1. Anadolu Türk Beyliklerinin Kuruluşu
Anadolu Selçuklu Devleti, 1277 tarihinde, Moğolların Anadolu’nun mülkî ve askerî idaresini ele geçirmeleriyle, sona ulaşmış bulunuyordu. Ancak son Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Mesud’un Kayseri’de 1308 yılında ölümüyle varlığını resmen sona erdirmişti. Moğollara karşı koyamayan Selçuklu sultanları varlıklarını ve geçimlerini Moğol hanlarının himaye ve yardımlarıyla 1308’e kadar sürdürebilmişlerdi.
Moğollar Anadolu’da kalıcı oldular. Bunun sebebi ordunun arkasından ailelerin gelmesi ve gittikleri, aldıkları yerlere aileleriyle yerleşmeleriydi. Bu önemli bir özellik olup, yerleşmeyi ve kalıcılığı kolaylaştırmaktadır. Böylece Orta Anadolu’nun güneydoğu ve doğusunda Moğol toplulukları meydana gelmişti.
Bu yüzyılda Anadolu’da Moğol baskısına karşı koyan yegâne unsurlar ise Türkmenler olmuştur. “Türk göçer toplulukları” olarak tanımlanabilen Türkmen toplulukları Moğolların baskıları sonucu uç bölgelere ve sarp yerlere yerleşmişlerdi. Anadolu’daki yerleşik köylü ve şehirli Türk unsurlar da Türkmen kaynaklıdırlar.
Böylece Türkmenler Anadolu’nun batısını, yani Selçukluların yeniden geri alamadıkları Batı Anadolu ve Marmara Bölgesi’ni ellerine geçirmişler ve fetih ettikleri her bölgede de bir Türkmen Devleti kurmuşlardı.
Bu yeni Türkmen devletlerine çiftçi, tüccar, esnaf, zenaatkâr ve bilginler de Moğol istilâsına uğramış Selçuklu şehirlerini terk ederek gelip, yerleşmişlerdi. Diğer taraftan Orta Anadolu halkında bu beyliklerin bünyesinde yeni yerleşik yerlere gelmiş, katılmışlardı. Böylece 14. yüzyıl Anadolusu’na baktığımızda önemli Türkmen devletleri olarak şu yapılaşmanın oluştuğu görülür;
- Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da (Diyarbakır vs.) Karakoyunlu ve Akkoyunlu Beylikleri,
- Güneydoğu Anadolu’nun bir kısmında (Elbistan-Maraş) Dulkadiroğulları Beyliği,
- Adana ve çevresinde Ramazanoğulları Beyliği,
- Güneybatı Anadolu’da (Eğridir, Antalya çevresi) Hamitoğulları,
- Konya ve çevresinde, Karamanoğulları Beyliği,
- Kastamonu bölgesinde, Çandaroğulları Beyliği,
- Kırşehir ve çevresinde, Ertanaoğulları Beyliği,
- Kütahya ve çevresinde, Germiyanoğulları Beyliği,
- Manisa ve çevresinde, Saruhanoğulları Beyliği,
- Aydın ve İzmir çevresinde, Aydınoğulları Beyliği,
- Milâs ve çevresinde, Menteşeoğulları Beyliği,
- Bergama, Balıkesir ve Çanakkale havalisinde, Karasî Beyliği,
- Söğüt, İznik ve sonra Bursa havalisinde, Osmanoğulları Beyliği adıyla tarih sahnesinde yer alan feodal yapılı devletçikler oluşmuştu.
A. Anadolu Türk Beyliklerinde Sosyal Yaşam
Beylikler döneminde Anadolu’da hayat şartlarının ve ticaretin zamanı içinde çok iyi olduğu, yapılan araştırmalar ve kalan belgelerden anlaşılmaktadır. Anadolu’da meydana gelen siyasî birlik kuran Türkmenler, hayatîyet dolu, hür ruhlu ve teşkîlatlı bir yaşama sahip, Anadolu’nun biricik siyâsi gücü durumundadırlar.
Türkmenlerin büyük bir çoğunluğu kısa süre sonra yerleşik yaşam düzenine geçmişlerse de, bir kısmı da şartların gerektirdiği ölçüde tam göçer yaşam biçimlerini sürdürmüşlerdir. Ancak Kuzey Anadolu, Marmara ve Güneybatı Anadolu, coğrafî şartları nedeniyle büyük toplulukların göçebe yaşamı sürdürmesine olanak tanımadığından, bu bölgelerde Türkmenlerin büyük bir kısmı yerleşik yaşama geçerken, bir bölümü de göçebe hayatını sürdürmekteydi. İşte yerleşik hayata geçenlerin baskın karakter kazanması sonucunda, bu bölgelerdeki göçer Türkmenlerin Yörük adıyla tanımlanmasına neden olmuştur. Göçebe hayatın bir hatırası olarak bugün de yaşayan, bütün Türk köylülerinin yaylaları vardır. Yaylaya çıkmak Türkmen köylüleri için bir zorunluluktur. Bütün hayvanlar yeni hasat mevsimine kadar buralarda otlatılır, halk ise sıtma gibi bazı salgın hastalıklardan yaylalardaki yaşamları sonucu korunurdu.
B. Anadolu Türk Beyliklerinde Ekonomik Yaşam
14. yüzyılda, şehir yaşamında Türk unsur, nüfus, kültür, ekonomik ve ticaret üstünlüğünü elde etmişti. Bunlar başta askerlik olmak üzere din ve bilim adamları, memurlar, tüccarlar, esnaf ve zenaatkâr zümreyi oluşturmuştu. Hıristiyan unsurlar ise önemlerini kaybederek, kendilerine ait mahallerde ikamet etmekteydiler.
Özellikle esnaf ve zenaatkârlar her şekilde çok iyi teşkilâtlanmış ve 13. yüzyılda Anadolu Selçuklu hakimiyetinde görülen bu teşkilâtlanma, 14. yüzyılda Marmara ve Batı Anadolu yerleşimlerinde de etkili olmuş ve hatta bu bölgelerdeki şehirlerin gelişmeleri bu sistemli kuruluşlarla sağlanmıştır. Bu kuruluşların başına “Ahî” denilmekteydi. Ahî kuruluşları şehirlerin beledî gücünü oluşturmakta, şehirlerin gerçek sahipleri olmaktaydılar.
Oysa siyasî hakimiyetin temsilcisi olan Beyler her zaman değişebilmekteydiler.
14. yüzyıl boyunca özellikle Ertana Beyliği’ne ait olan yörelerde Konya, Aksaray, Niğde, Kırşehir, Ankara gibi şehirlerde Ahî kuruluşlarının daha etkili olduğu bilinmektedir.
Ahî kuruluşları 15. yüzyıl boyunca özellikleriyle devam etmiş, 16. yüzyıldan itibaren, siyasî önemini kaybetmiştir. Ancak 19. yüzyıl sonlarına kadar esnaf loncaları olarak varlığını sürdürdüğü bilinmektedir.
14. yüzyıl boyunca yaklaşık nüfusu 3.5 milyon kadar olan Anadolu Beyliklerinde, genel olarak üretim, hayvancılığa dayalı olup, koyun, at, deri üzerine kurulmuştu. “Atçekenler”, “dericilik” ön plana çıkmıştır. Bu yıllarda kadınlar da “edik” adıyla tanınan deri çizmeler giymekteydiler. Anadolu’da üretim sadece hayvancılığa bağlı olmayıp, kumaş, ipekli, pamuklu, yünlü dokumalar ve özellikle kırmızı renkli dokumalar önemli miktarda üretilmekteydi. Kumaş gibi halıcılık ve halı ihracı gelişmiş Mısır, Suriye ve İtalya’ya ihracat yapılmaktaydı. Kumaş ve halıcılığa bağlı olarak gelişen boyave boya bitkileri üretimi ve ihracatı çok önem kazanmıştı. İşlenmiş bakır, gümüş gibi madenler yanında şapmazı gibi mordan olan (boyamada boyayı sabitleştiren) madensel tuzlar ve bitkisel ürünler üretilip, ihraç edilmekteydi.
İhraç ürünleri arasında orman ürünleri ise ilk sıralarda yer almaktaydı. Gene tahıl, susam ve bal başta giden ihraç ürünleri durumundaydı.
14. yüzyıl boyunca Bursa-Şam ve Bursa-Tebriz arasında ticaret kervanları devamlı gidip- gelmekte, Akdeniz’de Antalya, Alanya limanları Suriye ve Mısır’la ticarette en büyük ihraç limanları olmaktaydı. Diğer taraftan Ege Denizi üzerinden Avrupalıtacirler ki, bunlar Venedik, Floransa ve Cenevizli tacirler olup, Anadolu’nun ihraç ürünlerini başta Milet olmak üzere batı limanlarından alıp, Avrupa’ya ulaştırmaktaydılar.
C. Anadolu Türk Beyliklerinin Edebî Ürünleri
Anadolu’da Moğol istilası sonrasında çok sayıda Safavî gelmiş ve bunlar Konya çevresinde koloni oluşturmuşlardı. Bu zümreler Farsçayı konuşma dili haline getirmekle kalmamış, devlete de hakim duruma gelmişlerdi. Bunun üzerine 1277 yılında Karamanoğlu Mehmet Bey ilk hükümet toplantısında bir fermanla, her yerde Türkçeden başka dil kullanılamayacağını buyurmuştur.
Böylece Anadolu’daki Türk edebiyatı, 14. yüzyıl içinde Orta Anadolu’da doğmuş ve Batı Anadolu’da gelişerek ürünlerini vermiştir. Aydınoğulları bunların başında gelmiştir.
Beylikler döneminden günümüze ulaşan eserlerden astroloji ve tıp gibi pozitif bilimler ile teolojik bilimler Anadolu Selçuklularını izleyen bir şekilde devam etmişti. Anadolu Beylikleri döneminde daha önceki hizmet yapıları darüşşifalar işlevlerine devam etmiş, az sayıda yenileri de inşa edilmiştir.
Bunlardan İlhanlı Beyliği’ne ait Amasya’da Anber bin Abdullah Darüşşifası (1308-9) ile Osmanlı Beyliği de Bursa’da Yıldırım Bayezid’in inşa ettirip, vakıflar tesis ettiği Yıldırım Külliyesi (1395-1400) bütünlüğündeki Tıp Medrese ve Darüşşifası önemli birer sağlık sitesi oluştururken, Germiyanoğluları Beyliği’nde Kütahya’da inşa ettirilen Vacidiye Medresesi (1411) astroloji alanında eğitim-öğretim yapılan bir yapı olarak inşa edilmesi ile önemli olur. Astroloji gibi matematik ve bilhassa geometri bilimi de Anadolu Beyliklerinde öne çıkan ve eserler verilen bilimlerdendir. Anadolu’da 14. ve 15. yüzyıllarda “Miskinler Tekkesi” adıyla cüzzamhanelerin inşa edildiği ve işletildiği, bu tür yapıların şehirlerin girişlerinde ya da çıkışlarında, akarsu kenarında inşa edildiği, en önemlilerinin ise Sivas, Konya, Kayseri, Kastamonu’da olduğu bilinmektedir. II. Murat (1421-51) döneminde Edirne’de bir Miskinler Tekkesi (Cüzzamhane) inşa edilmiştir ki Avrupa’nın ilk cüzzamhanesidir.
14. yüzyıla ünlü hekimlerin yetişmiş olduğu gene yazdıkları eserlerle anlaşılmaktadır. Bu hekimler arasında Aydınoğlu Mehmet Bey (1330-1340) zamanında Aydın’a yerleşen ve Anadolu’da ilk Türkçe tıbbî eser olarak bilinen Tuhfe-i Mübarizi eseri ile tanınan Hekim Bereket’tir. Hekim Bereket eserini önce Lübab-ün Nuhab adıyla Arapça yazmış, sonra Farsçasını çevirmiş son olarak da Aydınoğlu Mehmet Bey adına Türkçe yazmıştır. Eserin esası İbn-i Sinâ’nın Kanun fit-tıb eserine dayanmakta ise de Hekim Bereket’in kendi gözlem ve deneyimleri de eserde yer almaktadır.
Gerede’de Argıt Dağı’nda eseri Müntehab-ı Şifa al-Tıb’ı yazdığı bilinen diğer hekim ise Geredeli İshak b. Murat’tır. Önsözünden Türkçe olarak Argıt Dağı’nda topladığı drogların fayda ve zararlarını yazdığını bildirir.
Hekim Hacı Paşa (Celâleddin b. Hoca Ali-Hızır b. Ali) (1334/35-1424) hekim olduğu kadar dini bilimler bilginidir. Mısır’da dini bilgileri El-Ezher’de edinerek Medrese-i Seyhun’da müderris olmuş, sonra tıbba merak sararak Kalavun Darüşşifası’nda hekimlik-hocalık yapmıştır. 1380 yılında Anadolu’ya (Konya’ya) dönen Hızır b. Ali, Aydınoğlu İsa Bey’in (1348-1391) Aydın’a daveti üzerine Aydın’a gelmiştir. Aydın’da kendisine Hacı Paşa adı verilmiştir. Kitab al-Tealim, Şifa al-Eskâm ve Devâ al-Alâm eserleri ile bilinen Hacı Paşa eserlerini yazarken İbn-i Sinâ, Hipokrat ve Colinos’dan esinlendiği ve öğütler vererek ilk defa tıbbî deontolojiden söz etmiştir.
Germiyanlı Hekim Ahmedî (Taceddin İbrahim b. Hızır) (1334-1413) aynı zamanda şairdir. Ömrü Germiyanlı ve Osmanlı beyleri arasında geçen Hekim Ahmedî Mısır’da Medrese-i Seyhun’da yetişmiş, Anadolu’ya döndüğünde Germiyanoğlu Süleyman Şah’a (1377-1388) intisab etmiş sonra Osmanoğullarına geçmiştir. Manzum olarak yazdığı Tarvih al-Ervah isimli tıbbî eseri Yıldırım Bayezid’e ithafen hazırlamıştır. Diğer eserleri İskendername ve Cemşid-û Hurşid’dir. Ayrıca Divan’ı ve başka eserleri günümüz kütübhanelerinde değerli yazmalar arasındadır.
14. yüzyılda, Anadolu’da kurulan Türk Beyliklerinin beylerinin bizzat kendilerinin de bilim adamı olduğu bilinmektedir. Bunlardan Aydınoğlu Umur Bey’in (öl. 1348) gazalarını anlatan eseri (Gazavatname), Germiyanoğlu II. Yakup Bey’in (öl. 1428) Anadolu’da Türkçe ilk vakfiye örneği olan imaretinin cephesinde taşa kazılı Vakfiye’si bu durumu açıklar. Osmanlı Beyliği’nde Türkçenin resmi dil olarak kabulü ve kullanılması ise Orhan Bey (1324-1361) zamanında gerçekleşmiştir. Bu durum 16. yüzyıl ortalarına, Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566) zamanına kadar sürmüştür.
2. Anadolu Türk Beyliklerinin Yıkılışı
Sosyal, kültürel ve ticarî hayatları parlak olarak süren Anadolu’daki Türk Beyliklerinin siyasi hayatları fazla uzun sürmemiştir. İlk olarak 1354 yılında Karasioğulları Beyliği, Orhan Bey tarafından Osmanoğulları topraklarına katılmıştır. 1380’lerde de Hamitoğulları, Germiyanoğulları ve Çandaroğulları Beylikleri siyasi güçlerini kaybetmişlerdir.
Karamanoğulları, Ertanaoğulları, Ramazanoğulları Beylikleri ile doğudaki Akkoyunlu ve Karakoyunlu Beylikleri siyasi varlıklarını sürdürmekteydiler.
14. yüzyılda Anadolu’nun her yerinde Türkmenler hakim durumdaydı. İşte yüzyılın sonlarına doğru Anadolu’nun siyasî haritasında bazı hızlı değişiklikler meydana getirecek olan Osmanoğullları Beyliği (kurucusu Ertuğrul Bey, öl. 1281-82) Türkmen asıllı olup, oğlu Osman Bey (öl. 1326’dan sonra) zamanında göçer hayatlarını sürdürmekteydiler. Osman Bey’in akrabaları diğer Beyliklerde rastlanmayan Türkçe adlar taşıyorlardı.
Osmanoğulları Beyliği varlığını diğer Beyliklere nazaran geç duyurmuş olmasına rağmen, kısa sürede Güney Marmara’da önemli olmuştur. Daha dördüncü yöneticisi, Yıldırım Bayezid (1389-1403), Rumeli’de Niğbolu Savaşı’nı (1396) kazanmış; Anadolu’da ise Saruhanoğulları, Aydınoğulları, Hamidoğulları, Çandaroğulları, Germiyanoğulları ve Karamanoğulları Beyliklerinin siyasî hayatlarına son vererek, Osmanoğullarının doğu sınırını Fırat Nehri’ne kadar götürmüştür.
Doğudaki müstahkem kaleler olan Kemah ve Malatya Osmanlı valilerinin yönetimine verilmiştir (1399). 14. yüzyıl sonunda Yıldırım Bayezid’in Osmanlı topraklarına katarak, siyasî varlığına son verdiği Türkmen Beyliklerinin yeniden diriltilmesine neden olan tarihi olay ise Timur’un Anadolu’ya gelmesidir. 1402 Ankara Karşılaşması’ndan sonra Timur, Anadolu’ya daha önce yerleşmiş olan Kara Tatarları beraberine alarak, onları Türkistan’a götürmüştür. Bunlardan kaçmak isteyenlerin başlarını kestirerek, Damgan şehri önünde kule gibi yığdırmış olduğunu yazılı kaynaklardan öğrenmekteyiz. (İspanyol elçisi Klavijo, Semerkand’a giderken bu manzarayı gördüğünü yazar).
Kara Tatar Türkmenlerinden boş kalan Orta Anadolu’ya, güneyden gelen Türkmen oymakları yerleştirilerek, şenlendirildi.
İşte ilk hissedilişi en geç olan Osmanoğulları Beyliği, kurulduğu Söğüt kasabasının sınırlarını aşarak, 1326 yılında Bilecik ve Bursa, 1331 yılında da İznik şehirlerini alarak, ilk eserlerini İznik’te vermeye başlamıştır.
3. Anadolu Türk Beyliklerinin Mimarisi
Hatırlanacağı gibi, 1243 Kösedağ Savaşı’nda Moğol ordusuna yenilen Anadolu Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Keyhüsrev, 1277 yılına kadar devlet teşkilâtını korumuştu. Ancak 1308’de resmen Memlûk Sultanı Baybars’ın Anadolu seferinden sonra İlhan Abaka Han, Anadolu’ya gelmiş ve Anadolu Selçuklu Devleti’ne son vermişti.
Anadolu’da 14. yüzyıla kadar durmuş olan mimarî gelişmelerin, Anadolu Türk Beylikleri döneminde yerel geleneklerle, yani Anadolu Selçukluları mimarî geleneğiyle bağdaştırılması arzu ve isteği, Beylik niteliğindeki feodal yapılı küçük devletlerin sınırlı olanaklarıyla sürdürmeye çalıştıklarını, günümüze kadar ayakta kalabilmiş mimarî eserlerden anlamak mümkündür.
14. ve 15. yüzyılın ilk yarısında Anadolu’da oluşan sanat ve mimarlık etkinliklerini dört ayrı grupta toplamak, alınan-verilen etkileri de açıklayacaktır. Bunlar;
- Sonraki gelişmelerde Osmanlı mimarisinin kaynağı olan Batı Anadolu,
- Anadolu Selçuklu mimarisinin fazla bir değişiklik göstermeden devam ettiği Karamanoğullarının yönetimindeki Orta Anadolu,
- Siyasal bağları Azerbaycan yöresiyle ilişkili olan ve mimarisi 13. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sıkı bir bağlantı gösteren Doğu Anadolu,
- Ve Türklerin Anadolu’ya egemen olduğu tarihten itibaren Mezopotamya ve Suriye sanat ve mimarlık gelişmesinin etken olduğu Güneydoğu Anadolu’dur.
Anadolu Türk Mimarîsi içinde önemli bir yeri olan Anadolu Türk Beylikleri mimarisinin ortaya koyduğu örnekleri daha cami, medrese ve kümbet-türbe adıyla tanıdığımız örnekler olmakta, ticarî ve bayındırlık yapıları olarak kervansaray (=han), köprü gibi yapıların örnekleri ise sınırlı olmaktadır. Bunun nedeni Anadolu Selçuklularının zengin mimarî mirasının bu dönemde de yaşatıldığında aranmalıdır.
Doğu Anadolu’da kurulan Beyliklerden Karakoyunlulardan Kara Yusuf’un 1400’lerde inşa ettirdiği Van Ulu Camii planı, taş duvarları, tuğla-derz dokulu payeleri ve tonoz sistemi ile yapılaşmasıyla önemli olurken, terrakota ve boyalı alçı bezemeli, yüksek tamburlu mihrapönü kubbesiyle de doğrudan Büyük Selçukluların Kazvin’deki Mescidi Cuma Camii ile bağlantılı olmaktadır. Dulkadırlılardan Süleyman Bey’in oğlu Alâüddevle’nin 1496 yılında inşa ettirdiği Maraş Ulu Camii enine dikdörtgen plan yorumunda mihrap duvarına dik sahınlarıyla Anadolu Selçuklu Ulu Camii plan geleneğine bağlanırken, yola bağlı batı cephesinin teşkilâtıyla ve dövme demir pencere şebekelerinin günümüze ulaşan önemli örnekler olmasıyla da önemlidir. Maraş Ulu Camii minaresinin yapıdan ayrı olması ve silindirik gövde üzerindeki çokgen kuruluşlu bölümüyle Memlûk minarelerine bağlanır.
Doğudaki Türkmen Beyliklerinden Akkoyunlulardan Uzun Hasan’ın (1453-1478) inşa ettirdiği, Diyarbakır’daki İparlı (Safa) Camii, tromplu merkezî kubbesiyle önemlidir. Siyah-beyaz kesme taş işçiliğiyle ise yerel özellikleri yansıtır. Dış pencere alınlıklarındaki dörtlü düğüm motifleriyle de Gaznelilerin Rıbat-ı Mahi Kervansarayı’ndaki (1019-20) tuğla bezemelerine kadar uzanan özelliklerin devamlılığına işaret eder.
Gene Diyarbakır’daki Nebi Camii, benzer planıyla ve siyah taştan örülmüş kubbesiyle aynı plana işaret eder. Her iki yapıda da son cemaat yeri ve minare işlevsel olarak yapı bütünlüğünde yerini almıştır.
1522 yılına kadar varlıklarını sürdüren Dulkadıroğulları Beyliği’nin son yıllarında, Şehsuvaroğlu Ali Bey’in son beş yılında inşa edildiği düşünülen Elbistan Ulu Camii, son cemaat yerine açılan Anadolu Selçuklu geleneğindeki cümle kapısı ve kitabe ile daha önce inşa edilmiş bir Selçuklu caminin yerine kalıntıları korunarak yeniden inşa edilmiş, Osmanlı Camii geleneğinde olduğu görülür. Elbistan Ulu Camii kareye yakın plan bütünlüğü içinde yer alan son cemaat yeri, minaresi ve en önemlisi, dört destek üzerine kemersiz taşınan merkezî kubbesi ve dört yönde yarım kubbeler ve basık köşe kubbeleriyle 16. yüzyıl Mimar Sinan dönemi merkezî kubbeli camilerine de örnek oluşturmaktadır. Buna yakın yıllarda Diyarbakır’da inşa edilmiş olan, Fatih Paşa Camii (1522) daha gelişmiş aynı plan şemasıyla Doğu Anadolu’da 16. yüzyıl başlarında meydana getirilen ve Osmanlı dönemi merkezî kubbeli cami yapılarına rehber olan örnekler olmaktadırlar.
Adana ve çevresinde egemen olan Ramazanoğulları Beyliği’nden günümüze ulaşabilen önemli bir yapı Akça Mescid (Ağca Mescid) (1409) olmakta, küçük kare planlı yapı cümle kapısıyla önemli olmaktadır. Akça Mescid cümle kapısı bezemesiyle Anadolu Selçuklu taç kapılarının bezeme geleneğine bağlanırken, yapısıyla da daha sonra inşa edilmiş olan Adana Ulu Camii Külliyesi’nin (1513) çekirdeğini oluşturmuştur. Adana Ulu Camii, Ramazanoğlu Halil Bey tarafından (1513) başlanılmış, oğlu Pirî Mehmet Paşa tarafından (1541) tamamlanmıştır. Osmanlı külliyeleri geleneğinde inşa edilmiş olmasıyla önemlidir. Enine dikdörtgen plan üzerine iki sahınlı ve mihrap önü kubbeli cami bütünlüğünde iki yönde revaklı ve taş döşeli avlunun bulunuşu ile önemli olan yapının doğusundaki revaklı ve mescidli türbe ayrıca önemlidir. Adana Ulu Camii bütünlüğünde doğu ve batıdaki hacimli kapılar renkli taş işçiliği ve dışı mukarnaslı kubbesiyle Zengi ve Memlûk geleneğini yaşatan bir örnek olmaktadır.
Adana Ulu Camii cephe kuruluşları kadar türbe ve cami iç mekânındaki mihrap duvarı çini kaplamaları, mihrap ve (1520) tarihli minberin iki renkli taş işçiliği ile de önemlidir. Bu unsurlarda görülen bezeme örnekleri bütünüyle 16. yüzyıl Osmanlı geleneğine bağlıdır. Bu özellik Pirî Mehmet Paşa’nın Osmanlı hizmetinde olmasıyla açıklanabilmektedir. Doğu kapısı yanında yükselen minare altındaki eyvan çeşmesi ve revaklı avluya sahip medresesi, çifte hamam planındaki çarşı hamamıyla Adana Ulu Camii Külliyesi Osmanlı külliye geleneğine bağlanır.
Antalya ve çevresinde yaşayan Hamitoğulları Beyliği’nden eski bir yapının, yenilenmesi ve çevresinde işlevsel yapıların inşaasıyla meydana gelmiş bir külliye ise Yivli Minare Külliyesi Camii’dir. Hamitoğlu Mübarizeddin Mehmet Bey tarafından 1373 yılında inşa ettiril miş olan bu yapı Anadolu Türk Beylikleri döneminin erken ulu camilerindendir. Sultan I. Alâaddin Keykubat’ın Yivli Minare’si, imaret ve medrese yapısı bu külliyeyi tamamlamıştır.
Selçuklulardan sonra Orta Anadolu’da güçlü bir biçimde varlıklarını duyuran Karamanoğulları Beyliği’nden (1256-1483) değişik amaçlı pek çok mimarî eser kadar bir yapı bütünlüğünde külliye işlevini yüklenmiş eserlerde günümüze ulaşmıştır. Karamanoğulları Beyliği’nin önce mirasçısı olduğu Anadolu Selçuklu yapılarını onarıp kullandığı da bilinmektedir. Bu tür yenilenen yapıların önemli iki örneği Aksaray Ulu Camii (1431) ile Konya İplikçi Camii’dir. Konya İplikçi Camii (1332) Hacı Ebubekir tarafından inşa edilmiştir.
Karamanoğulları Beyliği’nin özgün cami mimarisi örneklerini ise herbiri ayrı özelliklere sahip yapılar olarak Karaman, Ermanak ve Mut’ta Toroslar’ın içindeki köylerde, Balkusan ve Güneyyurt’ta buluyoruz.
Karamanoğulları cami mimarisinde geleneksel sahınlı Ulu Cami plan yorumlarını kullanmışlardır. Dikdörtgen plan yorumu içinde mihrap duvarına paralel sahınlar halindeki mekânlardan biri ahşap mahfelle bütünleşmiştir. Bu plan yorumunda duvarlar, payeler ve yüksek sivri kemerler muntazam kesme taştan örülmüş, üst örtü, şahnişli mahfel ahşaptan, oyma ve boyalı, bezemeli olarak yer almıştır.
Karamanoğulları mimarisinde ulu cami plan şeması mihrap önü kubbeli ve kubbesiz olarak iki şekilde yorumlanmış, bazı ulu cami yapılarında yenilik olarak, dikdörtgen planın dar kenarında, derin ve yüksek bir son cemaat yeri yer almıştır. Karamanoğlu Mehmet Bey tarafından inşa ettirilen Ermenak Ulu Camii’nde (1302) anıtsal bir son cemaat yeri yer alır. Ermenak Meydan Camii’inde (1436) son cemaat yerinden başka bir mihrap önü kubbesiyle, gene Karaman’da Hacı Beyler Camii (1358) mihrap önü kubbesi, Anadolu Selçuklu geleneğinde piramit külahlıdır.
Karamanoğlu Beyliği’nin Toros Dağları arasındaki coğrafî topografyadaki yerleşim yerlerinde inşa edilen cami yapıları tek işlevsel yapı olarak görülürler. Böyle cami yapıları Karaman’da da bulunur. Arapzade ve Dikbasan camilerigibi.
Karamanoğulları mimarisinin toplu örneklerini bulduğumuz Karaman’da önemli bir külliye, II. İbrahim Bey İmareti (1432-33) adıyla tanınmaktadır. Bu külliyenin ana yapısı kubbeli medrese planında inşa edilmiştir. Kubbeli medrese plan bütünlüğünde ve iki katlı olarak inşa edilen yapıda, mescid, medrese, darülkurra, tabhane, imaret işlevlerine sahip mekânlar yer alır. Bu bütünlük önünde ise bir tarafında çini bezeli minarenin yükseldiği beş bölümlü, üç kubbeli bir son cemaatyeri yer alır. Karamanoğullarının özellikle Karaman’da meydana getirdiği yapılara baktığımızda birçok yeni mimarî oluşumlarla karşılaşılır. Cami, tekke, revaklı avlu, kubbeli medrese planı gibi planların çeşitli müşterek uygulamaları gibi, organik bir bütünlük görülür.
İbrahim Bey İmareti’nde türbe ve yol aşırı eyvan çeşmeile böyle organik birliktelik sağlanması gibi, bir yapı bütünlüğünde çok çeşitli işlevlerin yerine getirilmesi ise en büyük yeniliktir.
Karamanoğlu II. İbrahim Bey İmareti’nde görülen taş işçiliği ve bezeme özellikleri, ahşap işçiliği ve bezemesi, gene özellikle çini mihrabında (İstanbul Arkeoloji Müzesi, Çini Eserler) görülen özellikler, Karamanoğullarının bulundukları coğrafyadaki taş, ahşap gibi malzemeyi kullanarak, doğrudan mirasçısı oldukları Anadolu Selçuklularının mimarî ve taş, ahşap işçiliğine bağlı kalmışlar, ancak kendi üsluplarını da yaratmışlar, çini sanatında ise onlardan tamamen ayrılarak Osmanlı çini sanatıyla ilişki kurmuşlardır. Diğer taraftan türbedeki altın yaldızlı alçı lahitlerde görüldüğü gibi güneyden (Meşatta Sarayı) gelen tesirleri almışlardır.
Karamanoğullarının alışılmamış bir plan şemasıyla inşa ettikleri cami ise bir menzil yerleşmesi olan Mut’ta Alâaddin Bey’in emirlerinden Lâl Ağa’nın (1356-1390) inşa ettirdiği Cami’dir. Lâl Ağa Camii, enine dikdörtgen plan üzerinde 10.20 metre çapında merkezî bir kubbe ve iki yanda beşik tonoz örtülü olmasıyla önemli bir yeniliğe sahiptir.
Karamanoğulları Beyliği’nden iki usta adı da günümüze ulaşmış, Ermenak’taki Meydan Camii’nin Mimar Emin Rüstem Paşa Camii adıyla tanınan, diğeri ise Karamanoğlu II. İbrahim Bey İmareti ahşap işçiliğiyle tanıdığımız Karamanlı Ömer bin İlyas Usta’dır.
Karamanoğulları Beyliği gibi, Anadolu Selçuklu mirasına doğrudan sahip olan ve Anadolu Selçuklularından ilk ayrılan beylik ise Eşrefoğulları Beyliği’dir. Anadolu Türk Beylikleri içinde en kısa ömürlü bir beylik olan Eşrefoğulları Beyliği’nin önemli külliyesi, Eşrefoğlu Seyfeddin Süleyman Bey tarafından Beyşehir’de inşa ettirilen külliyedir. Beyşehri Eşrefoğlu Süleyman Bey Külliyesi (1297-1299), Anadolu Selçuklularının ahşap destekli ulu camileri geleneğinde inşa edilmiş, doğusunda Süleyman Bey’in 1301 tarihli kümbeti ile bitişiktir. Yola bağlı cephe kuruluşuyla, ahşap işçiliğiyle önemli olan cami bütünlüğünde Eşrefoğlu Beyliği’nin Anadolu Selçuklu mimarisinden farklı özellikler taşıdığı hemen anlaşılmaktadır. Mihrap duvarına dik yedi sahınlı yapıda ahşap destek ve kirişleri ile yüzeylerindeki kalem işleri önemlidir. Mozaik çini mihrap ve ceviz ağacından minber ayrıcalıklıdır.
Cami yakınındaki medrese, küçük hamam ve ırmak üzerindeki köprüsü ile olduğu kadar, 16. yüzyılda geçirdiği büyük onarım sırasında katılan çok kubbeli, dışı dükkanlı bedesteniyle de Osmanlı erken dönem Bursa’daki Ulu Cami Külliyesi ile Edirne’deki Eski Camii Külliyesi’nin külliye kuruluşu yönünden öncüsü olarak görülebilir.
Beyşehri Eşrefoğlu Camii gibi büyük olmasa da özellikleriyle benzer olan bir ahşap destekli cami de Çandaroğlu Mahmut Bey’in Kastamonu’ya bağlı Kasaba Köyü’nde inşa ettirdiği Kasaba Köyü Camii’dir (Mahmut Bey Camii) (1366). Dört ahşap sütun üzerine mihrap duvarına dik üç sahınlı olarak inşa edilen yapı, ahşap işçiliği ve ahşap üzerine kalem işleriyle önemlidir. Dikdörtgen plan bütünlüğünde tamamen ahşap olarak üç bölümlü bir son cemaat yeri bulunur. Kapı kanatları işçiliği ve bezeme kuruluşuyla Kastamonu’daki İbn-i Neccar Camii (Eligüzel Camii) (1353) kapı kanatlarıyla benzerdir. Ankaralı Mahmut Vakkasoğlu Abdullah ve 1356 tarihini veren İbn-i Neccar Camii ahşap ustasının, Kasaba Köyü Camii kapı kanatları ve ahşap işçiliği ile ilgisi olmalıdır.
Diğer taraftan Çandaroğlu Beyliği’nden günümüze ulaşan tek kubbeli cami olan Eligüzel Camii, Osmanoğullarının Bursa’da Alâaddin Camii (1326) ile İznik’teki Hacı Özbek Camii’nden (1330) sonraki bir uygulama olduğu görülür.
Çandaroğlu İsmail Bey, Fatih Sultan Mehmet’in saydığı bilge bir beydi. Kendisine Yenişehir, İnegöl ve Yarhisar’ı tımar olarak verip, Filibe’ye göndermiştir ki, orada vefat etmiştir. Osmanlı yönetiminde Çandaroğulları Beyliği’nin, Bursa’daki Osmanlı külliyelerine benzer bir kuruluşu olarak Kastamonu’da İsmail Bey Külliyesi (1454) inşa edilmiştir. Tabhaneli Cami, Türbe, Medrese, İmaret, Han, Hamam ve sonradan inşa edilen Bedesten ile büyük bir yapılar topluluğudur. Ters “T” plan yorumundaki tabhaneli cami önünde yüksek kemerli örme taş payeli beş bölümlü bir son cemaat yeri yer alır. Avlusu revaksız medrese de külliyeye 1475 yılında katılmıştır. Kendir Hanı olarak tanınan Han (1454)’ın ana beden duvarları kesme taş, içteki iki katlı revak bölümleri ise ahşap olarak inşa edilmiştir.
Germiyanoğulları Beyliği de Çandaroğulları Beyliği gibi Osmanoğulları Beyliği ile sınırdaştı. Ve aynı gelenek-görenekle yaşayan Türkmen Beylikleri idiler. Germiyanoğullarının meydana getirdiği mimarî örneklerin sayısı fazla olmamakla beraber ulu cami, tek kubbeli ve ters “T” planlı, şemaları severek cami mimarisinde kullanmışlardır. Osmanoğulları’yla yakın oluşları, onları erken tarihlerde Osmanlı Beyliği hakimiyetine sokmuş, bu nedenle eserleri bu hakimiyetten sonra ortaya konmuş olsa da, Germiyaoğulları’nın mimarî özelliklerini yansıtmıştır.
Tek kubbeli en erken camileri Kütahya’da Kurşunlu Camii (1377) olup, Afyon’daki Akmescid’e örnek olduğu söylenir. Her iki yapı da taş dokulu ve son cemaat yerleri kapalıdır.
Germiyanoğlu Beyliği’nin önemli bir yapısı ise Kütahya’daki II. Yakub Bey İmareti (1411) olmaktadır. Bu yapı ters “T” plan şeması bütünlüğünde çeşitli işlevleri bünyesinde toplamıştır. Ortada aydınlık fenerli kubbe altında granit bir şadırvan yer alırken kıble tarafında mescid, sağ yanda tabhane (misafirhane), soldaki tabhane eyvanı çinili lahitle birlikte türbe mekânına eklenmiş, böylece sol tabhane türbe için ziyaret yeri olmuştur. Girişin iki yanındaki köşe mekânları ise medrese işlevini yerine getirir. Cephenin ortasına içeri çekilmiş, üç bölümlü son cemaat yeri artık bir geçiş mekânıdır. Cephe kuruluşuyla farklı olan II. Yakub Bey İmareti sol tarafta yer alan Türkçe taşa kazılı vakfiyesiyle de ayrıcalıklı bir yapıdır.
Esasen Karamanoğlu II. İbrahim Bey’in Karaman’daki İmareti ile tek yapı bünyesinde birden fazla işlevi yerine getirmesi bakımından benzerse de Karmanoğulları kubbeli medrese planını iki katlı yorumlayarak gerçekleştirmişti. Germiyanoğulları mimarı ise ters “T” plan yorumunda gerçekleştirmiştir.
Batı Anadolu Beylikleri içinde Manisa’daki Saruhanoğulları Beyliği, Aydınoğulları ve Menteşeoğulları Beyliği ile benzer yapısal özellikler gösteren eserler bırakmışlardır. Ancak Saruhanoğullarından İshak Bey’in Manisa’da inşa ettirdiği Ulu Cami (1376) bitişik medrese ve medrese cephesindeki iki çeşme, içinde İshak Bey’in türbesi (1378) ile büyük bir külliye oluşturmaktadır. Şpil Dağı eteklerinde, ovaya hakim dar bir düzlükte inşa edilmiş olan külliye yapıları kıble cephesiyle yamaca yaslanmış, topografyaya uydurulmuştur. Mimarı “Emet bin Osman” adıyla tanınan Manisa Ulu Camii, kareye yakın bir plan şeması içinde birbirine eşit iki bölüm olarak yorumlanmıştır. Biri kapalı harîm bölümü, diğeri ise avlu birimi.
Kapalı bölümde orta bölüm 10.80 metre çapında bir kubbe ile örtülmüştür. Diğer bölümleri yüksek sütun ve sivri kemerlerle taşınan kare tonozlarla örtülmüştür. Manisa Ulu Camii kubbesi sekizgen kasnağa oturur. Bir mihrap önü kubbesi değildir. Sekiz destekle taşınır. Manisa Ulu Camii’nin bu merkezî kubbesi erken Osmanlı mimarisinde Edirne’de inşa edilen Üç Şerefeli Cami (1437-47) için bir öncü olarak görülebilir (Bkz. Erken Osmanlı Dönemi Mimarîsi).
Manisa Ulu Camii şadırvanlı, revaklı avlusu ve üç yöne açılan kapı kuruluşlarıyla, Üç Şerefeli Cami için öncü olarak görülür ki, Üç Şerefeli Camii’ndeki bu uygulama klasik Osmanlı cami mimarisinin hazırlayıcısı olmuştur.
İki katlı kuruluşuyla, bitişik medrese cephesiyle cami cephesini kaynaştıran minare ile de cephe kuruluşu önemli olmaktadır.
Manisa Ulu Camii’nin abanoz ağacından minberi Antepli Mehmed bin Abdülaziz İbn el-Dıkkî tarafından yapılmıştır. 24 yıl sonra Bursa Ulu Camii’nin (1400) minberini de ceviz ağacından aynı ustanın yapmış olması, Saruhanoğulları ile Osmanoğulları arasındaki ilişkiyi de açıklar.
Aydınoğullarının mimarî eserlerinden iki önemli cami yapısı günümüze ulaşmıştır. Erken tarihli cami yapısı Birgi Ulu Camii (1312) olup, Aydınoğlu Mehmet Bey tarafından inşa ettirilmiştir. Anadolu Selçuklularının mihrap önü kubbeli ulu camii planında inşa edilmiş olan yapıda sahınlar mihrap duvarına dik olup, sütun ve yüksek sivri kemerlerle meydana getirilmiştir. Birgi Ulu Camii ahşap kapı ve pencere kanatlarındaki işçilik gibi ahşap minberi ile de önemlidir. Minberde Muzafferiddin bin Abdülvahid olarak usta adı ve 1320 tarihi okunur.
1334 tarihinde inşa edilen Mehmet Bey’in türbesi, kare plan üzerine mozaik çini ve sırlı tuğla işçiliğiyle önemli bir kubbe ile örtülüdür. Aydınoğullarından günümüze ulaşan diğer eser, Selçuk’ta (Efes=Ayasulug) ovaya hakim bir yamaca inşa edilmiştir. Kıble yönüne göre yamaca yaslanan yapıda, avlu iki yanda kapalı bölüme bitişik olarak planlanıp inşa edilmiştir. Aydınoğlu İsa Bey tarafından inşa ettirilen camide revaklı ve şadırvan havuzlu avlu, Manisa Ulu Camii avlusu için bir öncü olarak görülür. İsa Bey Camii (1374) mihrap duvarına paralel iki sahın ve mihrap bölümünde ardarda iki kubbe kuruluşuyla, gene üç bölümle avluya açılışıyla güneyden gelen tesirleri yansıtır. Bu tesirlerin en iyi ifade edildiği alanlar ise cepheler olmuştur. Özellikle merdivenli batı cephesi, pencereleri ile cümle kapısında görülen iki renkli taş işçiliği, Zengi düğümü bize Memlûk mimarisinin tesirlerinin yeni yorumunu gösterir. Mimar Ali ibn el-Müşeymiş el-Dımışkî olarak tanınan mimarın Şam’dan gelmiş olması bu camideki plan ve cephe yorumlarındaki yenilikleri de açıklar. Sonradan İzmir’deki Kestane Pazarı Camii’ne konan mozaik çini mihrabı gibi, mihrap önü kubbelerinin de bütün geçiş unsurları mozaik çini kaplıdır. Şerefe altına kadar kalan, minarelerin yüzeyleri de beyaz çini bezemelidir.
Batı Anadolu’da mimarî faaliyetleri yönünden varlığını günümüze ulaştıran beyliklerden biri de Milâs ve Balat’ta (Milet) eserlerini bulduğumuz Menteşeoğullarıdır. Menteşeoğulları bir taraftan Anadolu Selçuklu Ulu camilerine uyan plan şemasıyla ki, mihrap önü kubbeli ve mihrap duvarına dik üç sahınlı Milas’taki Ulu Camii (Ahmet Gazi Camii) (1378) inşa etmiş. Bu yapı da yerel özellik olarak ana beden duvarına bitişik rampalı, açık şerefeli minare ile de Menteşeoğulları cami mimarisinde özgün bir yenilik yaratmıştır. Diğer taraftan Menteşe’deki ilk Osmanlı valisi Firuz Bey’in inşa ettirdiği Cami’de (1394), Erken Osmanlı mimarisinde yaygın olarak kullanılan çok işlevli cami planı olan ters “T” planını en iyi şekilde uygulayan örnek olmuştur. Firuz Bey Camii’nde ters “T” planı Osmanlı’nın örneklerinden farklı olarak, mescid mekânı daha bağımsızlaştırarak yapı bütününde yer almış, şadırvanlı avlu mekânı küçülerek, üst örtüsü yerel ve yerleşik bir teknikle, taş bindirme tekniğiyle örtülmüştür. Minare ise mescid mekânının kuzeydoğu köşesinde, ana beden duvarları üzerinde yer almıştır. Böylece ters “T” plan yorumu bütünlüğünde kubbe ve minaresiyle mescid mekânı yapı dışından algılanabilmektedir.
Yerel renkli mermer taş blokların kullanılışı ve işçiliği özellikle de çift açıklıklı düzenlemesiyle son cemaat yeri, kalem işi taş saçak çıkması, taş işçiliği ve korkuluklarıyla anıtsal bir giriş cephesi bütünlüğüyle yapı önünde yükselmiştir. Osmanoğullarının İznik’teki Yeşil Camii (1388-1392) önündeki anıtsal son cemaat yerine benzerliğiyle önemlidir. Gene mermer mihrabın bordüründe Mimar Musa bin Abdullah ile nakkaş Musa bin Adil’in adının okunması, Menteşeoğullarının iki sanatkârını tanımamızı sağlamıştır.
Menteşeoğullarının Balat’ta inşa ettirdiği cami ise bir külliye bütünlüğündedir. Menteşeoğulları Beyliği’nin, Timur tarafından yönetimleri iade edildiği yıllarda İlyas Bey, Balat’ta bir külliye inşa ettirmiştir. İlyas Bey Külliyesi (1404), cami, medrese, türbe, hamam ve antik tiyatro önünde inşa edilmiş han yapılarından meydana gelmiştir.
Kare plan üzerine 14 metre çapındaki kubbesiyle cami, revaklı, şadırvanlı avluyu çeviren medrese ve türbe mekânlarıyla organik bir bütünlük içindedir. Böyle organik bütünlük içindeki külliye kuruluşları klasik Osmanlı döneminde Mimar Sinan ekolünün yarattığı plan şemalarında mükemmel uygulanacaktır. Bu nedenle Balat İlyas Bey Külliyesi Osmanlı külliye tipolojisinde kullanılan bir plan yorumunun öncüsü durumundadır.
İlyas Bey Camii büyük tek kubbesiyle, olduğu kadar cephe kuruluşuyla da farklı bir uygulama sergiler. Burada duvar eti kalınlığında yer alan üç açıklıklı, Bursa kemerli, korkuluk levhalı giriş, cephe ortasında, son cemaat yerinin simgesi durumundadır. Hacımsal bir değeri ve işlevi yoktur. Bu durumuyla Germiyanoğullarından II. Yakup Bey İmareti’nin (1411) cephe kuruluşunda yer alan cephe içine çekilmiş, üç bölümlü küçük son cemaat yerinin öncüsü olarak düşünülebilir. Ancak Balat İlyas Bey Camii cephesinin iki kademeli kuruluşu, iki yandaki palmet bezemeli taş kuşaklar ve cümle kapısındaki iki renkli taş işçiliği farklı bir anlayışın, yani Menteşe Beyliği mimarisinin özgün örneği olma niteliğini kazandırmıştır. Cami Somaki mermerden mihrabındaki bezemeleri kadar, iki katlı pencere düzenlemeleri ile de önemlidir.
İşte Anadolu Türk Beylikleri mimarisinde, Anadolu’nun batısına doğru gidildikçe cami mimarisinde ortaya çıkan yenilikler kadar, planlarda kuvvetli geliştirme arayışları, merkezî kubbenin, revaklı -şadırvanlı- üç yönde kapılı avlunun öneminin ortaya çıkması kadar, işlevsel yapılar arasında organik bütünlüğün ortaya çıkması gibi özellikler daha sonra Osmanlı mimarisinde en yüksek yorum ve ifadeye ulaşacaktır.
Anadolu Türk Beyliklerinde Medrese Mimarisi
Türk mimarisinde belirli işlevsel yapılar vardır. Bu yapılar içinde toplumların kültürel ve bilimsel yapısıyla ilgili olan en önemli yapılarsa, eğitim-öğretim programlarının sürdürüldüğü yapılar olmaktadır.
Eğitim-öğretim programlarının yürütüldüğü ilk yapılar olarak medreseler karşımıza çıkmaktadır. Ancak ilk bakışta medreselerin dinî eğitim-öğretimle ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Oysa Türk toplumlarında pozitif bilimlere de geniş ölçüde yer verilmiştir. Bunun kanıtlayıcı unsurlarıysa şunlardır;
- Pozitif bilimlerle ilgili çok sayıda yazma eserlerin günümüze ulaşmış ve halen yazma eserler kütüphanelerini dolduruyor olması,
- Rasathanelerin (gözlemevi) günümüze ulaşan örnekleri,
- Tıp medrese ve darüşşifaları,
- Bu konularla ilgili yazılı belgeler, Vakfiyeler.
Anadolu Türk Beylikleri dönemine ait Beyliklerin beyleri, bizzat kendileri bilim adamı veya mesih (bilim adamı koruyucusu) idiler. 14. yüzyıl Anadolu Türk Beylikleri arasında Çandaroğlu Beyi (Kastamonu Beyi) Muzafferüddin Yavlak bin Arslan, Sivas Beyi İsa Bey, Saruhanoğlu İshak Bey ilmî kişilikleri olan beylerdi. Gene Kayseri ve Sivas’ta hakim olan Âlaaddin Ertana Bey’in, bilimsel toplantı ve tartışmalara eşini de katan, aydın bir kişiliğe sahip olduğu bilinir.
Fakat bilindiği gibi 13. yüzyıl sonlarında Anadolu pozitif bilimlerin ve bilimin doğu âlemine veda ettiği bir kargaşa yaşamıştır. Siyasî ve iktisadî sarsıntılar devri olarak tarihe yansıyan bu yıllarda parçalanma, bölünme ve birçok beyliğin feodal yapılarıyla ortaya çıkması, bilim çevrelerini zor duruma soktuğu gibi, medreselere öğrenci bulunamaz olmuştur. Moğol istilâsı ise maddî-manevî yıkıntı yaptığından 40-50 yıl gibi bir sürede herşey unutulur duruma gelmişti. Matematik, geometri, biyoloji ve hatta tıp eserlerini anlayan kalmamıştı. İşte böyle bir ortama rağmen Anadolu Türk Beylikleri döneminden, yetişmiş ender bilim adamları tanınıyor ve bu bilginlerin bilimsel yazma eserleri biliniyor.
Şirâzlı Allâme Mahmud’un (öl. 1299) astronomi ile ilgili eseri İhtiyaratü’l Muzafferî, Kastamonu Beyi Muzafferüddin Yavlak Arslan’a ithaf edilmiştir. Bu dönemde, Osmanlı Devleti’nde Türk bilim adamı olarak tanınan Celâleddin Hızır (Hacı Paşa) (öl. 1417), Kahire’de yetişmiş, dinî ve aklî bilimlerde eserlerini yazmıştır. Aydınoğullarının merkezi Selçuk’ta yazdığı bilinen eseri Şifa al-Eskâm ve deva ül-Âlam (hastalıklara şifa ve elemlere deva) Arapça tıp eseridir. Mantık ve münazara (tartışmanın esasları) adlı eseriyle ünlüdür.
14. yüzyılda Molla Fenârî (1351-1432) de Kahire’de öğrenim görmüş, mantık ve aklî ilimlerde ihtisas sahibi olmuş ve yazdığı Mantık kitabı 1888 yıllarına kadar medreselerde okutulmuştur.
14. yüzyılın en büyük matematikçisi ise Kadızade-i Rumî’dir (doğ. 1353-63 arası). Bursa’da öğrenimini tamamlayarak ve Semerkant’a giderek Uluğ Bey’e (1394-1449) katılmış ve zamanının en yüksek bilim kurumunu yöneten kişisi olmuştur. Kadızade-i Rumî’nin öğrencisi Ali Kuşçu (öl. 1474, İstanbul), II. Murat ve Fatih dönemlerinin önemli âlimi ve hocasıdır.
Gene Erken Osmanlı Devleti paralelinde hayatiyetlerini sürdürmekte olan Anadolu Türk Beyliklerinden pek çoğunda bilim adamları yetişmiş ve alanlarında yazma eserler bırakmışlardır.
Anadolu Türk Beyliklerinde, medrese adıyla bilinen eğitim-öğretim yapılarının işlevini nasıl gerçekleştirdiği konusu, medreselerin nasıl bir sistem içinde işlevlerini sürdürdüklerine bakmayı gerektirir.
Orta Çağ’da Türk-İslâm medreselerinde sürdürülen eğitim-öğretim iki ana konuya bağlanmıştır.
- Ulûm ul-ava’il (matematik, astronomi, fizik, gramer, felsefe, tıp) konularını içeren ve bu tür eğitim-öğretimin gerçekleştirildiği medreseler olan “Dâr ül-ilim” medreseleri.
- İslâmi ilimler (usul, fıkıh, hadis, kelâm gibi) ilâhiyatla ilgili olan eğitim-öğretim verilen medreseler.
[Bazı büyük medreselerde ise çeşitli bilimlerin bir medrese yapısı bütünlüğünde gerçekleştirildiği görülür. Anadolu Selçuklu döneminde Bağdat’taki Mustansıriye Medresesi (1232) böyle bir eğitim kuruluşuydu.]
İşte Anadolu’da eğitim-öğretim hizmetlerinin sürdürüldüğü medrese yapıları her dönemde önemli olmuştur. İlk kez medrese eğitim-öğretiminin Büyük Selçuklu veziri Nizamülmülk tarafından düzenli bir şekle sokulması ve adına inşa ettirilen medreselerin çok sayıda varlığı ile devlet ileri gelenlerinin desteklediği bu medreselerde İslâmî ve pozitif bilimler ders programlarında yer almıştır.
Anadolu Türk Beylikleri döneminde inşa edilen çok sayıda medreseler onarımlarla da olsa günümüze ulaşmıştır. Bunlardan pozitif bilimlerin eğitim-öğretimi verilen medreseler az sayıda da olsa plan ve cephe özellikleriyle önemli olan medreselerdir.
Germiyanoğulları Beyliği’nde ileri gelen şahıslardan biri Mubarizeddin Umur bin Savcı’nın Kütahya’da inşa ettirdiği gözlemevi (rasathane) (1314-15), kubbeli medreseler içinde iki eyvanlı ve tek katlı olup, giriş eyvanı üzerinde bir yönetici odasının varlığıyla olduğu kadar, girişin sol mekanında rasad aletlerinin konacağı nişler bulunmasıyla işlevini açıklayan yapılardır. Ulu Cami’nin bitişiğinde inşa edilen yapı burada müderrislik yapan ve ana eyvanda sandukası bulunan Molla Vacid’in adıyla tanınır.
Kubbeli medrese plan şemasında yapılmış, taş kubbenin ortasında geniş bir açıklık bırakılmıştır. Avlu ortasında bir de kuyu yer alır. Kütahya Vacidiye Medresesi, sade cephesi ve az sayıdaki mekanları, deneye yer veren işlevi ile Beylikler devrinin en önemli medreselerindendir.
Büyük Selçukluların kültür çevresinden Anadolu’ya gelerek Amasya ve çevresinde bir Orta Çağ feodal devleti kuran İlhanlılar, Amasya’da önemli bir sağlık yapısı inşa ettirmişlerdir. Arapça taç kapı kitabesinde Sultan Muhammed Olcayto Hüdabende’nin karısı İlduş Hatun’un kölesi Anber bin Abdullah ve Anadolu emini Ahmet Bey yapıyı inşa ettirmiştir.
Kitabesinden 1308-1309 yıllarında inşa edildiği öğrenilen yapı, literatürde maristan, bimaristan adıyla tanıtılır. Sultan Muhammed Olcayto Hüdabende’nin karısı İlduş (Yıldız) Hatun’un kölesi Anber bin Abdullah ve Anadolu Emini Ahmed Bey tarafından inşa ettirilen Darüşşifa iki yanda revaklı avluya açılan ilk eyvana sahip olup, revakların üzeri düz taşlarla geçilmiştir. Revaklara üçer kapı ile açılan koğuş mekânları önemli olmakta, ilk kez bu darüşşifada eyvanlı medrese plan şeması bütününde koğuş düzenine sahip bir planla karşılaşılmaktadır.
Gene, yapı cepheyi iki yandan sınırlayan güçlü silindirik payandalar, cephe ortasında taç kapı ile yanlarda birer taş kabartma bezemeli pencerenin yer aldığı cephesiyle de, Anadolu’daki diğer medrese yapılarından farklıdır. Osmanlı döneminde de işlevini sürdüren yapıda, Fatih devrinin ünlü hekim-cerrahı Şerefeddin Sabuncuoğlu hekimlik yapmış ve usta-çırak yöntemiyle öğrenci yetiştirmiş ve bir Cerrahname yazmıştır (Kitab al-Cerrahiyet al-Hamiye).
İlhanlı döneminden önemli bir medrese yapısı da Erzurum’da Yakutiye Medresesi’dir (1350-11). Arapça kitabesinden Olcayto Hüdabende zamanında Hoca Cemâleddin Yakut adına inşa ettirilen yapı, dört eyvanlı, kubbe altı revaklı medrese planındadır. Plan kuruluşu kadar cephe mimarisi ve cephenin iki yanında minarelerden birinin çini kaplamalarıyla da önemlidir. Yakutiye Medresesi taç kapısının bezeme düzeninde görülen oyma-kabartma ve yüksek-kabartma bordür düzenlemeleri kadar figürlü bezeme özelliğiyle de önemlidir. Taç kapının iki yan yüzeyinde tekrarlanan figürlü bezeme örneği armasal (heraldik) düzenlemenin en önemli örneğidir. Amasya Anber bin Abdullah Darüşşifası’nın cephe kuruluşu ve taç kapısı ile Yakutiye Medresesi’nin cephe kuruluşu ve taç kapısı benzer özellikler göstermekle kalmaz, aynı zamanda İlhanlıların Büyük Selçuklu sanatından aldıkları üslup özelliklerini, aynı kaynağa dayanan Anadolu Selçuklu sanatının özellikleriyle yeni bir senteze ulaştırdığı anlaşılır.
Anadolu’da Beylikler dönemi medrese mimarisi örnekleri içinde biri daha pozitif bilimlerle ilgilidir. Germiyanoğullarından Mübarizeddin Umur bin Savcı’nın inşa ettirdiği Kütahya Vacidiye Medresesi (1314-15), burada eğitim-öğretim görevi veren Hoca Vacid’in eyvandaki kabri nedeniyle O’nun adı ile anılır. Türk üçgenleriyle geçiş sağlanan, ortası açık taş kubbe avluyu örtmekte, böylece kubbeli, iki eyvanlı plan şemasına sahip bulunmaktadır. Vacidiye Medresesi’nde giriş cephesi, diğer örneklerden farklı olarak üç kademeli inşa edilmiştir. Girişin iki yanındaki köşe mekânları, gözlemle (rasad) ilgili âletlerin konulduğu nişlere sahip olmasıyla bilinir.
Anadolu Beylikleri döneminden yukarıda tanıtılan üç medrese yapısı işlevleriyle örtüşen mekânların yer aldığı planlara sahip olmasıyla önemlidir. Diğer beyliklerden günümüze ulaşan medrese örnekleri ise Yakutiye Medresesi gibi dinî eğitim ve öğretimi sürdüren örneklerdir.
Karamanoğullarının medreseleri de dinî eğitim-öğretim veren medreselerdir. Ancak, Karamanoğullarının cami mimarisinde görülen farklı mimari özellikleri medrese mimarilerinde de takip edilebilmektedir.
Bildiğimiz gibi bir kubbeli medrese örneği olan Karamanoğlu II. İbrahim Bey’in İmareti (1432-1433), kısmen iki katlı yapısıyla mescid-dershane, türbe, ziyaretgâh, medrese, imaret ve misafirhane (tabhane) gibi işlevsel mekânlara sahiptir. Kubbeli medrese yapı bütünlüğünde, bir külliye bütünlüğü meydana getirildiği görülür.
Ermenak’taki Tol Medrese (1339) ise Anadolu Selçuklu eyvanlı-avlulu medrese plan şemasına bağlı olmakla beraber, belirli bazı özelliklerle de ayrılır. Karamanoğlu Bedreddin Mahmut Bey’in oğlu Emir Musa tarafından inşa ettirilen bu medresede iki eyvan, ana eyvan ve giriş eyvanı olarak yerinde iken, üçüncü eyvan sağ köşe mekânının önünde revak tonozu ile bütünleşerek yer alır. Avlu taş döşeli ve zemin kotu altında bir havuz bulunur. Diğer taraftan cephe yükseltilmiş, taç kapı daha sade unsurlarla yerini almıştır. Ana eyvanın solundaki köşe mekânı iki sanduka ile türbe olarak yer alır.
Karaman’da, Alaâddin Bey’in karısı Nefise Hatun tarafından inşa ettirilen Hatuniye Medresesi (1381-2), Ermenak Tol Medrese’ye benzeyen plan kuruluşuyla, iki eyvanlı, avlusu revaklı bir yapıdır. Revaklara açılan mekânların kubbeli olması Hüdavendigâr kızının isteği olabileceği gibi, erken Osmanlı medrese mimarisinin tesiri olarak da görülebilir. Mimarı Numan bin Hoca Ahmed olan medresenin dış görünüşü Anadolu Selçuklu medreseleriyle sıkı bağları ortaya koyar. İki renkli mermerden taç kapı bezemeleriyle Anadolu Selçuklu medrese mimarisine sıkı sıkıya bağlanır. Yapının sol köşe mekânı, Nefise Hatun’un türbesidir. Her iki köşe mekânı da kubbe ile örtülüdür.
Karamanoğlu Mehmet Bey’e bağlı olarak Niğde’de hüküm süren Karamanoğlu Ali Bey Ak Medrese’yi (1409-10) yaptırdığını, kapı kitabesinden öğrenilen yapı, Anadolu’da 15. yüzyıl başına kadar inşa edilen medrese yapılarından, iki katlı hacimsel cephesiyle tamamen farklıdır. Plan şemasıyla iki eyvanlı, avlusu revaklı medreseler grubunda yer alan yapı iki katlı olarak düzenlenmiştir. Cephede üst kat sütunları sivri kemerli ve yuvarlak pencere kuruluşuyla adetâ balkon görünümü kazanmıştır. Yapının iki katlı kuruluşunda yüksek tutulmuş bezemeli kapı ile ana eyvan ve köşe mekânlarının iki kata uyum sağlayan yükseklikleri olmuştur.
Mihrabı çerçeveleyen yazı bordürünün sonunda “Ketebe el-hac Ahmet” hattat adı olarak önemlidir. Karamanoğullarından Bedrüddin Mahmut Bey’in Antalya’ya bağlı Obaköy’deki külliyesinde yer alan medrese yapısı ise asimetrik planıyla Anadolu Selçuklu medreselerinden ayrılır. Bu yapıda iki eyvanlı, iki yan revaklı avlu kuruluşuyla Amasya Anber bin Abdullah Darüşşifası ve Korkuteli Sinaneddin Medresesi’yle benzer özellikler gösterir.
Anadolu’da Beylikler dönemi sahnesine erken çıkıp, kısa ömürlü olmuş beyliklerden biri de Teke Yarımadası’nda yaşamış olan Hamitoğullarıdır. Hamitoğulları, toprakları sık sık Karamanoğulları ile el değiştirmiştir. Ve Hamitoğulları kısa ömürlerinde inşa ettikleri bir kaç yapı ile tanınmaktadırlar. Korkuteli’nde günümüze temel duvarları ile minaresi ulaşmış olan camiden başka bir de medrese ulaşmıştır.
Sinaneddin Medresesi (1319-20), Sinaneddin ibn İlyas ibn el-Hamid tarafından inşa edilmiştir. Korkuteli’ne iki kilometre mesafede bulunan bu medrese, avlusu revaklı medrese grubunda iki eyvanlı plan şemasına bağlanmaktadır. Muntazam kesme taş yapıda ikinci katta ve girişin iki yanındaki dikdörtgen mekânlarda ahşap kullanılmıştır. Avluda iki yanda yer alan revaklar taştan oyma sütunlar ve sütun başlıklarından inşa edilmiştir. Revak açıklıkları düz taşlarla üstten geçilmiş, üstte ise günümüze gelemeyen bir ahşap revak olduğu düşünülmektedir. Oldukça sade bir taç kapı cepheye hakim tek unsurdur.
Hamitoğullarıyla olduğu gibi, Karamanoğulları doğuda da Dulkadiroğullarını sık sık hakimiyet alanlarına almaktaydılar. Buna rağmen Dulkadiroğulları’ndan Melik el-Nâsır Muhammed Bey, Kayseri’de Boyacıkapısı yakınında Hatuniye Medresesi’ni (1431-32) inşa ettirmiştir. Avlulu ve iki eyvanlı medrese şemasına plan kuruluşuyla bağlanan yapı, muntazam taş işçiliğine sahiptir. Revaklardaki sütunlar ve başlıklar derlemedir. Revak kemerlerinin hepsi ayrı ayrı avluya açılır. Bu medresede ana eyvan önünde iki güçlü örme paye yer alır. Bu nedenle dört yönde revaklı bir medrese olur ki, bu özelliğe Kayseri’de Anadolu Selçukluları medreselerinde de rastlanır.
Cephe kuruluşu yönünden diğer medrese yapılarından ayrılan yapının cephesinde, sağ tarafındaki cephe duvarı bir çeşme ile biçimlenmiştir. Ortada bir sütun, iki yanda duvara dayalı birer sütunla iki kemerli çeşme, ayrıca ortadaki sütundan duvara bir kemerle bağlıdır.
Batı Anadolu Beyliklerinde Menteşeoğlulları, Milas’ın 5 kilometre güneyinde Peçin’de Ahmet Gazi Medresesi’ni (1359) inşa ettirmişlerdir. Kitabesinden Ahmet Gazi Bey tarafından inşa edildiğini (1375-76) öğrenebildiğimiz yapı iki eyvanlı ve avlusu revaksız olup, ana eyvan kiremit kaplı bir kubbe ile örtülmüştür. Sonradan konulan lâhitle türbe haline getirilmiştir. Taç kapısında geometrik geçme ve bitkisel bezemelere yer verilmemiş, buna karşılık kapıda yarım yuvarlak silmeler yer almıştır. Kubbeli eyvanın büyük bir kemerle avluya açılması kısa bir süre sonra erken Osmanlı mimarisinde önemli olacaktır.
Güney Marmara’da yurt tutup yerleşen Osmanoğullarının mimarî ilişkisi erken başlamış olmasına rağmen Osmanlı Türk Beyliği’nin İznik ve Bursa’da verdiği medrese örnekleri tamamen Anadolu Selçuklu medrese geleneğinden ayrılarak eserlerini vermiştir. Osmanoğullarının Beylikler dönemi ve mimarisi ayrı bir başlık olarak yer alacaktır.
Anadolu Türk Beyliklerinde Gömü Mimarisi
Anadolu Türk Beylikleri döneminde, inşa edilmiş gömü yapılarının günümüze ulaşan çok sayıdaki örnekleri çeşitlilik göstermektedir. Çoğu “kümbet” ya da “türbe” adıyla anılan bu yapıların varlığı kadar terim olarak kümbet (günbed) “kubbe”, “üstü yuvarlak şekilde olan bina veya çıkıntı” anlamında bir terimdir. Gene Anadolu Türk Mimarisi bütününde “kümbet” ya da “türbe” kelimelerinin aynı anlam içeriğini taşıdığı anlaşılmaktadır. Mimari biçimlendirmelerde kümbet ile türbe adıyla anılan gömü mimarisi örneklerinin aynı işlevlere ait mekân bütünlüğüne sahip oldukları görülür. Altta gömü mekânı, üstte lâhit ve mihrabın yer aldığı mescit mekânı gibi. Kümbet adıyla tanınan pek çok örnekte gömü mekânının kısmen (yaklaşık 1/2 oranında) zemin üzerinde yer aldığı ve tonoz örtülü olduğu görülürken, üst örtüde de içte kubbe, dışta piramidal ya da konik külâh yer alır. Bazı örneklerde külâhın yüksek bir tambur üzerinde bulunduğu görülür. “Türbe” adıyla tanınan mimari örneklerde ise gömü mekânı hemen tamamen zemin kotu altında bulunur ve gömü mekânının tonoz bölümü dıştan türbe bütününe kaide (subasman) olarak yansır. Üzerinde ise türbe gövdesi (kare, dikdörtgen yada çokgen olarak) yükselir. Üst örtü ise çift cidarlı kubbedir.
“Türbe” kelimesinin Anadolu Türk Beylikleri döneminde, birkaç beylikte kullanıldığını söylemek mümkündür. Bu beylikler Karamanoğulları ile Osmanoğulları ve Çandaroğulları Beylikleridir. Karamanoğulları Beyliği’nde biçim olarak Anadolu Selçuklu mimarisinde görülen kümbet biçimli gömü yapıları daha çok uygulanmıştır. Ancak bu yapılar Anadolu Selçuklu kümbet yapılarından olan bazı farklılıklar da taşırlar. Karamanoğlu Alaâddin Bey Kümbeti’nde (1391) gömü mekânı tamamen zemin kotu altındadır. Ongen gövde külâhla örtülüdür. Diğer taraftan Karamanoğlu II. İbrahim Bey Kümbeti (oğullarına ait alçı lâhitler bulunur) kare planıyla ve gömü mekânının zemin kotu üstünde 1/2 oranında yükselmesiyle ayrılır.
Beyşehri’ndeki Eşrefoğlu Süleyman Bey’in 1301 tarihli, camiye doğudan bitişik kümbeti de çokgen gövde ve külâhıyla zemin kotundan yükselir. Eratnaoğullarından Şeyh Hasan Bey’e ait
Sivas’taki 1347 tarihli Kümbet’te de genel özellikler benzer olmakta, ancak yüksek tambur ve zengin çini bezemeleriyle ayrılmaktadır.
Gene Niğde’deki İlhanlı Valisi Sungur Ağa zamanında inşa edilen, IV. Kılınçarslan’ın kızına ait Hüdavent Hatun Kümbeti’nde (1312) gömü mekânı zemin üzerinde kaide olarak yansımakta, sekizgen gövde, üst kısmında onaltıgene dönüşerek, onaltıgen piramit külâhla örtülmektedir. Hüdavent Hatun Kümbeti çift başlı kartal arması, insan maskları, harpi ve diğer figürlerle ve zengin bitkisel bezeme kuruluşlarıyla ayrıca önemli bir gömü yapısıdır.
Gene Niğde’de benzer bir örneği, Sungur Ağa Camii önünde (bitişik olarak) bulunur.
İlhanlıların Erzurum’daki iki önemli yapısı, Yakutiye Medresesi eyvanına bitişik Kümbet ile Çifte Minareli Medrese eyvanına bağlı kümbet (her ikisi 1310-1311) ise Anadolu Selçuklu kümbet mimarisinin biçimlenmesine bağlanmaktadır. Yani gömü mekânı zemin üzerinde ve mescit mekânı külâhlı.
Anadolu Türk Beyliklerine ait bir yapıya bağlı olmaksızın, bağımsız olarak yapılmış kümbet yapıları daha çok Doğu Anadolu’da görülmektedir. Ahlat’ta mezarlıklar içinde inşa edilen bu kümbetler, malzeme olarak lav taşından yapıldığından benzer renkleri, kolay işlenen bir taş olduğundan benzer bezemeleriyle bu kümbetler Ahlat’ı bir kümbetler şehrine dönüştürmüştür.
Ahlat’ta Şeyh Necmeddin Kümbeti 1222 tarihiyle en erken tarihli örnektir. Aynı hazirede yer alan Emir Ali kızı Erzen Hatun’a ait Kümbet (1396-7) ise “Amele Kasım ibni Sinan Ali” usta adıyla 14. yüzyıl sonunda bir usta-mimar tanıtmasıyla ayrıca önemlidir.
Ahlat’taki Keşiş Kümbeti (14. yüzyıl sonları), Akkoyunlu ve Karakoyunlu kümbetleri (iki kümbetler) gibi örnekler gömü yapılarının 14. yüzyıl içindeki anıtsal yapıları olmaktadırlar. Böyle anıtsal bir kümbet de Emir Bayındır Kümbeti’dir (1481). Emir Bayındır Akkoyunlu Beyi Uzun Hasan’ın torunu, Rüstem Bey’in oğlu olduğunu, üst gövdeyi kuşatan kitabe kuşağından öğrenilmektedir.
Ahlat’taki kümbet yapıları gibi bazılarının da içinde yer aldığı hazireler bize 13. yüzyıldan başlayan, 14. yüzyıl boyunca ve sonrasında devam eden bir mezar geleneğinin de örneklerini tanıtır. Bunlar lâhit mezarlardır. Ahlat’taki Eski Mezarlık bu türün müzesi niteliğindedir.
Ahlat lâhit mezarları, zemin kotu üstünde taş lâhitlere sahip olup, baş ve ayak şahideleri bulunur. Bir çoğu günümüze ulaşmış olmasına rağmen bu çatma lâhit mezarların 5.5 metre yükseklikte olan şahidelere sahip olanları da bulunmaktadır. Lâhitler ve şahideler taş işçiliği ve bezeme özellikleriyle önemlidirler.
Lâhit mezarlar, Anadolu Türk Beyliklerinde çokça kullanılmış, bunlar mimari kuruluş olan kümbet-türbe yapılarında taş, çini, alçı ve ahşap gibi malzemeden yapılmış örnekleri de günümüze ulaşmıştır. Taştan olana “taş lâhit”, mermerden olana “mermer lâhit”, çini kaplamalı olana “çini lâhit”, alçıdan yapılana “alçı lâhit”, ahşap olanlar ise “sanduka” adıyla tanınmıştır. Adı ne olursa olsun ceset (mefta) hiçbir zaman lâhit içine konulmamış, daima zemin kotu altındaki mezar mekânına geleneklere göre yerleştirilmiştir.
Ahlat’ta bir üçüncü mezar yapısı örneği ise “Akıd” adı ile tanınmaktadır. Akıdlar zemin kotu altında tek ya da birbirileriyle bağlantılı mezar odaları şeklinde olup, üzerleri toprak örtülüdür. Ahlat’taki akıdlar, üst tümsekleri, toprak tarım nedeniyle işlendiği için yüzeye çok yakın bir durum sergiler. Ahlat’taki bu akıdların varlığı göçlerle açıklanabilir.
Ahlat başta olmak üzere Van Gölü çevresinde böyle kümbet, lâhit mezar gibi gömü yapılarının varlığı Beylikler döneminde takip edilebilmektedir. Eratnaoğullarından Kırşehir’de inşa ettirilen Âşık Paşa Türbesi (1322) mermer taş bir yapı olmasıyla önemli olduğu gibi, simetrik kuruluşlu olmayan cephesiyle ve çadır biçimli kubbesiyle de farklı bir yapıdır. Âşık Paşa Türbesi’nde cephe sol yana alınmış, bunda yapının yol ile ilişkisi rol oynamıştır. Anıtsal bir giriş bu cephede yer alırken, cephenin ifadesinde birincil etki yapmıştır. Bu durumuyla yapı, Anadolu Türk Beylikleri kümbet-türbe yapılarından da ayrılır.
Cephe düzeninde kitabe önünde ve saçak silmeleriyle oluşturulmuş bir çerçeve ile belirlenmiştir. Gene girişte istiridye biçimli nişin etrafında düğümlü örgü motifinden bir bordür yer alır. Türbe kare prizmatik yapısıyla belirmekte, üstte sivri kemerli bir pencere cepheyi ifadelendirmektedir. Diğer taraftan türbe önündeki dar giriş mekânı holünün bulunmasıyla da diğer örneklerden tamamen ayrılır.
Ancak Osmanlı Beyliği’nin İznik’teki Kırkkızlar Kümbeti (14. yüzyıl başları) ile plan yönünden benzerlik gösterir. İznik Kırkkızlar Kümbeti, Osmanoğullarının erken gömü yapılarından olup, kare mekân üzerinde içten kubbe dıştan külâh ile tek örnektir. Bundan sonra ne İznik’te ne de Bursa’da böyle bir örnek, Fatih’in ebesine ait, Muradiye Haziresi’ndeki açık ve taş lâhitle bütünleşmiş türbeye kadar görülmeyecektir. Ancak Ebe Hatun Kümbeti de tek örnek olarak kalmıştır.
Osmanoğulları Beyliği 1402’de Timur’un istilâsından sonra yaşadıkları Duraklama (Fetret) Devri’nin sonlarında, Bursa’nın yeniden imârına başlanıldığı dönemde inşa edilen Yeşil Külliyesi’ndeki (1416-1424) Yeşil Türbe ile tamamen bundan sonraki türbe mimarisinin ana hatlarını belirlemiştir. Çünkü Bursa’da Yıldırım Bayezid’in Türbesi (1406) kendi külliyesi içinde kare planlı tek kubbeli ve üç bölümlü bir son cemaat yeri benzeri ziyaret mekânıyla adeta cami planında inşa edilmiştir.
Yeşil Türbe’de ise kapının dışa açılan derin bir eyvan içine alınması, ziyaret mekânına ihtiyaç bırakmamıştır. Ancak daha sonra Muradiye Haziresi’ndeki türbelerde görüleceği gibi, bir açık giriş mekânı, geniş bir saçakla yer alacaktır.
Bütün bu erken Osmanlı dönemi türbeleri mimari yönden olduğu gibi, mekânların zeminin altında ve üstünde kesin bir şekilde yer almasıyla belirlenen durumlarıyla da tamamen “türbe” adıyla anılmışlardır.
Anadolu Türk Beyliklerinde Sivil Mimarisi
A. Ticaret Yapıları
Anadolu Türk Beylikleri cami, medrese, darüşşifa, türbe, hamam, han-kervansaray, bedesten, arasta gibi yapıların mirasçısı ve mutlak sahipleri olmuşlardır.
Anadolu Türk Beylikleri kendi topraklarındaki bu kültür miraslarını aynen kullanmışlar, onarmışlar az sayıda da olsa yenilerini inşa etmişlerdir.
Ancak Batı Anadolu Beyliklerinden Menteşeoğulları’ndan Milet’te harap durumda günümüze ulaşan iki han-kervansaray yapısıdır. Yeni araştırmalar bu sayıyı muhakkak ki arttıracaktır.
Biri çok harap durumdaki bu iki han yapısı Roma Tiyatrosu önündeki düzlükte yer almaktadır. Daha sağlam olarak intikâl eden han, plan kuruluşuyla dikdörtgen olup avlusu revaksızdır. Muntazam olmayan taşlardan duvar dokusuna sahip olan her iki kervansarayda üst örtü tuğla-derz dokuludur.
B. Köprüler
Anadolu Türk Beylikleri ticarî işlevli yapılar gibi, kendilerinden önce inşa edilmiş yol ve yola bağlı köprüleri de kullanmışlardır. Ancak ihtiyaç duydukları yerlerde akar sular üzerinde küçük-büyük köprüler de inşa etmişlerdir.
Akkoyunlu Emir Bayındır’ın 15. yüzyıl içine tarihlenen köprüsü, Ahlat’ta Taht-ı Süleyman mahallesinden geçen bir dere yatağı üzerinde inşa edilmiştir. Esasen cami, kümbet ve köprü burada tipik küçük bir külliye oluşturmuştur. Kesme taştan inşa edilmiş Emir Bayındır Köprüsü, doğu yönde merdiven gibi küçük bir kısım batıya uzanmakta, sonra alttaki sivri kemerli geniş kısım kuzeye yönelerek, ilk kısımla belirli bir açı yaparak inşa edilmiştir.
Önemli Orta Anadolu Türk Beyliklerinden Karamanoğulları da Ermenak yakınlarında Alâ Köprü’yü inşa etmişlerdir. Göksu Nehri üzerinde, Görmel civarındaki bu köprü biri geniş, diğeri dar iki açıklığa sahiptir. Üzerindeki kitabelerden Karamanoğlu Mahmut Bey’in oğullarından Sultan İbrahim ile Alaâddin Halil Bey’in idaresindeyken bu köprü inşa ettirilmiştir. 1306 tarihinde inşa edilen köprünün ikinci kitabesinde mühendisinin adı “Süleyman bin Yusuf” olarak okunur.
C. Şehircilik
Anadolu Türk Beylikleri genel olarak daha önce varlığı bilinen şehirleri başkent durumuna getirmişler, hatta o şehirlerin adlarıyla anılmışlardır. Aydınoğulları, Kastamonu Beyliği, ya da Sivas Beyliği gibi.
Ancak yeni araştırmalar Anadolu Türk Beyliklerinden bazılarının yeni Beylik merkezleri olarak Orta Çağ yerleşmeleri kurduklarını da göstermektedir. Menteşeoğullarından Ahmet Gazi’nin medresesini inşa ettiği Beçin (Peçin) gibi. Peçin’de cami, hamam yapıları ile oldukça yüksek bir coğrafî topografyada kurulan bu yerleşim yeri, geç dönem Osmanlı mimarlığına ait ahşap konut örnekleriyle de şehircilik açısından önemlidir.
Anadolu Türk Beyliklerinden uzun ömürlü bir beylik olan Akkoyunlulardan Uzun Hasan Bey’in de Elazığ’a yakın Tercan’da bir şehir kurma projesinden kaynaklar bahseder.
Ancak Anadolu Türk Beyliklerinden biri olup, Anadolu Selçuklu Devleti’nden erken ayrılıp, kendi başkentini kuran beylik, Eşrefoğullarıdır. Eşrefoğlu Süleyman Bey Ulu Cami Külliyesi’ni inşa ettirdikten sonra bir sur duvarı ile külliyeyi dıştan çevirerek, bir Orta Çağ kale şehri durumuna sokmuş ve bir kitabeli kapıyla yola açmıştır. Kitabede “kale” kelimesinin yer alması ise bu durumu açıklar.
Anadolu’da 14-15. yüzyıllarda hüküm süren Türk Beylikleri, bir taraftan da Anadolu’nun Türkleşmesini gerçekleştirmişler, böylece Anadolu Bizans olmaktan çıkmış, bundan sonra ise Osmanlı-Türk Devleti’nin hakimiyeti kurulmuştur.
Mimar Sinan Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 8 Sayfa: 15-29