Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Atatürk Anlatıyor: Osmanlı Nasıl Bir Devletti?

0 12.492

Prof. Dr. Cihan DURA

TARİH 17.2.1923… İZMİR İKTİSAT KONGRESİ AÇIŞ NUTKU’NDAN:

1- Efendiler, Osmanlı fatihleri, hakanları, istilacıları; aslî unsur ile birlikte sabanın önünde mağlup olup ricata başladıktan sonra, asıl felaketlerin büyüğü başladı. Sırf padişahın bir ihsanı olarak yabancılara bahşedilmiş olan ve özel lütuf olarak ülke içindeki gayrimüslim unsurlara verilmiş olan her şey kazanılmış haklar kabul edildi. Fakat yabancılar yalnız bu hakları muhafaza ile de yetinmediler; belki onları biraz daha artırmak için çareler aradılar ve buldular.

2- İç unsurlar muhafazaya muktedir oldukları iç teşkilatlarına dayanarak, dışarının daima teşvikine, özendirmelerine ve yardımına sığınarak devletin ve aslî unsurun (Türklerin) imhasıyla siyasi bir varlık kazanmak için çalışmaktan geri durmadılar. Yabancılar bir yandan iç unsurları teşvik ediyorlardı, diğer yandan da kendileri müdahale ediyorlar ve her müdahalede yine devlet ve milletin aleyhine olmak üzere yeni yeni birtakım imtiyazlar, haklar alıyorlardı.

3- Bu devamlı takibat altında zaten yoksul düşmüş olan anayurtta aslî unsur devlete verebilecek parayı güç tedarik ediyordu. Halbuki hükümdarlar, saraylar, Babıaliler mutlaka debdebeye, gösterişe sahip olabilmek için, onu devam ettirebilmek, zevk ve ihtiraslarını temin edebilmek için her ne pahasına olursa olsun, bu parayı elde etmek çaresine girişmişlerdir. O çareler de borçlanmalar oldu. O kadar çok borçlanmalar yapıyorlardı, o kadar kötü şartlar altında borçlanmalar yapıyorlardı ki, bunların faizlerini de ödemek mümkün olmadı. En sonunda bir gün Osmanlı devletinin iflasına hükmettiler. Maliye işleri hemen kontrol altına alınmış ve başımıza Düyunu Umumiye belası çökmüş bulunuyordu.

4- Efendiler milletin içine düşmüş bulunduğu bu acıklı durumun, bu sefaletin nedenlerini arayacak olursak, doğrudan doğruya devlet kavramında buluyoruz. Biliyorsunuz ki, Osmanlı Devleti şahsi saltanat ve en son beş on yıl içinde de meşruti saltanat esasına dayanarak hükümet ediyordu. Şahsi saltanatta her hususa yalnız taç sahiplerinin arzusu, iradesi ve emeli hâkimdir. Milletin emelleri, arzuları ihtiyaçları söz konusu olmaktan çok uzaktır. Bütün millet, emellerinden ve iradesinden yoksun kalmış bulunuyordu. Çünkü taç sahipleri kendilerini Allah tarafından gönderilmiş bir şahsiyet olarak kabul ederlerdi. Bir de taç sahiplerinin etrafını alan çıkarcılar vardı. Onlar da padişahların zihniyetleri ile zihniyetlenirler ve padişahın bu zihniyetini, bu arzusunu semavi bir gerek ve Kur’an’ın bir gereği gibi herkese telkin ederlerdi.

5- Bu gayet koyu ve sürekli telkinler karşısında bütün halk bu arzu ve iradelerin, yapılması lazım gelen, uyulması kayıtsız şartsız gerekli olan semavi iradeler gibi olduğuna kani olurlardı. Böyle irade ve egemenlikten yoksun kalmaya rıza gösteren bir milletin sonu elbette felakettir, elbette musibettir. Arkadaşlar son durduğum noktada artık Osmanlı devleti gerçekte ve fiilen bağımsızlıktan yoksun bir hale getirilmişti.

6- Gerçekten, bir devlet ki, kendi tebaasına koyduğu bir vergiyi yabancılara koyamaz, bir devlet ki gümrük işlemlerini, vergilerini ülkenin ve milletin ihtiyaçlarına göre düzenlemekten menedilir ve bir devlet ki fazla olarak yabancılar üzerinde yargı hakkını uygulamaktan yoksundur, böyle bir devlete elbette bağımsız denemez. Devletin ve milletin hayatına yapılan müdahaleler yalnız bu kadar değil, daha fazla idi. Doğrudan doğruya milletin yaşamsal ihtiyaçlarından olan örneğin demiryolu yapmak için, örneğin fabrika yapmak için, örneğin her şey yapmak için devlet serbest değildi, mutlaka müdahale vardı. Dolayısıyla hayatını teminden men ettirilen bir devlet bağımsız olabilir mi? Arz ettiğim gibi gerçekte devlet bağımsızlığını çoktan kaybetmişti ve Osmanlı devleti yabancıların serbest bir sömürgesinden başka bir şey değildi. Osmanlı halkı içindeki Türk milleti de tamamen esir bir duruma getirilmişti.

7- Bu sonuç, milletin kendi iradesine ve kendi egemenliğine sahip bulunamamasından ve bu irade ve egemenliğin şunun bunun elinde kullanılagelmiş olmasından ileri geliyordu. O halde kesinlikle diyebiliriz ki, biz milli bir devir yaşamıyorduk ve milli bir tarihe sahip bulunmuyorduk. Örneğin, Osmanlı tarihi, baştan sona kadar hakanların, padişahların, şahısların, en nihayet zümrelerin hal ve hareketini kaydeden bir destandan başka bir şey değildir. Geçmişin, yüzyılların elimize tarih diye uzattığı kitabın mahiyeti bundan ibarettir.

8- Mondros Mütarekesi ile açılan mütareke döneminin manzarası, baştan sona kadar bir dağılma manzarasından başka bir şey değildir. Devletler her türlü insani ve medeni anlaşmalardan ve hukuktan ayrılarak ülkemizin en değerli ve en verimli yerlerini çiğnediler. İzmir’i, Bursa’yı, Eskişehir’i ta Sakarya’ya kadar; sonra bütün Adana ve havalisini, Trakya’yı, İstanbul’u, en aziz yerlerimizi çiğnediler.

9- Fakat düşmanların bu hareket biçiminden daha acı ve feci ve daha çok üzüntü duyulacak olan bir nokta varsa, o da bu ülkenin yüzyıllarca başında bulunan, bu milletin irade ve egemenliğini kullanan insanların dahi düşman saflarına geçmiş olmasıdır. Ve arkadaşlar biliyorsunuz, bu düşmanlar, yani iç düşmanlar dış düşmanların yapmadığı ve yapmaya muktedir olamayacağı kötü ve feci fiilleri ve hareketleri yapmakta tereddüt etmemişlerdir. Dış düşman kuvvetleri, saydığım aziz vatan topraklarında bulunurken, padişahın iradesiyle çıkarttığı fetvalarla ve hilafet ordularıyla bu masum millet şurada burada yoldan saptırılıyor ve kandırılıyordu. Gerçekten vatanımızın şurasında burasında isyanlar başlamıştı. Zaten çoktan beri manen ve fiilen bağımsızlığından yoksun bırakılmış olan Osmanlı devletinin bitişine muvaffakiyet hasıl olmuştu. Osmanlı devleti tamamen çökmüştü.

10- Fakat düşmanlarımız aynı zamanda Osmanlı devletini kuran Türk milletinin de, aslî unsurun da, bu ülkenin gerçek halkının da mahvolduğunu ve çöktüğünü sandılar. İşte bunda çok aldandılar. Osmanlı devleti gibi çok devletler kurmuş olan Türk milleti mahvolamaz ve mahvolmamıştır. Tersine, hayatına vurulan bu darbelerden, dış düşmanların ve iç düşmanların bu acı ve nefret edilecek darbelerinden birdenbire bütün saklıklarını, bütün uyanışlarını takındı ve hayatını, şerefini, namusunu kurtarmak için büyük bir azimle başını kaldırdı; birlikte ve dayanışma içinde ortaya atıldı. İşte milletimiz o dakikadan itibaren millî döneme girdi, halk döneminin başlangıcına girdi.

11- Efendiler, milletimiz, kesin kurtuluşa ve gerçek kurtuluşa erişebilmek için, iki prensibe dayanmanın şart olduğunu anladı; büyük ve belirgin kanaatlerle anladı. O prensiplerden birincisi Misak-ı Millî’nin ifade ettiği mana ruhudur. İkincisi Teşkilatı Esasiye Kanunumuzun belirlediği değiştirilemez gerçeklerdir. Biliyorsunuz ki Misak-ı Millî, milletin tam bağımsızlığını temin eden ve bunu sağlayabilmek için ekonomisinin gelişmesine engel olan bütün sebepleri bir daha ve kesin olarak geri gelmemek üzere kaldıran bir prensiptir. Teşkilatı Esasiye Kanunu da Osmanlı İmparatorluğu’nun, Osmanlı Devleti’nin öldüğünü idrak ve ifade eden, onun yerini yeni Türkiye devletinin aldığını ilan eden bir kanundur ve bu devletin hayatının da, kayıtsız şartsız egemenliğin milletin elinde kalmasıyla mümkün olacağını ifade eden ve bildiren bir kanundur, halkın bizzat kendi alın yazısını idare etmesi esasını şart kılan bir kanundur. Artık Türkiye halkı için tek temsilci, kanun yapma ve icra yetkisine sahip olan kendi meclisidir, Türkiye Büyük Millet Meclisidir” diyen bir kanundur ve Babıâli Hükümeti yerine Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ni koyan bir kanundur.

TARİH 22.1.1923… BURSA’DA ŞARK SİNEMASINDA HALKLA YAPTIĞI KONUŞMADAN:

12- Efendiler! Gerçi gayet geniş bir sınıra ve o sınır içinde muazzam bir imparatorluğa sahip bulunuyorduk. Fakat o sonsuz sınır içindeki insan kütleleri hiçbir zaman aslî unsurun lehine bir varlık değillerdi, belki aleyhineydiler. Bu küçük unsur geniş bir alana dağılmaya ve hepsinin üzerinde bir baskı gibi bulunmaya, onları ve sınırları korumaya mecburdu. Yani bekçilik yapıyordu. Herhangi bir maddeyi gayet geniş bir alana dağıttığımız zaman, o madde yoğunluktan, kuvvetten yoksun olur. Fakat aynı unsuru kendisiyle, kendi varlığıyla orantılı boyutta bir doğal muhite koyarsanız, elbette daha yoğun ve kuvvetli olur.

13- Bundan başka, asıl milleti ve ülkeyi kudretli yapan bir şey daha vardır ki, o da yönetim tarzıdır. Görülüyor ki yeni Türkiye devletinin oluşumundan önce millet hiçbir zaman kendi tarihine, kendi hayatına, kendi gönenç ve mutluluk araçlarına sahip olamamıştı. Hatta bu, kendisine düşündürülmemişti bile… Sanki milletin görevi, herhangi bir padişahın hırs ve hevesini, herhangi bir serdarın geniş ve gösterişli hayatını temin için sürüler halinde şuraya buraya gitmekten ibaretti. Fakat bugün böyle değildir. Bugün bütün halk, hepimiz benliğimizin idrakindeyiz. Yazgımıza hâkim bulunuyoruz. Tekrar Viyana’ya gitmek, Mısır’ı fethetmek, Hindistan’da imparatorluk kurmak gibi hayallere kapılacak kimse kalmamıştır. Bütün beynimizi, çalışmamızı bu ülkenin bayındırlığına, refahına ayıracağız. Gayemiz budur ve bu gaye için varlığımızı bile ortaya koymaya hazırız.

Prof. Dr. Cihan DURA

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.