Sosyoloji Nedir?, Çev. Nilgün Çelebi, Attila Kitabevi, Ankara 1994, s. 123, 124.
[25] Atatürkçülük I, a.g.e., s. 452.
[26] Bkz. Yümni Sezen, Tarihi Maddeciliğin Tahlil ve Tenkidi, Veli Yay., İstanbul 1984, s. 365.
[27] Bkz. İlhan F. Akın, Devlet Doktrinleri, Samim Güniz Basımevi, İstanbul 1962, s. 205-207, 240.
[28] Bkz. Peker, a.g.e., s. 53.
[29] Bkz. Günay Tümer, Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ocak Yay. Ankara, 1993, s. 430
[30] Bkz. Peker, a.g.e., s. 53.
[31] Atatürkçülük I, a.g.e., s. 454.
[32] A.g.e., s. 454.
[33] Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Edebiyat Yay., Ankara, trs., s.
[34] Hökelekli, a.g.e., s. 142.
[35] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II., Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, 1989 s. 208, 209.
[36] A.g.e., s. 442.
[37] Öztürk, C. I., a.g.e., s. 501.
[38] A.g.e., s. 312.
[39] A.g.e., s. 317.
[40] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II, Türk Tarih Kurumu Yay., s. 13.
[41] Öztürk, C. I. a.g.e., s. 30.
[42] Bkz. Taner Timur, Türk Devrimi ve Sonrası, İmge Yay., Ankara 1997, s. 114.
[43] Bkz. Ahmet Gürtaş, Atatürk ve Din Eğitimi, Diyanet İş. Baş. Yay., Ankara 1981, s. 158.
[44] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II, Türk Tarih Kurumu Yay., s. 74.
[45] Bkz. Nutuk, C. II, a.g.e., s. 718.
[46] A.g.e., s. 103.
[47] A.g.e., s. 119.
[48] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II, Türk Tarih Kurumu Yay., s. 159, 160.
[49] A.g.e., s. 90.
[50] A.g.e., s. 96.
[51] Öztürk, C. II, a.g.e., s. 742, 743.
[52] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II, Türk Tarih Kurumu Yay., s. 94.
[53] Öztürk, C. II, a.g.e., s. 745.
[54] Bkz. a.g.e., s. 745.
[55] A.g.e., s. 745.
[56] Atatürkçülük, I, a.g.e., s. 458.
[57] A.g.e., s. 458.
[58] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II, Türk Tarih Kurumu Yay., s. 94.
[59] T. B. M. M. Zabıt Ceridesi, Devre II, c. 7, TBMM Matbaası, Ankara, 1968, s. 26.
[60] Atatürkçülük, I, a.g.e., s. 458.
[61] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II, Türk Tarih Kurumu Yay., s. 149.
[62] A.g.e., s. 149, 150.
[63] Bkz. a.g.e., s. 104-106.
[64] A.g.e., s. 104-106.
[65] A.g.e., s. 186.
[66] A.g.e., s. 142, 143.
[67] Bkz. a.g.e., s. 143.
[68] A.g.e., s. 95, 96.
[69] A.g.e., s. 84.
[70] A.g.e., s. 143, 144.
[71] Bkz. a.g.e., s. 144.
[72] A.g.e., s. 144.
[73] A.g.e., s. 145.
[74] Öztürk, C. I, a.g.e., s. 6.
[75] Bkz. Bülent İşmen, “Müslüman mı kalalım, Hıristiyan mı olalım?”, Nokta, 12-18 Mart 1995, s. 27.
[76] Bkz. Uğur Mumcu, Kazım Karabekir Anlatıyor, Tekin Yay., İstanbul, 1993, s. 95-99.
[77] Atatürkçülük, I, a.g.e., s. 454.
[78] A.g.e., s. 454.
[79] Bkz. Gürbüz D. Tüfekçi, Atatürk’ün Düşünce Yapısı, Aydın Mat., Ankara, 1981, s. 135
[80] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. III, Türk İnkılap Tar. Ens. Yay., Ankara, 1961, s. 70.
[81] Atatürkçülük, C. I, a.g.e., s. 456.
[82] David Held, James Anderson, States ant Societies, Basil Blackwell Ltd, Oxford, 1986, s. 67.
[83] Alaeddin Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, Bilim ve Sanat Yay., Ankara, 1996, s. 306.
[84] Bkz. Aydemir, C. III, a.g.e., s. 492.
[85] Öztürk, C. II, a.g.e., s. 1019.
[86] Bkz. Şenel, a.g.e., s. 294.
[87] Atatürkçülük, I, a.g.e., s. 462.
[88] Kemal Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, İstanbul Mat., İstanbul, 1967, s. 55.
[89] Aydemir, III, a.g.e., s. 495, 496.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.