Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Anadolu’nun Türk Vatanı Haline Gelmesi

0 22.159

Prof. Dr. Mehmet ŞEKER

Bundan otuz dört yıl önce bir yüksekokul öğrencisi iken merak duyduğum; Türkiye’nin Türklere vatan oluşu meselesi bugün de hâlâ ilgi konusu olmaya devam etmekte midir? Zannediyorum, özellikle son yıllarda “Anadolu mozaiği”nden söz edenlerin artmış olması bu soruyu gündeme taşımaktadır. Genç kuşakların ilgisini çekmesi gereken bu konuda bugüne kadar okuduklarım ve yazdıklarımda hâlâ boşluklar kaldığını itirâf etmeliyim.

Bu mütevâzı makalede de mevcut boşluklardan belki bir kareyi doldurmayı, bir eksikliği gidermeyi denemeye çalıştığımı göreceksiniz. Anadolu’nun Türk vatanı hâline gelişi ile ilgili soruları olanların, bu makaleyi okuduktan sonra kendi kendilerine yeni sorular sorarak, konuya merak duyacaklarını ve araştırmaya başlayacaklarını tahmin ediyorum.

Ne yazık ki, Anadolu Selçukluları ile Anadolu’da kurulan ilk Beylikler hakkında günümüze ulaşmış yeterli bir bilgi ve belge bulunmamakla beraber, dağınık rivâyetleri, farklı milletlere ve dinlere mensup yazarların yazdıklarını birleştiren tarihçilerin ve araştırıcıların yazdıklarını gözden geçirerek Anadolu’nun Türk vatanı hâline gelişi hakkında gelecek kuşaklar daha da yeni yorumlar yapabilme şansını elde edeceklerdir. Biz de bu makâlede konuya değişik bir yorum getirmeyi deneyerek bir mütevâzı örnekle Türk tarihinin bir penceresinin aralanmasına katkıda bulunmayı ümit etmekteyiz.

Üzerinde yaşadığımız toprakların, yani Anadolu’nun XI. yüzyıldan önceki tarihî konumunu gözden geçirdiğimizde; eski dönemlerden beri bu bölgenin kendine özgü bir bütünlük arz etmediği görülmektedir. Anadolu, geçmiş asırlarda bu topraklar üzerinde yerleşmiş tek bir milletin ülkesi olmamış, aksine üzerinden geçici ya da kısa veya uzun ömürlü olarak gelip geçmiş bir çok millet için doğu ile batı arasında bir köprü olmuştur. Bir başka deyişle; Hititler, Frigyalılar, Lidyalılar, İranlılar, Romalılar ve Suriyeliler gibi çeşitli milletler, tarih içinde bu toprakları fethetmek veya Anadolu üzerinden batıya geçmek ya da ticaret yapmak amacıyla bu topraklardan gelip-geçmişlerdir. Bu geliş-geçişlerden bazılarının uzun ömürlü bazılarının da kısa ömürlü olduğu görülmüştür.

Ancak, 1071 yılında kazanılan Malazgirt Zaferi’nin ardından Anadolu’da, geçmiş yüzyıllardakinden farklı, değişmeyen ve kalıcı bir ortamın ortaya çıktığı tarîhi bir vâkıadır. Bu bölg ede meydana gelen söz konusu değişmenin tarihi incelenince dokuz yüzyıldır süren ve günümüze intikal ederek bütünlük arz eden bir sürecin yaşandığı ortaya çıkmaktadır. Anadolu’nun bugünkü hâkim kültürünün on birinci yüzyıldan itibaren oluşan bir kültür olduğu, daha önceleri bu bölgede egemen olmayan söz konusu kültürün zaman içinde zenginleşerek koruna geldiği, hatta Balkanlar’a da yayıldığı söylenebilir. İşte bu kültürün nasıl oluştuğu, hangi evrelerden geçerek yerleştiği problemi yıllardır çeşitli araştırıcıların inceleme konusu olmuştur. Buna bir başka açıdan bakarak Anadolu’da hâlâ yaşamakta olan bu kültürün kökenlerini tespit etme hususunda genç kuşaklara bir nebze ışık tutabilirsek kendimizi mutlu sayacağız.

I. Anadolu ve Selçuklular

1. Selçuklulardan Önce Anadolu

1071 yılına gelinceye kadar Anadolu’nun doğu sınırları Müslümanlarla Bizans arasında zaman zaman el değiştiren bölgeler olagelmiştir. Özellikle Tarsus-Malatya doğrultusunda çizilecek bir hattın kuzey ve güneyi, büyük ölçüde devamlı mücadele sâhâsı olan bir bölge idi. Müslüman Araplarla Hıristiyan Bizanslılar arasında sürüp giden çatışmalar bölgenin nüfusunu oldukça etkilemişti. Sadece nüfus kaymasına değil, bölgenin her yönden çökmesine de sebep olan söz konusu mücadeleler, Bizans’ın içinde de sürüp gitmekte idi. Aynı şekilde Anadolu’nun Bizans tarafında kalan diğer bölgelerinde hâkim olan feodal toprak düzeninin sonucu olarak yerli halk hem fakirleşmiş hem de bazı bölgelerden göç etmek zorunda kalmıştı.

Bizans İmparatoru II. Basileios’tan (öl. 1025) sonra İmparatorluk, iktisâdî ve ictimâî yapısında meydana gelen değişmeler neticesinde, feodal derebeylerin güdümüne girmiştir. Aristokrat sınıfın, köylü ve askerlerin elinde bulunan arazileri ele geçirmeye başlamaları ve bunu önleyici kanunları hiçe saymaları sonucu büyük toprak sahipleri çoğalmıştır. Zamanla küçük toprak sahipleri ya ortadan kalkmış veya fakirleşmiştir. Dolayısıyla zenginleşen büyük arazi sahipleri hem küçük toprak sahiplerinden vergi alıyor hem de devlete vergi ödemekten kaçınıyorlardı. Bu arada kendilerine bağlı olan köylüleri baskı altında tutarak hâkimiyetlerini genişletmek istiyorlardı.

Bizans savunma düzeninde önemli bir yeri olan asker köylülerin vergi mükellefi durumuna getirilmesi ve “munzam vergi” ödeyenin de askerlik hizmetinden muaf tutulması Bizans ordusunun zayıflamasına yol açmıştır. Bunun sonucu orduda yerli asker sayısının azaldığı ve farklı milletlerden temin edilen ücretli askerlerin sayısının arttığı görülmektedir. Bu durum Bizans’ta çok ciddî bir savunma zaafı doğurmuştur.

Görüldüğü gibi vergi sistemindeki çöküntü ve savunmadaki zaafın yanında, Bizans’ın kötü yönetilmesi ve savaş ve isyanların birbirini takip etmesi Anadolu’nun yerli halkını da perişan etmiştir. Bunun sonucu olarak halk, ya bulunduğu bölgeden bir başka bölgeye göç etmiş ya da başka arayışlar içine girmiştir. Selçuklu fetihlerinde Anadolu’nun yerli halkı, Bizans kuvvetleri karşısında Türklere yardımcı olmak suretiyle fethin hızlanmasına da imkan sağlamışlardır. Nitekim halkın “bu fetihleri kendilerine karşı olmaktan çok Bizans için bir cezalandırma” olarak gördükleri bazı tarihçiler tarafından da belirtilmiş bulunmaktadır.[1]

Bizans’ın cezalandırıldığının düşünülmesine yol açan bir diğer sebep de Bizans’ın dinî politikasıdır. Zirâ Bizans içinde mevcut olan Hıristiyan kiliselerinin birbirleriyle devamlı sürtüşme halinde oldukları bilinmektedir. Bilindiği gibi Doğu’daki Hıristiyan kiliseleri hiç bir zaman birbirleriyle bağdaşamamışlardır. Hatta Orta Çağ’ın başlarında Müslüman ülkelerinde taraftarları olan kiliseler, Bizans kilisesinin egemenliğinden tamamen uzaklaşmış bulunuyorlardı. Ermenîlerin, Yâkûbîlerin ve öteki kiliselere bağlı halkların yaşadığı bölgeleri Bizans ele geçirince, Ortodoks kilisesi diğer kiliseler karşısında oldukça sert tedbirlere baş vurarak, bu kiliselerin ileri gelenlerini sıkıştırmaya başlamış; bunun sonucu olarak hoşnutsuzluklar arttığı gibi Ortodoks kilisesinden kopuşlar da çoğalmıştır.

Doğu’daki bu farklı Hıristiyan kiliselerini başlangıçtan beri hazmedemeyen Bizans, bu toplulukları Ortodokslaştırmak niyetiyle baskı politikası da uyguluyordu. Anadolu’nun çoğu Hıristiyan olan yerli halkı üzerinde yoğunlaşan Bizans’ın dînî baskısı, yani Ortodokslaştırma ve Rumlaştırma siyâseti Ermenîleri, Süryânîleri ve diğer Hıristiyan mezheplerin mensuplarını -ki bunlar Hıristiyanlarca “Râfizî” olarak kabul ediliyorlardı- Bizans’a düşman etmişti. Gayrimüslim halkın Türklere yani Selçuklulara yaklaşmalarına, hatta onları bir kurtarıcı gibi görmelerine yol açan bu ortam, Anadolu’nun gerek 1071’den önceki, gerekse Malazgirt’ten sonraki Türkleşmesine ve İslâmlaşmasına da imkân hazırlamıştır.[2]

2. Anadolu ve Türkiye Selçuklukları Devleti

XI. yüzyılın ikinci yarısında Büyük Selçukluların Bizans’a karşı kazandıkları başarılar ve nihayet 1071 yılındaki Malazgirt Zaferi’nden sonra, Anadolu’da yeni bir ortamın doğmasına yol açan gelişmeler olmuştur. Özellikle, birçok Türk aşireti doğudan batıya doğru Anadolu’nun çeşitli yörelerine sevk edilmiş; Mengücek, Artuk ve Saltuk Beyliklerinin esasını teşkil eden bu aşiretler, devamlılık arz eden göçleri de besleyip yönlendirmişlerdir. Daha sonra Türkiye (Anadolu) Selçuklularının kurulması ile de bu devletin asıl unsurunu oluşturmuşlardır.

1071 Malazgirt Zaferi’nden sonra Türklerin Anadolu topraklarına doğudan batıya doğru yerleştikleri, tarihî kaynaklarda açıkça belirtilmektedir. Bu topraklarda oturan gayrimüslim ahâlinin bir bölümünün daha önceki yıllarda Bizans’ın baskıcı politikası sebebiyle kısmen de olsa oturduğu toprakları terk ettikleri bilinmektedir. İşte, Türklerin fetihleri de bu ahâlinin diğer bir kısım toprakları terk etmelerine sebep olmuştur.

Bunlardan boşalan yerlere ise zaman zaman vukû bulan göçlerle gelen Türk nüfus yerleşmiştir. Gerçi bu durum, hemen bir anda olup bitmiş bir hâdise değildir. Ortalama iki ila üç yüzyıl boyunca süregelen göçler değişik olaylar sebebiyle bazen artmış, bazen de durmuştur. Bu gelen Türkler, yerleştikleri şehirlerde veya köylerde, çoğunluğunu “gayrimüslim” Hıristiyanların oluşturduğu halkla karışarak, onlarla birlikte yaşamaya başlamışlardır.

A. Türkiye Selçukluları (Anadolu Selçukluları)

Selçuklu tarihinin yerli uzmanlarından merhum Prof. Dr. Osman Turan’ın, “Selçuklular Zamanında Türkiye” adlı eserinde, Selçuklu hânedânına mensup Kutalmışoğullarının faaliyetleri ile ilgili pek çok soruları cevaplandırdığını ve sonraki araştırıcıların da onun bıraktığı boşlukları doldurduğunu görüyoruz. Onun için biz burada Kutalmışoğullarının nerelerde dolaşıp siyâsî hâkimiyet için neler yaptıklarını ele almayacağız. Sâdece Türkiye Selçuklularının kurucusu olan Kutalmışoğlu Süleymanşah’ın Anadolu’ya gelişi ve devletini kuruşu ile ilgili bilgileri hatırlatmakla yetineceğiz.

Bilindiği gibi Malazgirt Zaferi’nden sonra (1071) Bizans İmparatoru Diogenes ile yapılan anlaşmanın, Diogenes Bizans’a dönmeden imparatorluk makamına geçirilen yeni imparator tarafından selefinin gözlerine mil çekilip kör edilerek hapse atılmasıyla geçersiz kalması üzerine, Selçuklu Sultanı Alp Arslan çevresindekilere; “Bugünden itibaren Rumlarla mevcut sulh sona ermiştir. Artık haça tapanlar öldürülecek ve memleketleri istilâ olunacaktır” demiştir. Eski imparatora revâ görülen bu duruma üzüntüsünün ifâdesi olarak söylenen bu sözler, aynı zamanda Selçukluların artık Anadolu topraklarında hakları olduğunu düşündüklerini de göstermektedir. Nitekim kendisine bağlı beylere; “Bundan böyle arslan yavruları olunuz; yeryüzünde gece-gündüz kartal gibi uçunuz ve Rumlara merhamet etmeyiniz” diyen Alp Arslan, Diogenes’in ölümünden sonra da barış anlaşmasının kesin olarak bozulduğuna hükmederek, askerlerini Bizans eyâletlerinin, yani Anadolu’nun fethine göndermiştir.[3]

İster Alp Arslan’ın bu emri ile olsun, isterse Anadolu’daki durumun elverişli hâle gelmesinden olsun, Anadolu’ya gelen Türkmen grupları, Selçuklu hânedanına mensup şahsiyetler ile diğer Türk komutanları âdeta Anadolu’da ayak basmadık yer bırakmadılar. Göçlerle gelen bu Türkmenlerin önemli bir bölümü de Alp Arslan’a ve oğlu Melikşah’a isyân eden Kutalmış, El-basan ve Kavurt’a bağlı Yabgululara mensuptular. Bunlar devamlı bir şekilde Rum ülkesine (Anadolu’ya) akınlarda bulunuyorlardı.

İşte Kutalmışoğlu Süleyman da; Suriye bölgesindeki Selçuklu beylerinin kendisine karşı ittifak ettiklerini görerek, artık o bölgede kalmasının kendisinin siyasî geleceği bakımından uygun bir ortam yaratmayacağını anlamış ve Rum gazâsına girişmiştir, yani Anadolu’ya geçmiştir. Anonim “Selçuknâme” yazarı bundan sonra olanları şöylece özetlemektedir: “Talih yardım etti; devlet yüz gösterdi ve kendisine koşan Horasan Türkmenleri ile önce Antakya üzerine yürüdü, fakat fethedemedi. Oradan Rum’a geçti; evvelâ Konya’yı Mârtâvkustâ’dan ve Gâvele (Gevâle) Kalesi’ni de Rûmânûs Mâkrî’den aldı; birçok müstahkem kaleleri ve hükümdarların hazinelerini ele geçirdi. Heybeti kâfirlerin kalbinde yerleşti ve kahramanlığı sâyesinde Konya’dan İznik kapısına kadar her tarafı aldı; hiçbir ordu karşısına çıkamadı (Az bir zaman zarfında o civardaki bir çok muhkem kaleler elde ederek İslâm topluluğuna mal etti)”.[4]

Müslüman müelliflerden bazıları da bu bilgileri teyit ederek Süleyman’ın İznik ve bölgesini H. 467 (M. 1075) yılında fethettiğini kaydetmektedirler.[5] Bu kayda dayanarak Osman Turan, diğer bazı tarihçilerin aksine Türkiye Selçuklu Devleti’nin kuruluşunu 1075 olarak kabul etmektedir.[6] Bu tarihten itibaren İznik’te yerleşen Süleyman, bu tarihte iyice kızışan Bizans’ın iç mücâdelelerine bile müdâhil oldu. Hatta, mevcut imparatora başkaldıran Botaniates’in imparator olmasını da sağlayarak, yeni imparatorla birlikte Türk askerleri Üsküdar’da çadırlarını kurdular. Böylece, bu tarihlerde, Türklerin hâkimiyeti Karadeniz, Marmara ve Akdeniz sâhillerine kadar genişledi. Adetâ her yer Türklerle doldu.

Kutalmışoğlu Süleyman Malazgirt Zaferi’nden üç dört yıl sonra İznik’i merkez alarak kurduğu bu yeni devletinde, buralara önce gelen ve kendisi zamanında da gelmeye devam eden Türkmenlere dayanmakta idi. Bu çerçevede 1080 yılında vukû bulan yoğun akınlar, Süleyman’ın başarılarını duyan Türkistan ve Selçuklu bünyesindeki Türkmenlerin Anadolu’ya yaptıkları göçlere örnek olarak verilebilir.[7]

Büyük Selçukluların mensup oldukları hânedân ile amcazâdeleri olan Kutalmışoğlu Süleyman arasındaki siyasî çekişmelerin devam etmekte olduğu, 1078’de Melikşah’ın Emir Porsuk’u Anadolu’ya göndererek amcazâdelerini itaat altına alma teşebbüslerinden anlaşılmaktadır. Başarısızlığa uğrayan bu seferlerin daha sonra da tekrarlandığı kaynakların kayıtlarından anlaşılmaktadır. Sonunda Sultan Melikşah’ın; Konya, Aksaray, Kayseri ve bütün Rum beldelerini (Anadolu) Kutalmışoğlu Melik Rükneddin Süleyman’a bıraktığına dair ifâdeler, artık Türkiye Selçuklularının istiklâlinin tanındığını ortaya koymaktadır.[8] Bu arada, Bizans imparatoru da Balkanlar’da beliren Normand istilâsına karşı Süleymanşah’la anlaşmak zorunda kalmış ve gerek doğudan gelebilecek herhangi bir tehlikeyle karşılaşmamak için gerekse mevcut istilâ hareketine karşı Türk askerlerinin desteğine muhtaç olduğundan Süleymanşah’la bir muâhedenâme imzalamıştır. 1091 yılında imzalanan bu anlaşma ile Süleymanşah’ın Anadolu’ya fiilî hâkimiyeti hukûken de tanınmış oluyordu.

Bundan sonra, İznik ve İzmit şehirlerine kadar Anadolu’nun birçok bölgesine hâkim olan Süleymanşah’a, Halife tarafından da hâkimiyet alâmeti olarak sancak ve diğer alâmetler gönderilerek sultanlığı tanınmış ve bu haberler devrin kaynaklarında yer almıştır.

Türkiye Selçuklu Devleti’nde (1075-1308) daha ilk yıllardan itibaren, bir yandan Haçlılara ve Bizans’a karşı yerleştikleri toprakları korumak, bir yandan da Anadolu fâtihi Süleymanşah (ö. 1086) zamanındaki siyasi birliği canlandırmak gayreti ısrarla sürdürülmüştür. Kılıçarslan I, Mes’ud I, Kılıçarslan II, Keyhüsrev I, Keykâvus I ve Alâeddin Keykûbat I bu gâye için çaba gösteren Selçuklu sultanları olmuşlardır. Özellikle, Bizans’ın Anadolu’dan ümidini keserek kesin olarak el çekmesinde, Sultan Kılıçarslan II.’nin Miryakafelon Savaşı’nda (1176) elde ettiği zaferin büyük payı olmuştur. Ancak Sultan Keyhusrev II.’nin zamanında, Moğollar karşısında kaybedilen Kösedağ Savaşı (1243) ise Anadolu’nun doğudan gelen bu düşmanın istilasına uğramasına ve devamlı olmasa da bir süre onun hâkimiyetine girmesine yol açmıştır.

Türkiye (Anadolu) Selçukluları zamanında Anadolu’da bazı yeni yerleşim merkezleri kurulmuşsa da asıl büyük merkezler tarihen bilinen Konya, Kayseri, Sivas ve Erzurum gibi eski şehirlerdi. Buraların halkı dinlerini muhafaza eden Rum ve Ermenilerin yanında hâkim Türk ve Türkmenler ile Türkleşmiş olan değişik unsurlardan müteşekkil idi. Doğudan batıya asırlarca sürmüş olan Türk göçleri Anadolu’ya bir sel gibi akmaya devam etmiştir. Ancak Hicrî onuncu, Milâdî on altıncı yüzyıldan sonra Anadolu’da dînî-siyâsî mâhiyette, önceki asırlardakine benzer büyük hareketlenmelere rastlanmaz. Ara sıra görülen bazı büyük olaylar da birçok yönüyle geçmişle bağlantılıdır.[9]

Türkiye Selçukluları, başşehirlerinde satın alınmış Türk veyâ esir edilmiş Hıristiyan çocuklarının saraya bağlı “gulâm-hâne” denilen özel okullarda “Babalar” elinde yetiştirilmiş bir merkez ordusuna sâhipti. Bunun yanında yine merkezde; ücretli Frank, Gürcü ve diğer Hıristiyan unsurlardan müteşekkil bazı askerî birlikler de bulunmaktaydı. Bununla birlikte, ordunun ve idarecilerin temelini, mahallinde çiftçilerin ödediği vergilerle beslenen, iâşe ve ibâtesi bu yolla sağlanan “Türk iktâ askerleri” oluşturuyordu.[10]

Türklerin Anadolu’daki fetihleri, Bizans ve Haçlıların buna karşı taarruz ve seferleri ve iç çekişmeler Anadolu’da Türk ve yerli nüfusun azalmasına, hatta birçok yerlerin boşalmasına, bundan dolayı da üretimin, gelirin ve vergilerin düşmesine sebep oldu. Yerleşmenin ilk yüzyılında Türklerin çoğu da göçebe kaldığı ve yerleşik hayata geçiş yavaş seyrettiği için Selçuklu Devleti yerli çiftçilere ihtiyaç duymaktaydı.

Bu bakımdan, Türkiye Selçukluları Tarihi üzerine araştırmaları ile tanınan C. Cahen’in şu tespit ve tekliflerine katılmamak mümkün değildir: “Şüphesiz Anadolu’da yerli halk bulunmaktaydı. Türk fethinin doğru tetkiki Türk akınları arifesinde söz konusu yerlilerin yoğunluğunu ve dağılımını tespit etmeyi zorunlu kılacaktır. Meselâ Ermenilerin büyük ölçüde göçürülmeleri ve hatta Romain Diogenes’in seferlerinin hikâyesi, yerli nüfus yoğunluğunun fazla olduğu intibâını vermemektedir; fakat yine de bu hususun araştırılması gerekmektedir. Sadece yerlilerin diğer bölgelere nazaran Ermenistan’da daha kalabalık oldukları kabul edilebilir.”[11]

B. Anadolu’da Kurulan İlk Türk Beylikleri

1071 Malazgirt Zaferi’nin ardından Anadolu’da vücut bulan yeni oluşumda, Türkiye (Anadolu) Selçuklularından ayrı, ama aynı dönemde hüküm süren Beyliklerin de Anadolu’nun Türk yurdu hâline gelmesinde önemli rolleri olduğunu kabul etmek gerekir. Birçok şehir ve bölgede hâkimiyet kurarak bir bölümü çok kısa, bir bölümü ise uzun zaman egemenliklerini sürdüren Türk asıllı beylerin adı ile tanınan bu beylikler, ya Malazgirt Savaşı’ndan önce ya da sonra Doğu Anadolu bölgesinde şehirler fetheden Selçuklu hânedanı mensupları ve akrabaları ile ileri gelen komutanlara ve kahramanlıkları ile hizmet etmiş olanlara iktâ (dirlik) olarak verilen bölgelerde kurulmuşlardır. Bunların belli başlı örneklerinden biri Mengüceklilerdir (1072-1228).

Malazgirt Savaşı’na katılan Mengücek Ahmed Gazi, zaferden sonra Erzincan, Kemah, Divriği ve Şebinkarahisar’ın bulunduğu bölgede beyliğini kurmuştur. Oğuz boylarından birine mensup olduğu bilinen Mengücekler bölgede etkin bir beylik olarak uzun süre Türkiye (Anadolu) Selçuklularına tâbi olmuşlardır. Kemah-Erzincan kolunun uzun ömürlü beyi olan Fahreddin Behramşah Türkiye (Anadolu) Selçukluları Sultanı II. Kılıçarslan’ın kızı ile evli idi. Üç kızından birine Selçuk Hatun, diğerine Turan Melek, üçüncüsüne de Melike Hatun adlarını vermişti. Mengüceklerin Divriğ kolunun beylerinden İshak’ın torunu Şehinşah para bastırmış, Merâgalı mimar Hasan bin Pirûz’a 1180 yılında Divriği Kale Câmii’ni yaptırtmıştır. Sitti Melek adı ile tanınan türbesi Ulu Câmi yanında olup, kitâbesi H. 592 (M.1196) tarihini taşımaktadır. Kitâbede Türkistan Türk hükümdarlarınca da kullanılan alp, kutlug, ulug, tuğrul ve tiğin gibi unvanlar yer almaktadır.[12]

Anadolu’da kurulan diğer Türk Beyliklerinin oldukça önemli siyasî, askerî ve kültürel rolleri görülenlerinden biri de Dânişmendlilerdir (1071-1178). Sultan Alp Arslan’ın hizmetinde iken Malazgirt Savaşı’na da iştirak eden Dânişmend Gâzî, zaferden sonra kendisine iktâ olunan Sivas’ı fethetmiştir (1071). Daha sonra da Sivas’ı merkez ittihaz ederek Amasya, Tokat, Niksar, Kayseri, Zamantı, Elbistan, Develi ve Çorum’u maiyetindeki emir ve beylerle zapt etmiş, böylece beyliğinin temellerini atıp sınırlarını genişletmiştir.

Zaman içinde Anadolu’da kurulan beylikler arasında en güçlü ve büyüklerinden biri hâline gelen Dânişmendliler, Anadolu’nun Türk yurdu hâline gelmesinde de önemli hizmetler ifâ etmişlerdir. Anadolu’nun en güçlü devleti olan Selçukluların iç işlerine müdahale ederek onlara tahakküm bile etmişlerdir. Bu arada Bizans ve özellikle Haçlılarla savaşan Dânişmend Gâzî, Emir Gâzî ve Melik Muhammed gibi beylerinin adları destanlarda yer almış, kahramanlıkları destanlaşmış ve isimleri halk arasında saygı ile anılmıştır.[13]

Dânişmendlilerin yıkılışından sonra bu hânedâna bağlı çeşitli boylar, Anadolu’ya dağılmışlardır. Hatta bunlardan bazıları Rumeli’ye de geçmişlerdir. Moğol istilâsından sonra Anadolu’da kurulan beyliklerden biri olan Karesioğullarının -Balıkesir ve Çanakkale bölgesinde hüküm sürmüşlerdir (1296-1360) muhtemelen Dânişmend Gâzî’nin torunları oldukları ileri sürülmektedir.[14] Nitekim Balıkesir ve civarındaki bazı oymak adlarında Dânişmend adına ve Dânişmendli izlerine rastlanmaktadır.[15] Günümüz Anadolusu’nda da Dânişmend, Danışman, Tanışman ve Yağıbasan adını devam ettiren köy adları da Dânişmendlilerin izlerini taşımaktadır.[16]

Diğer Anadolu beyliklerinden biri de Dilmaçoğulları Beyliği’dir (1084-1394). Osman Turan’ın ifade ettiği gibi, Anadolu’nun en eski ve bu dönemde kurulan beylikleri arasında en uzun ömürlü Türk hânedanı olan Dilmaçoğlu Beyliği Erzen ve Bitlis’te hüküm sürmüştür. Beyliğin kurucusu Dilmaç oğlu Mehmed Bey, Sultan Alp Arslan’ın nüfuzlu beylerindendir ve Malazgirt Savaşı’na da katılmıştır. Daha sonra Alp Arslan’ın oğlu Melikşah Devri’nde de Suriye’de Fatımîlere karşı görevlendirilen Melikşah’ın kardeşi Tutuş’un yanında diğer Selçuklu Beyleri ile birlikte yer almıştır (1078). İşte bu Dilmaçoğlu Mehmed beyin, 1104’ten sonra beyliklerini tarih sahnesinde gördüğümüz Erzen ve Bitlis beylerinin atası olduğu tarihçiler tarafından kabul edilmektedir.[17]

Bulundukları coğrafî bölge dolayısıyla Dilmaçoğulları askerî ve siyasî faaliyetlerinde dâima Sökmenliler (Ahlat şahlar), Saltuklar ve Artuklar ile birlikte hareket etmeyi yeğlemişler ve karşılıklı ailevî münâsebetler tesis etmişlerdir. İlkin Ahlatşahlara, arkasından da Artuklulara tâbi olarak kalmayı kendi çıkarları için uygun gören Dilmaçoğulları, onlarla birlikte Haçlılara ve Gürcülere karşı savaşlara katılmışlardır. Beyliğin başındakiler gerek batıdan ve güneyden gelen Haçlı saldırılarına, gerekse kuzeyden gelen Gürcü tecavüzlerine, ortak hareket ettikleri diğer Türk zümreleriyle birlikte karşı koymuşlardır. Böylece bölgede Türk varlığının devamını sağlayarak siyasî ve askerî manevralarla istikrarlı bir hayat yaşamayı başarmış olan Dilmaçoğulları, hâkimiyet alanı itibariyle küçük bir memleketin sâhibi olmuşlarsa da bölgede mevki ve nüfuz bakımından önemsenmiş, aynı zamanda uzun ömürlü bir beylik olmuşlardır.[18] Beyliğin başına geçenlerden çoğunun Dilmaç Hüsameddin Alp ve Tekin, Togan Arslan, Yakup Arslan, Hüsameddin Kurt, Hüsameddin Tuğrulşah, Nureddin Kutalmış gibi İslâmî ve Türk geleneklerine uygun isimler almış olmaları dikkat çekicidir.[19]

Anadolu’da kurulan ilk beyliklerden bir diğeri de Saltuklular Beyliği’dir (1071-1202). Beylik, adını Selçuklu Sultanı Alp Arslan’ın kumandanlarından Ebu’l-Kasım Saltuk’tan almıştır. Malazgirt Zaferi’nden sonra Alp Arslan, Ebu’l-Kasım Saltuk’a Erzurum ve çevresinin fethini tamamlama görevini, arkasından da bölgeyi iktâ (dirlik) olarak vermiştir. Erzurum merkez olmak üzere Bayburt, Tercan, İspir, Oltu, Micingerd, Avnik, Koçmaz ve diğer kaleleri içine alan bölgede hâkimiyetlerini tesis eden Saltuklular, bir yüzyıldan fazla varlıklarını sürdürmüşlerdir.

Çevredeki komşu Türk beyliklerinden Sökmenliler ve Dilmaçoğulları ile akrabalık bağları kuran Saltuklular, Gürcülerle yapılan savaşlarda bu beylerle ittifak yapmışlardır. Büyük Selçuklulara bağlı kalmakla birlikte Anadolu Selçukluları ile de iyi münâsebetlerini sürdürmeye özen göstermişlerdir. Hatta Eyyûbîlerle de alâka kuran Mama Hatun kısa süre de olsa Beyliğin başında bulunmuştur. Daha sonra Türkiye Selçukluları idaresine giren Erzurum ve yöresi, tıpkı Konya, Kayseri ve Sivas gibi Türk- İslâm medeniyetinin bölgedeki önemli merkezlerinden biri hâline gelmiştir.[20]

Selçuklulara tâbi Anadolu’nun doğusunda kurulan beyliklerden bir diğeri de Sökmenliler (Ahlatşahlar (1100-1208)) Devleti’dir. Aslında 1100 tarihine değin, Ahlat şehrini, bağlı bulunduğu Selçuk Sultanı Muhammed Tapar adına idare eden Sökmen, bu tarihten itibaren bu devletin kurucusu sayılmıştır. Sökmen, Melikşah’ın amcası Yâkûtî’nin oğlu olan Kutbeddin İsmâil’in “Türk ırkından” (Türk el-cins) yetiştirmesi idi. Hatta bu yüzden çoğunlukla kaynaklarda Kutbeddin İsmail’e nispetle “Sökmen el-Kutbî” adı ile de anılır.

Sultan Melikşah, amcazâdesi İsmâil’i Azerbaycan ile Doğu Anadolu umumî valiliğine tayin ettikten sonra ölümüne kadar Sultanın yanından ayrılmadı. Ölümünden sonra bir müddet İsmâil’in oğlu Mevdûd ile birlikte kalan Sökmen, hâdiselerin gelişmesi sonunda Muhammed Tapar’a bağlı olarak hizmetine devam etti.

Muhammed Tapar da hizmetlerine karşılık mükâfat olmak üzere Ahlat ve Van Gölü havzasını Sökmen’e iktâ etti. Böylece Sökmenliler Tebriz, Ahlat, Meyyafârikîn (Silvan) ve diğer ikinci derecede bazı şehirlerin idaresini aralıklarla da olsa bir yüzyıla yakın yönetimlerinde tuttular. Çevresindeki komşu Türk beyleri ile, yukarıda sözü edilen beyliklerin yaptığı gibi, akrabâlıklar tesis ederek iyi münâsebetler kurdular. Birlikte Gürcülere karşı savaşlara katıldılar. Eyyûbî tehdidine karşı zaman zaman tedbirlere başvurdular. Fakat sonunda, Ahlatşahların memleketi Eyyûbîlerin eline geçmekten kurtulamadı (1207). Daha sonra da Ahlat, Bitlis, Van, Malazgirt ve Âdilcevaz Moğol istilâsına kadar Türkiye (Anadolu) Selçukluları idâresinde kaldı.

Sökmenli ilinde, ilim ve kültür alanında olduğu gibi ticârî ve çeşitli meslek alanlarında da çok zengin bir seviyeye çıktığı kabul edilen şehirlerden biri Ahlat idi. Kaynaklarda Ahlat’ın Türklerden önce “Kubbetü’l-İslâm” ifâdesi ile tanımlanması dikkat çekicidir. Kaynaklar önceleri burada Arapça, Farsça ve Ermenice konuşulduğu halde, Sökmenlilerin idâresinde Türkçenin hâkim hale geldiğini nakletmektedirler. Ahlat’ın Türklerin nüfus bakımından yoğun bir şekilde yerleştikleri bir şehir olduğu devam eden Anadolu gazalarında buranın üs olarak kullanılmasından anlaşılmaktadır. Bu durum bölgede ilk Türkleşen şehirlerin başında Ahlat’ın geldiğini göstermektedir. Birçok sanatkâr, mimar ve ilim adamının yetiştiğini isimlerinin sonuna ekledikleri “Ahlatî” nispetleri göstermektedir. Aynı zamanda dinî ilimlerde yetişmiş bilginler yanında, şeyh ve mutasavvıfın da Ahlat’ta dünyaya geldiği, burada yaşadıkları veya öldükleri, günümüze kadar gelebilen çok sayıda Ahlat mezar taşlarındaki kitâbelerden anlaşılmaktadır.[21]

Doğu Anadolu’da varlığı bilinen Türk beyliklerinden Artuklular (1102-1409) Oğuzların Döğer boyuna mensup Eksük oğlu Zahirüddün Artuk beyden adlarını almışlardır.[22] Hısn Keyfâ (Hasankeyf), Mardin ve Harput (Hısn Ziyâd) başşehirleri olmak üzere üç kol hâlinde bölgede türlü şehirlerde hâkimiyetlerini devam ettirmişlerdir. Artuklu hükümdarları, başlangıçta Büyük Selçukluların, daha sonraları da kuvvet üstünlüğü veya siyasî hesaplarla; Atabeglerin, Eyyûbîlerin, Türkiye (Anadolu) Selçuklularının, İlhanlıların ve nihâyet Memlüklerin tâbii olmuşlardır. Bu tâbiyyet ve beylik dereceleri dolayısıyla Artuklular sâdece “emir ve melik” unvanlarını kullanmışlardır.

Artuklulardan Haçlılara karşı savaşlarda yer alan İl-gazi ve Belek gibi büyük mücâhid ve kahramanların çok meşhur oldukları kaynaklarda anlatılmaktadır. Artuklu beylerinin iyi yönetimleri, halka hizmet ve adâlette özen göstermeleri yanında, millî geleneklerini muhâfazada da çok hassasiyet göstermeleri kaynaklara da yansımıştır. Nitekim, İslâm öncesi Türk devletlerinde kullanılan, “alp, inanç, yabgu, kutlug ve beg” gibi unvanları kullanmaya devam etmiş olmaları, bu millî ananelerine düşkünlüklerinin örnekleri olarak zikredilebilir. Bu yüzden olsa gerektir ki, Türkmenler, Artuklu beylerinin etrafında toplanmaktan kaçınmamışlar, eski Türk usulüne göre kendilerine “ok” gönderilince bunu dâvet kabul edip, hemen toplanmışlardır.[23]

Değerlendirme

Anadolu’da kurulan bu beyliklere, batıda İzmir yöresinde kurulmuş olan Çaka (Çakan) ile Efes’teki Tanrıbermiş’in ve yine Âmid merkez olmak üzere Diyarbakır yöresini idaresinde bulunduran Yınaloğulları ile Harput’ta kurulan Çubuk beyliklerini de ilâve etmek mümkündür.

Alaeddin Keykubat I’in (1220-1237) baş gösteren Moğol tehlikesine karşı aldığı yerinde savunma tedbirlerini ve Moğollara karşı izlediği siyaseti kendisinden sonrakilerin devam ettirememe ve ölümünden birkaç yıl sonra, özellikle Moğolların önünden Anadolu’ya gelmiş gayrımemnun göçebe Türkmenlerin yoğun olarak iştirakiyle patlak veren Babaîler İsyanı’nın devletin nizamını derinden sarsması, Selçukluların Anadolu kolunu 1243’teki Kösedağ bozgunundan sonra Moğol tahakkümü altına sokmuştur. Gittikçe ağırlaşan bu tahakküme ilaveten, bu dönemdeki sultanların liyâkatsizliği ve Haçlı seferlerinin sürmesi de Anadolu’da anarşik bir ortam doğurmuştur. Bu arada, Moğolların önünden Anadolu’ya gelmiş olan yoğun Türkmen kitlelerin hâlâ ülke içinde diledikleri gibi hareket etmeleri ve bir yere yerleştirilerek toplum hayatına intibaklarının sağlanmasındaki güçlükler de, Anadolu’daki istikrarın menfi yönde etkilenmesine yol açmıştır. Yine, hânedan mensuplarının sürüp giden taht mücadeleleri de devletin çöküşünü hızlandıran etmenler arasında sayılabilir. Böylece, XIII. yüzyılın sonlarında, artık Selçuklu Devleti dağılma sürecine girmiş; bunun sonucu olarak da, özellikle uçlarda başlamak üzere yeni bir beylikler dönemi ortaya çıkmıştır.

Anadolu’nun Türk vatanı olmasında büyük emek ve hizmetleri görülen Türkiye Selçuklularının önemli ölçüde sonrasında ortaya çıkan Beylikler de, Anadolu’da Türkleşme sürecine katkıda bulunmuşlardır. Bunlardan Osmanlı Beyliği’nin, ilerde Anadolu’da tekrar Türk birliğini tesis etmesiyle, artık Anadolu’nun ebediyyen Türk yurdu oluşu kesinleşmiş oluyordu. Ancak biz burada, ikinci dönem Türk Beylikleri üzerinde durmadan, ilk dönem beyliklerin Anadolu’ya neden geldiklerine ve Anadolu’nun Türk vatanı hâline gelmesinde bunların oynadıkları rollere genel bir bakışla yetineceğiz.

Doğu Anadolu XI. yüzyılda ilk Türk coğrafyası olarak göze çarpmaktadır. Malazgirt Zaferi’nden sonra ise bu coğrafya Anadolu’nun ortalarına kadar genişlemiş, hatta batıda, geçici de olsa İznik ve İzmir’e kadar uzanmıştır. En azından ilk haçlı seferine kadar (Eylül 1096) bu sınırlar, Türklerin ulaşabildikleri sınırlar olarak kalmıştır. Bu beyliklerden ayrı olarak Anadolu’da Türk devlet bütünlüğünü sağlamayı başaran Türkiye (Anadolu) Selçuklu sultanları, aynı zamanda doğu ve güneydoğu bölgelerindeki Türk nüfusun gittikçe arttığı merkezleri de kendi hâkimiyetlerine alma hususunda gayret göstermişlerdir. Zira bu bölgelerde XI. yüzyılın son çeyreğinde Türk nüfusun yoğunluk kazanması, aynı zamanda Selçukluların Anadolu’daki vârisleri olarak bu sultanların ilgilerinin bu bölgeye yönelmesini doğurmuştur. Bu durum, bize, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya hâkim olan beyliklerin aynı zamanda bölgenin Türkleşmesinde ve İslamlaşmasında da ne kadar önemli bir rol oynadıklarını göstermektedir.

Çok mücâdeleli ve sıkıntılı bir ortamda Anadolu’da kurulan Selçuklu kolu, Selçukluların diğer kollarından daha uzun ömürlü bir devlet olmanın yanında, bu toprakların da Türk vatanı hâline gelmesinde ve bu ülkede yeni bir varlık ve medeniyet vücûda getirmek sûretiyle yalnız Türk-İslâm tarihinde değil, aynı zamanda dünya siyasî ve medenî tarihinde de büyük tesirleri görülen bir sonucun doğmasında rol oynamışlardır. Buna göre:

  1. Her şeyden önce kazanılan Malazgirt Zaferi sonucunda, artık Bızans’ın Selçuklulara ve Türklerin yaptıkları akınlara karşı koyabilecek askerî bir gücü kalmamış ve zaten Bizans iç işlerindeki karışıklıklarla meşgul olmak zorunda kalmıştır.
  2. Alp Arslan, Melikşah ve onlardan sonra gelen sultanlar kendi tâbiiyetlerinde olan, kendilerine sadâkât ve bağlılık ile hizmet eden kumandanlarını ödüllendirmek üzere fethettikleri bölgeleri kendilerine iktâ (dirlik) olarak vermekte bir sakınca görmemişler, bunun sonucunda özellikle Doğu Anadolu’dan başlamak üzere İç Anadolu’ya kadar birçok şehir ve kaleyi fetheden komutanlar, bu bölgelerde kendi yönetimlerini kurmuşlardır.
  3. İster Büyük Selçuklu Devleti’nin siyâseti icâbı, ister zorunluluk sebebiyle Oğuzlara mensup birçok Türkmen boyu bu kurulan yeni yönetimlerin idarelerine girmek üzere bu bölgelere gelmişlerdir. Tarihî kaynaklar, gelen göçlerin sayıca çok fazla olduğunu gösteren rakamlar vermektedir. İlk bakışta bu sayılar çok mübalağalı görünse bile, vukû bulan göçlerin yoğunluğunu göstermeleri bakımından dikkat çekicidir.
  4. Anadolu’da kurulan devlet ve beylikler, Selçuklu devlet geleneğini kendi yönetimlerine de taşımışlardır. Nitekim, Selçukluların mektup, ferman, menşur ve kitâbelerinde kullandıkları eski Türkçe ile “alp, inanç, yabgu, kutlu, beg” gibi unvanlara Anadolu’da da rastlanmış olması, hatta bunların Osmanlılara kadar uzanması bu geleneğin devam ettiğini gösteren örneklerdendir.
  5. Bu beylikler kendi çıkarları uğruna diğer komşu Türk beyleri ve devletleri ile mücâdele etmekle birlikte, zaman zaman müşterek düşmanlara karşı birlikte hareket etmişlerdir. Özellikle Doğu Anadolu Beylerinin, Gürcülere ve Haçlılara karşı seferlerinde, bu ortak hareketin vukû bulduğu, hatta bu yüzden aralarında akrabalık bağları tesis etmeye ihtiyaç duydukları tarihçiler tarafından nakledilmektedir.
  6. Türk devlet geleneğine göre, ülke; hânedânın ortak malı kabul edildiğinden, yönetimde hak iddia edenler, saltanat dâvasına kalkışarak baştaki sultan, melik ve beylerle mücâdeleye girişmişlerdir. Kendi taraftarları yanında, destekçi olarak diğer Türkmen gruplarından da yararlanmışlardır. Bu yüzden, yeni gelen Türkmen grupları, taraflara destek verdikleri için, ya kazananların yanında kalmış ya da kaybedenlerle birlikte yeni topraklara dağılmışlardır. Bu sebeple Anadolu’da boşalan yerlerin bu yeni gelen kitlelerle doldurulması hemen mümkün olmuş, böylece Anadolu toprakları kısa zamanda Türklerin hemen her köşede bulundukları bir ülke durumuna gelmiştir.

Görüldüğü gibi, XI. yüzyıldan itibaren Anadolu’da, Selçuklu veya diğer Türk boylarına mensup hânedânlar tarafından muhtelif devlet ve beylikler kurulmuştur. Bu muhtelif teşekküller zaman zaman Anadolu’daki birlik ve istikrarı akamete uğrattıkları gibi, güçlü bir idarenin yönetimi altında olduklarında da bir huzur ve sükûnun devrinin yaşanmasına katkıda bulunmuşlardır.

Birtakım münferit hadiseler ve özellikle de devamlılık arz eden Haçlı seferleri bu istikrarın bozulmasına etki etmişse de, olumsuzluklar nihayete erer ermez Türk menşeli idareciler devlet ve milleti tekrar bir araya getirmeye ve düzeni sağlamaya muvaffak olmuşlardır. Fakat, XIII. yüzyılın ortalarına doğru vukû bulan Kösedağ bozgunu ve sonrasındaki Moğol istilâsı Anadolu toplumunda şiddetli sarsıntıların yaşanmasına yol açmış; Selçuk hânedânını dağılma sürecine sokmuş ve Selçukluların hâkim oldukları bölgelerde müstakil yönetimler ortaya çıkmıştır. Bu durumda Türkmen kitleleri bulundukları bölgelerde başlarının çarelerine bakmak zorunda kalmışlar ve genellikle uçlara doğru ilerleyerek bu bölgelerde Türk nüfusunun yoğunlaşmasına sebebiyet vermişlerdir. İşte bu noktada, Türklerin bölgeye gelmeye başladıkları andan Anadolu’nun kesin olarak Türk vatanı hâline gelmesine kadar geçirdiği safhaları daha detaylı bir şekilde ele almak gerekmektedir.

II. Anadolu Nasıl Türk Vatanı Haline Geldi?

Bu sorunun cevabını XI. yüzyılda vukû bulan tarihi olayları gözden geçirerek vermeye çalışacağız. Yukarıda da ifade edildiği gibi, bu tarihlerde Anadolu’nun hâkimi olan Bizans’ın, Doğu ve Güneydoğu Bölgelerini tam anlamıyla denetim altında tuttuğu söylenemez. Bizans’a komşu olan İslâm dünyası açısından bu bölgeler, “suğûr” denilen hudut bölgeleridir. İslâm dünyasının yönetimi de Selçuklu Türklerinin elinde bulunmaktadır. Selçuklu Türkleri ise, Türkistan adı verilen Asya’nın ortası ile Horasan ve Mâverâünnehir’in geniş bozkırlarından göç ederek yerleşecek bir yer arayan çoğunlukla Oğuz boylarının ve Türkmen denilen kitlelerin teşkil ettiği bir topluluktur. Bu yüzyılın başında parçalanmış olan Oğuz devletinden kopan Sübaşı Selçuk ve oğulları ile diğer Oğuz boyları, komşuları olan Müslümanlar arasında kendilerine sığınacak bir yer bulma ümîdi ile göçlere başlamışlardı. Asya bozkırlarından Anadolu topraklarına kadar geniş bir sâha içinde vukû bulan bu göçler, Anadolu’nun tarihî yapısında köklü değişikliklerin oluşmasına sebebiyet vermiştir. XI ila XIII. yüzyıllarda gerçekleşen askerî, siyasî ve sosyal olayları göz önüne getirdiğimizde, bu zaman zarfında doğudan batıya devamlılık arz eden göçlerin sebepleri ve neticelerini değerlendirmemiz mümkün olabilmektedir. Meseleye bu açıdan yaklaşınca, Anadolu’ya gelen göçmen Türkmen kitlelerinin, genel anlamda üç safhada, büyük bir göç dalgası halinde bu bölgeye geldikleri söylenebilir:

  1. Malazgirt’ten Önceki Göçler,
  2. Malazgirt’ten Sonraki Göçler,
  3. Moğol İstilâsı Önünde Vukû Bulan Göçler.

1. Arayış Malazgirt’ten Önce Vukû Bulan Göçler

Selçuklular, rahat ve huzur içinde oturup yerleşecekleri bir yer arıyorlardı. Fakat onların varlıkları Oğuz Yabguluğunu ve Karahanlılar ile Gazneli hükümdarlarını kaygılandırıyordu. Zira Selçukoğullarının yerleştikleri bölgelerde güçlendikleri taktirde kendilerini tehdit edeceğinden korkuyorlardı. Bu yüzden de onların belli bir bölgede yerleşip güçlenmelerine engel olunuyordu.[24]

Göçlerin vukû bulmasına yol açan itici ve çekici sebepler açısından baktığımızda; X. yüzyılda Oğuz Devleti’nde Sübaşı Selçuk’un Oğuz Yabgusu ile bozuşması ve ondan ayrılmasıyla başlayan mâcerâyı, tarihte yerleşecek bir yer arayışı içinde olan bir topluluğun mâcerâsı olarak görmek mümkündür. Selçukluların dağılmalarına yol açan bir başka sebep de kendi aralarındaki iç mücâdelelerdir. Selçukoğulları, gerek bulundukları bölgelerde gerekse diğer akrabalarının elindeki yerlerde hâkimiyet elde etmek arzu ve niyeti ile birbirlerine karşı savaşlar yapmışlar; bu savaşların sonunda da yenilen taraf, bölgeyi terk ederek çevreye dağılmış veya kendilerine yeni yerleşecek bölgeler aramıştır.[25] Böylesi bir sebeple Yengikent bölgesinden Cend dolaylarına göç ettikten sonra Müslümanlaşan Türkler ve Oğuzlar, zamanla Türkmen adını almaya başlamışlardır. Bu dönemden itibaren İslâm topraklarına göçen Oğuzlara da Türkmen denmiştir.[26]

Osman Turan “Selçuklular Zamanında Türkiye” adlı eserinde Mervezî’nin “Tebâyi’u’l-Hayvan” adlı eserinin[27] tespit edilmesinden sonra Türkmen göçleri hakkında daha sağlam bir kaynağa dayanmanın mümkün hale geldiğini ifade etmiş ve adı geçen eserden şu bölümleri aktarmıştır: “Oğuzların bir kısmı bozkırlarda, bir kısmı da şehirlerde (Sır nehri havzasında) otururlar. Bozkırlarda yaşayanlar Mâveraünnehir ve Harezm ülkelerine komşudurlar. İslâm memleketlerine yakın bulunanlar Müslüman olduktan ve Türkmen adını aldıktan sonra, kâfir kalanlara karşı cihâda giriştiler. Bunlar arasında İslâmiyet kuvvetlendikçe kâfirleri (yani Şâmânî Oğuzları) yerlerinden attılar. Bu Oğuzlar Karadeniz sahiline yakın bulunan Peçeneklerin yurtlarına yerleştiler.”

Bu bilgilere ilaveten Mervezî, Selçukluların ve Türkmenlerin göçlerini “Türkmenler bu suretle İslâm ülkelerine yayıldılar ve memleketlerin çoğunu idareleri altına alıp devletler ve saltanatlar kurdular” diyerek özetledikten sonra şöyle devam etmektedir: “Türklerden Kun denilen bir kavim Kıtay hanından korkarak o taraftan (şarktan) göç etti. Bunlar Hıristiyan (nastûrî) dininden olup yurt ve otlak darlığı yüzünden yerlerini terk ettiler. Kunları takip eden Kaylar daha kalabalık ve kuvvetli olduğundan onları bu yeni yurtlarından uzaklaştırıp Sarı (Kuman-Kıpçak) ülkesine çekildiler. Bunlar Türkmenlerin vatanını, Türkmenler de (Müslüman Oğuzlar) Oğuzları (yani Bizans kaynaklarında Uz adını alan Şâmânî Oğuzları), bu sonuncular da Karadeniz sâhilinde Peçenekleri püskürtüp yerlerini işgal ettiler. Peçeneklerin şarkında Oğuzlar, onların şimâlî şarkîsinde de Kıpçaklar ve cenubunda da Hazarlar bulunuyorlar. Bu Türk kavimleri daima birbirleri ile savaş hâlindedir.”[28]

Bu bilgilerle, büyük Türk göçleri ve bunların sebepleri ile kuzey ve güney yollarından yapılan göçler hakkında en derli toplu tespit ve açıklamayı yapan Mervezî, böylece diğer müelliflerin eksik bıraktıkları boşlukları tamamlama imkânı vermiş bulunmaktadır.

Oğuz boylarına ait bu Türkmenler, Karahanlılar ile Gaznelilerin sıkıştırmaları yüzünden, daha önceleri Horasan gâzîleri tarafından yapılmakta olan Anadolu seferlerine iştirak etme ihtiyacı hissetmişlerdir. Nitekim, 963 ve 965 yıllarında Horasan gönüllüleri 5.000 ve 20.000 kişi halinde Azerbaycan ve Meyyafârikîn (Silvan) yolu ile uçlara varmışlar;

Adana, Tarsus ve Masisa şehirlerine dağılarak, kendilerine taarruza geçen Bizanslılara karşı cihad yapmışlardı. Bunların arasında bilginler ve şeyhler de bulunuyordu. Allah yolunda sefer yapan ve cihad eden bu gönüllülerin çoğunluğunu Türklerin teşkil ettiği muhakkaktır.[29]

İşte bu şekildeki Anadolu’ya sefer yapma geleneğinin Selçuk’un oğulları tarafından da devam ettirildiği görülmektedir.

1018 yılında Çağrı Bey’in 3.000 süvâri ile Horasan, Rey ve Azerbaycan yolu ile Anadolu’ya yaptığı seferde, kendilerinden önce Azerbaycan taraflarına gelmiş Türklerle karşılaştığını ve onları da kendi yanına alarak seferini sürdürdüğünü görüyoruz. Çağrı Bey bu ilk Anadolu keşif seferini yaptıktan ve Azerbaycan’da kendisine iltihâk eden Türkmenlerle vedâlaştıktan sonra, elde ettiği ganîmetlerle Merv’e, oradan da Buhârâ dolaylarına dönmüştür. Burada kardeşi Tuğrul Bey ile buluşan Çağrı Bey, kardeşine bu seferin hikâyesini anlatırken daha sonraki tarihlerde Kutalmış, Afşin ve diğer Selçuk Türkmen beylerinin de söyleyecekleri gibi; “bize karşı koyacak bir kimseye rastlamadım” ifadesiyle Anadolu’daki durumu ortaya koymuştur.[30] Böylece ilk keşif seferlerinden elde edilen bu izlenimler, daha sonraları Selçuk beylerinin ganimet elde etmek veya bu toprakları fethetmek üzere Anadolu’ya yönelmelerine ya da sıkıştıklarında kendilerine güvenli bir sığınak olarak Anadolu’yu görmelerine sebebiyet vermiştir denilebilir.

1035 yılından sonra, Selçukluların Horasan bölgesine yerleşmeleri üzerine Türkmenlerin kalabalık kitleler halinde batıya göç etmelerine yol açan ve göçlerin önemli bir sebebi olarak belirtilen istikrarlı bir dönemin başladığını söylemek mümkündür. Gerçi bu istikrar, Selçuklu Devleti’nin kuruluşundan sonra görülen Horasan bölgesine mahsus olan bir istikrardı. Buraya gelen Türkmenler, ya Selçuklulara bağlanıyor ya da onlardan ayrılarak dağılıyorlardı. Bu şekilde XI. yüzyılda vukû bulan bu dağılış ve yayılış, Türkmenlerin çok geniş alanlara ulaşmalarına yol açmıştır. Nitekim el-İsfehânî, bu durumu şu ifadelerle belirtiyor: “Bu sene (437/1045), Türklerin Irak’a gelip oradan etrafa dağıldıkları ilk senedir. Türkler her yere girdiler, her tarafı aldılar, içmedik su, ele geçirmedik yer, alevlendirmedik ateş bırakmadılar.”[31]

Selçuklu Devleti kurulduktan sonra Oğuz kabîlelerine mensup Türkmenler eski Türk anlayışına (töresine) göre; kendi beylerinin yönetiminde “müstakil” hareket ediyorlar; kendi geçimlerini sağlamak ve oturacak bir yurt bulmak için İslâm beldelerine giriyorlar ve buralarda yağmalar yapıyorlardı. Türkmenlerin Müslüman ülkelerinde çıkardıkları huzursuzlukların sorumluluğunu Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’e yükleyen halife, bu durumun önlenmesi için Sultan’a bir elçi gönderme ihtiyâcını bile duymuştu. Nitekim bu elçinin 1044 yılında Abbasî Halifesi Kâim bi-Emrillah’tan getirdiği mektupta; Tuğrul Bey’e hitaben; aldığı toprakların kendisine yeterli olduğu hatırlatılarak, “diğer İslâm ülkelerine ve hükümdarlarına dokunmaması” isteniyordu. Bu ifadelerden, Türkmenlerin sanki Tuğrul Bey’in emri ile hareket ettikleri anlaşılmaktadır.

Bunun üzerine Tuğrul Bey “Benim askerlerim (milletim) çok kalabalıktır ve memleketler onlara kâfî gelmiyor” şeklinde karşılık verince; elçi, “Bütün dünyayı alsanız yine size ve askerlerinize kâfi gelmeyecektir” diyerek sultanı doğru hareket etmeye dâvet etmiştir. Buna karşılık Sultan da, “Doğru hareket etmek için elimden gelen her şeyi yapıyorum. Eğer milletimden (Türkmenler’den) aç kalanlar kötülük yapıyorsa, buna karşı ben ne yapabilirim” cevâbını verir. Bu ifâdeleri ile Sultan, hem göçenlerin çokluğunu ve ihtiyaçlarını hem de göçebe boylar üzerindeki nüfûzunun çok fazla olmadığını belirtmiş oluyordu.[32]

Türlü sebeplere istinat eden söz konusu yayılıştan Anadolu da nasîbini almıştır. Bu bakımdan, yukarıdaki yakınmalara benzer kayıtları bu dönemden haber veren Ermeni kaynaklarında da görmek mümkündür: “1048 yılında İran (Türk) milletinin korkunç dalgaları Garin (İslâm kaynaklarında Kalikala; Erzurum) ve Pasin (Basiân) ovalarına döküldü. İnsan dalgaları sel gibi memleketin dört köşesini istilâ etti. Garpta Haldia (Gümüşhane ve Trabzon havâlisi), şimâlde İspir (Sper), cenûpta Muş (Daran) bölgesine ve Sisak (Ağrı) taraflarına kadar yayıldı.”[33]

Bizans’ın, Türklerin bu yayılışını önlemek için aldığı tedbirler yetersiz kalıyordu. Zayıflayan Bizans savunması gittikçe gücünü yitiriyor ve buna bağlı olarak doğudan batıya devamlılık arz eden bir göç dalgası sürüyordu. Nitekim Süryânî Mihael’den naklen Osman Turan, bu durumu şöylece belirtiyor: “Türkler, Malatya bölgesini ve Rum (Anadolu) ülkelerini dolaştılar, esir ve ganimetler aldılar, kimse karşılarına çıkmadı.”[34]

Nitekim “el-Kâmil fi’t-Tarih” adlı eserin yazarı İbnü’l-Esir, 440 (1048-1049) yılı olayları arasında Türkistan’dan Nişabur taraflarına gelen ve yersizlikten, yurtsuzluktan yakınan Oğuzlardan kalabalık bir kitleyi Anadolu gazâlarına yönlendiren Selçuklu beylerinden İbrahim Yınal’ın bu hareketinin sebebini bizzat onun ağzından şöyle açıklamaktadır: “Sizin burada kalmanız ve ihtiyaçlarınızı buralardan karşılamanızdan dolayı ülkem sıkıntı içine girdi (Memleketim sizin oturmanıza imkan verecek kadar geniş değildir). Bana kalırsa yapacağınız en doğru iş Rumlara (Anadolu’ya) karşı gazâya çıkıp Allah yolunda cihad etmenizdir. Böylece ganimet elde edersiniz. Ben de sizin peşinizden gelip size yapacağınız işlerde yardımcı olacağım.”[35] Bu yönlendirmenin sonunda, Doğu Anadolu şehirleri Türkmenlerle dolmuş, İbrahim Yınal da arkalarından yine bu sene içinde büyük bir ordu ile Anadolu’ya girmiştir. Hatta Bizans’ın taarruzuna karşılık Hasankale zaferini kazanarak 100.000 esir ve 10.000 araba yükü ganimetle başşehir Rey’e dönmüş ve zaferini Sultan Tuğrul Bey’e müjdelemiştir. Bu şekilde, Selçuklu ordusunun himayesi altında Türkmenler Anadolu’da içerilere kadar ilerlemişler, Trabzon’a, hatta bir rivayete göre İbrahim Yınal’ın yeğeni Mehmed Bey komutasında İstanbul Boğazı’na kadar ulaşmışlardır.[36]

Daha sonraki yıllarda Sultan Tuğrul Bey’in de Anadolu gazâlarına çıktığına dâir bilgiler kaynaklarda yer almaktadır. Hatta Malazgirt Kalesi’ni kuşattığı ve Erzurum’u fethettiği, kıştan sonra tekrar Anadolu seferine geri dönmek niyeti ile 1054 yılında Azerbaycan’a geçtiği bilinmektedir.[37]

Bu göç dalgasının sağladığı insan gücüyle yapılan bu akınlar ve seferler Anadolu’da kalıcı olmamakla birlikte yine de bir iz bırakıyordu. Türkler, sıkışınca ya Azerbaycan’a doğru geri çekiliyorlar ya da Ahlat’ta yönelip baharları ve yazları devam etmek üzere seferlerine ara veriyorlardı. Bu durum, sadece Bizans’ın savunmasının çökmesine yol açmıyor, aynı zamanda yerli halkın huzursuzluğunun artmasına da sebep oluyordu. Hatta birçok yerleşim merkezinde yerli halkın evlerini terk etmelerine sebebiyet vermişti. Boşalan bu yerleri doldurma isteğinin de yeni göçleri teşvik etmiş olması muhtemeldir.

Bu suretle ardı arkası kesilmeden devam edecek olan göçlerin ve akınların kalıcı olmasına imkan hazırlayacak olan Malazgirt Zaferi’nin kazanılması, aynı zamanda Anadolu’nun tarihî bakımından da bir dönüm noktası olmuştur.

2. Yurt Tutuş (Vatan Edinme) – Malazgirt’ten Sonra Vukû Bulan Göçler-

Selçuklu Sultanı Alp Arslan ile Bizans İmparatoru Romen Diyogenes’in komutanlıklarını yaptıkları iki ordu arasındaki Malazgirt ovasında 1071 yılının Ağustos ayında vukû bulan savaşı kazanan Selçuklu ordusu, bu zaferle Bizans’ın Anadolu’yu savunmasına son noktayı koymuş oldu. Bu zaferden sonra Anadolu’nun kapıları Türklere tamamen açılmış ve Bizans, özellikle Doğu Anadolu’daki direnme gücünü kaybetmişti. Bunun üzerine, birinci bölümde fethettikleri bölgeler ve kurucuları hakkında kısa bilgiler verdiğimiz Danişmend Ahmed Gâzî, Saltuk, Artuk, Çavuldur ve Mengücek gibi Selçuklu komutanları kendilerine gösterilen yerleri fethetmişler, bu yerlerde Büyük Selçuklu Devleti’ne bağlı kalarak kendi yönetimlerini kurmuşlardır.

Büyük Selçuklu Sultanı Alp Arslan’ın vefâtı ve oğlu Melikşâh’ın tahta oturmasından sonra (M. 1072), Türkmenlerin Anadolu’ya girişleri ve yerleştirilmeleri daha planlı bir şekilde yürütülmeye başlamıştır. Hatta Türkiye (Anadolu) Selçuklu Devleti’nin kurucusu olan Kutalmışoğlu Süleymanşah, İç ve Orta Anadolu’da, Türk boylarını sistematik bir şekilde iskân edip yerleştirme siyaseti izlemiştir. Takip edilen bu iskân politikasında, özellikle Türk boylarının parçalanarak iskân edilmesine büyük bir özen gösterilmiştir. Böylece, kısa zamanda yoğun bir Türkmen kitlesini kendine çekmiş olan İç Anadolu sahasının Türkleşmesi ve İslâmlaşması sağlanarak Anadolu bir vatan haline gelmeye başlamıştır. Burada, İç ve Doğu Anadolu’nun, sahil bölgelerinden önce Türklerin yoğun olarak yerleştikleri bölgeler olduğunu hatırlatmakta fayda vardır.

XI. yüzyılın son yıllarında vukû bulan Haçlı seferlerinin ilki ve bunu izleyen diğer seferler, Anadolu’yu Müslüman-Türklerden temizlemeye yönelik faaliyetler olarak devam etmişse de herhangi bir neticeye ulaşamamış ve artık Anadolu, Türklerin yurt tuttukları bir bölge olarak bir Türk vatanı haline gelmiştir.

Anadolu’da kurulan ilk beyliklerin, göçlerin câzibe merkezi oldukları bilinmektedir. Ya kendi akrabaları ile beraber olmak ya da yerleşerek yurt edinmek için geldikleri Anadolu’da, kimi, beylerin hizmetine girerek yerleşmiş, kimi de müstakil konar göçer yaşamayı sürdürmüşlerdir. Buna örnek olmak üzere Artuk beylerinin çevresinde toplanan Türkmen unsurlarını gösterebiliriz. Zira Artuklular şehir ve köylerde yerleşmiş Türklerden ziyade, büyük kitlelerle dolaşan göçebe Türkmen unsuruna dayanıyorlardı. Nitekim bunlarla Artuklu beyleri arasında eski Türk metbûluk ve tâbilik hukukuna âit geleneğin Anadolu’da da devam ettirilmiş olması dikkat çekicidir. İslâm tarihinin önemli kaynaklarından sayılan İbnü’l-Esir’in, Artuklu beylerinden Rükneddin Dâvud’la ilgili şu kaydında, Türkmenlerle beyler arasındaki sıkı ilişkinin bir örneğini görüyoruz: “Dâvud’un Türkmenler üzerinde nüfuz ve şöhreti o kadar büyük idi ki, kabile reislerine ok gönderdiği zaman bütün eli silah tutanlar onun bayrakları altında toplanır. Zira onlar bunu mukaddes bir vazife bilirlerdi.”[38]

Bilindiği gibi ok, Türk amme hukukunda hâkimiyet telakkisi ve sembolü olarak büyük bir yer tutmaktaydı. İşte yukarıdaki kayıtta anlatılan ok göndererek dâvet geleneği ve bu dâvete icâbet etme anlayışı, Türkmenlerin eski boy teşkilâtına göre beylere bağlılıklarının derecesini göstermektedir. Buna karşılık beylerin tebâlarını kollayıp koruduklarına dair bir rivayeti de örnek olarak vermek istiyoruz. Atabeglerin idaresindeki Musul’dan birçok çiftçinin vatanlarını terk ederek az vergi alan Artuklu bölgesine göçmeleri üzerine, İmâdeddin Zengi onların geri gönderilmesini ister. Artuklu beyi Timurtaş, Atabeg Zengi’ye; “Çiftçilere iyi muamele ederiz ve öşürden başka vergi almayız. Eğer siz de öyle yapsa idiniz, onlar kendi yurtlarından ayrılmazlardı” cevâbını verir.[39]

Anadolu’ya gelen göçebe Türkmenler, Türkistan’daki eski hayat ve kültürlerini de birlikte getirmişler ve burada göçebe hayatları ile beraber hâtıralarını da koruyarak yaşamışlardır. Bunun tipik örneklerini Dede Korkud Hikâyelerinde bulmak mümkündür. Zira bu hikâyelerin mihverinde Oğuzlar bulunmaktadır. Gerçi son şeklini XV. yüzyılda almış olsalar da, bu hikâyeler Anadolu’ya gelen Oğuz boylarının sahip oldukları birçok unsuru, geldikleri bölgede de yaşattıklarını göstermektedir. Bu sebeple, XI. yüzyıldan sonra Oğuzların yaşadıkları coğrafyaya Azerbaycan ve Doğu Anadolu’nun da dahil edilmesi gerektiğini Dede Korkud Hikâyelerinde geçen yer isimlerinden de anlamak mümkün olmaktadır. Bu yüzden, Azerbaycan ile bu hikâyelerin son şekillerini aldıkları bölge olarak kabul edilen Doğu Anadolu’nun, Oğuz ili olarak anıldığını düşünenler bulunmaktadır.[40]

Bu göçebe Oğuzların yaşayış, düşünce, inanç ve ülkülerini canlı bir biçimde anlatan Dede Korkud hikâyeleri, aynı zamanda onların kahramanlık, yüksek ahlâk ve toplum yapılarını aksettiren tarihî belge hüviyetindedirler. Bu hikayelerde Oğuzlar, Müslüman olmakla birlikte, eski inanç ve yaşayışlarını da korumaktadırlar. Kadınlar çok yüksek bir ahlak örneğidirler. Bununla beraber toylarda ve eğlencelerde erkeklerle birlikte toplanırlar. Çalgı çalar; kımız içer ve eğlenirler. Eski Türk misafirperverliği şerefi ve kutsiyeti çok güçlü olduğu için erkek bulunmadığı zamanlarda da konuk kabul edilir; erkek gibi ata binmek ve kahramanlık onların da özelliklerindendir. Bu gibi hasletler Dede Korkud Hikayelerindeki Alplerinin vasıflarındandır.

Buna karşılık, Dânişmendnâmelerdeki Gâzîlerin hayat ve görüşleri farklılık arz eder. Onlar İslâm’ın emir ve yasaklarına uyma hususunda daha çok titizlik gösterirler. Göçebe Oğuzlar ara sıra abdest alıp namaz kıldıkları halde, Gâzîler namaz ve oruçta ihmalkâr değildirler: Hayatlarında aslâ içkiye yer yoktur. Bununla beraber göçebe Oğuzlar, bütün Türkler gibi, çok samimî birer Müslümandırlar. Peygamber sevgileri o kadar fazladır ki Allah yolunda gazâya katılırlar. Hatta bu noktada Alplik ve Gâzîlik bu Oğuzlarda bütünleşir ve onlar Hıristiyan unsurlarla cihâda iştirak etmekten kaçınmazlar.[41]

Doğu Anadolu’da yerleşen Oğuzların, bu dönemde, çoğunlukla Gürcü kralları ile savaştıkları, zaman zaman mağlup olarak kırıldıkları görülmektedir. Nitekim, 1161 yılında Gürcü kralı Ani şehrini ele geçirdiğinde, burada bulunan Kadı Burhaneddin Anevî de esir alınmıştı. Kendisi Gürcülerin elinden nasıl kurtulduğunu Enîsü’l-Kulûb adlı eserinde şöyle anlatmaktadır: “Ben on sekiz yaşında iken birdenbire Abhaz askeri gelip Ani’yi kuşattı ve aldı. Birçok Müslüman, erkek-kadın, genç-ihtiyar kılıçtan geçirildi. O zaman ben ve ailem Gürcü Yuvan’a (İvanî) esir olduk. Ben onların dilini ve İncil’ini bildiğim için kurtuldum ve hemen o memleketten uzaklaşarak Anadolu’ya geldim.”[42]

Kendisinin Anili olduğu künyesinden de anlaşılan Burhaneddin Anevî’nin Anadolu’ya geçip Türkiye Selçuklularına intisab ederek, onların hizmetine girdiği bilinmektedir. Ayrıca, bu dönemden itibaren Anadolu’ya gelenlerin, kendi geçimlerini sağlayacak iş ve mesleklerle meşgul oldukları gibi, aynı zamanda ilmî faâliyetlerle de ilgilendikleri ve eserler kaleme alarak bunları hükümdar veya beylere takdim ettikleri görülmektedir. İster ziraat ve çiftçilikle meşgul olsunlar, ister zenâat ve sanat gibi çeşitli mesleklerle uğraşsınlar, Türkmenler geldikleri bölgelerdeki yaşama biçimlerini yurt edindikleri Anadolu’da da korumuşlardır. Burada, hayat tarzlarını ve yaşama biçimlerini devam ettirdikleri gibi toplum yapılarında da önemli bir değişme olmamıştır. Kaşgarlı Mahmud’un “Divânu Lugati’t-Türk” adlı eseri bu gözle incelenip, elde edilen veriler Anadolu’daki Oğuzların yaşayışları ile karşılaştırınca, bu konudaki haklılığımız anlaşılacaktır.[43]

3. Entelektüel Göçlerle Anadolu’nun Kültürel Bakımdan Türkleşmesi -Moğol Saldırıları Önünde Vukû Bulan Göçler-

XI. yüzyılın ortalarından itibaren ardı arkası kesilmeden devam eden Türk göçleri, bazen yavaşlamış, bazen de kesafeti artarak hızlanmıştır. Özellikle XIII. yüzyılda Anadolu’ya birçok yeni Türkmen aşiretinin gelmiş olduğunu görmekteyiz. Bunlardan bir bölümü Moğol ordularının önünden kaçan ve kendileri için bir sığınma yeri olarak kabul ettikleri Anadolu’ya gelmiş olan Türklerdir. Bir bölümü de doğrudan Moğol hanları tarafından Anadolu’da kendi egemenliklerini sağlamak üzere Moğol orduları ile birlikte gönderilen ve Anadolu’nun muhtelif yerlerine yerleştirilen Türk ve Moğol gruplarıdır.

Nitekim bir Bizans yazarı, Türklerin Moğollar önünden kaçışını tasvir ederken, aynı zamanda bu Moğol istilâsının kendileri için bir felâket gibi görünse de aksine bir mutluluk vesilesi olduğuna şöyle dikkat çekmektedir: “Moğollar tarafından püskürtülen Türkmenler (Anadolu’da) vilâyetleri istilâ ediyor ve Rumları sıkıştırıyorlardı. Onlar Moğollar önünden nasıl kadın gibi kaçıyorlarsa, Rumlara karşı da kendilerini öyle erkekçe gösteriyorlardı. Bu sebeple Moğol istilâsı onların felâketine değil, mutluluğuna sebep oluyor, kitleler halinde Paflaganya’dan (Paphlagonia: Çankırı ve Kastamonu bölgesi) ve Pamfilya’dan (Pamphylia: Antalya vilayeti) akıp geliyor ve Roma topraklarını yağma ediyorlardı.”[44]

Prof. Dr. Osman Turan, Moğol istilâsından kaçanların Anadolu’ya sığındıklarını belirttikten sonra, müteakip gelişmeleri şöyle değerlendirmektedir: “Bu Türkmenler burada Selçuk-İlhanî Devleti’nin tazyikiyle uçlarda yığılıyor ve buradaki göçebe kesâfetini arttırarak Bizans topraklarını fethe başlıyorlardı. Nitekim henüz İznik Rum Devleti’nin İstanbul’a naklinden (1261) önce Denizli bölgesinde 200.000, Kastamonu havâlisinde 100.000 ve Kütahya-Karahisar arasında da 30.000 (toplam 330.000) çadır, yani takriben üç milyon göçebe Türkmen bulunduğuna dair haberler yalnız Garbî (Batı) Anadolu uçlarında ne kadar bir nüfusun yığıldığını gösterir.”[45]

Böylece Moğol saldırılarına bağlı olarak Anadolu’ya gelmiş olan Türkmenler, bir yandan Anadolu’daki nüfus yapısını büyük ölçüde değiştirerek Türk nüfusunun artmasına, diğer yandan da dağlık bölgelerin, sahillerin ve özellikle XIII. yüzyılın ikinci yarısına kadar hâlâ Bizanslıların elinde bulunan Batı Anadolu topraklarının Türkleşmesine ve İslamlaşmasına yol açmış oluyorlardı.

Bu dönemde gelmiş olanlar arasında; bilim adamları, sanat sahipleri, tüccar ve esnaf zümreleri ile çeşitli tarîkâtlara mensup şeyh ve dervişler bulunuyordu. Mevlânâ’nın babası Bahâüddin Veled, bilginlerin sultanı (sultân-ı ulemâ) olarak adlandırılırdı. Bir rivâyete göre beş yüz deve yükü kitabın yer aldığı bir kafile ile seyahat ederek Anadolu’ya gelmişlerdi. “Pîr-i Türkistan” Ahmed Yesevî, sadece hikmetler söyleyen bir şeyh değil aynı zamanda çevresinde öğrencileri de bulunan bir mürşîd idi. O, Hacı Bektaş Velî gibi birçok mürîdini Anadolu’ya göndermiş bir eğitici olmanın yanında, zanaat sahibi olmuş birçok “Abdalân” zümresinin de şeyhi idi. Bunun yanında, diğer Türk yurtlarından kopup Anadolu’ya gelmiş olan Türklerden müteşekkil başka tarîkat müntesibi dervişlerin bulunduğu da unutulmamalıdır.[46]

Hacı Bektaş Velâyetnâmesi’nde Oğuzların Anadolu’ya geliş sebepleri şöyle anlatılmaktadır: “Ol vakt kim Oğuz Padişahı Bayındır Han ve Beylerbeyisi Kazan Han ve Korkud Ata fevt olıcak Oğuz cemaati tefrika bulıcak taht ve saltanat Âl-i Selçuk’tan Sultan Selim Şah gazi hazretine değid, Diyar-ı Acem’i külliyen kendüye mukarrer ve musahhar eyledi dahı asker çeküp Rum mülküne (Anadolu’ya) geldi, Kayseriyyei feth eyledi, taht edinüp karar kıldı.”[47]

Aynı zamanda, daha Türkistan ve Mâverâünnehir’de toprağa sahip olmuş, yerleşik halkın işi olan çiftçilikle uğraşan Türklerin, beraberlerinde sâhip oldukları bu kültürü de getirerek Anadolu’da tarıma elverişli toprakları işlemeye başlamış olmaları da burayı yurt edinme arzu ve niyetlerini açıkça göstermektedir. Ayrıca onların hayvan yetiştirmede ve özellikle at terbiyesinde üzerinde tartışılmayacak derecede maharete sahip oldukları bilinmektedir.

Orta Asya’da İpek Yolu üzerinde bulunan Türklerin memleketleri, onların ticaret yapmaları için de elverişli bir imkan sağlıyordu. Bu bakımdan, Anadolu’ya gelenlerin ticarî faaliyetlerini burada da devam ettirmiş olmalarından daha tabii bir şey düşünülemez.

Müslüman-Türkler olarak Anadolu’ya gelmiş olan bu zümrelerin, Anadolu’da, Türkleşme ve İslâmlaşma hâdisesini birlikte gerçekleştirdiklerini söylemek hiç de garip bir ifade olarak karşılanmamalıdır. Zirâ Müslümanlığı benimsemiş olan bu Türkler, onun cihad ve gazâ fikirlerini kendilerine ideal edinerek “Allah adını yüceltme (İ‘lây-ı kelimetullâh)” uğruna gazâ yapmışlardır.

Anadolu’da vücûda getirdikleri yeni müesseseler de, bu Türklerin İslâm’a hizmet idealine ne kadar bağlı olduklarını göstermesi bakımından üzerinde durulacak bir husus olsa gerektir.[48]

Değerlendirme

Âşık Paşa bir beytinde;

“Kend’özün bilen bilür ki neyidi
İşbu mülke gelmeden kande idi”

derken kendisinin geldiği yerden kopmayarak, tıpkı Mevlânâ’nın “nây”ının koptuğu sazlığı unutmamasını hatırlattığı gibi bir düşünceye davet etmektedir. “Şecere-i Terâkime” müellifi de;

“Oğuz ili köçüp yürümedik yol bor mu,
İvin tutup olturmadık yurt bar mu.”

diye sorarken, Oğuzların her ile, ülkeye göç ettiklerini haber vermektedir.

“Türk tarihinde Kun, Göktürk, Selçuklu ve Osmanlı gibi tarihin azametli imparatorluklarını kuran kudretli ve büyük Oğuz kavmi Sir Deryâ havzasından Aral ve Hazar Denizi sâhillerinden garba (batıya) doğru göçerek binlerce kilometre uzakta bulunan Anadolu’ya gelmiş ve burasını takriben elli yıllık bir mücadele sonunda kendisine vatan yapmıştır. Anadolu, tarihinde, birçok kavim, din ve kültürlere sahne olduğu veya bunların kıtalar arası intikalinde köprü vazifesi gördüğü halde hiçbir zaman, Türk istilâsı devrinde olduğu gibi, etnik, dinî ve kültürel bakımlardan bu derece küllî ve süratli bir inkılâba uğramamıştı. Araplar, Emevîler ve Türk ordusu ile birlikte Abbasîler zamanında, iki asır kadar Anadolu’yu fethetmek ve İslâm’ın rakibi olan Bizans İmparatorluğu’nu çökertmek için giriştikleri fasılasız cihâd ve gâzalara rağmen bu büyük vazifeyi başaramamışlardı. Selçukluların az zamanda bu ülkeyi fetih ve kendilerine vatan yapmalarında Türk orduları yanında bir milletin toptan muhâcereti birinci derecede rol oynar. Gerçekten Anadolu ordulardan ziyâde bir milletin muhâcereti ve iskânı sâyesinde etnik simâsını tamamıyla ve âni olarak değiştirmiştir.

Anadolu bu ilk Türkleşme devrinden sonra da Türkistan’dan, göçebe ve yerleşik olarak, devamlı Türk muhâcirlerine sığınak olmuş ise de bu muahhar göçlerin en mühimini, şüphesiz, Moğol istilâsı önünden kaçan göçebe ve yerleşik halklar teşkil eder ve âdetâ ilk muhâcereti andıran sel gibi bir akın hâlini alır. Büyük bir hayatiyeti temsil eden bu yeni Türkmen göçleri Anadolu’nun bilhassa uçlarını fetheder ve Türkleştirir. Bu devrin nüfus hareketi sâyesinde önce Anadolu ucları tedricen ve muntazaman fethedilir ve Türkleşir; daha sonra da bu nüfus kesafeti Osmanlı fetihleri ile Balkanlar’a, Orta Avrupa’ya, Asya ve Afrika eyâletlerine yayılarak Türk hâkimiyetinin genişlemesine yardım eder.”[49]

Osman Turan’ın yukarıdaki ifâdelerinden de anlaşıldığı gibi, Anadolu’daki Türkmenler bağımsız yaşamayı sevmektedirler. Her ne kadar davet olunduklarında seferlere katılmak üzere beylerin veya sultanların emrine girmiş olsalar da, bu tâbiiyet geçici bir süre için olmakta, üstlendikleri görevleri tamamladıktan sonra yine bağımsız olarak yaşamak üzere kendi yurtlarına çekilmektedirler. Geçtiğimiz yüzyılın ortalarına kadar kendilerine “yörük” denilen ve konar göçer olarak yazın yaylaklarında, kışın da kışlaklarında yaşayan Türkmenlerin, Anadolu’yu vatan edinen Türkmenlerin soyundan geldiklerinde kuşku yoktur.

Bilindiği gibi, XI. yüzyıldan bugüne kadar Anadolu’da oluşmuş olan toplum hayatındaki hakim unsurun, Türklerle gelen yaşama biçimi olduğunu görüyoruz. Bu oluşum görmezlikten gelinerek Anadolu insanının bugünkü kültürü hakkında gerçekçi bir hükme varılamaz.

Zirâ Anadolu’ya gelen Türkmenler burada yerli halkla bütünleşerek kaynaşmış olmalarına rağmen, kendileriyle birlikte gelen kültür unsurlarını da yaşatmışlardır. Hatta yalnız yaşatmakla kalmamışlar, aynı zamanda yer yer onları hâkim unsur haline getirmişlerdir. İşte işlenmiş kültür budur. Dil olarak Türkçeyi konuşarak kültürün en önemli unsurunu Anadolu’da destanlaştırmışlardır. Hatta Türkçe tüm olumsuzluklara karşı direnmiş ve halkın kullanmaya devam ettiği bir kültür unsuru olmuştur.

Prof. Dr. Mehmet ŞEKER

Dokuz Eylül Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 6 Sayfa: 269- 282


Dipnotlar :
[1] Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, (Çeviren: Yıldız Moran), İstanbul 1994, s. 204.
[2] Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, s. 81; Abdurrahman Küçük, Türklerin Anadolu’da Azınlıklara Hoşgörüsü, Erdem, Cilt: 8, Sayı: 23/II, Ankara 1996, s. 557; Azize Aktaş-Yaşa, Anadolu Selçukluları Dönemi Hoşgörü Ortamında Müslüman-Gayr-i Müslim İlişkileri, Erdem, Cilt: 8, Sayı: 23/II, s. 423; Ünver Günay, Anadolu’nun Dînî Tarihinde Çoğulculuk ve Hoşgörü, Erdem, Cilt: 8, Sayı: 22/I, Ankara 1996, s. 197; Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, II, İstanbul 1969, s. 162 vd.; Mehmet Şeker, Anadolu’da Birarada Yaşama Tecrübesi-Türkiye Selçukluları ve Osmanlılarda Müslim-Gayrimüslim İlişkileri-, Ankara 2000, s. 34-59; aynı müellif, Fetihlerle Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması, birinci baskı: İstanbul 1973; beşinci baskı: Ankara 1997, s. 107 v. d.
[3] Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti, İstanbul 1969, s. 145.
[4] Anonim, Selçuknâme, Çevirip yayınlayan: Feridun Nafiz Uzluk, Anadolu Selçukluları Devleti Tarihi III, Ankara 1952, s. 23, 36; Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1971, s. 53-54.
[5] Azîmî, s. 361’den naklen Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 54.
[6] Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 54-55.
[7] Osman Turan, Selçuklular Tarihi, s. 195-200; aynı müellif, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 55-56.
[8] Sadreddin el-Hüseynî, Ahbarü’d-Devleti’s-Selçukiyye (çeviren: Necati Lügal), Ankara 1943, s. 49.
[9] Fuad Köprülü, Anadolu’da İslâmiyet, İstanbul 1996, s. 44. Etnolojik bakımdan Şâh İsmâil’in zamanında meydana gelen iskân hâdisesinin vücûda getirdiği gibi, dînî târih itibâriyle değişmelere yol açan başka hadiseler meydana gelmemiştir. Bkz. Köprülü, aynı eser, s. 85/11.
[10] Osman Turan, İktâ‘, İA. VI, 949-959; aynı müellif, Selçuklular ve İslâmiyet, İstanbul 1971, s. 61.
[11] Cladue Cahen, Türklerin Anadolu’ya İlk Girişleri (XI. Yüzyılın İkinci Yarısı) (Çeviren: Yaşar Yücel, Bahaedddin Yediyıldız), Belleten, Cilt: LI, Sayı: 201’den ayrı basım, Ankara 1988, s. 58.
[12] Faruk Sümer, Mengücekler, İA., VII, s. 713; Bu konuda ayrıca bkz. Osman Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İstanbul 1973, s. 55-79; Necdet Sakaoğlu, Türk Anadolu’da Mengücek Oğulları, İstanbul 1971.
[13] Refik Turan, Dilmaç Oğulları Beyliği, Tarihte Türk Devletleri II, Ankara 1987, s. 469-472.
[14] İsmail Hakkı [Uzunçarşılı], Kitâbeler, İstanbul 1345, s. 43-44.
[15] Daha geniş örnekler için bkz. Zerrin Günal, Karasi Beyliği (Doktora Tezi 1991), İst. Ün. Edebiyat Fakültesi Genel Kitaplığı, s. 9-26.
[16] Mükrimin Halil Yinanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri I: Anadolu’nun Fethi, İstanbul 1944, s. 89-103; aynı müellif, Dânişmendliler, İ. A., III, 468-479; Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 112-147; Abdülkerim Özaydın, Dânişmendliler, TDV. İ. A., VIII, İstanbul 1993, s. 469-474.
[17] Osman Turan, Selçuklular Tarihi, s. 135, 156.
[18] Osman Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s. 111-116.
[19] Refik Turan, Dilmaçoğulları Beyliği, Tarihte Türk Devletleri II, s. 469-472.
[20] Osman Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s. 3-52; Faruk Sümer, “Saltuklular”, Selçuklu Araştırmaları Dergisi, Sayı: III, Ankara 1971, s. 391-433; Mükrimin Halil Yınanç, Erzurum, İ. A., IV, 345-353; Refet Yınanç, Saltuklular (1072-1020), Tarihte Türk Devletleri II, s. 457-460.
[21] Osman Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s. 83-129; Ali Sevim-Yaşar Yücel, Türkiye Tarihi-Fetih, Selçuklu ve Beylikler Dönemi-, Ankara 1989, s. 215-217; Beyhan Karamağralı, Ahlat Mezartaşları, Ankara 1972, s. 111-260; Faruk Sümer, Ahlatşahlar, TDV. İ. A., II, İstanbul 1989, s. 24-28.
[22] Artuk Bey için bkz. Osman Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s. 133-137; Ali Sevim, Artuk b. Eksük, TDV. İA., III, 414.
[23] Osman Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s. 133-241; Çoşkun Alptekin, Artuklular, TDV. İA., III, 415-418; M. Fuad Köprülü, Artukoğulları, İA., I, 617.
[24] Beyhakî, Tarihu’l-Beyhakî, (Arapçaya Ter. Yahya el-Haşşab), Beyrut 1982, s. 665-691; Bundarî, Zubdatü’n-Nusra ve Nuhbetü’l-‘Usra, (Çeviren: Kıvameddin Burslan Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi), İstanbul 1943, s. 2-3; İbnü’l-Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, Tercümesi İslam Tarihi (Çeviren: Abdülkerim Özaydın), IX, İstanbul 1991, s. 291-294; 361-370; Müneccimbaşı Ahmed b. Lüutfullah, Câmi‘u’d-Düvel Selçuklular Tarihi I (Yayına hazırlayan: Doç Dr. Ali Öngül), İzmir 2000, s. 6-16; Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, s. 122-126.
[25] Müneccimbaşı, Câmi’u’d-Düvel, I, 17.
[26] Osman Turan, Selçuklular Tarihi, s. 42-43; aynı müellif, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 2.
[27] Neşreden V. Minorsky, Marwazî on Chına, Turks, Londra 1942.
[28] Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 9.
[29] Gregory Abu’l-Farac (Bar Hebraeus), Abu’l-Farac Tarihi I (Türkçe’ye çeviren: Ömer Rıza Doğrul), Ankara 1987, s. 293, 320; Osman Turan, Selçuklular Tarihi, s. 52-53.
[30] Osman Turan, Selçuklular Tarihi, s. 53; aynı müellif, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 14-15.
[31] Bundarî, Zübdetü’n-Nusra, s. 6-7.
[32] Abu’l-Farac Tarihi, I, 302; Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 16.
[33] Osman Turan, Selçuklular Tarihi, s. 82.
[34] Osman Turan, Selçuklular Tarihi, s. 109; Gerek Osman Turan’ın adı geçen eserinde gerekse bu konuda yapılan diğer araştırmalarda bu dönemle ilgili göçlere dair bol örnekleri bulmak mümkündür. Örneğin bkz. Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1971; Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, (Tercüme: Yıldız Moran), İstanbul 1994; Mehmet Şeker, Fetihlerle Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması, İstanbul 1973; Osman Çetin, Selçuklu Müesseseleri ve Anadolu’da İslâm’ın Yayılışı, İstanbul 1981.
[35] İbnü’l-Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, IX, 415.
[36] İbnü’l-Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, s. 415, Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 17-18.
[37] Ebu’l-Ferec Tarihi, I, 306; İbnü’l-Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, s. 454-455.
[38] Osman Turan, Doğu Anadolu Beylikleri Tarihi, I, 202.
[39] Osman Turan, Doğu Anadolu Beylikleri Tarihi, I, 203.
[40] Orhan Şaik Gökyay, Dedem Korkud’un Kitabı, İstanbul 1973, s. XC.
[41] Osman Turan, Doğu Anadolu Beylikleri Tarihi, s. 50-51.
[42] Burhâneddin Anevî, “Enîsü’l-Kulûb” (Neşreden: Fuad Köprülü), Belleten XXVII, Ankara 1943, s. 466.
[43] Bkz. Mehmet Şeker, Anadolu’da Türk Kültürünün Oluşması ve Unsurlarına Bir Bakış, Türk Yurdu, Cilt: 18, Mart-Nisan 1998, Sayı: 127-128, s. 133-138.
[44] Paul Wittek, Menteşe Beyliği (Çeviren: Orhan Şaik Gökyay), Ankara 1944, s. 16; Zeki Velidi Togan, Umumî Türk Tarihine Giriş, I, İstanbul 1970, s. 259.
[45] Osman Turan, Selçuklular Tarihi, s. 232.
[46] Mehmet Şeker, Anadolu’daki Türk Kültürünün Oluşması ve Unsurlarına Bir Bakış, s. 135.
[47] Orhan Şaik Gökyay, Dedem Korkud’un Kitabı, s. LXXII.
[48] Mehmet Şeker, Anadolu’daki Türk Kültürünün Oluşması ve Unsurlarına Bir Bakış, s. 136.
[49] Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 40-41.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.