Su her dönemde insanların ve toplumların hayatlarını devam ettirebilmeleri için vazgeçilemez bir ihtiyaç kaynağı olmuştur. İlk Çağlardan itibaren insanoğlu daima bir su kaynağının yakınında yaşama ihtiyacı duymuştur. Suyun insan hayatındaki bu öneminden dolayı, tarih boyunca bütün medeniyetleri oluşturan toplumlar, suyu temin etmek, ona kolay ve kesintisiz olarak ulaşabilmek için çeşitli mimari çözümler aramışlar ve bulmuşlardır.
Anadolu’ya gelen Türkler de önceki medeniyetlere ait su yollarını ve kaynaklarını kullanmaya devam etmişlerdir. Türkler de yağan kar ve yağmur sularını sarnıçlarda toplamışlar, akan suların önlerini uygun bir yerde keserek, bentler yapmışlardır. Bentlerden ya da kaynağından alınan su kanallarla, pöhrenklerle ve su kemerleriyle şehre getirilmiştir. Şehir merkezine getirilen su önce çökertme havuzlarında bir müddet dinlendirilerek ve temizlendikten sonra havuzlardan alınarak maksemlere nakledilmiştir. Maksemlerde toplanan su, gönderileceği çeşmelere, lülelerle ölçülerek dağıtılır. Kaynaktan getirilen suların dışında ayrıca şehir merkezinde bulunan yer altı kaynak suları da, kuyular açılarak kullanılmıştır. Yine fazla derinde olmayan yer altındaki kaynak suları da dönme dolaplar kullanılarak yeryüzüne çıkarılmıştır. Anadolu’ya yerleşen Türkler, şehirdeki çeşmelere ilâve olarak; ihtiyaç olduğunda kullanmak üzere suyun depolandığı sarnıçlar, camiilerde abdest almaya mahsus diğer anıtlarda su sesi ve akışındaki güzelliği izlemek için yapılan şadırvanlar, çeşmelerden farklı olarak akan suya bağlı olmayan fakat vakfeden kişinin arzusuna göre su, süt, şerbet ve benzeri içeceklerin dağıtıldığı sebiller, üst bölümündeki bir delikten suyun çeşitli kademelerden su oyunları ile akıtılarak insanlara su sesinin ve akışının bütün güzelliklerinin izlettirildiği selsebiller ve kaynaktan gelen suyun hem dinlendirildiği hemde temizlendirildiği havuzlar inşa ederek halkın su ihtiyacını karşılamışlardır.
Su, bugünkü toplum hayatımızda ne kadar önemli ise, geçmiş yüzyıllarda yaşayan toplumların hayatında da o kadar önemli olmuştur. Atalarımız bir cami, medrese, imaret, darüşşifa, kervansaray vb. kültür ve medeniyet yapıları inşa ettirdiklerinde, bu yapıların hem halka kesintisiz olarak hizmet verebilmeleri hem de bakım ve onarımlarının yapılarak gelecek kuşaklara aktarılabilmeleri için çok zengin vakıflar kurmuşlardır. Aynı şekilde mahallelerimizdeki çeşmelerimizin suyunun kesilmeden sürekli akması ve zaman zaman sel vb. felâketlerle tahrip olan su şebekelerinin bakımı ve onarımı için de vakıflar kurulmuş olduğunu günümüze ulaşan vakfiyelerden öğrenmekteyiz.[1] Burada dikkatimizi çeken en önemli husus, cami, medrese veya diğer başka büyük bir anıta vakfedilen para ya da gayrimenkul kadar gelirlerin çeşmelere de vakfedilmiş olmasıdır. Yine belgelerden anlaşıldığına göre, çeşmeler inşa edilmeden önce şehrin kadısından izin alındığını ve mutlaka zengin mallara sahip bir vakıf kurulduğunu[2] ve vakfın senedinin şehrin kadısı tarafından onaylandığını tespit etmekteyiz. Bu da, kendisi küçük olan çeşmelerimizin, topluma yaptığı hizmetin ne kadar büyük ve masraflı olduğunu göstermektedir.
Çeşmeler vakıf olarak inşaalarının dışında özellikle İstanbul’da dönemin mimari özelliklerini de yansıtmaları bakımından oldukça önemli mimarî anıtlarımızın başında gelmektedir.
Bugün önünden geçerken çok sade bir yapı olarak gördüğümüz çeşmelerin fazla sanatsal bir özelliği yok gibi gözükmektedir. Gerçekten de, İstanbul, Bursa, Edirne ve diğer bazı Anadolu şehirlerindeki anıtsal çeşme örneklerini dahil etmezsek, Anadolu’nun birçok kentindeki çeşme örnekleri oldukça sade yapılardır. Ama gerçekten yapıldığı dönemde o bölge halkına çok büyük hizmet vermiş olan bu küçük anıtlarımız, teknolojik gelişmeler ve sosyal hayatımızdaki değişmeler neticesinde eski fonksiyonlarını hızlı bir şekilde kaybetmeye başlamışlar ve sonunda tamamen kullanım dışı kalmışlardır.
Fonksiyonlarını kaybeden çeşmelerimizin akan suları belediyelerce kesilmiş, bu da yetmemiş gibi belediyelerce yapılan yol açma, yol genişletme vb. imar faaliyetleri bahane edilerek, birçok çeşme tamamen yıkılarak ortadan kaldırılmıştır. Bir de buna tabiat şartları eklenince çeşmelerimizin tahribatı daha da hızlanmıştır. Bu da çeşmelerimizin hızlı bir şekilde yıkılarak ortadan kalkmasına seyirci kalan toplumumuzun, geçmişe sahip çıkma bilincinden ne kadar uzak olduğunu bize göstermektedir.
Çeşme Mimarisi
Çeşme kelimesi, Farsça “göz” anlamına gelen “çeşm” kelimesinden gelmektedir[3]. Sözlüklerde kısaca, göz gibi olan delik ve bu delikten akan su diye açıklanan çeşme kelimesinin yerine, XIII-XIV. yüzyıllarda Arapça “sıkaye”, “ayn” yahut “meska” terimlerinin kullanıldığı da görülmektedir.[4] Sivas Gökmedrese Çeşmesi (1271) ve Bolvadin Alaca Çeşme (1278) kitabelerinde, “ayn” kelimesine, Tokat/Pazar Hatun Hanı Çeşmesi (1239), Afyon İki Lüleli Çeşme (1379 yıkılmış) ve Sinop Emir Şahabettin Çeşmesi (1429) kitabelerinde “sikaye” kelimesine rastlanmaktadır.[5] Anadolu öncesi Türk döneminde çeşme gibi kullanılan su tesisleri “alış”, “pınar” veya “suvat” terimleri ile isimlendirilmiştir.[6]
Türk su mimarisinin en yaygın, en tanınmış örneği olan çeşmelere, önceki çağ medeniyetlerinde de rastlanmıştır. Mezopotamya medeniyetinde de çeşme olduğu ileri sürülüyorsa da, kazılarda ortaya çıkan kalıntıların çeşmeden ziyade kuyu olduğu kabul edilmiştir.[7] Yazılı kaynaklar ve açığa çıkan kalıntılara göre, Anadolu’da ilk çeşmelerin M.Ö. II. binde Hititlere kadar gittiği ileri sürülmektedir.[8] Günümüze kadar sağlam olarak ulaşabilmiş en eski çeşmeler Urartulara aittir. M.Ö. IX-VII. yüzyıllar arasına tarihlenen bu çeşmeler Van yakınındaki Çavuştepe mevkiindeki Urartu Kalesi içerisinde bulunmaktadır.[9] İlk çağda, M.Ö. VII. yüzyılda Lemnos’ta bulunan pişmiş topraktan yapılmış düz damlı yapının bir çeşmeye ait olduğu ileri sürülmüştür. Gerçekten de böyle bir çeşmeye Korinthos’ta rastlanmıştır.[10]
Yunan ve Roma şehirlerinin önemli yapılarından birisi de çeşmelerdir. Roma mimarisinde çeşmeleri, umumî ve lüks evlerin bahçelerinde bulunan çeşmeler[11] olarak iki grupta incelemek mümkündür. Roma Dönemi’nde zengin insanlar evlerinin bahçelerine çok zengin şekilde mozaikle süslenmiş yuvarlak kemerli çeşmeler inşa etmişlerdir. Bu yapılarda su, çeşme nişi içerisindeki bir oluktan akmaktadır. Bu çeşmelerin en güzel örneği Pompei’de bulunmaktadır.[12] Bu dönemde yapılan abidevî çeşmelere “nympheum” adı verilmiştir. Romalılar çağında Anadolu’nun bütün kentlerine çok sayıda bu çeşmelerden yapılmıştır. Kaynaklardan kanallarla getirilen su, nympheumun havuzunda toplanmıştır. Çeşme binasının önü ve havuzun çevresi çok zengin kabartma ve heykellerle zenginleştirilmiştir. Bu çeşmelerin en ünlüleri Efes’teki Hadrian Çeşmesi ile Miletos ve Side antik kentlerindeki eserlerdir.[13] Bizans Dönemi’nde ise daha küçük boyutlu çeşmeler inşa edilmiştir. Hıristiyan sembolleri ile süslenmiş iki Bizans çeşmesi Efes harabelerinde bulunmuştur.[14].
Orta Çağ İslâm şehirlerinde, dinin temizliğe ve suya büyük önem vermesi, Hz. Peygamber’in sadakaların en faziletlisinin “su temini” olduğunu söylemesi, çeşme inşasını teşvik edici unsurlar olmuştur.[15] İslâm fetihleriyle ele geçirilen bölgelerdeki antik çeşmelerin onarılarak kullanıldığı bilinmektedir. X. yüzyılda İspanya’da Endülüs Emevilerine ait su yolu ve Aslanlı Çeşme, İslâm mimarisinde ilk çeşme örnekleridir.[16] Ayrıca Tunus, Fas, Cezayir ve Mısır’da değişik zamanlarda inşa edilmiş çeşmelere rastlanmaktadır.[17] Türklerin hayrat veya sadaka olarak yaptıkları çeşmeler şehir, kasaba veya yerleşme merkezlerinde olduğu gibi, ana yolların kenarlarında, açıklık ve kırlık yerlerde de inşa edilmiştir. Yerleşme bölgelerinde yapılan çeşmelerin suyu büyük oranda kaynaklardan su kanalları veya künkler vasıtasıyla getirilmiştir[18]. Su kaynağından suyu şehir merkezine nakletmek için kullanılan künklere Osmanlı Dönemi’nde pöhrenk adı verilmiştir. Bu pöhrenkler ortalama olarak 0.35-0.40 metre uzunluğunda, 0.13-0.16 metre çapındadır. Ağız kısımları (birleşme yerleri) erkekli dişili olarak yapılır ve birbirinin içerisine geçirilmekte ve bağlantı yerleri de su kaçıntısını önlemek amacı ile löküm adı verilen ve kireç ile zeytinyağının karıştırılmasıyla elde edilen bir harçla sıvanmaktadır.
Çeşme mimarisinde suyun akıtılması için, göz gibi bir deliğin olması yetmez. Suyun kullanılabilir şekilde akıtılması için “lüle”den faydalanılması gerekir. Lüle aynı zamanda bir su ölçü birimidir. Lülenin alt katları su terminolojisinde değişik isimlerle, farklı ölçüleri ifade etmek için kullanılmaktadır. “Masura” lüle’nin 1/4’idir. Masuranın bir diğer adı da “hilâl” dir. Her masura dörde bölünerek “çuvaldız” adı verilen su ölçüsü ortaya çıkar. Sözlüklerde lüle, “bentlerde toplanan ve şehre isale edilen suyun, evler, çeşmeler, hamamlar ve diğer yapılara belirli miktarlarda verilmesi için suyu maksemlerde ölçmeye mahsus küçük ve ince bir boru parçası” olarak tarif edilir. Lüle tabir olunan su ölçeği yuvarlak bir küre şeklinde ve 30 dirhem ağırlığında bir kurşun topun girebileceği kadar bir delikten akan su miktarıdır.[19]
Eski vakıf kayıtlarında yapılara tahsis edilen su miktarı lüle veya masura olarak belirtilmiştir. Hatta bu su hakkı, emlak gibi senetle (tapuyla) alınıp satılmıştır.[20] Böyle bir uygulamayı H. 1075-M. 1664 tarihinde Kayseri’nin Yalman mahallesinde bulunan bir çeşmenin 11 masuralık vakıf suyunun bir masurasının çeşmenin mütevelli heyeti tarafından satıldığını Kayseri Şer’iye Sicil Defterlerindeki bilgilerden öğreniyoruz.[21]
Türk mimarisinde en eski çeşmelerden biri, Mardin’de Artuklulardan Necmeddin İlgazi tarafından 1109-1122 yılları arasında geniş bir külliye içerisine yaptırılmıştır. Bu çeşme, günümüze çok az kısmı sağlam olarak ulaşabilen hamamın avluya komşu olan cephesinin köşesinde yer almaktadır. Çeşmenin üzeri çapraz tonozla örtülüdür.[22]
Selçuklu Devri’nde ilk çeşmelerin nasıl olduğu hakkında kesin bir bilgimiz yoktur. Ancak diğer su tesisleri gibi sağlam durumdaki antik devir çeşmelerinin Türkler tarafından da kullanıldığı anlaşılmaktadır. Günümüze gelebilen Selçuklu çeşmeleri genellikle medrese, han, cami ve tekke yapılarının ön cephelerine ya da iç avlularına açılan cümle kapılarının yakınlarındaki bir eyvan içerisine, yapıların önünden geçen yola ya da meydana açılan yüzlerine inşa edildikleri mevcut örneklerden anlaşılmaktadır. En basit çeşme örneği 1204 tarihli Kızılören (Emir Kutlu) Kervansarayı’nın ön cephesindeki fevkani köşk mescidin altındaki duvar üzerinde görülmektedir. Dış görünüşü ile hiçbir özelliği olmayan çeşme çok sadedir[23]. Sade ve basit çeşmelerin bir diğer örneği de 1239 yılında inşa edilen Ağzıkarahan’ın cephesindedir. Bu çeşme de zemin kaplaması arasına yerleştirilmiş, lüleli bir su haznesi ile zemindeki bir yalaktan ibarettir[24]. Bu iki örnek Selçuklu yapılarında rastlanan en basit çeşme tipinin erken tarihli ilk örnekleridir. Anadolu’da bilinen Selçuklu çeşmeleri arasında Pazar Hatun Hanı (H. 636-M. 1238-39) çeşmesi mimari açıdan ve dekoratif yönden önem taşıyan en eski örnektir. Bu çeşme hanın kapısının sol tarafında bulunmaktadır. Fazla derin olmayan çeşme nişi sade profillerle hareketlendirilmiştir. Çeşmenin suyunu akıtan iki lülesi ejder başlı olup bronzdan yapılmıştır.[25]
Kayseri’de Sahabiye Medresesi’nin bitişiğinde yer alan çeşme H. 665-M. 1266 yılında Sahip Ata tarafından inşa ettirilmiştir. Çeşme orijinal yerinden sökülerek bugün bulunduğu yere nakledilmiştir.[26] Orijinal hali bilinmeyen bu çeşme nişinin üzeri muhtemelen yapılan son onarımlar esnasında yuvarlak kemerli olarak yenilenmiş olmalıdır. Selçuklu Devri çeşmelerinin en güzel ve en süslü örneğini 1271 tarihli Sivas Gökmedrese’nin cephesinde görmekteyiz. Bu çeşmede iki ayrı cinsten taş kullanılmak suretiyle renkli bir görünüşün oluşması sağlanmıştır. Fazla derin olmayan çeşme nişinin üzeri üç dilimli dekoratif bir kemerle örtülmüştür. Çeşme üzerinde gayet ince işlenmiş geometrik ve bitkisel süslemeler görülür.[27]
Moğol istilasından sonra, Selçuklu Dönemi’ndeki üslûp değişikliğine paralel olarak XIII. yüzyılın son çeyreğinde, özellikle Doğu Anadolu’da hakim olan İlhanlı tesiriyle çeşmeler de anıtsal ölçülerde yapılmaya başlanmıştır. Anadolu’da bilinen en büyük Selçuklu çeşmesi, Erzurum Hatuniye Medresesi’nin ön yüzünde yer alır. Bu çeşme nişinin etrafı kabartma profillerle çerçeve içine alınmıştır.[28]
Yukarıda bahsedilen Selçuklu yapılarının dış cephelerindeki çeşmelerin ortak özelliği, değişik kompozisyon ve dekorasyonlarına rağmen fazla derin olmayan nişler halinde inşa edilmiş olmalarıdır. Çeşme nişlerinin fazla derin olmamasının nedeni de duvarların taşıyıcı olmalarından kaynaklanmaktadır. Çünkü bu duvarlara açılacak büyük ebatlı nişler duvarların taşıyıcı fonksiyonunu kaybetmesine sebep olacaktır.[29]
Selçuklu Dönemi’nde bağımsız olarak yapılan çeşmelerden Niğde Aleaddin Camii’nin karşısında yer alan Hatıroğlu Çeşmesi (1277), Afyon’un Çay ilçesindeki Yusuf bin Yakub Medresesi önündeki çeşme (1278) ve Bolvadin’deki Alaca Çeşme (1278), yukarıda bahsedilen örneklerden müstakil olarak yapılmış olmaları nedeniyle ayrılmaktadır.[30]
XIV. yüzyılda mevcut örneklerin yapımına devam edilmiştir.
XV. yüzyıldan itibaren kalabalıklaşan şehirlerin su ihtiyacını karşılamak üzere, değişik çeşmeler yapılmaya başlanmıştır. Bu yüzyılda karşımıza çıkan çeşme tiplerinden birisi depolu çeşmelerdir. Bu tip çeşmelerin üzerleri kubbe veya tonozlarla örtülmüştür. Depoya gelen su hiçbir zaman lüleden akan sudan fazla değildir. Bu tip çeşmelere örnek olarak Isparta Yılankıran (1519) Çeşmesi’ni verebiliriz.[31] Yine çeşmelerin ahşap bir saçakla korunduğunu gösteren en eski örnekler bu yüzyılda karşımıza çıkmaktadır. Bu uygulamaya örnek olarak, Afyon Gedik Ahmet Paşa Medresesi (1472) ön cephesinin solundaki çeşmeyi gösterebiliriz.[32] Bu yüzyılda inşa edilen çeşmelerin temel özelliği, Selçuklu Dönemi’ndeki çeşme nişlerinin üzerini örten kemerin sivri olması geleneğinin devam etmesidir.
XVI. yüzyılda inşa edilen çeşmelerde büyük değişiklikler dikkati çeker. Bunları şöyle sıralayabiliriz: Sadece insanların su içebilmeleri için yapılan ve bazı yapıların dış veya iç cephelerine yerleştirilen suluk adını verdiğimiz çeşmeler bu yüzyılda inşa edilmeye başlanmıştır. Örnek olarak Süleymaniye (1557) maksemi verilebilir. Yine Süleymaniye Külliyesi’nde görülen sıra abdest muslukları bu dönemde karşımıza çıkan bir uygulamadır.[33] Bu dönemde inşa edilen çeşmelerin nişleri içerisinde dinlenme sekileri ile su tası koymak için nişler de yapılmaya başlanmıştır. Yine bu yüzyılda karşımıza çıkan bir diğer çeşme tipi de namazgâhlı çeşmelerdir. Bu çeşmelere örnek olarak Vezir Mehmet Paşa Çeşmesi’ni (1583) verebiliriz.[34] Bu dönemde karşımıza çıkan çeşmelerden bir diğeri de saray, köşk, kasır gibi sivil mimarlık yapılarının pencere söveleri ya da duvar nişleri içlerine yerleştirilmiş dekoratif çeşmelerdir. Bunlara örnek olarak Topkapı Sarayı’ndaki Sünnet Köşkü’nde bulunan çeşmeyi gösterebiliriz. XVI. yüzyılda karşılaştığımız diğer bir çeşme tipi de, meydan ve iskelebaşı çeşmeleridir. Abidevî görünüşe sahip olan bu çeşmelerin bazen tek yüzlerinde, bazen de iki veya dört yüzlerinde çeşme olan nişleri vardır. İstanbul’daki meydan çeşmelerinin ilk örneği Kumkapı Nişancı’da H. 999-M. 1590 yılında, Halil Cevkan tarafından inşa edilmiştir. Bu çeşme ahenkli oranlara sahip olup her cephesinde çeşme nişleri vardır.[35] Bu yüzyılda inşa edilen çeşmelerin süsleme programlarında da bazı değişiklikler göze çarpmaktadır. Bunlardan bazıları; çeşme nişi kemerinin köşeliklerine ve kemer kilit taşı üzerine rozet ve gülçelerin işlenmesi ile bu dönemde diğer anıtlarda da karşımıza çıkan selvi ağacı, lâle, karanfil gibi bitkisel motiflerin çeşmelerin ayna taşlarına işlenmiş olmasıdır.
XVII. yüzyıldan itibaren depolu meydan çeşmelerinin yapılması artmıştır. Örnek olarak Mahmut Paşa Camii avlusu dışında küçük bir meydanın ortasında yer alan Güzelce Mahmud Paşa Çeşmesi (H. 1031-M. 1621-22) verilebilir. Yapıldıktan sonra birkaç kez onarım gören bu çeşme çok sadedir.[36]
Anadolu’da XVIII. yüzyıla kadar inşa edilen çeşmelerde esas cephe biçimlendirilişini oluşturan kemer formu sivridir. Bu yüzyıldan itibaren ise yuvarlak formlu kemerlerin tercih edildiği gözlenmektedir. XVIII. yüzyıldan itibaren karşımıza çıkan bir çeşme tipi de özellikle Boğaziçi ve Haliç sahillerinde denizden gelenlerin veya sandalla dolaşan insanların istifade edebilmeleri için yapılan küçük sahil çeşmeleridir.[37] Örnek olarak Kandilli İskele Çeşmesi ile Küçük Su Mihrişah Valide Sultan Çeşmesi verilebilir. Bu yüzyılda karşımıza çıkan bir diğer çeşme tipi de sütun şeklindeki çeşmelerdir. Bu tip çeşmelerde mermer direğin içinde bir su kanalı oyulmuş olup önüne de musluk bağlanmıştır. Sütunların üst kısımlarına kitabe yazılmıştır. Örnek olarak, İstanbul Kara Mustafa Paşa Camii avlusundaki 1737/38 tarihinde Hacı Beşir Ağa tarafından yaptırılan çeşme gösterilebilir. Tarabya’da H. 1247-M. 1831-32 tarihli Sultan II. Mahmud çeşmeleri bu tipin en güzel örnekleridir.[38] XVIII. yüzyılda karşımıza çıkan anıtsal ölçülerdeki meydan çeşmelerinin en güzel örneği, Topkapı Sarayı’nın esas girişi, Bab-ı Hümayun önüne Sultan III. Ahmet tarafından 1728-29 tarihinde inşa ettirilen çeşmedir. Dört cepheli çeşmenin köşelerinde sebiller, ortada çeşme nişi, çeşme nişinin yanlarında mihrap şeklinde oturma sekileri bulunmaktadır. Sultan III. Ahmet’in aynı tarihlerde yaptırdığı bir diğer abidevî meydan çeşmesi de Üsküdar İskele Meydanı’nı süslemektedir. Bu çeşmenin Topkapı Sarayı önündeki çeşmeden tek farkı köşelerde sebillerin bulunmamasıdır. Buna karşılık süsleme daha ölçülü olup insan boyunda su içme muslukları vardır.[39] XVIII. yüzyıldan itibaren batıdan etkilenen mimarlar çeşmeleri aşırı derecede süslemeye başlamışlardır. Özellikle Lale Devri’nde (1718-1730) inşa edilen çeşmeler daha zarif ve zengin şekillerle süslü olarak yapılmışlardır. Çeşme cepheleri genellikle mermerle kaplanarak kemerlere değişik formlar verilmiştir. Bazı çeşmelerin yüzleri ise, barok mimarinin etkisinde kalarak tabak içerisindeki çiçek ve meyveler esas olmak üzere çok zengin bir şekilde natüralist bir anlayışla süslenmiştir. Bu uygulamaya Bereketzade Çeşmesi (1732), Kabataş Hekim Ali Paşa Çeşmesi (1733) ve Kaptan Hacı Hüseyin Paşa (1732) çeşmeleri örnek olarak verilebilir.[40] Lâle Devri’nde üzerleri kabartmalarla süslü çeşmelerin yapılmasına rağmen klâsik üslûpta sivri kemerli çeşmelerin inşasına da devam edilmiştir. İstanbul Mevlanakapı civarında Emine Sultan (H. 1151-M. 1738-39), Fatih Külliyesi’ndeki medreselerin arasındaki geçit üzerinde bulunan Hacı Ahmed Emin Ağa (H. 1151-M. 1738-39) çeşmeleri eski geleneği devam ettiren örnekler olarak gösterilebilir[41]. Yine bu yüzyılda inşa edilen çeşmelerin cephelerine, oval çerçeveler içerisine tuğraların kabartma olarak işlenmeleri de dikkati çekmektedir.
XIX. yüzyılda mevcut örneklerin yapımına devam edilmekle birlikte neoklasik akımın etkisiyle klasik dönem özelliklerini taşıyan bazı çeşme örnekleri yapılmıştır. İstanbul Balmumcu Meydan Çeşmesi ile Orhaniye Kışlası önündeki çeşme, tamamen klasik Türk çeşme mimarisine dönüşün işaretlerini üzerlerinde taşımaktadır.[42] Yine bu yüzyılda inşa edilen çeşme nişlerinin yan yüzlerinde plastrların kullanılması ve özellikle Anadolu’daki çeşmelerde antik mimarî geleneğinin devamı olan içiçe iki kemer, duvara gömülü sütun, sütunce ve plastrlar, çeşme nişinin üzerini örten küresel örtünün taşlarının ışınsal olarak dizilmesi gibi uygulamalarla dikkati çekmektedir.[43] Yine bu yüzyıldan itibaren inşa edilen çeşmelerde ise mimarideki batılaşmaya paralel olarak kıvrık dallar ve akant yapraklarından oluşan süsleme kompozisyonlarının yoğun bir şekilde uygulandığı görülmektedir.
XX. yüzyılda vakıf sularının belediyelere devredilmesi, modern su şebekelerinin kurulması ve evlere su verilmesi nedeniyle sanat değeri olan çeşmelerin inşası büyük oranda durmuştur. Bugün sudan bahanelerle en çok ortadan kaldırılan kültür varlıklarımızdan biri olan çeşmelerimizi, kentli olmanın bilinciyle geçmişe saygı duyarak korumak, medeniyet tarihimiz açısından gelecek kuşaklara aktarmak zorundayız.
Erciyes Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 7 Sayfa: 872- 877