İngilizce kaynaklardan “antik tarih” ile ilgili olarak yapmış olduğumuz kapsamlı araştırmalarımız bizi, Türkleri yakından ilgilendiren son derece önemli bilgi ve bulgulara götürmüştür. Söz konusu araştırma ve bulgulardan elde etmiş olduğumuz sonuçlar, Türkiye’de 1938’den günümüze kadar gelen süreçte, akademik çevrelerin “Antik Türk Tarihine”, gereken önemi vermediklerini ortaya çıkarmıştır. Objektif antik tarih uzmanlarınca[1], varlıkları ve medeniyetleri tarihin derinliğinde binlerce yıl öncesine kadar geriye gittiği belirlenen Türkler on bin yılın üstünde devasa bir zamandan söz edilmektedir. Bu özellikleriyle, dünyada bilinen en eski milletlerin başında gelmektedirler. Türklerin hayranlık uyandıran muazzam görkemli antik tarihlerinin araştırılmayıp, yüzlerce yıl karanlıkta bırakılması ve daha da vahim olanı, bu değerli antik mirasın araştırılmadan, sorgulanmadan, pek çok Türk bilim insanı tarafından ısrarla reddedilmesi, son derece kıymetli olan “antik tarih mirasının” başka milletler tarafından kolayca sahiplenilmesini sağladığı belirlenmiştir. Bilimsel kanıtlar göstermiştir ki, Türkler tarafından sahip çıkılmayan söz konusu bu değerli tarih mirası, “antik kavimlerle akrabalık ilişkileri ve kültürel bağları bulunmayan” ancak güçlü Batılı devletlerce desteklenen Grek ve İtalyanlarca sahiplenilmiştir.
Dünya akademik çevrelerinde büyük dâhilerden biri olduğu kabul edilen, ünlü bilim adamı İsak Nüvtın (İsaac Newton) da, antik tarihe ilgi duyan bilim adamlarından biri olarak, Batı menşeli antik tarihi araştırmış, söz konusu bu tarihte sapma ve çelişkiler tespit ederek, 18. yüzyılda bu konuya dikkat çeken bir kitap yazmıştır.[2] Ancak “Batı menşeli” mevcut antik tarihin, Türkiye’deki bilim çevrelerince 21. yüzyılda dahi sorgulanmaması ve söz konusu bu antik tarihte yer alan “sapma ve hataların, orijini değiştirilmiş antik ad ve yazıların ve de kronolojik hataların”, dünya kamuoyu gündemine getirilmemesi oldukça düşündürücü bulunmuştur. Ayrıca Türkiye müzelerinde sergilenen, “Türk Menşeli” olan antik eserlerin pek çoğunun “tanıtım etiketlerine” “Grek” ya da “İtalyanlarca” değiştirilmiş adların yazılması ve bu eserlerin, söz konusu milletlere mâl edilmesi, tarih ilmi adına kabul edilebilir bir uygulama değildir. Bunların başında da ünlü Etrüsk – Gök – Türk Tanrıçası “Turan” gelmektedir. Muhteşem “Tanrıça Turan Heykellerinin” altına Grekçe “Afrodit” adının, ya da İtalyan yorumuna göre “Venüs” adının yazılmış olması, Türk Milleti adına büyük bir talihsizliktir.
Bu bağlamda makalemizin amacı, bilim çevrelerince “Antik Türk Tarihi” ile ilgili göz ardı edilen, hatta kasıtlı olarak karanlığa terk edilen, son derece önemli bazı kanıtlara ışık tutmak olacaktır. Bilindiği üzere Batılı devletler, 16. yüzyıldan itibaren kurmuş oldukları “sömürge imparatorluklarından” elde ettikleri değerli madenler (özellikle altın ve gümüş), yer altı ve yer üstü kaynakları, sermaye birikimleri ve merkantalist iktisadi devlet politikalarıyla muazzam zenginliklere ulaşmışlardır. Söz konusu bu zenginlikleri sayesinde Batılılar, hayatın en önemli alanlarından biri olan bilime büyük yatırımlar yapmış, bilim insanlarını ve bilimsel çalışmaları azami ölçüde teşvik etmiş ve böylece coğrafi keşiflerde, ilmi ve teknolojik buluşlarda büyük ilerlemeler kaydetmişlerdir. Hıristiyan Batılıların, söz konusu bu gelişmişlik düzeylerine paralel olarak onlarda, yaşadıkları dünyanın geçmişini – antik şehirleri – medeniyetleri – kendi cedlerini merak etme düşünceleri uyanmış ve bu doğrultuda “kendi soylarını ilişkilendirebilecekleri antik atalar arama ihtiyacı” hâsıl olmuştur. Böylece Batılılar, antik şehirleri, tarihi sanat eserlerini, mimari yapıları, kaya ve tablet yazılarını, devasa sarayları, tapınakları, tiyatroları vs… kısacası muhteşem medeniyetleri araştırma ve gün ışığına çıkarma çalışmaları başlatmışlardır. Bu bağlamda 17. yüzyıl sonları ve bilhassa 18. ve 19. yüzyıllar boyunca antik tarih çalışmaları ivme kazanmış, antik şehirlerde keşfedilen tarihi bulgular inceleme altına alınmış, arkeolojik kazı ve keşiflerde önemli gelişmeler kaydedilmiştir.
Ancak antik tarih sahasında tüm bu önemli ve heyecan verici gelişmeler meydana gelirken, söz konusu zaman zarfında Türklerin konu ile ilgili tavırlarına bakıldığında hayretle görülmüştür ki, Türkler, böylesine önemli bir konuya ilgi duymamış, hiçbir şekilde konuya taraf olmamış ve antik tarih sahasında gerçekleşen önemli çalışma ve tartışmaların tamamen dışında kalmışlardır.
Bu bağlamda bu sahadaki önemli çalışma ve gelişmelerin, Türklerin dışında ve doğal olarak Türklerin aleyhine gerçekleşmiş olduğunu müşahede etmiş bulunuyoruz. Türkleri hayati derecede ilgilendiren “antik tarih yazılımı”, Türklere karşı önyargılı oldukları bilinen Batılı devlet ve bilim adamlarının tekelinde kalarak, kaleme alınmış olduğu tespit edilmiştir. Bu bağlamda Türklerin tarihi, Batılılarca tamamen göz ardı edilmiş ve antik tarih, “Avrupa medeniyetini kuranantik kavimlerin torunları olarak görülmek ve gösterilmek istenilen Grek ve İtalyanların” lehine, Türklerin ise aleyhine şekillendirilmiştir. Kanaatimize göre söz konusu bu tespiti yapmak, “Antik Türk Tarihini” gün ışığına çıkarıp, dünya kamuoyunun dikkatine sunabilmenin ilk ve temel adımıdır. Günümüze kadar gelen süreçte dünyaya ezberletilen “Batı Menşeli Mevcut Antik Tarihin” saptırıldığı, bu tarihin taraflı olduğu, kronolojik hatalar ihtiva ettiği ve antik adlandırmaların orijinlerine uygun olmadıkları saptanmıştır. Böylece, ortaya çıkarılan “bilimsel bulgu ve kanıtlara dayanarak”, Batı menşeli antik tarihin “tarihi gerçekleri yansıtmadığını” rahatlıkla ifade edebiliriz.
Araştırmalarımız bize göstermiştir ki, “antik tarih ile ilgili ilmi gerçeklerin” kabul edilip, edilmemesi, sadece “siyasi bir karar” olmaktan öteye hiçbir anlam taşımamaktadır. Türkiye’de pek çok bilim insanı, önyargılı Batılı bilim insanlarıyla söz birliği etmişçesine “Türklerin antik kavimlerle akrabalık bağları henüz ispat edilemedi” cümlesini sürekli tekrar edip durmaktadırlar! Söz konusu bu kişiler, yüzyıllardır süregelen kapsamlı antik tarih çalışmaların ortaya çıkarmış olduğu ilmi bilgi, bulgu ve kanıtlardan haberdar değil midirler? Şayet bu bilgi ve bulgulardan haberdar isiler ve halâ “Antik Türk Tarihini” kabul etmek istemiyorlarsa, o zaman bu kişiler, söz konusu bu tarihi bilgi ve bulgular “Türklerin lehine oldukları” için kabul etmek istemiyorlar demektir ki, bu da oldukça vahim bir durumdur. Dünya kamuoyuna hatırlatmak isteriz ki, aslında bilim “mutlak gerçekleri” özgürce ve cesaretle gün ışığına çıkarmaktır. Bu bağlamda bir konuyu sorgulamadan, çeşitli kaynaklardan araştırarak, kıyaslama ve analizler yapmadan, baştan reddetmek, “bilim” olarak nitelendirilemez.
Araştırmalarımız bize göstermiştir ki, Batılılar “biz ne söylersek, neyi iddia edersek ve bilim diye neyi ortaya koyarsak, ancak onlar doğrudur ve bilimseldir. Bizim iddialarımız kesinlikle sorgulanamaz” düşüncesini “gelişmemiş ülke aydınlarına”, yüzyıllardır öylesine telkin etmişlerdir ki, Türkiye’deki bilim insanlarının pek çoğu, kendi vatanlarının tarihi ile ilgili bilimsel gerçekleri dahi, “Batı onaylamıyor – kabul etmiyor, hatta Batılılar bize gülerler… ” diyerek, ya görmemezlikten gelmektedir. Diğer bir ifadeyle gerçekleri ortaya koymaya çekinmekte ya da en kolay yolu tercih ederek, hatta “Antik Türk Tarihini” toptan reddetmektedirler. Bir başka ifadeyle “Batı, kendi iddia ve çıkarlarının aleyhine olan tarihi gerçekleri neden onaylasın?” diyerek sorgulama gereği bile duymamaktadırlar.
Oysa tüm bilim dallarında olduğu gibi, antik tarih kaynaklarını da tarafsız ve önyargısız olarak araştırıp, incelenmesi gerekmektedir. Çünkü “gün ışığına çıkarılan bilimsel bilgi ve bulgular” mevcut antik tarihin Türkler aleyhine saptırıldığını ortaya koymaktadır. Batılıların, yüzyıllardır Türkler aleyhine geliştirmiş oldukları düşünce ve tutumları, onların antik tarih yazılımına da fazlasıyla yansımıştır. Şöyle ki, “Türk adının, ya da Türklerle ilişkilendirebilecek adların kullanılmamasına ve bazı durumlarda da bu adların ustaca gizlenmesine” özellikle dikkat edilmiştir. Aslında bu yanlı çalışmaları yapanlar açısından bakıldığında, bu davranışları gayet doğaldır, çünkü Türklerin antik tarihini ortaya koymak ve miras haklarını Türklere teslim etmek, Batılıların çıkarlarına ters düşmektedir. Diğer yandan Türkleri ilgilendiren tarihi gerçekleri ortaya çıkarmak onların görevi de değildir.
Batılıların yüzyıllarca korktukları, çekindikleri ve Hıristiyanlığın en güçlü düşmanı olarak nitelendirdikleri, hatta son yüz yıllarda “işgalci, barbar ve kâfir” diyerek aşağıladıkları Türklere[3], kendi bakış açıları ve kendi çıkarları doğrultusunda yazdıkları antik tarihte yer vermeyecekleri açıktır. Bu bağlamda antik tarihte “Türklerle ilişkilendirile bilinen pek çok antik bölge – şehir – kavim – krallık – alfabe – mitoloji – tanrı ve tanrıça” orijinal adlarının, Greklerce sonradan değiştirilerek, gerekli altyapının hazırlandığı tespit edilmiştir. Objektif antik tarih uzmanları, “antik adların, alfabe ve yazıların, farklı milletlerin dillerine karşı nedensiz bir düşmanlık besleyen Greklerce değiştirildiği hususuna” bizzat dikkat çekmişlerdir.[4] Hatta Etrüskler konusunda uzman olan bir antik tarihçi, “Etrüsk Mitolojisi çalışmalarının önündeki en büyük engelin Grekler olduğunu”[5] dile getirmesi dikkat çekicidir. Benzer şekilde, ünlü bir İngiliz gazetesinde “Grek papazların telkinleriyle, kendi dinlerinin (Hıristiyanlığın ) mensubu, dindaşları olan diğer milletlere dahi, Greklerin tahammül göstermeyerek, onlara karşı düşmanca tavır takındıklarının”[6] ifade edilmiş olması ilginçtir.
Greklerce değiştirilmiş olan orijinal Tanrıça adlarının başında “Etrüsklerin Ünlü Aşk Ve Güzellik Tanrıçası Turan” (Grekçe Afrodit) gelmektedir. Batılılarla ilgili olarak edinmiş olduğumuz şahsi tecrübelerimiz, ön bilgi ve araştırmalarımız bize göstermiştir ki, Batılılar “kimliklerinin deşifre edilmesini istemedikleri, bunu kendi çıkarları için tehlikeli ve sakıncalı buldukları antik kavimler” için sürekli olarak “bunlar gizemli kavimlerdir – orijinleri, kimlikleri bilinemiyor, dilleri çözülemiyor vb…” gibi sözler kullanmışlardır. Oysa böyle bir durum söz konusu değildir. Bu söylemler, “Etrüsklerin, Türk orijinini gizlemek” üzere söylenmektedir. Bir antik dil uzmanı bu hususa şöyle bir açıklama getirmiştir; “Grekler, farklı dillere karşı anlaşılmaz bir düşmanlık geliştirmişlerdir. Onlar, Grekçe olmayan – farklı orijini olan kelime ve adları, kendi dil yapılarına göre, başlarına ve sonlarına eklemeler yaparak, değiştirmişlerdir. Grekler, herhangi bir adı ya da kelimeyi, öylesine değiştirmişlerdir ki, artık o ad veya sözcüğün orijinal halini tespit etmek oldukça zorlaşmıştır.”[7] Bir de söz konusu bu “ad değiştirme işleminin” üzerinden yüzlerce yıl geçtiğini ve bu değiştirme işlemine herhangi bir itirazın da olmadığını düşünürsek, durumun vahameti daha iyi anlaşılabilir.
Bu noktada kendimizden de bir örnek vermek, kanaatimize göre konumuza ışık tutacaktır. Ben yirmi küsur yıl yurt dışında, Kuzey Amerika’da yaşadım. Ortaokuldan başlayarak, üniversite yıllarımın sonuna kadar, yetkililer ve hocalarım, (gayri-resmi olarak – telkin yoluyla) benim adım olan “Filiz’f” değiştirmek için sürekli uğraş vermişlerdir… Bunlar, adımı “Philis ya da Liz” gibi adlarla değiştirmek, bu şekilde yazmak ve telaffuz etmek istemişlerdir. Ailem tarafından sağlam bir milli kültürle yetiştirilmiş olduğumdan, ben kesinlikle böyle bir şey yapmalarına müsaade etmedim. Her yerde ve her zaman adımın “Türkçe” şekliyle yazılmasında ve telaffuz edilmesinde ısrarcı oldum. Adımı değiştiremeyince, bu defa dinimi değiştirmeye çalıştılar; “Sen hâlâ Müslüman mısın? Sen bizim aramızda yetiştin, okumuş ve medeni bir insansın, Muhammed’in uydurduğu, o sahte dine inanmaya neden devam ediyorsun, halâ doğru yolu bulamadın mı” diye pek çok kez bana sorulmuştur. Hatta bir keresinde üniversitede ki bir profesör hocam dahi bana bu soruyu sormuştur. Şayet ben Türkçe adımı ve İslam dinimi değiştirmiş olsaydım, zamanla Türk kültürümü ve orijinal kimliğimi de tamamen kaybetmiş olacaktım ki, tarihi süreç incelendiğinde, sağlam bir milli eğitim ve öğretim alamadıklarından dolayı, dünyada “kimlik ve kültür soykırımı akıbetine uğramış” milyonlarca Türk olduğu bilinmektedir. Ne yazık ki bu süreçlerde Grekleşen, Bulgarlaşan, Sırplaşan, Araplaşan, Ruslaşan, Amerikanlaşan Türklerin de olduğu bilinmektedir.
Yukarıda bahsetmiş olduğumuz özet bilgiler ışığında biz, “Afrodit’in Kimliğini” ele alarak, karanlıkta bırakılan “Antik Türk Tarih Sahasını” ışıklandırmak istiyoruz. Greklerin adlandırmasıyla “Afrodit” ve İtalyanların adlandırmasıyla “Venüs” olarak tanıtılan ve söz konusu bu “değiştirilmiş – takma adlarla” zihinlerde pekiştirilen ve binlerce yıldır, her çağda ve bölgede beğeni ve hayranlık uyandırarak, büyük bir üne kavuşan, “Canlılık, Aşk ve Güzellik Tanrıçası” olarak tanımlanan bu tanrıça kimdir ve gerçek adı nedir? Sorusuna verilecek olan cevap, kanaatimize göre aynı zamanda “Antik Türk Tarihi” ile ilgili pek çok konuyu da aydınlığa kavuşturacaktır. Etkin metotlarla, sürekli olarak “Afrodit [8], ya da Venüs” adıyla dünyaya tanıtılan ve ezberletilen söz konusu “Tanrıçanın” gerçek adının “Turan‘ olduğu ve Tanrıça Turan’ın “Çok Tanrılı Etrüsk Din Panteonunda” oldukça önemli bir yere sahip olan bir tanrıça olduğu belirlenmiştir. Hatta antik tarihçiler, Tanrıça Turan’ın, Orta Doğu, Anadolu, Ege Adaları, Balkanlara kadar, yani Doğu’dan Batı’ya geniş bir bölgede, en üst seviyede saygı duyularak, tapılan, fevkalâde önemli bir tanrıça olduğunu ortaya koymuşlardır.[9] Hatta günümüz Grek topraklarının antik çağlarında dahi, Tanrıça Turan’ın merkezi bir ilâh olarak önemli bir tanrıça olmasına ve yaygın bir şekilde tapılmasına rağmen, Greklerce “Afrodit” olarak adlandırılan Tanrıça Turan’ın Grek kökenli olmadığı, “Turan’ın Yakın Doğu Kökenli Bir Tanrıça” olduğu, akademisyen ve yazarların ekseriyeti tarafından kabul edildiği dile getirilmiştir.[10]
Hatta Greklerin “Tanrıça Turan’ı” sahiplenmelerindeki çelişkiye dikkat çekilerek, antik çağlarda Roma ve Grek toplumlarında “kadın statüsünün oldukça aşağı düzeyde olduğu, kadınlara değer verilmediği, onlara isim ve söz hakkı dahi tanınmadığı ve kadınların erkeklerden aşağı görüldükleri” halde Greklerin, “bir kadını tanrıça olarak kabul etmeleri, ona saygı ve sevgi göstermeleri, onu yüceltip, ona tapınmalarının” şüphe uyandırdığı, akıllarda soru işaretleri bıraktığı dile getirilmiştir.[11]
Söz konusu bu husus, antik Grek tarihinin 19. yüzyılda kurgulanarak yazıldığına, Tanrıça Turan’ın aslında Grek kökenli bir tanrıça olmayıp, Turan adının “Afrodit” olarak Greklerce değiştirildiğine işaret eden, önemli ipuçlarından sadece birisidir. Grekçe adlandırma ile Afrodit, gerçek adıyla Tanrıça Turan’ın aslında “Etrüsk Menşeli” bir tanrıça olduğu hususu, pek çok antik tarih kaynağında ifade edilmiştir.[12] Madem Tanrıça Turan Etrüsklü bir tanrıçadır, o halde Batılılarca kasıtlı olarak karanlıkta bırakılmak istenilen “Etrüsk Kimliği” mutlaka gün ışığına çıkartılmalıdır.
Her şeyden önce şunu belirtmek isteriz ki, Batılıların, Etrüsk kimliğini gizlemek amacıyla ileri sürdükleri ve sürekli tekrar ettikleri “Etrüskler, henüz kimlikleri belirlenememiş, yazıları deşifre edilememiş, esrarengiz ve gizemli antik insanlardır” iddialarının doğru olmadığı tespit edilmiştir. Konunun objektif uzmanları, “Etrüsklerin kimliklerini, kendilerini nasıl adlandırdıklarını, Türklerle akrabalık bağlarını, Türklerle müşterek olan alfabe ve kültürlerini, bilhassa antik çağlarda olağanüstü bir uygulama olarak ön plana çıkan, toplumlarında kadınlara karşı sergiledikleri saygın bakış açısını ve Avrupa’ya ilk kez medeniyet götüren insanların Etrüskler olduklarını”, belirlemiş ve ortaya koymuşlardır.[13] Başta “alfabe ve yazı” olmak üzere, Avrupa topraklarına ilk medeniyeti getiren Etrüsklerin, diğer tüm yerli Avrupa kavimlerinden, her açıdan üstün oldukları, yine pek çok tarihi kaynakta dile getirilmiştir. Hatta 2007 yılında Etrüsklerin, “Türklerle müşterek olan genetik akrabalık bağlarının dahi kanıtlandığı”[14] ifade edilmiştir. Ayrıca “Etrüsklerin, kendilerine verdikleri “Asenna” adı, kullandıkları Gök -Türk Alfabesi ve Türklere has kültürel özelliklere sahip olmaları” da, onların Türklerle akrabalık bağlarını gözler önüne seren diğer bilimsel kanıtları oluşturmaktadır.
Her hususta “planlı, programlı, ileriye dönük – uzun vadeli devlet politikaları üreten ve bu politikalara bağlı kalarak, kararlılıkla hedeflerine doğru adım adım ilerleyen Hıristiyan Batılı yönetimlerin”, antik tarihi de, kendi çıkar politikaları doğrultusunda kurguladıkları, kaleme aldıkları ve dünyaya ezberlettikleri belirlenmiştir. Türklerin ise, bu duruma yüzyıllarca hiçbir itirazları olmadığından, söz konusu bu taraflı antik tarih, zihinlerde öylesine kök salma imkânına kavuşmuştur ki, artık tarihi gerçeklere şüpheyle bakılmaya başlanmıştır. Bu bağlamda Batılılar, Türklerle akrabalık bağları olduğunu tespit ettikleri “Antik Etrüsk – Lidya – İyonya – Sümer – Hitit Kavimlerine” ait alfabeleri, tabletleri, kişileri, kralları, tanrı ve tanrıça adlarını “gizlemekte” hiç zorlanmamışlardır. Ancak tarihi araştırmalar derinleştirildiğinde ve antik adlandırın “etimolojik köklerine inildiğinde”, orijinal antik adların ve dolayısıyla tarihi gerçeklerin ortaya çıkarılması mümkün olmuştur. Örneğin “Etrüsk” adı, söz konusu bu antik kavmin kendine vermiş olduğu bir adlandırma olmadığından söz etmiştik. Ayrıca bu kelimenin de “Tur-k” sözcüğünden türetilmiş bir kelime olduğu tespit edilmiştir. Araştırmalarımız neticesinde, Etrüsk adıyla dünyaya tanıtılan antik insanların, “Gök – Türk Soyundan Gelen Asena Kolu” olduklarını ve bu insanların da zaten kendilerini “Asena” adıyla tanımlamış oldukları belirlenmiştir.[15]
Diğer yandan Etrüsklerle aynı bölgede yaşayan “İyonyalılar” araştırıldığında, onların da Türklerle akrabalık ilişkilerini gösteren ipuçları ortaya çıkmaya başlamıştır. Greklerin, İyonyalılara ecdat olarak sahip çıkabilmeleri de, yine Türklerin yapmış oldukları tarihi bir hatadan kaynaklandığı görülmüştür. Şöyle ki, Türkler, “Yunan” kelimesinin etimolojik olarak ne anlama geldiğini araştırmadan, Greklere “Yunanlı” demişlerdir.
Oysaki bu kelimenin Grekleri tanımlamak için doğru bir kelime olmadığı, Yunan kelimesinin sadece Türkler tarafından, “Grekleri” tanımlamak için kullanılan bir kelime olduğu ve bunun da “Grek emperyalist yayılmacı politikalarına” hizmet ettiği tespit edilmiştir. Yunan kelimesinin “etimolojik kökeni” son derece önemlidir; Yunan kelimesi, “İyonya” kelimesinin Farsçadan türetilerek, Türkçeye “Yunan” olarak girdiği, dil uzmanlarınca ifade edilmiştir.[16] Batı Anadolu’da, günümüz İzmir, Aydın, Manisa, Muğla ve bu illere bağlı Ege sahil şeridinde bulunan yerleşim birimleriyle, bu bölgelerin kıyılarına yakın komşu adaları kapsayan geniş coğrafi bölgeye antik Batı tarihinde “İyonya” denilmiş ve bu bölgede yaşayan kavimlere de “İyonyalılar” adı verilmiştir.[17]
Ancak söz konusu bu bölgede, aynı anda, ya da müteakip zamanlarda “Lidya Krallığının ve Lidyalıların”[18] da hüküm sürdükleri bilinmektedir. Diğer yandan, İtalya’ya göç eden Lidyalılara “Etrüskler” adı verildiği ifade edilmiştir. Batı merkezli antik tarihte, çoğu zaman “aynı kökten gelen akraba kavimlere”, kasıtlı olarak farklı adlar verildiği, böylece bir ad karmaşası ve kaos yaratıldığı ve bunun da “kavimlerin gerçek kimliklerinin teşhis edilmesini zorlaştırdığı”[19] dikkatimizi çekmiştir. Lidya Krallığı araştırıldığında, Etrüsklerin, Lidya Krallığına mensup insanlar oldukları, Anadolu’da yaşarken, oldukça ağır bir kuraklık nedeniyle Batı istikametine doğru göç ettikleri, Lidya Kralı’nın oğlunun liderlik yaptığı kafilenin günümüz İtalya topraklarına gidip, yerleştikleri ve “Etrüskler” olarak adlandırıldıkları ortaya çıkmıştır. Ünlü antik tarihçi Herodot da bu görüşte olanlardandır.[20] Tarihi bulgular “Lidyalıların – Etrüsklerin – İyonyalıların – Fenikelilerin – Frigyalıların vs…” birbirleriyle “akraba kavimler” olduklarını ortaya koymuştur.
Hatta “Tanrıça Turan’ın, söz konusu bu kavimlerin yaşadıkları bölgelerde en üst düzeyde değer gören ve adına görkemli tapınaklar yapılan ünlü ve güçlü bir tanrıça olduğu” ifade edilmiştir.[21] Lidyalıların, Etrüsklerin ve İyonyalıların ki bunlar aynı coğrafi bölgelerde yaşamış akraba kavimler olduklarının bir kez daha altını çiziyoruz, kimliklerinin ortaya çıkarılması, Türkler açısından büyük bir önem arz etmektedir. Hemen belirtmek isteriz ki, gerek “İyonyalıların”, gerek “Lidyalıların” ve gerekse “Etrüsklerin” Greklerle akrabalık bağlarının olmadığı hususu, objektif antik tarihçiler tarafından, arkeolojik bilgi, bulgu ve kanıtlara dayanılarak ortaya çıkarılmıştır. Makalemiz izin verdiği çerçevede, bazı kanıtlara değinilmeye çalışılmıştır.
Anadolu’da yaşadıkları bilinen ve Greklerin ısrarla kendilerini ecdat olarak ilişkilendirmek istedikleri “Antik Çağ İyonyalıların” kimliklerine ışık tutmak istiyoruz. Sözünü edeceğimiz diğer kanıtların yanı sıra, ünlü İngiliz arkeolog, tarihçi, İncil uzmanı ve Türk topraklarında uzun yıllar arkeolojik araştırmalar yapmış olan William Mitchell Ramsay’in, Greklerle ilgili olarak 1919 yılında ortaya koymuş olduğu bilgiler, antik bir Anadolu kavmi olarak bilinen İyonyalıların, Grek oldukları tezini çürüten önemli kanıtlardan sadece bir tanesidir; “Anadolu’da yaşamış antik milletlerden İyonyalıların Greklerle bağlantıları yoktur ve tarih boyunca olmamıştır.
Bir başka deyişle İyonyalılar Grek olarak nitelendirilemezler. İyonyalılar, Anadolu’nun Batısında, Ege kıyılarında çoğalan ve gelişme kaydeden bir ırk olmuşlardır. Eski Ahitte (İncil’de), Nuh peygamberin oğlu Yafes’in (Japeth) oğulları ve torunlarının soyundan geldikleri bildirilen “İyonyalıların” kimlikleri konusuna açıklık getirilmeden, antik tarih konusunda mesafe kat edilmesine imkân yoktur. İyonyalıların daha sonraları Greklerle birleşmeleri, etnik olarak değil, “dinsel olarak” nitelendirilmelidir. Unutulmamalıdır ki o devirlerde Ortodoks Kilisesi, farklı etnik grupları birleştirici bir rol oynamıştır.”[22] Türkiye’ye gelip, kapsamlı araştırmalarda bulunmuş, yine ünlü bir tarihçi olan Alman Jacob Fallmerayer de, W. M. Ramsay ile aynı görüşleri paylaşan, “günümüz Greklerinin antik kavimlerle akrabalık bağlarının bulunmadığını” iddia eden bir başka bilim adamıdır.
İngiliz arkeolog W. M. Ramsay’in kendinden on asır önce yaşamış olan Arap tarihçisi El-Mesudi’i ile hemen hemen aynı şeyleri söylemiş olması dikkat çekicidir. 10. yüzyılda yaşadığı ifade edilen Arap tarihçi El Mesudi, Türklerin kökenleri ile ilgili olarak “Türkler, Nuh peygamberin üç oğlundan biri olan Yafes’in (Japeth) soyundan gelmişlerdir” diye belirtmiştir.[23] Ayrıca “Kaşgarlı Mahmut ve Reşideddin’in Oğuznâmelerini incelemiş ve kıyaslamalar yapmış olduğu” ifade edilen V. Bartold’un da benzer görüş bildirerek “Oğuz şeceresinin, Nuh ’un oğlu Yafes’e (Japeth) kadar gidip dayanmaktadır… ”[24] Diye ifade etmiş olması dikkat çekicidir.
Yine benzer bir şekilde bilgi veren bir başka tarihçi de, ünlü Osmanlı tarihçisi Neşri’dir. Neşri’nin (Ö. 1520) Türk soyu ile ilgili olarak anlatmış oldukları da “İyonyalılar” tanımı ile örtüşmektedir. Neşri, tarih kitabında şu bilgilere yer vermiştir; “Mevcut Türkler birçok sınıflara ayrılırlar: bazıları şehirlerde, saray ve kaleler sahibidirler, ipek elbiseler giyer, başlarına altından taçlar koyarlar, bazıları derlenen-toplanan evleriyle dağ başlarında, sahralarda otururlar. Bunlardan kimisi güneşe, kimisi puta, kimisi öküze, kimi ağaca, kimi taşa tapar, bazıları da din nedir bilmezler. Bazıları da Yahudiliği taklit ederler. Türkler hükümdarlarına “Hakan” derler. Türkler son derece yiğit olurlar, hepsinin soyu Nuh peygamberin oğlu Yafes (Japhet) oğlu Bulcas evladıdırlar. Bu soy kesintisiz olarak devam ederek Oğuz Han ve oğullarına gelmiştir vb.”[25] diye devam etmektedir.[26]
Dikkatimizi çeken diğer bir husus da, Neşri tarafından Nuh peygamberin oğlu Yafes’ten olma torunu “Bulcas” adıdır. Söz konusu bu ad, Türklerle akrabalık bağları olduğu tespit edilmiş olan Fenikelilerin, (ki Fenike kelimesi Grekçe olup, “Phoenician” dan çevrilmiştir ve aslında Hititleri ifade ettiği belirlenmiştir.) – bir başka deyişle Hititlerin ünlü efsanevi kralları “Bacchus” ile (bazı İngilizce kaynaklarda Bacchus “Üzüm Bağları ve Şarap Tanrısı” olarak ifade edilmiştir) ile büyük benzerliklere sahip[27] olmasıdır. Ayrıca W. M. Ramsay’ın “İyonyalılarla” ilgili sözleri, aynı bölgede yaşamış olan “Lidyalıları” da anımsatmaktadır. Lidya Kralının oğlu önderliğinde Batı’ya, günümüz İtalya topraklarına göç edip, yerleşen ve muhteşem medeniyetlerini o topraklarda tesis eden, Grekler ve Romalılar tarafından “Etrüskler” olarak adlandırılan ve daha sonraları, Romalılarca asimile edilen insanların da “İyonyalıların” yaşadıkları bölge ve zamanda yaşamış insanlar olmaları da, yine “İyonyalıların” kimliklerine ışık tutmaktadır.[28]
Söz konusu bu antik kavimler, Greklerce her nasıl adlandırılmış olurlarsa olsunlar, hepsinin “kavim özellikleri, dilleri, alfabeleri, kültürleri, dini inançları, lüks sosyal yaşantıları, ürettikleri değerli sanat eserleri ve en önemlisi de, toplumlarında kadınlara karşı sergiledikleri saygın bakış açısıyla…” birbirlerine benzedikleri ve kültürlerinin süreklilik arz ederek, çağlar boyu devam ettiği ve Oğuz Türk Boylarına kadar geldiği görülmüştür. Diğer yandan, söz konusu bu kültür özelliklerinin, antik Grek kavimlerinde mevcut olmadığı, yine uzmanlarca ortaya çıkarılmıştır. Hatta “Greklerin 18. yüz yıla kadar herhangi bir antik tarih bilinç veya bilgisine dahi sahip olmadıkları, ancak müstakil bir devletleri olduktan sonra, kendileri için bir antik tarih belirleme ihtiyacının hasıl olduğuna” dikkat çekilmiştir.[29]
Antik kavimlerle ilgili araştırmalar yapan ve onlarla ilgili tespitler ortaya koyan antik dil ve tarih uzmanları, antik kavimlerin kimliklerinin belirlenmesine ışık tutan en önemli faktörlerin başında, “onların kendilerini hangi adla adlandırdıkları” hususunun geldiğini, daha sonra da “kullandıkları alfabe ve yazının yanı sıra, belirgin kültür özelliklerinin varlığı ve bu özelliklerin çağlar boyunca korunarak, devam ettirilmesi” gerektiğini vurgulamışlardır. Bu açıdan bakıldığında pek çok kanıt, Greklerin antik kavimlerle benzerlik ve süreklilik arz eden kültür bağlarının bulunmadığını, ancak diğer yandan, Türklerin ise söz konusu bu bağlara sahip olduklarını ortaya koymaktadır…[30] Ancak siyasi nedenlerden dolayı söz konusu bu bilgilerin, Batılılarca kabul görmediği ve özellikle bastırılmaya çalışıldığını belirtmiştik. Böyle bakıldığında onlar açısından gayet doğal ve anlaşılır bir durumdur. Çünkü “Antik Türk Tarihi”, Batılıların bugüne kadar ortaya koymuş oldukları Grek yanlısı, sübjektif antik tarihi tamamen çürütmekte ve dolayısıyla onların Türklerle ilgili iddialarına, Türk topraklarıyla ilgili plan ve çıkarlarına tamamen ters düşmektedir.
Oysa Batılılar ve onların himayesindeki Grekler, Türk topraklarıyla ilgili olarak, her devirde ve her platformda şu iddiada bulunmuşlardır; “Anadolu toprakları, binlerce yıllık antik ecdadımızdan bize miras kalmıştır. Türkler uzak Asya kökenli olup, bu topraklara sonradan gelmiş, çadır ehli, işgalci, barbar insanlardır. Türklerin dünya medeniyetine hiçbir katkıları olmamıştır vs…” Grekler, yoğun propaganda ağlarıyla, söz konusu bu iddialarını “devlet – patrikhane, kilise – dernek – cemiyet vs… ” düzeyinde sürekli olarak gündemde tutmaya devam etmektedirler.
Hatırlanacağı üzere, altı yüz küsur yıllık Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Türklerce sahip çıkılmayan, merak edilmeyen ve araştırılmayan tarihleri, 18. yüzyılda Çin kaynaklarını inceleyen Batılılarca fark edilmiş, ilk kez araştırılmış ve Türklerle ilgili fevkalâde önemli bilgiler ortaya çıkarılmaya başlanmıştır… Bunlardan ilki, Türklerin antik ataları olan Gök – Türklere ait olan “Orhun Abideleri ve Yazıtlarının” 1889 yılında bulunmuş olması ve dolayısıyla “Antik Türk Runik Alfabesinin” ortaya çıkarılmasıdır. Daha sonraki araştırmalar, Orhun abidelerinden Batı istikametine doğru gidildiğinde, Orhun Yazıtlarından çok daha eski oldukları ifade edilen, benzer anıt ve yazıtların, Yenisey ve Talas bölgelerinde bulundukları ortaya koyulmuştur. Bu bağlamda Orhun Abide Yazıtlarının, ezberletilenlerin aksine, bilinen en eski Türk yazıtları olmayıp, Türklerin son dönemlerine ait yazıtlar oldukları dile getirilmiştir. Hatta daha da ilginç olanı, benzer yazılı anıtların, Danimarka, Norveç ve İsveç gibi Avrupa ülkelerinde de bulunmuş olmasıdır.[31]
Son çalışmalarla hızla gün ışığına çıkmaya başlayan “Türk Tarihi” dünyada öylesine büyük bir ilgi ve merak uyandırmıştır ki, 19. yüzyılı Avrupa ülkeleri üniversitelerinde, “Türkoloji Kürsüleri” kurulmuş ve buralarda yetiştirilen görevli Türkologların öncülüğünde, Türklerin tarihi, derin ve kapsamlı bir şekilde araştırılma olanağına kavuşmuştur. Ancak “1923 – 1938 dönemi hariç olmak üzere”, günümüzde dahi, genel olarak Türk bilim çevrelerinin “Antik Türk Tarihine” ilgi duymamaları oldukça düşündürücüdür. Hatta tam tersine Tuncay’ın belirttiği gibi “ülkemizde cereyan eden şiddet eylemlerine yönelik gerek etnik temelli ve gerekse aşırı muhafazakârlık bile olamayacak tarzda bir dine yönelik yönetim talebi olgusu özellikle üniversitelerimizde milli olabilme fikrinin yani ulusal çıkar ve ulusal mensubiyet bilincinin karşısında olmaları” oldukça düşündürücüdür.
Bu bağlamda Türkiye’de “Antik Türk Tarihin”, ilk kez Mustafa Kemal Atatürk’ün dikkatini çektiği ve bu konuyu bir bilim adamı hassasiyetiyle ele aldığını rahatlıkla ifade edebiliriz. Bilindiği üzere araştırmaya, okumaya, öğrenmeye ve bilhassa tarihe büyük merakı olan ve dolayısıyla yüzlerce kitap okuduğu bilinen Mustafa Kemal Atatürk’ün, doğal olarak 19. yüzyıl başlarından itibaren gün ışığına çıkmaya başlayan pek çok antik tarih eserinden de haberdar olduğu anlaşılmıştır. Mustafa Kemal Atatürk, bir bilim insanı sorumluluğuyla “Antik Türk Tarihinin” araştırılmasına önem veren ilk Türk devlet adamı olmuş ve bu bağlamda “Türk Tarih Kurumunu, Türk Dil Kurumunu ve Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesini” kurmuş, yurt içi ve yurt dışı tarihi araştırmaları ve arkeolojik kazıları bizzat teşvik etmiştir. Mustafa Kemal Atatürk’ün “antik tarihi” gün ışığına çıkarma gayretleri, sadece kişisel bir merak, ya da Batılıların öne sürdükleri gibi, mevcut antik tarihe karşı bir antitez oluşturmak, ya da bazılarının iddia ettiği gibi “bir ulus ve bu ulusa bir tarih yaratmak” anlamında olmadığı araştırmalarımız neticesinde görülmüştür. Mustafa Kemal Atatürk’ün şahsi araştırmaları, yüzlerce kitap okuyarak edindiği bilgiler, O’na antik Türk tarihi hakkında fevkalâde önemli ipuçları vermiş ve O da, söz konusu bu ipuçları değerlendirerek, yüzyıllarca ihmal edilmiş ve karanlıklarda bırakılmış olan “Antik Türk Tarihinin” araştırılmasını ve gün ışığına çıkartılmasını istemiştir. İngilizce kaynaklardan dört yıldır amatörce sürdürmekte olduğumuz “Antik Türk Tarihi” araştırmalarımız, Türklerin antik tarihlerinin bilinen en eski zamanlara kadar geri gittiğini, dünyaya örnek olmuş – muazzam medeniyetler kurmuş kavimlerle Türklerin akrabalık bağlarının bulunduğunu kanıtlamıştır. Bu bağlamda Mustafa Kemal Atatürk’ün “İlim en hakiki yol göstericidir” ile “Tarih ilmi, bir milletin varlığını ve köklerini hiç bir zaman inkâr etmez”[32] sözleri, bizim için hayat bulmuştur.
Sözünü ettiğimiz kanıtların başında “Gök – Türk Runik Alfabesi” gelmektedir. Türkler için fevkalâde büyük bir öneme haiz olan söz konusu bu “Antik Türk Alfabesinin”, özellikle Türkiye’de gözlerden uzak tutulmaya çalışılması dikkatimizden kaçmamıştır. İlk Alfabe ve yazının Yakın Doğu’da Sümerli ve Fenikeli (Hitit) kavimlerce başlatıldığı, antik dünyaya tanıtıldığı ve Batı istikametine doğru yayıldığı, antik dil bilimcilerinin genelde hem fikir oldukları bir tespittir.[33] Söz konusu uzmanlar, bilinen en eski antik alfabenin “Futhark Alfabesi” olduğunu, yazının başlangıç noktasında “resimli bir anlatım tarzı olan hiyerogliflerin” yer aldığını, daha sonra hiyerogliflerin bir üst aşaması olarak da “Runik Harflerin” geliştiğini ifade etmişlerdir. Antik Futhark Alfabesi, Etrüsk ve Gök – Türk Alfabelerinin, hepsi de, birbirleriyle birebir benzerlikler gösterdikleri tespit edilmiştir.[34] Antik diller hususunda uzman olmayan kişiler dahi, söz konusu bu alfabeleri inceleyip, birbirleriyle kıyaslandıklarında, aralarındaki bariz benzerlikleri görebileceklerdir. Zaten “Sümer – Akad – Hitit (Fenike) – Lidya (Etrüsk) – Frigya – Minoya – Mişen – Latin vs… alfabelerinin de aynı kökten türeyerek geliştikleri ve bunlar arasında akrabalık ve devamlılık olduğuna dair işaretler olduğu” ifade edilmiştir.[35] Asya kökenli olan söz konusu bu dillerin “Gök – Türk Alfabesi” ile bağlantılı oldukları tespit edilmiş ve dile getirilmiştir.[36] Semetik olarak adlandırılan kavimler medeniyetinin, “Altay ırkından” gelmiş olduğuna dair vurgu yapılmıştır.[37] Bir başka deyişle medeniyetin başlangıç noktası, ya da kaynağı, “Türklerin ilk kez görkemli şehirler kurdukları ve yaşadıkları bölgeler” olarak ifade edilmiştir. Türkiye’de bu konu ile ilgili bazı internet sitelerinin, mahkeme kararlarıyla kapatılmaları dikkatimizi çekmiştir.[38] Objektif Batılı tarihçilerin, “Runik harflerin kökenin kasıtlı olarak insanların dikkatinden yüzyıllarca kaçırılmış olduğunu”[39] ifade etmeleri dikkat çekicidir… Söz konusu bu durum, bazı gerçeklerin gizlenilmek istenildiğinin açık kanıtı sayılabilir.
Ancak neler gizlenilmek istenilirse istenilsin, Türklerin antik tarihi denildiği zaman, dünyada bilinen ilk çağlardaki “kaya ve mağara resimlerinden” başlayarak, izi sürülebilen ilk insanlara kadar geriye giden “on bin yılın çok üzerinde devasa bir zaman yelpazesinden” söz edilmektedir…[40] Türkmenistan’da tespit edilen “kaya ve mağara resimlerinin’” Anadolu mağaralarında devam ettiği ve ayrıca “Kurgan Kültürü” olarak adlandırılan anıt kurganlarda (mezar odalarında) bulunan değerli altın objeler, takılar, yazılar ve daha kazılmayı, araştırılmayı bekleyen pek çok kurganın varlığı, Türklerin “kaya resimleri” ile başlayan ve binlerce yıldır gelişerek, ilerleyen muhteşem antik tarihlerini, hatta muazzam medeniyetler yaratan kavimlerin gerçek torunları olduklarını göstermektedir. Aslında söz konusu bu kadar uzun bir süreçte Anadolu’dan birçok kavim gelmiş ve geçmiş, bunlar birbirleri ile iç-içe geçmiş, savaşlar olmuş, şehirlerin üzerlerine şehirler kurulmuş ve farklı kavimler – soylar doğal olarak birbirlerine karışmışlardır.
Bugün dünyada var olan çeşitli milletlerin hiç birini “yüzde yüz saf bir soy veya ırk” olarak nitelendirmek pek mümkün değildir. Zaten böyle bir şeye gerek de yoktur. Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözleri, Türklerin farklı “soy, ırk ve millet” kavramlarına bakış açısını göstermek babında fevkalâde önemlidir; “Bizler hiçbir millete karşı nefret duymayız. Fakat biz sadece “insanlığın düşmanı olanlara” düşmanız… Bizler dünyanın tüm insanlarını “tek bir vücut” olarak ve farklı milletleri de bu vücudun “çeşitli organları” gibi düşünmeliyiz. Eğer herhangi bir organda bir ağrı ve acı varsa, tüm vücut bu ağrı ve acıyı hissetmeli ve bunu dindirmek için elinden geleni yapmalıdır. Benzer şekilde dünyanın herhangi bir yerinde bir sorun varsa, “bundan bize ne” diyemeyiz. Bizler o sorun, sanki kendi sorunumuzmuş gibi ilgi göstermeliyiz. Kendilerinden ne kadar uzakta olurlarsa olsunlar, tüm uluslar acı çeken insanlara yardım etmeli, onların ızdıraplarına çare olmalıdırlar.”[41]
Ancak tarihi süreç incelendiğinde, böylesine insancıl ve barışçıl düşünmeyen, hatta “kendilerini diğer milletlerden soyca, ırkça ve dince üstün gören” Batılı devlet adamlarının varlığını da görmemezlikten gelemeyiz. Bu bağlamda bilhassa Lord Palmerston, Lord Grey, Gladstone, Salisbury, Lloyd George, Lord Kurzon vs… gibi ünlü İngiliz devlet adamları dikkat çekmektedir. Dünyadaki bütün insanların, “insan olma özelliklerinden dolayı eşit ve saygıya değer oldukları”, bütün dünya milletlerince kabul edilmesi gereken bir olguyken, tarihi süreç içinde gelişen olay ve uygulamalar, bunun gerçek hayatta böyle olmadığını bizlere göstermiştir. Makalemizin başında bahsetmiş olduğumuz üzere, 17. yüzyıldan itibaren coğrafi keşifler, sömürge imparatorlukları, teknolojik gelişmeler ve merkantalist iktisadi politikalar sayesinde muazzam ölçüde zenginleşen ve güçlenen Batılı devletlerin, kendilerini, dünyanın diğer milletlerinden farklı ve onlardan üstün görmeye başlamış oldukları, tarihi bir gerçektir. Batılıların gerçek düşünce ve davranış metotlarını kavramadan, onlarla ilgili konularda sağlıklı sonuçlara ulaşabilmek elbette mümkün değildir. 19. yüzyıl Batılı bilim adamları, insanları, “kafatası şekli ve ölçüleri, deri renkleri vs. gibi fiziki özelliklerine göre sınıflandırdıkları” dünya bilim çevrelerince bilinmektedir. Böylece Avrupalılar “Beyaz ve Hıristiyan – Üstün Irk Kavramını” ortaya çıkarmış ve diğer milletleri kendilerinden aşağı görerek, onlara boyun eğdirmeyi, onların toprak ve kaynaklarını sömürmeyi, hatta tarihi miraslarını inkâr etmeyi, kendileri için doğal bir hak olarak görmüşlerdir. 19. yüzyıl Avrupa zihniyeti “medeni olmayı, Avrupalı olmakla özdeşleştirmiş ve Greklerin Osmanlı İmparatorluğuna karşı giriştikleri isyanları dahi, onların Avrupa medeniyetine – kültürüne girme çabaları olarak” değerlendirmişlerdir.[42]
Avrupa devletlerinin tarihi incelendiğinde, söz konusu bu “ayırımcı düşüncenin” izlerini 1960’lı yıllara kadar açıkça görmek mümkündür. 1960’lı yıllardan sonra da aynı zihniyetin, gizlenerek, sürdürüldüğü bilinmektedir. 21. yüzyılda “demokrasi, insan hakları, özgürlükler, küresel barış, dinler arası diyalog, medeniyetler ittifakı vs…” gibi bazı parlak ve cazip kavramların arkasına gizlenerek, geleneksel zihniyetlerini gizlemeye çalışan Batılı yönetimler, kendilerinden saymadıkları milletler arasında bölücülük yaparak, azınlıkları – mezhepleri kışkırtarak, iç savaşlar çıkartarak, hatta Müslüman toprakları bizzat işgal ederek, milyondan fazla Müslüman’ın ölümüne neden olarak, kendi çıkarları için her türlü politikayı uygulamayı, kendileri için hak saymaktadırlar. Batılı devlet adamlarının görünüşte olumlu ve cazip söylevlerine[43] rağmen, kendilerinden görmedikleri milletlere karşı takındıkları tavır ve uyguladıkları çifte standart (bilhassa Müslüman milletlere karşı), onların gerçek zihniyetlerinin günümüzde de değişmediğini gözler önüne sermektedir. Bu bağlamda Batılılar, kendilerinden saymadıkları milletleri dışlamakta, haklarını, topraklarını gasp etmekte, onları yok etmekte, onların dinlerini, tarihlerini yok sayıp, tarihi miraslarını gasp etmekte hiç bir sakınca görmemektedirler.[44] Bu bağlamda Batılılar, muazzam medeniyetleri konu alan antik tarihi, kendi istekleri doğrultusunda saptırmakta da hiç bir sakınca görmemiş, “Beyaz, Hıristiyan ve Avrupalı” olarak benimsedikleri, hayranlık duydukları ve himayeleri altına aldıkları “Grekleri” yücelterek, antik tarih mirasını onlara bağışlamayı uygun bulmuşlardır. Batılıların söylediklerinin aksini ortaya koyan ve bunu bilimsel olarak kanıtlayan kaynaklara ki bunlar “her ne kadar ilmi olurlarsa olsunlar” Batılıların itibar etmedikleri tespit edilmiştir. Ancak onların gerçeklere itibar edip, etmemeleri, tarihi gerçekleri değiştirmeyeceği açıktır; dünya, “dünyanın, yuvarlak olduğu keşifedilmeden” önce de “yuvarlıktı”; mikroplar, “mikroskop icat edilmeden önce de mevcutlardı”; yıldız kümeleri, süper novalar, gezegenler ve kara delikler “Hubble Teleskopu” icat edilmeden önce de gökyüzünde varlardı.
Genelde Batılı bilim çevrelerinin, önyargılı yönetimlerin paralelinde hareket ederek, Etrüskler gibi Türklerle akrabalık bağları bilimsel olarak kanıtlanmış olan kavimler hakkında dahi “Etrüskler gizemli, esrarengiz insanlar, Etrüsklerin orijini, kim oldukları, nereden geldikleri bilinmiyor vs…” gibi bilim dışı söylevlerle, bunca kanıta rağmen, halâ Etrüsklerin üzerine karanlık bir perde örtmeye devam ettikleri müşahede edilmiştir. Örneğin Fransız tarihçi Etienne Copeaux, “Mustafa Kemal Atatürk’ün Anadolu’ya yerleşme konusunda Türklerin, Greklere oranla öncelliğini kanıtlamaya çalıştığını, bu nedenle “Türk Tarih Tezini” öne sürdüğünü iddia etmiş ve bu tezle alay ederek, bunu çok gülünç bulduğunu ve bu saçmalığın Türk-İslam Sentezi ile bir nebze olsun giderildiğini”[45] ifade etmiştir. Bu sözleriyle E. Copeaux, genel olarak Batılıların, Türklerle ilgili duygu ve düşüncelerine tercüman olmuştur diyebiliriz. Oysaki objektif antik tarihçilerin ortaya çıkardıkları bilimsel kanıtlar, “Türk Tarih Tezini” güçlü bir şekilde destekler niteliktedir. Söz konusu bu uzmanlar, “Grek ve Roma kaynaklarının, Etrüsklerle ilgili olarak nadiren gerçekleri yansıttıklarına, bu milletlerin Etrüsklere karşı düşmanca bir tavırla yaklaşarak, onlar hakkında yanıltıcı, yalan – yanlış yorumlar ürettiklerine” özellikle dikkat çekmişlerdir.[46]
Bu bağlamda Orta Amerika’da (Meksika bölgesi) ve Güney Amerika’nın Kuzey bölgelerinde zengin medeniyetler kurmuş, Mısır piramitlerinden daha görkemli, devasa piramitler inşa etmiş olan ve Türklerle akrabalık bağları olma ihtimalinin yüksek olduğu, ilmi çevrelerde dile getirilen antik “Mayalar, Aztekler ve İnkalar” dahi Batılılarca göz ardı edilmeye çalışmaktadır. Söz konusu bu antik milletler tarafından kurulan muhteşem şehirler ve inşa edilen piramitler hakkında “bunlar oldukça ilginç ve gizemli, kimler tarafından yapıldıkları hala bilinmemektedir vs…” gibi iddiaları ortaya atan, Batı kaynaklı pek çok kitap ve belgeselde mevcuttur. Aslında onlar, antik tarihle ilgili pek çok sırların uzmanlarca deşifre edildiğini gayet iyi bilmektedirler. Batılı araştırmacıların, arkeologların, Türk topraklarına yüzyıllardır gelip gittikleri, köy – köy, kasaba – kasaba dolaştıkları, çeşitli arkeolojik kazılar gerçekleştirdikleri, bilgi ve bulgu toplayarak, survey tipi anketler yaptıkları ancak “Türk Kimliği – Karakteri – İmgesi – Kültürü konusunda bir şeyler söylememeyi tercih ettikleri ve tamamen sessiz kaldıkları” ifade edilmiştir.”[47] Araştırmacıların elde ettiği söz konusu bilgi ve bulgular, Türklerin aleyhine olmuş olsaydı, elbette sessiz kalınmaz, bunlar memnuniyetle açıklanırdı.
Avrupa topraklarına ilk kez medeniyet götüren, günümüz Grek, İtalya toprakları, Girit ve Ege Adaları gibi bölgelere yerleşerek, buralarda muhteşem saraylar, tapınaklar, yollar, köprüler, su kanalları, anıt mezarlar, heykeller, tunç – gümüş – altın – mermer pek çok sayıda sanat eserleri [48] ihtiva eden, “Roma” gibi görkemli şehirler kurmuş olan Etrüskler, 19. yüzyıldan başlayarak 20. yüzyıla kadar bilim çevrelerince sıkça tartışılmış ve ortaya Etrüsklerin gerçek kimliklerini gösteren önemli bilimsel kanıtlar çıkartılmıştır. Her şeyden önce Etrüsklerin, kendilerini “Etrüskler” olarak tanımlamadıkları, Etrüskler olarak bilinen halkın, kendilerini “Resanna? – Asenna”[49] olarak adlandırdıkları, uzmanlarca ifade edilmiştir.[50] Dişi – ana bir kurttan türediklerine inanan “Resanna – Asenna” kavminin, aslında dişi – ana bir kurttan türedikleri inancında olan, bir Gök- Türk boyu olduğu tespit edilmiştir.[51] Bu insanlar kendilerine kurt efsanesini temel alan ve Gök- Türklerin bir kolu olan “Asena Kabilesinde’[52] olduğu gibi, “Rasenna – Asenna” adını vermişler ve Asya’dan İtalya’ya göç ederek, göç ettikleri topraklara muhteşem medeniyetlerini getirmişlerdir.[53] Eski Türklerde “Kurt’un son derece önemli ve kutsal bir anlam ifade ettiği, Türklerden bir grubun “Kurt’u ata olarak tanıdıkları, kurttan türedikleri inancına sahip oldukları ve “Kurdu” devletlerinin arması haline dönüştürdükleri” ifade edilmiştir.[54] Hatta Bizans tarihçileri, “Avrupa’ya göç eden Hun Türklerine[55] bir kurdun kılavuzluk ettiği hususunda bir mitolojiye yer verdikleri” dile getirilmiştir. Asenaların (Etrüsklerin) kurttan türeme inancı dışında, ataları olan Gök – Türklerle daha pek çok ortak özelliklerinin bulunduğu ve bunların başında alfabe, dil, yazı, din, sosyal yaşam ve kadına saygın bakış açısı geldiği tespit edilmiştir.
İtalyan ve Greklerin, Asenaları (Etrüskleri) farklı isimlerle zikredilmeleri, zihinlerde karışıklık yaratarak, Etrüsklerin “Türk Köklerinin” ustaca gizlenilmesini sağlanmıştır. Örneğin Grekler Asenaları “Tursenoi – Tyresenoi – Tyriens” gibi adlarla adlandırmışlar, Romalılar ise onları Latinceden türetilmiş olan “Etrusci – Tusci – Tursci” olarak adlandırmışlardır. Mısır kaynakları ise Asenalardan (Etrüsklerden) “Trs – TurS” olarak bahsetmiş ve onların “Denizci Kavimlerle” özdeşleşmiş olan “Fenikelilerle (Hititlerle)” akraba olduklarını belirtmiştir.[56] Bazı antik tarih uzmanları ise, “Batılılarca söz konusu antik kavimlere verilmiş olan bütün bu adların, Türklerle ilişkilendirilebileceğini ifade etmeleri” dikkat çekicidir…[57] Hangi adlarla anılmış olurlarsa olsunlar, “Asenalar (Etrüskler)” kendilerine has kültürel özellikleriyle, bilgi donanımları, demir – gümüş – altın ve her türlü metal işçiliğinde “mükemmelliğe ulaştıkları ifade edilen sanatlarıyla”, lüks yaşam tarzları, tanrı panteonları ve bilhassa sosyal yaşantılarında “kadınlara vermiş oldukları üstün değerle”, çağdaşları olan diğer Avrupa kavimlerinden tamamen farklı olduklarını ortaya koydukları dile getirilmiştir.[58]
Asenaların (Etrüsklerin) nereden geldiklerine dair tartışmaların uzun yıllar devam ettiği ancak sonunda akademik çevrelerde genel bir mutabakata varıldığı ifade edilmiştir. Bu hususta en fazla kabul gören görüş, daha önce bahsetmiş olduğumuz üzere tarihçiliğin babası addedilen Herodot’un “Asenaların (Etrüsklerin) Batı Anadolu halkı oldukları ve deniz yolu ile Batı Anadolu’dan günümüz İtalya topraklarına göç ettiklerine” dair olan görüşüdür. Bu görüşü paylaşan tarihçiler, Asenaların (Etrüsklerin) günümüzden üç bin küsur yıl önce, Anadolu’dan Avrupa’ya göç ettiklerini belirtmişlerdir. Batı Anadolu’da hüküm süren Lidya Kralı (Asenalıların Kralı) yaşadıkları ağır bir kuraklık nedeniyle, bol su kaynakları, verimli toprakları ve elverişli iklimi şartları olan yeni topraklar keşfetmek ve buralara yerleşmek üzere prens oğlu Tyrsenus’u – Taratius’u ? (değiştirilmiş bir addır – Tuğrul – Tarık – Tarhan – Tarkan – Turan – Tufan – Tayfun vs. olabilir) Lidya Krallığı nüfusunun yarısıyla birlikte, deniz yoluyla Batı istikametine göndermiştir…
Yola çıkan göç kafilesinden “bir bölümünün, yol güzerğâhında bulunan çeşitli Ege adalarında kalıp, buralara yerleşmeye karar verdikleri, Prens oğlun başını çektiği daha kalabalık olan kafilenin ise, İtalya topraklarına gidip yerleştikleri” ifade edilmiştir. Daha önce altını çizmiş olduğumuz gibi Herodot da dahil olmak üzere, bu görüşte olanların çoğunlukta oldukları vurgulanmıştır.[59] İtalya Turin Üniversitesinden Profesör Alberto Piazza’nın da benzer görüş belirterek; “Günümüzden en az üç bin yıl önce, Tuscany (İtalya) olarak bilinen bölgeye göç etmiş ve bu topraklarda göz kamaştıran bir medeniyet başlatmış olan Etrüsklerin (Lidya Krallığından gelen halkın) Anadolu’dan göç ettiklerini gösteren pek çok kanıt vardır” diye ifade etmiştir. Benzer görüşü savunan diğer bir antik tarihçi R. S. Beekes’dir ve Etrüsklerin nereden geldiklerine ilişkin olarak şunları söylemiştir; “Günümüzde bilim adamlarının çoğu Etrüsklerin Anadolu’dan (Türkiye’den) geldiklerine ikna olmuşlardır. Sadece İtalya’da pek çok bilim adamı bu gerçeği inkâr etmektedir… Ben şahsen Etrüsklerin Doğu orijinli olduklarından eminim.”[60]
Genelde akademisyenlerin hemfikir oldukları diğer bir konu da, Asenaların (Etrüsklerin) Avrupa topraklarına ayak bastıkları çağlarda, Avrupa’da olumsuz ve ilkel yaşam şartlarının hüküm sürdüğüdür… O sırada Avrupa topraklarında dağınık – düzensiz bir şekilde, gruplar halinde yaşayan yerli kavimlerin, penceresiz toprak evlerde, hatta mağaralarda ikamet ettikleri, gayet basit ve ilkel bir hayat sürdüklerine ilişkin tespitler vardır. [61] Bu bağlamda, Avrupa’da yaşayan bu yerli insanları, ilk kez medeniyetle tanıştıran, onlara başta alfabe, okuma – yazma olmak üzere, pek çok şeyi öğreten kavmin, Etrüskler diğer adıyla, Gök – Türklerin bir kolu olan Asenalar oldukları tarihçiler tarafından ortaya konulmuştur.[62] Hatta bazı dil bilimciler “İsa’dan önce yedinci yüzyıl başlarında, Etrüsk dili konuşanların Roma üst tabakasında yer aldıklarını ve bu insanların varlıklarının, çok daha eski zamanlara kadar geri gittiğini gösteren kanıtlara sahip olduklarını” bildirmişlerdir.[63] Türklerin yaşadıkları coğrafyalarda, binlerce yıllık bir süreçte geliştirdikleri medeniyet eserleri, bırakmış oldukları muazzam tarih mirasları dikkate alındığında, Asenaların (Etrüsklerin) ve Türklerle ilişkilendirilebilen diğer Avrupa, Asya, hatta Amerika kıtası kavimlerinin sergiledikleri “medeniyet kaynağının” nereden geldiği daha iyi anlaşılabilinmektedir. Türklerle ilişkilendirilen kavimler incelendiğinde, “yaşadıkları her çağda ve her bölgede, ortaya koydukları medeniyetleriyle, ilim ve irfanlarıyla, dinleriyle, değerli sanat eserleriyle, kurgan kültürleriyle, kendilerine has ahlâklarıyla, toplumlarında kız çocuklarına ve kadınlara verdikleri değerle, hayranlık uyandırmayı ve kendilerinden söz ettirmeyi başardıkları” ifade edilmiştir.[64]
Türklerin, en eski çağlardan itibaren tarih sahnesinde yer aldıkları hususu “Paleolitik Devamlılık Teorisiyle” de (PCT: Palaeolithic Continuity Theory) kanıtlanmaya çalışılmıştır. Söz konusu bu teoriyi gündeme getiren Profesör Mario Alinei’nin görüşleri, Altay dil bilimci ve arkeologların büyük çoğunluk tarafından kabul görmüştür. Söz konusu bu teoriye göre Ural – Altay kökenli ilk insanlar olan “Türkler ve Moğollar” Paleolitik[65] çağlarda Orta Asya’ya ve Avrupa’ya yerleşmiş bulunuyorlardı.[66] Söz konusu bu “teori” aşağıda yer alan hususları vurgulamıştır; “İsa’dan dört bin yıl önce, at yetiştiren ve at süren – savaşçı göçmen kavimler[67] ki bunların Türkler oldukları tespit edilmiştir, Batı Asya düzlüklerinde görülmeye başlanmıştır. Tarih öncesinde ve tarihte savaş sanatlarında birinci olan ve nesilden nesile birbiri ardına gelen tüm kavimlerin “Altay kökenli” oldukları bilinmektedir. Doğu’dan büyük göç dalgalarıyla Batı istikametine göç eden söz konusu bu “savaşçı – atlı kavimlerin” doğal temsilcisi “Hunlar” olarak görülmüştür. Farklı bir dile ve kültüre sahip olan ve bilhassa Kurgan[68] kültürü ile dikkatleri üzerine çeken, demir işçiliğinde en üst seviyede ustalaşan bu kavimler “Tunç Devrinde” Avrupa topraklarını ele geçirmiş ve buralara yerleşmişlerdir. İtalya’ya yerleşenlere “Etrüskler” adı verilmiştir.”[69] Hatırlanacağı üzere Etrüskler, Lidya Krallığına mensup insanlardı, Lidya Krallığından, kralın isteğiyle ve kralın oğlu liderliğinde İtalya’ya göç etmişlerdi. Bir başka deyişle “Lidyalılar ve Etrüskler” aslında aynı insanlardı, ancak Batı merkezli antik tarihte, aynı kavme mensup söz konusu bu insanlara, sanki onlar farklı iki kavimlermiş gibi, farklı iki ad verilmiştir.
“Bazı tarihçiler de Asenaları (Etrüskleri), Avrupalı Macarlarının ataları olarak kabul edilen “Tunç Devri Hun Türkleri” olarak da adlandırmışlardır.[70]
Türk kökenli insanlar (Sümerli – Turani Irklar) hakkında derin araştırmaları olan ve bu konuda pek çok eser ortaya koyan Macar (Hungarian – Hun) tarihçi Fred Hamori’nin konumuzla ilgili tespitleri de oldukça dikkat çekicidir. Örneğin Fred Hamori, “Etrüsk kral isimlerini” ön plana çıkarmıştır; Roma’nın en son Asena (Etrüsk) kralı olan Tarquin’ın (Tarkhan – Tarkan)[71] isminin “Antik Bir Türk İsmi” olduğu vurgulanmış ve bu ismin “en güçlü, en yüksek değerde soylu insan – lider” anlamına geldiği ifade edilmiştir. Aynı şekilde Faruk Sümer de “Oğuzlar – Türkmenler” adlı eserinde, Kaşgarlı Mahmut’un “Tarkan ya da Tarhan isimlerinin İslâm’dan önce var olduğuna ve Türkler tarafından emir, ya da hükümdar anlamında kullanıldığına” dikkat çekmiştir.[72]
Dipnotlarda da görüldüğü üzere, 20. yüzyıl başlarında, bazı antik tarih ve dil uzmanları, Etrüsklerin Asya kökenli olduklarına, Sümer – Akad kavimleri ile akrabalık bağları bulunduğuna ve söz konusu bu kavimlerin “Moğol” ırkından geldiklerine vurgu yaptıkları görülmüştür. Bu tarihçilerin, özellikle “Türk” ırkı demekten kaçındıkları ve günümüzde daha az bilinen “Moğol” adını kullanmaları dikkatimizden kaçmamıştır. Aslında Moğolların da, Türklerle aynı soy kökünden geldikleri bilinmektedir. Hatta bilindiği üzere, Orhun Gök – Türk Abideleri dahi Moğolistan topraklarında tesis edilmiştir.
Her halükarda Batılıların bütün gayretlerine rağmen, Asenaların (Etrüsklerin), tanınmış antik milletlerle olan akrabalık bağlarının gün ışığına çıkarılmasına engel olamamışlardır. Hatta Greklerin, “yazıyı” Etrüsklerin ataları oldukları ifade edilen Fenikelilerden (Hititlerden) öğrendiklerini, alfabeyi onlardan aldıklarını, kendilerinin dahi kabul edip, itiraf etmeleri,[73] pek çok gerçeği gün ışığına çıkarır niteliktedir. Grekler olarak bilinen insanların tarih sahnesine çıkışları, onların çeşitli sahil şehirlerine göç ederek, bu bölgelerde ticaret kolonileri kurmalarıyla başladığı ifade edilmiştir.[74] Hatta antik kavimlerin “kendileriyle ilgili zengin bilgiler içeren ve kütüphaneler dolusu diye ifade edilen yazılı eserlerinin de”, zamanla bu bölgeleri ele geçiren ilk Hıristiyan kavimlerce yok edildikleri”[75] dile getirilmiştir.
Ayrıca İngiliz gazete arşivlerinde, Grek tarihi ile ilgili haberler incelendiğinde, Grek kökenleri ile ilgili dikkat çekici bilgilere rastlanılmıştır; Greklerin hepsinin farklı özelliklere sahip, küçük şehir devletlerinde yaşadıkları; Greklerin “bir senaryo gibi kurguladıkları tarihi olaylar zincirinin, aslında Grek tarihini oluşturmadığı”, Grek tarihinin bir birlik ve süreklilik arz etmediği ve aslında “Grek Tarihinin, tamamen Grek zekâsının bir ürünü olduğu” vurgulanmıştır.[76] Söz konusu bu görüşü destekleyen Grek yazar ve tarihçilerin olması ve Batının ihsanı ile bir devlet kuran Greklerin en başından itibaren “bir kimlik ve köken sorunu” yaşadıkları ve bu doğrultuda antik tarih senaryoları ürettikleri dile getirilmiştir. Örneğin Grek tarihçi Herkül Milas bu duruma şu sözlerle açıklık getirmiştir; “1821 – 1830 yıllarındaki ihtilâl süresinde bile “ulusun adı” konusunda anlaşmazlıklar olduğu görülmektedir. Bu dönemde Helence konuşan Ortodokslar arasında en çok tartışılan konulardan biri de “köken” sorunu olmuştur. Özellikle 18. yüzyılın ikinci yarısında Grekler arasında “Antik Helen” dünyası canlandırılmıştır. Bu dönemde bilhassa Grek aydınlar çocuklarına “Antik Grek” isimleri vermişlerdir. Grek devletinin kuruluşundan otuz yıl sonra yeni bir yaklaşım ve tarih yorumu geliştirilmiştir. Bilhassa Fallmerayer’in “bugünkü Grekler, antik dünyanın torunları değildir, antik milletlerle aralarında organik devamlılık ve devlet sürekliliği yoktur” tezi ortaya atıldıktan sonra… Grek tarih yazıcıları Zampelios ve Paparigopulos sayesinde “yeni bir tarih anlayışı tesis edilmiş” ve bu yeni yoruma göre Grekler üç bin yıldır tarih sahnesinde olan bir ulus yapılmıştır.”[77] Oysaki 1840 yılına kadar Greklerle ilgili herhangi bir orijinal tarihin olmadığı ifade edilmiştir.[78]
Greklerin, kendi kendileriyle çelişkiye düştükleri diğer bir konu da “Homer” ile ilgilidir. 19. yüzyılda oluşturulmaya başlandığı ifade edilen “Grek merkezli antik tarihte” Grekler,[79] “Homer’in İlayda ve Odesa Destanlarına” sahip çıkmış ve “bu destanlar bizim tarihimizin başlangıç noktasıdır” diye iddia etmişlerdir. Ancak söz konusu bu antik tarih kurgusundan önceki çağlarda, Greklerin Homer’i reddettikleri tespit edilmiştir.[80] Hatta Greklerin, “Homer ile ilgili olarak pek çok çelişki sergiledikleri” de ifade edilmiştir.[81] Aslında Homer (?) üzerinde çok tartışılan tarihi bir figür olup, böyle bir kişinin var olup, olmadığı, varsa ne zaman ve nerede yaşadığı, gerçek adının Homer olup olmadığı, kim olduğu, söz konusu bu uzun destanların gerçekten ona ait olup olmadıkları, günümüze kadar netlik kazanmış değildir. Ancak Türkiye’de pek çok antik tarihçi, hatta profesör unvanlı olanlar bile, “Homer’in Grek ve eserlerinin de Grekçe olduğunu” hiç tereddüt etmeden, rahatlıkla söyleyebilmektedir. Homer (?) ile ilgili olarak bilinen genel bilgiler ise, onun Anadolu’da yaşayan, gözleri görmeyen, seyyah bir halk ozanı olduğu ve onun yaşadığı çağda (takriben İsa’dan önce 6. yüzyıl)[82] Greklerce yazının bilinmediğidir. Hatta 18. yüzyıl Avrupalı bilim adamları, “İlk Grek alfabesinin ve Grek yazısının hangi tarihte ve ne zaman başladığını gösteren, tek bir sağlam kanıtın dahi ellerinde olmadığını itiraf ettikleri” belirtilmiştir.[83]
Homer (?) hakkında dikkat çeken diğer önemli bir husus da “İlayda ve Odessa Destanlarının” yazılışında kullanılan alfabenin “Etrüsk alfabesi, dolayısıyla Gök – Türk Runik Harfleriyle” bire bir benzerlik göstermesidir. Araştırmalarımız Homer’e isnat edilen destanlarda kullanılan orijinal alfabenin “Türk Runik Harfleriyle”’, bir başka deyişle “Etrüsk – Gök Türk Alfabesi” kullanılarak yazıldığını göstermiştir.[84] Ayrıca bu eserlerde kullanılmış olan “yazı diliyle bire bir benzerlik gösteren bir anıt mezar taşının Limni Adasında bulunduğu” da ifade edilmiştir. 1885 yılında Limni adasının Kuzeyinde bulunan, antik çağlardan kalma bir askere ait olduğu ifade edilen anıt mezarın taşında yer alan yazıların “Gök – Türk Runik Harfleriyle” yazıldığı belirlenmiştir.[85] Söz konusu bu anıt taş, Atina Milli Müzesinde sergilenmektedir. Bu anıt taşın üzerindeki yazıların “Arkaik Grekçe” olduklarının iddia edildiği ve yazıtın Grekçe okunmaya çalışıldığı, ancak Grekçe okunması ve anlaşılmasının mümkün olmadığı ve nihayetinde söz konusu anıt yazıtın Orta Asya bilginlerince okunabilindiği ve yazıtın “Etrüskçe – Ön-Türkçe” olduğu ifade edilmiştir.[86] Aslında bunda şaşılacak bir şey yoktur, çünkü zaten “kelime veya fikirleri sembolize eden ilk arkaik yazının, Greklerden binlerce yıl önce kullanıldığı uzmanlarca belirlenmiştir.”[87]
Günümüz milletlerinin, antik kavimlerle olan akrabalık bağlarının “teşhis edilebilinmesi” konusuna dönersek, Türklerin, antik ataları ile olan ilişkilerinin en önemli göstergelerinin başında “alfabe ve yazının” ön plana çıkmasının yanı sıra, Türklerin antik kavimlerle “müşterek kültürel özelliklere” sahip olmaları oldukça önemli bir husustur. Zaten ilk alfabe ve yazının Doğu’da “resimli anlatım olarak başlayıp, geliştiğinden” de söz etmiştik.[88] Asya’da kaya ve mağara duvarlarına “obje betimlemesi” olarak yapılan ilk resimlerin, “hiyeroglif” olarak adlandırıldıklarından ve söz konusu bu ilkel anlatımın, zamanla geliştirilerek “yazıya” dönüştüğünden bahsetmiştik. Her ne kadar Türk karşıtlarınca gizlenmeye, hatta külliyen inkâr edilmeye çalışılmış olsa da, yazının başlangıç ve gelişim sürecinde belirgin “Türk İzleri” dikkat çekmektedir.
Yazının Sümerlilerle başladığını ifade eden uzmanlar, Sümer medeniyetinin Türklerle olan akrabalık bağlarını da ortaya koymuşlardır.[89] Hatta bazı bilim insanları “Türk Alfabe ve Yazısının” diğer antik milletlere örnek teşkil ettiğini dile getirmişlerdir.[90] Altay yazı sistemini “doğru şekilde okuma anahtarını bulduğunu” ifade eden antik dil bilimci Conder, “Uygur – Altay ailesine bağlı lehçelerin Akad – Sümer, hatta onlardan daha da eski yazılara kaynaklık ettiğini” vurgulamıştır.[91] Bu bağlamda tüm Orta Doğu antik insanlarının “Altay Irkı Köklerine” vurgu yapılmıştır.[92] Ayrıca en eski yazı türlerinden biri olarak kabul edilen “Sümercenin” en çok Türk diliyle benzerlik taşıdığı ifade edilmiştir.[93] İncil Arkeoloji Cemiyeti, 1885 yılında Babilon’da (ünlü bir Sümer – Akad şehrinde) bulunan taş bir kâsenin resmini yayınlamış ve “kâsenin üzerinde bulunan yazıların Altay dili ile yazılmış olduğunun belirlendiğini” ifade etmiştir.[94] Keza (Türk kökenli) Fenikelilerin alfabe ve yazı örneklerinin de “Hitit Hiyerogliflerinin” çözümlenmesinde büyük fayda sağladığı belirtilmiştir.[95] Ayrıca “Hiyeroglif Yazısının” eski Anadolu insanın bulmuş ve geliştirmiş olduğu bir yazı biçimi olduğu vurgulanmış, özellikle Hititlerin kil tabletlerde çivi yazısı, mühürlerde, kaya ve taş anıtlarda ise hiyeroglif yazısını kullanmış olduklarına dikkat çekilmiştir.[96]
Greklerin “antik medeniyetlere” sahip çıkma iddialarına gölge ve şüphe düşüren bir başka kanıt da Girit adasında, İngiliz arkeolog Arthur Evans tarafından bulunmuş olan ünlü “Çizgisel B Tabletleri” olduğu tespit edilmiştir. Grekler, “Minoyan (Minoan)(?) ve Mişeyan (Mycenaean)(?)” olarak adlandırdıkları “Girit antik medeniyetleri hakkında değerli bilgiler içerdiği ifade edilen söz konusu Çizgisel B Tabletlerinin Grekçe olduklarını ve bu antik kavimlerin de Greklerin ataları olduklarını” iddia etmektedirler…[97] Girit adasında muhteşem güzellikte şehirler, saraylar, tapınaklar, sanat eserleri meydana getiren ve “göz kamaştıran, lüks bir yaşam tarzı sürdürdükleri” ifade edilen Minoyanlar ve onların torunları – mirasçıları Mişeyanların dil ve kültürlerinin, Asenalarda (Etrüsklerde) olduğu gibi devam ettirildiği tespit edilmiştir. Söz konusu medeniyetlerin dilleri, yazıları ve kültürleri Greklerle değil,[98] Asenalarla (Etrüsklerle) benzerlik göstermektedir. Asenaların (Etrüsklerin) İtalyan topraklarına taşımış oldukları medeniyet, Girit ve Limni adasında yerleşen akrabalarının medeniyetleriyle de birebir benzerlik ve devamlılık göstermektedir.[99] Bu hususta delil olarak gösterilen ünlü Girit antik tabletleri “Çizgisel A ve Çizgisel B Tabletleri” olarak anılmaktadır.
Uzmanlar, Girit adasında bulunan “Çizgisel B Tabletlerinin” Girit’te tesis edilen muazzam antik medeniyeti ortaya koyan en ünlü kanıtlar olduğunu vurgulamışlardır. Söz konusu bu tabletlerin deşifre edilmesine büyük ilgi duyan, üzerinde uzun yıllar çalışmalar yaparak adeta hayatını bu sırra adayanlardan birinin de, amatör araştırmacı Michael Ventris olduğu ifade edilmiştir. Latince ve Klasik Grekçe okuyabilen, ayrıca altı dil bildiği ifade edilen mimar Michael Ventris’in araştırmaları neticesinde söz konusu tabletlerin dili çözülmüş ve Michael Ventris, “Çizgisel B Tabletlerin dilinin Etrüskçe olduğuna inandığını” beyan etmiştir.[100] Hatta Michael Ventris bu inancını teyit etmek üzere 1949 yılında antik diller konusunda uzman birçok akademisyene bu “tablet yazılardan numuneler göndererek”, konu ile ilgili farklı fikirler almış ve bunların hepsini bir raporda toplamıştır. Ünlü “1950 Tarihli Mid – Century Report” olarak adı geçen bu raporda, M. Ventris’in danışmış olduğu uzmanlardan, istisnasız hepsi de “Çizgisel B Tabletlerinin Grekçe olabileceğine ihtimal dahi vermediklerini” net olarak ortaya koymuşlardır.[101]
Ancak ne ilginçtir ki, daha sonraları John Chadwick (1920 – 1998) adında bir “Grek Tarihçinin” ortaya çıktığı ve Michael Ventris’e bu konu üzerinde birlikte çalışmayı teklif ettiği, hatta bu hususta oldukça ısrarcı olduğu ve nihayetinde onu ikna etmeyi başardığı ve birlikte çalışmaya başladıktan bir müddet sonra, Michael Ventris’in anlaşılamaz bir biçimde fikir değiştirerek “Girit Çizgisel B Tabletlerinin Grekçe olduğunu” açıkladığı ifade edilmiştir. Daha da anlaşılmaz olanı, “Michael Ventris’in bir süre sonra, genç yaşta (34) elim bir trafik kazası geçirerek, aniden hayatını kaybettiğinin” duyurulması olmuştur.[102] O tarihten itibaren “John Chadwick’in, bu önemli ve son derece prestijli çalışmayı tek başına sahiplendiği, konu hakkında çeşitli kitaplar yazarak büyük ün ve servet kazandığına” dikkat çekilmiştir.[103] Çizgisel B Tabletleri hakkındaki tartışmaların kendi içine kapanık olarak uzun süre devam ettiği, objektif uzmanların “Çizgisel B Tabletlerinin Grekçe olmadıklarını, bu tabletlerin aslında daha önceki Çizgisel A Tabletlerinin bir devamı niteliğinde olduğunu” kesin bir dille ifade ettikleri ve söz konusu bu tespitin genel olarak kabul gördüğü belirtilmiştir.[104]
Ayrıca söz konusu bu Girit tabletleri ile ilgili ilginç bir konuya dikkat çekilmiştir; hem Homer’e isnat edilen “İlayda ve Odessa” destanlarında yer alan, hem de Homer’in çağdaşı Hesiod’a isnat edilen “Theogony” adlı dini eserde adı geçen, “Sözde Grek menşeli tanrılar panteonuna ait tanrı ve tanrıça adlarının”, kronolojik olarak Homer ve Hesiod’dan çok daha eski olduğu tespit edilen “Çizgisel B Tabletlerinde” (takriben İsa’dan 2500 yıl önce) geçmesinin, akademik dünya için oldukça büyük bir sürpriz olduğu”[105] ifade edilmiştir. Söz konusu bu tabletlere incelendiğinde, uzman olmaya gerek kalmadan, yazıların “Arkaik Etrüskçe – Gök Türk Runik Alfabesiyle” yazıldığı son derece belirgin bir şekilde fark edilebilinmektedir. Ayrıca Etrüskçenin, Grekçeden daha eski bir dil olduğunu kanıtlayan bir başka kanıt daha vardır; o da ünlü “Zagreb Mumya Sargı Bezi Yazılarıdır”. “Zagreb Mumya Sargı Bezi Yazısı” olarak bilinen ve bir tarihçi tarafından tesadüfen Mısır’da bir mumya üzerinde sarılı bulunan bu uzun ve değerli yazının, Grekçeden çok daha eski bir yazı dili ile yazıldığı ve yazının “Etrüskçe Metni” içerdiği ifade edilmiştir; söz konusu Etrüskçe Metni içeren sargı bezine sarılı mumya, onu satın alan kişice, yaşadığı şehre getirildiği ve bu meçhul kişinin, mumyayı Zagreb Müzesine bağışladığı ve adının deşifre edilmesini de istemediği belirtilmiştir.[106]
Alfabeden sonra, Türklerin antik kavimlerle akrabalık bağlarını gözler önüne seren en güçlü diğer bir kanıtta, kültür benzerliğidir. Bu bağlamda sosyologlar, bir toplumun en belirgin medeniyet özelliklerinden birinin “kadına karşı oluşturulan bakış açısı ve söz konusu bu bakış açısıyla belirlenen kadın statüsü” olduğunu dile getirmişlerdir. Asenaların (Etrüsklerin), antik Türk ataları gibi,[107] toplumlarında kadınlara en üst seviyede değer verdikleri, oysaki Grek toplumlarında kadınların erkeklerden aşağı görüldükleri, antik tarih kaynaklarında ayrıntılı olarak anlatılmıştır.[108]
Etrüskleri diğer Avrupa halklarından oldukça farklı kılan en önemli özelliklerden biri de, “Antik Türk Geleneğinin Devamı Olarak Ön Plana Çıkan, Kadına Saygın Bakış Açısı” olmuştur. Bilindiği üzere eski Türklerde, bir kadının, erkeğin eşi ve tamamlayıcısı olarak görülmesi, bütün toplumsal olaylarda, sosyal etkinliklerde, erkeklerle birlikte, yan yana yer alması, en belirgin Türk kültür özelliği olarak tarih kaynaklarında yer almaktadır.[109] Benzer şekilde Asenalı (Etrüsk) kadınlar da, av faaliyetlerinde, spor müsabakalarında, ziyafetlerde, dini törenlerde, şölenlerde, siyasi protokollerde, erkeklerin yanında, onlarla eşit bir şekilde, yerlerini aldıkları ifade edilmiştir.[110] Türk kadınına saygın bakış açısı “Dede Korkut Destanlarıyla” da netlik kazanmaktadır; “Türk kadını erkekle eşit görülerek, erkeği yanında olmadığı zaman, onun yerini doldurabilen, sözünü dinleten, at binen, kılıç kuşanan, cesur ve saygın bir insan” olarak gösterilmiştir.[111] Benzer şekilde Asenalarda (Etrüsklerde) kadının aile ve toplum içindeki yerine büyük saygı duyulduğu, ayrıca kadının “anne olma vasfınında yüceltildiği” ifade edilmiştir.[112] Hatta Anadolu kökenli ve sadece Anadolu’ya has bir tanrıça olduğu ifade edilen ünlü “Bolluk -Bereket – Verimlilik Tanrıçası Kibela’nın” (Hititçe – Kababa’nın) özellikle Asenaların (Etrüsklerin) yaşadıkları bölgelerde (Orta Doğu, Anadolu, Kıbrıs, Limni Adası, Girit, İtalya, vs…) en yüksek seviyede saygı duyulan, ibadet edilen, adına görkemli tapınaklar yaptırılan ve tabiat ana ile özdeşleştirilen “Ana Tanrıça” olduğu bildirilmiştir.[113]
Ayrıca “Tanrıça Kibela’nın, Greklerin tarih sahnesine çıkmalarından çok önce var olduğu ve Grek tanrıçalarla benzerliği bulunmadığı” dile getirilmiştir.[114] Tarihi süreç içinde belirlenen kanıtlara göre, “kadın – erkek arasında ayırımcılık yapmayan, kadını önce insan olarak kabul eden ve dolayısıyla erkekle eşit gören” söz konusu bu saygın bakış açısı, oldukça eski bir Türk geleneği ve kültürü olarak, başlı başına büyük bir önem arz etmektedir.[115] Türklerin, söz konusu bu belirgin kültür özelliğinin, bilinen en eski zamanlardan başlayarak, Osmanlı İmparatorluğu yönetimlerinin “Grek ve Arap Kültürlerini” benimsemelerine kadar, çağlar boyu kesintisiz olarak sürdürülmüş olması dikkat çekicidir. 21.yüzyılda dahi bazı toplumlarda “kadınların erkeklerden aşağı görüldükleri, yüzlerinin dahi kapatılıp, gizlendiği ve sosyal yaşantının tamamen dışında tutuldukları” göz önüne alınırsa, Batılılarca “medeniyetsiz ve barbar olarak aşağılanmak istenilen Türklerin”, antik çağlardan itibaren, aslında ne kadar medeni oldukları daha iyi anlaşılabilir. Bilindiği üzere antik Türk tarihinde ön plana çıkan “Kibela ve Turan” gibi ünlü Tanrıçalar, “Türk Din Panteonunda”, en üst seviyede saygı gören ve tapınılan “kadın tanrıçalar” olmuşlardır. Tanrıça Turan adına Geyre’de (Aydın) muazzam bir şehir kurulmuş, Turan için muazzam bir tapınak, saray ve binalar inşa edilmiştir. Yine Batılılarca gün ışığına çıkarılan bu muhteşem şehir, devrinin en ünlü “sanatsal heykel yapım, eğitim ve üretim merkezi” olarak önem kazanmıştır.
Asena (Etrüsk) kadınlarının, Avrupa’da yaşayan hemcinslerinden oldukça farklı “sosyal ve yasal statüleri” olduğunun bir kez daha altını çizmek istiyoruz; “Etrüsklü kadınların okur – yazarlık oranının yüksek olduğu, kendilerine has adlarının olduğu, şölenlere, ziyafetlere erkeklerle birlikte katıldıkları, kendileri de davetler verebildikleri, kanunen mülk sahibi olabildikleri, toplumda söz söyleme, fikir beyan etme hakkına sahip oldukları, bir babanın onayı ve kabulü olmaksızın çocuk sahibi olup, kendi başlarına çocuklarını yetiştirebildikleri” ifade edilmiştir.[116] Antik Grek ve Romalı kadınlara bakıldığında, tamamen farklı ve karanlık bir tablo ortaya çıkmaktadır… Söz konusu bu kadınların kendilerine has bir isimlerinin dahi olmadığı, cemiyet hayatında “x adamın kızı, ya da x adamın karısı veya annesi veya kız kardeşi vs… gibi tanımlamalarla bilinip, çağrıldıklarına” dikkat çekilmiştir.[117] Antik dönemlerde Grek kadınların statüsünün, erkeklerden çok aşağı olduğu, toplumda onlara verilen rolün evde kalıp, ev işleriyle uğraşmak, çocuk doğurup, yetiştirmekten ibaret kaldığı dile getirilmiştir.[118] Yine antik Grek ve Roma toplumlarında “erkek çocukların, kız çocuklarından çok daha fazla değer gördükleri, istenmeyen bebeklerin açık havada bir yere bırakılarak, ölüme terk edildikleri” de ifade edilmiştir.[119]
Grek kadınının bütün hayatı boyunca, beşikten mezara kadar, ancak yakın bir erkek akrabasının, ya da kocasının velâyeti altında yaşayabildiği, resmi hiçbir işlemi kendi başına yapamadığı ve siyasi – sosyal hayatın neredeyse tamamen dışına itildikleri belirtilmiştir.[120] Ayrıca “Grek toplumlarında kız çocukların, erkek çocuklar gibi eğitim alamadıkları, sosyal hayata katılmalarına izin verilmediği, anneleriyle evde kalıp, günlük ev işlerinde, onlara yardım etmeye mecbur bırakıldıkları” ifade edilmiştir.[121]
Diğer yandan antik Grek toplumlarında, bir kadınla bir erkeğin evliliğinin, duygusal ve sevgi amaçlı olmadığı, sadece “üreme amaçlı olarak düşünüldüğü”, kadınlara çocuk doğurma ve onlara bakma rolünden başka bir rol verilmediği vurgulanmıştır. Hatta “Grek toplumlarında aşkların ve cinsel hazların daha ziyade aynı cinsiyetle paylaşıldığına; kadın homoseksüelliğinden ziyade, erkek homoseksüelliğinin yaygın olduğuna ve erkek homoseksüelliğinin toplumca kabul görmesine rağmen, kadın homoseksüelliğinin hoş karşılanmadığına” dikkat çekilmiştir.[122] Ayrıca Grek mitolojisinde “kadınlar, bütün kötülüklerin ve şeytani güçlerin kaynağı olarak gösterilmiş, hatta kadınların bir eşya gibi satılır ve devredilebilir oldukları” dile getirilmiştir. Cemiyet hayatında antik Romalı kadınların da, Grek kadınlarla aynı kaderi paylaştıkları ve Grek kadınlarla benzer statüye sahip olduklarına işaret edilmiştir.[123]
Görüldüğü üzere antik tarihe hangi cepheden bakılırsa bakılsın ve her ne şekilde değerlendirmeler yapılırsa yapılsın, başta alfabe, yazı ve kültür olmak üzere, bilimsel kanıtlar, ilk medeniyetin “Asya Kökenli” olduğuna ve her halükarda bu medeniyet sürecinde de “Türklerin katkıları bulunduğuna” işaret etmektedir… Bu bağlamda antik medeniyetler söz konusu olduğunda, Türklerin, İtalyan ve Greklerden çok daha fazla “miras hakkına sahip oldukları” ortaya çıkmıştır. Bundan dolayıdır ki pek çok Batılı siyaset ve bilim insanı, “gerçek antik tarihten” fazlasıyla rahatsızlık duymakta ve kendi öne sürdükleri “mevcut taraflı antik tarihin” sorgulanmasına dahi izin vermemektedirler. Araştırma sonuçlarımız, Türklere karşı önyargılı oldukları tespit edilmiş olan Batılılara ve onların ortaya koydukları antik tarihe dikkatli – temkinli yaklaşılmasını, bu tarihi olduğu gibi kabul etmek yerine, sorgulamak gerekliliğini ortaya koymuştur. O halde antik tarih ile ilgili sapmaları ve yanlışları düzeltmek ve Türklerin en doğal hakkı olan “Antik Tarih Miraslarını” onlara teslim etmek için, gerçek antik tarihin mutlaka dünya kamuoyuna duyurulması gerekmektedir. Bunu yapacak olanlar da elbette Türk tarihçilerdir. Bu hususta Türkler, eğer Batılılardan destek ve onay beklerlerse, o halde sonsuza dek beklemek zorunda kalacaklar ve Batılıların tamamen mesnetsiz olarak ortaya attıkları “Türkler göçebe, işgalci ve barbar insanlardır, onların dünya medeniyetine hiç bir katkıları olmamıştır” iddialarına maruz kalmaya ve binlerce yıllık ana yurtlarında işgalci gibi gösterilmeye devam edeceklerdir…
SONUÇ
Kapsamlı antik tarih araştırmaları olarak incelediğimiz bu çalışmada, 19. yüzyıldan itibaren Batılı güçler tarafından dünyaya sunulan, hatta ezberletilen “antik tarihin”, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde “taraflı olduğunu ve tarihi gerçekleri yansıtmadığını” gözler önüne sermiştir. Bu konu tarafımızdan aynı zamanda bir doktora konusu olarak da ele alınmıştır. 17. yüzyıldan itibaren mükemmel bir işbirliği içinde çalışan Batılı devlet ve bilim adamlarının, antik tarihi saptırdıkları, tarihi kronolojiyi ve orijinal antik adları değiştirdikleri, muazzam antik tarih mirasını Greklere ve İtalyanlara bağışladıkları tespit edilmiştir. O halde bu insanlar neden böyle bir şey yapma gereği duymuşlardır? Çünkü antik tarihle ilgili gerçek bilgi ve bulgular, Batılıların, Müslüman Türklerle ilgili her çağ ve dönemlerde farklı boyutları ile karşımıza çıkan planlarına, Türklerin ellerinde bulundurdukları tarihsel kaynak ve eserlerle daha da önemlisi üzerinde binlerce yıldır yaşadığımız topraklarla ilgili küresel ve emperyal çıkarlarına tamamen ters düşmektedir.
Bu bağlamda antik tarih, sadece tarih ilmini ve bilim müesseseleri olan üniversiteleri, akademileri ilgilendiren bir konu olmaktan çıkarılmış, dünyaya hâkim olma stratejileri geliştiren Batılı devletlerin, siyasi, iktisadi çıkarlarını ilgilendiren bir mesele haline dönüştürülmüştür… Hal böyle olunca, bir yanda Batılıların istek ve taleplerine “ilmi zemin oluşturabilmek ve meşrulaştırabilmek” üzere hizmet eden ve bunun karşılığında prestijli mevkiler, unvanlar alan, zenginlikler elde eden sözde bilim insanları var olmuş, diğer yandan da “hiçbir siyasi gücün hâkimiyetine girmeyi kabul etmeyen, tam bağımsızlık içinde, görevini en doğru şekilde yapmayı ilke edinen” objektif bilim insanları olmuştur. Söz konusu bu objektif bilim insanları sayesindedir ki, gerçek antik tarih ve dolayısıyla “Antik Türk Tarihi” gün ışığına çıkma imkânına kavuşabilmiştir.
Yapmış olduğumuz araştırma, çalışma ve gözlemler, tarihten günümüze gelinceye kadar, Türklerin pek çok haksızlığa ve zulme uğratıldıklarını göstermiştir. Bunların içinde en vahim olanı, Türklerin kimliğini, antik tarih ve atalarını öğrenmelerinin engellenmiş olmasıdır. Bilhassa altı yüz küsur yıllık Osmanlı İmparatorluğu döneminde, zamanla Osmanlı yönetimine hâkim olan yabancı kökenli Hıristiyan eş, valide, akraba ve devşirmelerin, Türk kimliği, dili, dini ve tarihinin tamamen ihmal edilmesine ve Türk kimliğinin “ümmet anlayışı” içinde eritilmesine neden oldukları belirlenmiştir. (Melting Pot Theory) Tarih içinde Türklerin başına gelen tüm olumsuzlukların farkına varan, dile getiren Kaşgarlı Mahmut, Karamanlı Mehmet Bey vb gibi değerli insanlar elbette vardır. Ancak bunların içinde Türk tarih, dil ve kültürüne en kapsamlı ilgi duyan ve bu yönde kalıcı çalışmaları çok önemli bir konu olarak gören Ne mutlu Türküm diyene diyerek özgüveni tam olması gereken yüce Türk milletinin ve cumhuriyetinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’tür.
Kapsamlı bir tarih bilgisine sahip olduğu bilinen Atatürk, Türklerin çağlar boyu maruz kaldıkları bütün olumsuzlukları çok iyi bilen bir kişi olarak, sorunları doğru teşhis etmiş ve bu sorunları ortadan kaldırmak için çözümler üreterek, gereğini uygarca ve cesaretle yapmıştır. Atatürk kendi tarihini ve değerlerini bilmeyen toplumların uygarlıktan söz edemeyeceğini, onun için dil, tarih ve kültür üçgeni içinde politikaların üretilmesi hususunu sürekli gündemde tutmuştur. Bir ulusun kimliği, dili, dini, gelenekleri, toplusal değerleri, kültürü, ve tüm tarihi değerleriyle korunması ve yaşatılması gereken bir bütündür[124] Atatürk bu anlamda Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu gibi önemli kurumları hayata geçirerek düşüncelerini uygulamalar ile tamamlamıştır. Onun içindir ki Atatürk, ilk önce Türk ulusuna tarihi kimliğini, köklü medeniyetler kurmuş ve binlerce yıllık atalarına ait zengin kültürünü yeniden hatırlatmış ve Türk Milletini, içine düşürüldüğü çaresizlikten kurtararak, kendine güvenmeyi ve saygı duymayı öğretmiştir.
Bir ulusun önceliği, kendi dil, tarih ve kültür üçgeni içinde kendi öz kimliğini bilmesinin temel şartı; elbette atalarını ve tarihini iyi tanıması ve kendi diline sahip çıkması ve kültürünü taşımasında yatar. Bu bağlamda bir ulusun geleceği ise, halkına dayanan, yabancı fikirlerden arınmış kendi milletinin kültürünü ve dilini temsil eden tam demokrasi ilkelerine bağlı ulusal- milli siyasal yönetimlere ve ideoloji sendromuna kapılmamış, yaşadığı toprakların ve tarihinin bilinci içinde Türk kültürü taşıyan gerçek bilim adamlarına kavuşması, yanıltıcı, aldatıcı ve aşağılayıcı algılardan kurtarılmasında Atatürk ilkelerine bağlı milli eğitimin oluşturulmasında yatmaktadır.
İstanbul Üniversitesi – Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü Doktora Öğrencisi
Alıntı Kaynak: Türkbilim Şubat 2013