Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Atatürk Avrupa’yı Anlatıyor

0 11.153

Prof. Dr. Cihan DURA

Bu yazıda Mustafa Kemal Atatürk Avrupa’yı anlatıyor. Ölümsüz Mustafa Kemal güncelliyor, tamamlıyor, düzenliyor.
İki Mustafa Kemal vardır: Biri benim, et ve kemikten, geçici Mustafa Kemal… Diğeri Ölümsüz Mustafa Kemal… Onu “ben” kelimesiyle anlatamam; o, ben değildir, o bizdir! O, ülkemizin her köşesinde yeni fikir ve yeni hayat için, büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasıyım sadece. Benim girişimlerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sensin; o Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan Mustafa Kemal, yaşaması ve başarılı olması gereken, Ölümsüz Mustafa Kemal sizlersiniz!

1- Avrupalıların Türkiye hakkındaki bütün istekleri; ülkemiz üzerindeki çıkarlarını en yüksek derecede, sürekli ve emin bir şekilde sağlamaları olmuştur. Çıkarlarına uygun zemini hazırlama ve temin için dayanmak istedikleri sebep ve bahaneler ikiydi: Hükümetlerin aczi, azınlıkların korunması için teminat… Bunları günümüzde de aynen kullanıyorlar.

2- Türkiye bu duruma nasıl düştü? Sürekli ilerleyen Avrupa karşısında neler yaşadı, nelerle karşılaştı? Bu konuyu bir meclis konuşmamda uzun uzun irdeledim, Tarih 6 Mart 1922… O konuşmamda Avrupa devletlerinin Türkiye’nin zararı üzerine kurulduğunu, uygarlaştırma bahanesiyle içimize nüfuz ettiklerini, devlet adamlarımızı etkilediklerini, oysa bir ülkenin yabancıların öğüt ve planlarıyla yükselemeyeceğini, Türkiye’nin bu yanlış zihniyet yüzünden gerileyip ahlak bakımından düştüğünü anlattım. Şunları söyledim:

3- Düşmanlarımızın ne karakterde olduklarını ve bunların Türkiye üzerindeki hırslarının ne kadar eski olduğunu sizlere açıklamak isterim: Hepimiz biliyoruz ki, Avrupa’nın en önemli devletleri Türkiye’nin zararı ile, Türkiye’nin gerilemesiyle kurulmuştur. Bugün bütün dünyayı etkileyen, millet ve ülke hayatımızı tehdit eden en kuvvetli açılımlar Türkiye’nin zararı ile yapılmıştır. Eğer karşılarında kuvvetli bir Türkiye olsaydı denilebilir ki, İngiltere’nin bugünkü siyaseti olmayacaktı. Türkiye Viyana’dan sonra Peşte ve Belgrat’ta mağlup olmasaydı, Avusturya-Macaristan siyaseti işitilmeyecekti. Fransa, İtalya, Almanya da hayat ve siyasetlerine aynı kaynaktan esinlenmiş olarak açılım ve kuvvet vermişlerdir.

4- Arkadaşlar! Bir şeyin zararıyla, bir şeyin imhasıyla yükselen şeyler, elbette onlardan zarar görmüş olanı alçaltır. Gerçekten Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve uygarlaşmasına karşılık Türkiye, aksine gerilemiş, düşme vadisinde yuvarlanadurmuştur. Türkiye’yi imhaya girişenler, Türkiye’nin imhasında çıkar ve hayat görenler yalnız olmaktan çıkmışlar, aralarındaki çıkarları denkleştirerek birleşmişler, ittifak etmişlerdir. Bunun sonucu olarak birçok zekâlar, duygular, fikirler Türkiye’nin imhası noktasında yoğunlaştırılmıştır.

5- Bu yoğunlaşan şey, yüzyıllar geçtikçe gelecek kuşakları adeta tahrip edici bir gelenek şeklini almıştır. Bu geleneğin Türkiye’nin hayat ve varlığı üzerinde devamlı uygulanması sonucu olarak en nihayet Türkiye’yi ıslah etmek, Türkiye’yi uygarlaştırmak gibi birtakım görünüşteki vesilelerle, bahanelerle Türkiye’nin iç hayatına, iç yönetimine girmişler, nüfuz etmişlerdir. Böyle elverişli bir zemin hazırlamak kudretini, kuvvetini kazanmışlardır. Halbuki arkadaşlar, bu kudret ve bu nüfuz Türkiye ve Türkiye halkında mevcut olan ilerleme cevherine, zehirleyici ve yakıcı bir madde ilave etmiştir. Bunun etkisi altında olmak üzere milletin ve özellikle devlet adamlarının zihinleri tamamen bozulmuştur.

6- Artık hayat bulmak için, durumu iyileştirmek için, insan olmak için mutlaka Avrupa’dan öğüt almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler açılım buldu. Halbuki hangi bağımsızlık vardır ki, yabancıların öğütleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin. Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir.

7- Tarihte böyle bir olay kaydetmek girişiminde bulunanlar acı sonuçlarla karşılaşmışlardır. İşte Türkiye de bu fikir yanlışıyla, bu zihniyet yanlışıyla malul (hasta) olan bir takım ricalin yüzünden her saat, her gün, her yüzyıl biraz daha gerilemiş ve daha çok düşmüştür. Arkadaşlar, bu düşüş, bu gerileme yalnız maddiyatta olsaydı hiçbir önemi yoktu. Ne yazık ki Türkiye ve Türkiye halkı, ahlaken de düşüyor. Bu durum incelenirse görülür ki, Türkiye Doğu maneviyatı ile başlayan ve Batı maneviyatı ile sona erdirilen bu yol üzerinde bulunuyordu. Batı ve Doğu’nun birleştiği yer üzerinde bulunduğumuzu ve ona yaklaştığımızı zannettiğimiz takdirde Batı aslî mayası olan Doğu maneviyatından tamamen kopuyoruz, yalnızlaşıyoruz. Hiç şüphesizdir ki, bugün bu ülkeyi, bu milleti mahvolma ve yok olma çıkmazına sevk etmekten? başka netice beklenmez.

8- Ne yazıktır ki, bütün bunlara rağmen, düşman karşısında ancak suskunluk vardı, aşağılık duygusu, teslimiyetçilik vardı. Meclis’i bu zayıflığımıza karşı uyardım, özetle dedim ki, kurtuluş için yeni bir maneviyat gerekir. Düşmana karşı varlığımızı savunma vasıtalarımız vardır.  Düşmanlarımız bizi içerden yıkmaya çalışıyor, bir Kürdistan sorunu çıkarmak için uğraşıyorlar. Meclis ne kadar birlik olursa iç ve dış cephelerde o kadar güvenli oluruz. İşte söylediklerimin ayrıntıları:

9- Arkadaşlar, bu düşüşün ortaya çıkışı korku ile, aciz ile başlamıştır. Türkiye ve Türkiye halkı ve nasılsa bunların başına geçmiş olan birtakım insanlar, galip düşmanlar karşısında suskunluğa mahkûmmuş gibi Türkiye’yi âtıl ve çekingen bir halde tutuyorlardı. Ülkenin ve milletin çıkarları gereğini yapmakta kararsız ve korkak idiler. Türkiye’nin düşünen insanları adeta kendi kendilerine hakaret ediyorlardı. Diyorlardı ki, biz adam değiliz ve olamayız. Kendi kendimize adam olmamıza ihtimal yoktur. Bizi, kayıtsız koşulsuz canımızı, tarihimizi, varlığımızı, düşman olan ve düşman olduğuna hiç şüphe edilmeyen Avrupalılara teslim etmek istiyorlardı. “Bizi onlar idare etsin” diyorlardı.

10- Konuşmama şöyle devam etmiştim: Türkiye’yi tuttuğu bu hastalıklı yollardan, tükenişe ve yok olmaya götüren bu vadiden kurtarabilmek için, bütün âlimlerin keşfedebildikleri bir hakikat vardır. O da Türkiye’nin düşünen kafalarını yeni bir imanla ele geçirmekti. Milleti düştüğü felaket çıkmazından kurtarabilmek için millete benliğini tanıtarak, haysiyetini tanıtarak, hayat ve bağımsızlığını kurtarmak için uğraşmaya yetenekli olduğunu anlatmakta yeni bir maneviyatın gelişmesi lazım geliyordu. Bu maneviyat ise hükümet anlayışının kökten değiştirilmesi ile mümkün olabilirdi.

11- Bu vesile ile, düşmanlara karşı varlığımızı koruma hususunda ve hedefimize güvenli adımlarla yürüyebilmek için mevcut olan savunma vasıtalarımızı şöyle hatırlattım.

12- Bizim üç vasıtamız vardır: Bunlardan ilki ve asıl olan en önemlisi, doğrudan doğruya, millettir. Hayat ve bağımsızlığı için, milletin kalp ve vicdanında tecelli etmiş olan arzu ve emellerin gelişmesindeki sağlamlıktır, kuvvettir. Millet bu gönülden arzusunu ne kadar kuvvetle göstermekte başarılı olursa, bu vicdanî emelini ve bu emelin gerçekleşmesindeki azim ve imanı göstermekte ne kadar başarılı olursa, düşmanlarımızın saldırılarına karşı o kadar kuvvetli bir savunma vasıtasına sahip olduğumuza kani olabiliriz.

13- İkinci savunma vasıtamız; bu milletin hakiki ve yetki sahibi temsilcilerinden meydana gelen yüksek heyetin arzusu, millî hakikati göstermekte ve ispatta, bunun gereklerini uygulamada göstereceği azim ve kahramanlıktır. Yüksek heyet dünyaya karşı ne kadar çok dayanışma ve birlik halinde bu millî arzuyu tecelli ettirirse, hiç şüphe etmemeliyiz ki, düşmanlarımızın, Emperyalizm’in, saldırılarına karşı çok kuvvetli ve en kuvvetli savunma vasıtasına sahip olmuş oluruz.

14- Arkadaşlar, üçüncü savunma vasıtamız, milletin silahlı evlâtlarından oluşan, düşman karşısında toplanmış bulunan ordumuzdur. Bu kuvvetlerle düşmana karşı tasavvur edilmiş olan cepheler, ikiye ayrılabilir: İç cephe, görünürdeki cephe… İç cephe, asıl olan cephe, bütün ülkenin aynı fikir ve kanaatte olarak, tek vücut olarak kurmuş olduğu cephedir. Görünürdeki cephe, doğrudan doğruya ordumuzun düşman karşısında göstermekte olduğu cepheden ibarettir. Görünürdeki cephenin, ordu cephesinin sarsılması, değişmesi, mağlup olması, çözülmesi hiç bir zaman bir milleti ve bir ülkeyi mahvedemez. Bunun hiçbir önemi yoktur. Asıl önemli olan, ülkeyi temelinden yıkan ve halkını esir eden, iç cephenin düşmesidir.

15- İşte bu hakikati bizden daha iyi bilen düşmanlarımız ki, başta en alçak düşman olan İngilizler, asıl bu cepheyi yıkmak için iki üç yıldan beri, daha doğrusu yüzyıllardan beri çalışmaktadırlar. Bilindiği gibi, bir kale içinden yıkılır. İşte düşmanlarımız da, bizi içimizden yıkmaya çalışıyor. Düşmanlarımızın, bizce bilinen -bilinmeyeni daha çoktur şüphesiz- zehirli girişimleri gerçekten korkunçtur. Hiç kuşkusuz iddia edebiliriz ki, her birimizin şahıslarına temas edebilecek mikroplara ve araçlara bile sahiptirler. Düşmanlarımız bu uğurda her türlü fedakârlığa katlanmaktan kaçınmıyor. Çünkü Türkiye’nin mahvı, kendi hayatlarıyla karşılıklı bir durum oluşturuyor. Dolayısıyla en çok önemle üzerinde durdukları, bu millî girişimleri içerden yıkmaktır, iç cepheyi yıkmaktır.

16- Evet, başta en alçak düşman olan İngilizler, düşmanlarımız; asıl iç cepheyi yıkmak için yüzyıllardan beri, bugün de çalışmaktadırlar. Güneydoğumuzda bir Kürdistan sorunu ortaya çıkarmak, oradaki masum halkın fikirlerini karıştırmak,  ihlal etmek ve genel birliği bozmak için her türlü girişimde bulunmuşlardır. 12/315, 1922

17- Gerek bu iç cepheyi ayakta tutmakta, gerek iç cephenin dayandığı ordu cephesinin kuvvet ve maneviyatını korumakta önlem alacak olan, yüksek heyettir. Yüksek heyetiniz ne kadar çok birlik ve dayanışmada içtenlikli olarak ileri görüşlü hareket ederse, iç ve dış cephelerden o kadar emin ve müsterih olabiliriz. Yüksek heyetinizin harekât fiilleri ve bütün durumları düşmana umut verici olmadıkça, iç ve dış cephelerin yerinden oynamasına imkân yoktur.

18- Teşekküre değerdir ki, şimdiye kadar yüksek heyetiniz milletin mülk ve ülke çıkarlarının arzu ettiği çerçevede büyük bir vakar ve onurla hareket etmektedir. Böyle olmakla birlikte, düşmanlarımız aramızda meydana gelen en ufak bir söz anlaşmazlığından bile yararlanma çarelerini aramaktadır. Tam bir kesinlikle arz ederim ki, bu gibi emeller peşinde dolaşmaktan düşmanlarımız umutsuz kalsaydı, hiç şüphe etmeyiniz ki, şimdiye kadar sorun bitmiş olurdu. Fakat ne yazık ki, istemeyerek ve bazı durumların zorlamasıyla, düşmanlarımıza umut ve emel verecek kokuların ortaya çıkması engellenemiyor.

***

19- Yurttaşlarım, Batı’da tarihî bir Türk düşmanlığı vardır; ne yazık ki, bugün de devam etmektedir. Diplomaside “Şark Meselesi” olarak karşımıza çıkmıştır. Millî Mücadele yıllarında yaptığım kimi konuşmalarımda bu konuya da değindim, şunları söyledim:

20- Yüzyıllardan beri düşmanlarımız, Avrupa milletleri arasında Türklere karşı kin ve düşmanlık fikirleri telkin etmişlerdir. Batı zihinlerine yerleşmiş olan bu fikirler, özel bir zihniyet vücuda getirmiştir. Bu zihniyet hâlâ her şeye ve tüm olaylara rağmen mevcuttur. Avrupa’da hâlâ Türk’ün her türlü ilerlemeye düşman olduğu, manen ve fikren gelişmeye yeteneksiz olduğu sanılmaktadır. Bu büyük bir hatadır. Yanıtımı basitleştirmek için size şu örneği vereceğim: Varsayınız ki, karşınızda iki adam var; bunlardan biri zengin ve emrine her türlü araç hazır; diğeri ise yoksul ve elinde hiçbir araç mevcut değil. Bu araç yokluğundan başka ikincinin manevî ruhunun da diğerinden hiç farkı ve geriliği yoktur. İşte Avrupa ile Türkiye birbirine karşı bu durumdadır.

21- O Avrupa ki entrikacıdır, bize her vesile ile cinayet isnat eder. Medeni özellikleri tekeli altına almıştır. Bizi geri olmaya mahkûm bir kavim olarak tanır. Bununla yetinmez, yıkımımızı çabuklaştırmak için, ne yapmak lazımsa yapmıştır, yapar. Batı ve Doğu zihinlerinde birbiriyle çatışan iki ilke söz konusu olduğu zaman, bunun en önemli kaynağını bulmak için Avrupa’ya bakmalı. İşte Avrupa’da sürekli olarak mücadele ettiğimiz böyle bir zihniyet mevcuttur.

22- Yabancıların bize yönelttiği iki iftira, zalimlik ve yeteneksizliktir. Bu iftiraları Ankara’ya ilk gelişimde,  eşraf ve ileri gelenlere yaptığım konuşmada yanıtladım. Yanlış olduğunu ortaya koydum. Şöyle çürüttüm:

23- Yabancılar kendi ekonomik ve siyasi çıkarlarını sağlamak için, aleyhimizde icat ettikleri iki görüşü uygulamaya başladılar. Bu görüşlerden birincisi, sözde milletimizin, Müslüman olmayan unsurları eşitlik ve adalet ilkesine uygun olarak yönetmeye muktedir olmadığı… İkincisi de sözde milletimizin, tamamiyle yetenekten yoksun olduğundan bayındır olan yerlere girip oraları harabeye çevirdiği… Birincisi ile millete zalimlik isnat ediyorlar, ikincisi ile yeteneksizlik… Eğer bu iki görüş gerçekten doğru olsa idi, milletimizin bağımsız yaşamaya hakkı olduğu iddia edilemezdi. Gerçekten zulüm, uygarlıkla bağdaştırılamaz. Yeteneksizlik de affedilecek bir şey değildir. Çünkü milletler işgal ettikleri arazinin gerçek sahibi olmakla beraber, insanlığın vekilleri olarak da o arazide bulunurlar. O arazinin servet kaynaklarından kendileri istifade eder ve dolayısıyla bütün insanlığı istifade ettirmekle yükümlüdürler. Bu prensibe göre bundan aciz olan milletlerin, beka ve bağımsızlık hakkına layık olmamaları lazım gelir. Halbuki bu görüşler bizim hakkımızda kesinlikle doğru değildir. Her ikisi de tümüyle iftiradır. Milletimizin yeteneksiz olmadığı tarihte ve mantık bakımından sabittir.

24- Milletimiz, küçük bir aşiretten vatanında bağımsız bir devlet kurduktan başka, Batı dünyasına, düşman içine girdi ve orada çok büyük güçlükler içinde bir imparatorluk kurdu. Ve bu imparatorluğu da altı yüz yıldan beri büyük bir şevket ve azametle devam ettirdi. Bunu başaran bir millet, elbette yüksek siyasal ve idarî niteliklere sahiptir. Böyle bir durum yalnız kılıç kuvvetiyle elde edilemezdi. Dünyaca bilinmektedir ki, Osmanlı Devleti pek geniş olan ülkesinde bir sınırından diğerine ordusunu olağanüstü hızla ve tamamen donatılmış olarak naklederdi. Ve bu orduyu aylarca ve belki de yıllarca besler ve idare ederdi. Böyle bir hareket yalnız ordu teşkilatının değil, bütün idarî bölümlerin olağanüstü mükemmelliğine ve kendilerinin yetenekli olduğuna kanıttır.

25- Milletimizin zalim olduğu iddiasına gelince, bu da sadece iftiradan, katıksız bir yalandan başka bir şey değildir. Oysa hiçbir millet, yabancı unsurların inanç ve âdetlerine bizim milletimizden fazla saygı göstermemiştir. Hatta denilebilir ki başkalarının dinine ve milliyetine saygılı olan tek millet bizim milletimizdir. Fatih İstanbul’da bulduğu dinî ve millî teşkilâtı olduğu gibi bıraktı. Rum Patriği, Bulgar eksarhı ve Ermeni kategigosu gibi Hristiyan dinî başkanları ayrıcalık sahibi oldular. Kendilerine her türlü serbestlik verildi. İstanbul’un fethinden beri, Müslüman olmayanların mazhar oldukları bu geniş ayrıcalıklar, milletimizin din ve siyaset bakımından dünyanın en hoşgörülü ve cömert bir milleti olduğunu ispatlayan en açık kanıttır. Ülkemizde yaşayan Müslüman olmayan unsurların başına ne gelmişse, kendilerinin, yabancı entrikalara kapılarak ve ayrıcalıklarını kötüye kullanarak vahşice takip ettikleri ayrılma siyaseti sonucudur.

26- Dört yıl sonra Cumhuriyet’in ilanı vesilesiyle yaptığım konuşmada ise bu görüşlerimin yeni kanıtlarını vurguladım: Yüzyıllardan beri Doğu’da mağdur ve mazlum olan milletimiz, Türk milleti, gerçekte yaratılıştan sahip olduğu hasletlerden yoksun kabul ediliyordu. Son yıllarda milletimizin fiilen gösterdiği yetenek, eğilim, idrak, kendi hakkında kötü zanda bulunanların ne kadar gafil ve ne kadar incelemeden uzak, görünüşe aldanan insanlar olduğunu pek güzel kanıtladı. Milletimiz sahip olduğu nitelikleri ve liyakatini, hükümetimin yeni adıyla uygarlık dünyasına daha çok kolaylıkla göstermeyi başaracaktır.

27- Ben halkımı bütün varlığımla, yürekten seven, onunla bir araya gelmeye, karşılıklı konuşmaya can atan bir lider oldum. Yaptığım o konuşmalardan biri de, 2 Şubat 1922’de verdiğim,  saatler süren İzmir nutkumdur. Söylevimde değindiğim pek çok konudan biri de, Batı’nın milletimiz hakkındaki kötü zannıdır, Şark meselesidir. Bu sorunun tarihî boyutunu ortaya koydum, ne yapmamız gerektiğini açıkladım:

28- Yurttaşlarım! Babalarınızdan, dedelerinizden, her tanıdığımızdan işittiğiniz, kitaplarda okuduğunuz ve adına da Şark Meselesi, Doğu Sorunu denilen bir şey vardır. Bu Doğu Sorunu, belki başlangıçta yaptığım bazı safhalarla intikal temin olunur bir görüştür. Fakat bütün o kapsamlı anlamlardan gözümüzü ayırarak bugünkü değil, dünkü duruma gelecek olursak, doğrudan doğruya anlaşılması lazım gelen şey; Osmanlı devletinin yıkılması, tarihten, coğrafyadan, haritadan çıkarılması, silinmesi için Batı’nın duyduğu şiddetli arzu idi. Çünkü Batı öyle bir zihniyet hâsıl etmişti ki Osmanlı Devleti’ni yıkmakla, Osmanlı Devleti’ni meydana getiren aslî unsur da kendiliğinden yıkılmış olacaktır. Tabii çok esaslı olarak aldandıkları bir şeydi. Ancak, birincisinde başarılı oldu. Osmanlı Devleti’ni yıktı ve tarihe geçirdi. Fakat ikincisinde başarılı olamadı, olamaz ve olamayacaktır. Ancak bunda da gafildirler. Zira bu Doğu Sorunu adı altında Osmanlı Devletini ve Türk unsurunu, devletler kuran, büyük imparatorluklar yaratma kuvvet ve kudretinde bulunan Türk Milletini mutlaka mahvetmek hususunda var olan kanaat pek derindir. Bugünkü Avrupa diplomatlarının kafalarında hâsıl olmuş bir görüş de değildir. Bundan önce, çok ve çok öncekileri zamanında yerleşmiştir.

29- Bu adeta babadan evlada irsî olarak geçen bir zihniyet, bir âdet, bir gelenek olmuştur. Onun için Batı’nın bu gelenekten vazgeçmesi, bu miras alınmış zihniyeti değiştirmesi, bozması, itiraf etmek lazımdır ki, o kadar kolaylıkla mümkün olmamıştır ve olmayacaktır. Batı hâlâ bir gerçeği görmek ve itiraf etmek istemiyor: O da eski Osmanlı Devleti’nin yıkılmış olduğunu ve yeni Türkiye Devleti’nin kurulup ortaya çıktığını… Ve öyle bir Türkiye ki, kendi aslına özgü tazeliği ile, imanı ile, azmi ve kudreti ile meydana çıkmıştır. Ve bütün bu niteliklerini şimdiye kadar kendine zulmedenlere, gadredenlere karşı intikamını alabilmek için kullanacaktır.

30- Arkadaşlar; intikamdan söz ettiğim zaman sanılmasın ki, Osmanlı Devletinin çeşitli devirlerinde olduğu gibi şuraya, buraya hücumlar yaparak birtakım insanların, birtakım milletlerin yurtlarına tecavüz etmek suretiyle intikam alacağız. Hayır!… Yeni Türkiye’nin ve hükümetinin ve bunu yaratan, yapan milletin bugünkü ülküsü bu değildir. Yalnız, intikamını zalimlerin zulmünü yıkıncaya kadar kalp ve vicdanından çıkarmayacaktır. Bu dünya bizim kalp ve vicdanımızda düşmanlık duygusu bırakmak istemiyorsa, bizim hakkımızdaki kalp ve vicdanında olan zulmü çıkarsın. Zulüm duygusu baki kaldıkça, intikam duygusu devam edecektir. Bir şairimiz güzel bir şey söylemiştir ki, içimizde bilenler vardır: Garbın cebin-i zalimi affetmedim seni /Türküm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi. İşte arkadaşlar, tek bir kişi kalsak bile düşmanlarımızın kalbinden zulmü çıkaracağız. Ve o zaman diyeceğiz ki, kalbimizde intikam kalmamıştır. Prensibimiz işte bu olacaktır.

Prof. Dr. Cihan DURA

Alıntı Kaynağı: www.cihandura.com

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.