Türklerin Orta Asya içlerinde tarih sahnesine çıkışları ile başlayan süreç, X. yüzyılda İslamiyet’i kabul etmeleri sonrası kurulan ilk Müslüman Türk Devletleri ve XI. yüzyıl ortasında Oğuz Türklerinin İran’da Büyük Selçuklu Devleti’ni kurmaları ile devam eder. Yine aynı yüzyılda, daha elverişli yaşam olanakları aramak üzere çeşitli kollardan batıya açılan Selçuklular, bu bağlamda Anadolu’ya da keşif nitelikli akınlar yönlendirmişler ve bu akınları izleyen 1071 Malazgirt Zaferi’nden sonra da büyük kitleler halinde, kalıcı bir yurt tutmak üzere Anadolu’ya göç etmişlerdir.
XI. yüzyıl sonlarında, Anadolu’da Ön Beylikler olarak tanımlayabileceğimiz Danişmend (1095-1175), Mengücek (1071-1252), Saltuklu (1080-1201), Artuklu (1098-1407) Beylikleri ile Konya ve çevresinde kurulan Selçuklu Beyliği (1071-1308) ile başlayan politik çeşitlilik, XII. ve XIII. yüzyıllarda Selçuklu Beyliği’nin, Artuklular dışındaki beylikleri kendi idareleri altında toplayarak Konya merkez olmak üzere Selçuklu Devleti’ni kurmuşlardır.[1] Anadolu birliğini tamamlamak üzere savaş ve politik ilişkilerle hareketlenen bu dönemin kültür açısından da bir “sentezin” başlangıcı olduğu ve sentezin zamanımıza ulaşan en belirgin, en yoğun kanıtlarının belki de mimarlık alanında vurgulandığı söylenebilir.[2] Mimaride şekillenen sentezi tanımlarken bir taraftan Türklerin Anadolu’ya gelmeden önce bulundukları kültür ortamından beslenen bir “süreklilik”, diğer taraftan yeni coğrafi çevrenin olanaklarına ve koşullarına uyum sağlama arayışlarının doğal sonucu olarak Anadolu’nun yerli kültürleri ile yoğrularak şekillenen bir “değişim”den söz etmek olasıdır. Bu yazıda bu iki zıt kavramın yani birlik ve bütünlüğü getiren süreklilik ile çeşitliliği getiren değişimin, genelde ve malzeme özelinde nasıl bir görüntü verdikleri irdelenmektedir.
Konuya, genel çerçevesi içerisinde bakıldığı zaman, Anadolu’nun fethinin arkasından yoğun bir yapılaşmanın geldiği görülmektedir. Ön Beylikler döneminde başlayan ve Anadolu Selçuklu Devleti döneminde sürdürülen düzenlemelerin ve yeni inşaatların başında, eski kentlerin yeni gelenlerin gereksinimlerine uygun olarak yenilenmesi gelmektedir. Örneğin, ilk çağlardan başlayarak bir yerleşme alanı olan Konya’da yeni bir kültürün merkezi olmanın gerektirdiği değişiklikler yapılırken, yakın çevresinde Akşehir ve Beyşehir gibi yeni kentler de kurulmuştur. Bu etkinlikler çerçevesinde ayakta duran kale ve sur duvarları onarılmış veya genişletilmiş; yine ayakta duran yapı stoku, ilk aşamada gerekli işlevlerde kullanılmak üzere uyarlanmıştır. Örneğin, kilise ve benzeri dini işlevli yapıların yön değişikliği ile cami ve mescit olarak yeniden işlevlendirildikleri, günümüze kadar gelen örneklerle saptanabilmektedir. Ancak, XII. yüzyılın ortalarından başlamak üzere ve kuşkusuz bir yapılaşma programı çerçevesinde dini işlevli cami ve mescitler; anı yapıları olan türbe ve kümbetler; eğitim yapıları olan medreseler; sosyal içerikli şifahane ve hamamlar; dini ve sosyal amaçlı hankah ve zaviyeler; sultanlar ve yöneticiler için de saray ve köşklerin inşaatına başlandığı ve bu inşaatların XIII. yüzyılın ikinci yarısına kadar yoğun ve hızlı, yüzyılın son çeyreğine doğru da yavaşlayarak ve azalarak devam ettiği görülebilmektedir.
Bunlara ek olarak, Anadolu’dan geçen, ancak Bizans İmparatorluğunun son zamanlarında bakımsızlık ve savaşlar nedeniyle bozulmuş olan kervan yollarının onarılması, yeni kurulan, sahil bölgelerinde yeni alınan kentlere ulaşabilmek üzere, bu kervan yollarına uzantıların eklenmesi, yapılaşma programının parçalarıdır. Kervan trafiğinin yeniden canlandırılması amacıyla yapılan düzenlemeler çerçevesinde köprüler kurulmuş, bu yollarda seyahat edecek tüccarların ve yolcuların güvenli konaklamaları için han ve kervansaraylar inşa edilmiştir. Bunların büyük bölümü, Anadolu’ya gelenlerin İslam kültürü ile şekillenmiş yaşam biçimleri ve alışkanlıklarının gereği olan dini ve sosyal kurumların daha önce geliştirdikleri, dolayısıyla işlev açısından süreklilik gösteren yapı türleridir. Ancak, işlevdeki sürekliliğin her zaman biçime yansımadığı ve Anadolu’da cami ve medrese gibi gelenekselleşmiş yapı türlerinde dahi, sentezin parçası olarak, biçime yansıyan çeşitlemeler görülebilmektedir ki bunları değişimin öncüleri olarak görmek olasıdır.
Konuya malzeme açısından bakıldığı zaman, bu yapı türlerinin ortaya çıkmalarını sağlayan yapı malzemelerinde yalnız çeşitlilik değil zaman içerisinde bir değişim de izlenmektedir. Kısaca “tuğladan taşa” geçiş olarak tanımlanabilecek olan değişim, Türklerin Anadolu’ya gelmeden önce bulundukları kültür çevrelerinde mimari anlatımın başta gelen yapı malzemesi olan tuğlanın Anadolu’da önceliğini kaybederek ikinci derecede bir yapı malzemesine dönüşmesi ve yerini taşın almasıdır. Önceki uygulamaların aksine tuğlanın Anadolu’da, zorunluluktan çok bir seçim sonucu kullanılıyor olması ise malzemenin bütün olanaklarının denendiği bir çeşitlilik sunmaktadır.
Yapı malzemelerindeki bu değişimin nedenleri arasında en başta, belirli bir hazırlık dönemi ve özel üretim koşulları gerektiren tuğlaya karşın Anadolu’nun jeolojik çevresinde iyi kalite yapı taşının bolluğu nedeniyle bu malzemenin ön çağlardan başlayarak bazen kerpiç ve tuğla ile birlikte, bazen de, özellikle belirli yörelerin ve belirli dönemlerin mimarisinde tek başına yoğun şekilde kullanılıyor olması gelir. Birinci olasılık için Çatalhöyük yerleşmesi, ikincisi için de Boğazköy, Alacahöyük ve Alişar gibi Hitit yerleşmelerinden söz edilebilir. Taşın yapı malzemesi olarak öncelik kazanmasının diğer nedenleri arasında, taş yapı geleneğinin iklim koşullarına daha uygun olması, yapı taşlarının, inşaat alanlarına yakın taş ocaklarından kolaylıkla taşınabiliyor olması, Anadolu’nun ön kültürlerine ait yapılardan alınan yapı taşları ve mermerlerin hazır malzeme olarak tekrar kullanılabilmesi ve bu yeni yapı geleneğinin Anadolu’ya göç eden mimar, usta ve sanatçıların yanı sıra Anadolu’nun yerli kültürü ile gelişmiş mimar, usta ve sanatçıların katkıları ile beslenmesi sayılabilir.
Gelenek
Yapı malzemesi olarak tuğlanın tarih içerisindeki yerini görebilmek üzere geriye doğru bir bakılacak olursa, ilk çağlardan başlayarak Anadolu’nun kendi bünyesinde ve yakın çevresinde önce kerpiç, sonra da tuğlanın, bazen tek başına ancak çoğunlukla taş ile birlikte kullanımının, yaygın ve gelenekselleşmiş olduğu görülebilmektedir. Elle ya da kalıpla biçimlendirilen kerpiç birimlerinin duvar örgülerinde yanyana ve üst üste sıralanırken, aralarında bağlayıcı olarak çamur harç kullanılmasına ve sağlamlık amacıyla yüzeylerinin kalın bir çamur sıva tabakası ile örtülmesine örnekler, Neolitik dönem Anadolu yerleşmeleri yanı sıra Kuzey Mezopotamya ve Orta İran bölgelerinde de kazılarda ortaya çıkarılmıştır.[3]
Yine ön çağlardan başlayarak, M.S. X. yüzyıla kadar, tuğla duvarlar, yüzey kaplama malzemeleri ile örtülmüş, âdeta arkalarına gizlenmiştir.[4] Bu yüzey kaplama malzemeleri, farklı kültür çevrelerinde, farklı dönemlerde ve farklı yapı türlerinde dokuma, duvar resmi, sırlı tuğla, çini, alçı, mozaik ve mermer gibi çeşitlilik göstermektedir. Örneğin, Çatalhöyük yerleşmesindeki konutlarda, kerpiç duvarların iç yüzeyleri, dokuma ve duvar resimleri ile, Roma mimarisinde tuğla duvar yüzeyleri mermer, Bizans mimarisinde mozaik, doğuda Mezopotamya’daki erken dönemler mimarisinde sırlı tuğla, Emevi mimarisinde alçı ve mozaik, Büyük Selçuklu mimarisinde ise sırlı tuğla ve çini birimlerle kaplanarak taşıyıcı kerpiç veya tuğla duvarı örtmek yanı sıra süsleme olanakları yaratan bir yüzey oluşturdukları görülebilmektedir.
X. yüzyıla kadar tuğla, salt yapısal amaçlarla kullanılmış ve malzemenin renk ve süsleme olanaklarından yararlanılmamıştır. Buna karşılık X. yüzyıl sürecinde Horasan, Türkistan ve Gazne’de giderek yaygınlaşan tuğla kullanımında, malzemenin yapısal olanaklarının yanı sıra süsleme olanaklarından da yararlanılmaya başlandığı ve önceleri kalın sıva tabakası altına gizlenen bu tür yüzeylerin giderek açık bırakıldıkları izlenmektedir. X. yüzyılda, tuğla malzemenin öne çıkması şeklinde özetlenebilecek bu tür uygulamalara da “çıplak tuğla” üslubu denilmektedir.[5] Bu uygulamaların en erken hangi kültür çevresinde denendiği ya da ortaya çıktığı kesin olarak saptanamamıştır. Ancak, tuğlanın yapısal kullanımı sıra sında görsel niteliklerinin de fark edilerek hem yapı hem süsleme malzemesi olarak değerlendirilmesine tanıklık edebilecek ilk yapının 907 yılında Buhara’da inşa edilen İsmail Samani Türbesi olduğu da söylenir.[6] X. yüzyıldan ayakta kalan bu tek yapının dış ve iç bünyesinde, tuğlaların farklı istifi ile şekillendirilen örgü çeşitlemelerinde farklı mimari elemanların biçimlerine uyum arayışı ağırlık kazanmaktadır. İlk kez bu yapıda, çıplak tuğla yüzeylere öncelik verilmesi yanı sıra bu yüzeyler, başka bir malzeme altına da gizlenmemiştir. Dolayısıyla, bu dönemde Kuzey Irak ve Semerkant’ta hüküm süren Samanoğulları Devleti’nin tuğla yapı geleneğinin yaratılmasında öncülük ettiği görüşü benimsenmiştir. Benzer bir tuğla kullanımı, 977-978 yılları arasında Semerkant yakınında, Tim’de inşa edilen Arap Ata Türbesi’nde ortaya çıkmakta ve burada ön cepheye uygulanan tuğla örgü türlerinin çeşitliliği gelişmiş bir tuğla işçiliğine işaret etmektedir.[7]
Örneklerin kısıtlılığı nedeniyle, tuğlanın hem yapı hem süsleme malzemesi olarak kullanımının X. yüzyıl sürecinde yalnız Horasan bölgesine özgü kaldığı düşünülürken, yüzyılın sonlarından başlamak üzere ve özellikle XI. yüzyıl içerisinde çıplak tuğla üslubunun benimsendiği yapı sayısında bir artışın yanı sıra bu yapıların farklı bölgelere de yayıldıkları izlenebilmektedir. Karahanlılar, 999 yılında Türkistan’da Samanoğlu Devleti’ne son verdikten sonra Türkistan, Horasan ve Gazne’de tuğla yapı geleneğini sürdürmüşlerdir. Hatta, Karahanlıların da Samanoğlu Türbesi’ndeki tuğla işçiliğinden etkilenerek, kerpiç kullanımını bıraktıkları ve çıplak tuğlaya öncelik verdikleri ileri sürülmüştür. Hazara’da IX. ve X. yüzyıllara tarihlenen Deggaron Camii, Buhara-Semerkant yolu üzerinde 1078’de inşa edilen Rıbat-ı Mali Kervansarayı, yine Buhara’da Maghak-ı Attari Camisi; Özkent’te 1012 tarihli Nasr bin Ali, 1152 tarihli Celalettin Hüseyin ve 1186 tarihli Güney Türbe olarak tanınan anı yapıları ile XI. ve XII. yüzyıllar arasına tarihlenen Tirmiz’deki Saray’da, tuğla, artık esas yapı malzemesi haline gelmekte ve özellikle cephe düzenlemelerinde yapım sürecinde malzemenin tüm süsleme olanaklarından da yararlanıldığı gözlemlenmektedir. Bu yapılar kümesine, XI. yüzyıla tarihlenen Burana ve Özkent minareleri, 1032 tarihli Tirmiz minaresi, XII. yüzyıldan Tirmiz yakınında 1108 tarihli Car Kurgan, Buhara’da 1127 tarihli Vabkent ve yüzyılın sonlarına tarihlenen Firuzabad minareleri eklenebilir.[8]
Gazneliler Dönemi’nde, kerpiç inşaattan tuğlaya geçişi ve tuğlanın süsleme olanaklarından yararlanılmasını simgeleyen anıtsal yapı XI. yüzyıla tarihlenen Leşker-i Bazar Sarayı’dır. Temelleri tuğla, duvarları kerpiçten inşa edilen yapının kabul ve tören salonlarının iç mekanlarında, duvarların üst kısımlarında kerpiç üzerine süslü tuğla örgüler kaplanmıştır. Gazne yöresinde, Tus Valisi Arslan Cazip tarafından, 997-1028 yılları arasında, Sangbast’ta yaptırılan türbe ve minare, Sultan Mahmut ve Sultan Mesut tarafından yaptırılan, birincisi 1098-1115, ikincisi 1117-1149 yılları arasına tarihlenen kuleler ile 1108 tarihli Devletabad minaresinde tuğlaların farklı istiflerine ve farklı kaydırma düzenlerine dayanan örgü çeşitlemeleri uygulanmıştır.[9]
Gazne yapılarında tuğla kullanımının yoğunlaşması Sultan Mahmud’un seçimi ve Gazne’de oluşturduğu kültür merkezinin öncelikleri arasında değerlendirilirken, Orta İran bölgesinde aynı seçim, Vezir Nizamülmülk ile bağdaştırılmakta ve bu bölgede tuğlanın birinci derecede bir yapı malzemesi olarak benimsenmesinin bir zorunluluk olmadığı halde, malzemenin yaygın kullanımında XI. yüzyıl süresince, yönetim ve eğitime düzen getirmek üzere yaptığı katkılar yanı sıra yapı etkinliklerini de destekliyen Nizamülmülk’ün katkıları olduğu savunulmaktadır.[10]
Büyük Selçuklular Dönemi’nde Orta İran bölgesinde giderek gelişen tuğla yapı geleneğine öncü olarak Gurgan’da 1007 yılında inşa edilen Kümbet-i Kabus gösterilir.[11] Yapının silindirik gövdesini hareketlendiren yarım daire ve üçgen çıkıntıların yüzeyleri, kesintisiz devam eden, düz tuğla örgü ile kaplanmıştır. Kümbet-i Kabus’u tarih-dizin sırası ile izleyen anı yapıları ve dini yapılarda ise, Yezd’de 1037 tarihli Duvazdah İmam ve Damgan’da 1056 tarihli Chihil Duktaran Türbeleri; 1055-1058 yılları arasına tarihlenen Ardistan’daki Mescid-i Cuma, İsfahan’daki Mescid-i Cuma’nın 1080’de inşa edilen bölümleri; Barsian’da 1098 tarihli Mescid-i Cuma ve minaresi ile yine XI. yüzyıldan Simnan, Sava, Sabzevar ve İsfahan’da Mescid-i Ali minareleri, bu dönemdeki yoğun tuğla uygulamalarına birkaç örnek olarak verilebilir.[12] XI. yüzyıldan zamanımıza kadar gelebilen örnekler arasında, üç anı yapısı ise tuğla örgülerinin çeşitliliği ve çıplak tuğla üslubunun nereye kadar götürülebildiğine tanıklık edebilen yapılardır.
Malzemenin tüm olanaklarının değerlendirildiği, ayrıca yapının mimari ve strüktürel elemanları ile yüzey süslemesinin bütünleştiği bu yapılar ise, Karragan’da 1067-68 tarihli I. Anonim Türbe, 1093 tarihli II. Anonim Türbe ile Demavend’de kesin tarihi belli olmayan, ancak yüzyılın sonlarına tarihlenen Anonim Türbe’dir.[13] Bu üç yapının yanı sıra Isfahan’daki Mescid-i Cuma’da yukarıda belirtildiği gibi 1080 tarihinde yapılan ekleme ve değişiklerin parçası olan Güney Doğu kanadındaki taşıyıcı ayaklar ve tonozlar ile Güney ve Kuzey kanatlardaki eyvanlı mekanların kubbeleri kanımızca, XI. yüzyıl süresince, bu bölgede yapı ve süsleme malzemesi olarak öncelik kazanan tuğla ile yapılan uygulamaların nasıl bir düzeye eriştiğini göstermektedir. Bunları yakından izleyen diğer bazı örnekler ise, Azerbaycan bölgesinde, Nahçivan’da 1167 tarihinde inşa edilen Yusuf bin Kuseyr ile 1186 tarihli Mümine Hatun Türbeleridir. Her ikisinin ön cepheleri ve özellikle taç kapıları da, kesme tuğlalar ile şekillendirilen geometrik örgü düzenlemeleri ile kaplanmıştır. Anadolu’da XIII. yüzyıl başında türbe kasnaklarına yine tuğla ile uygulanan geometrik düzenlemeler ile bu iki yapı arasında yakın benzerlikler saptanabilmektedir.[14]
İran’da Büyük Selçuklular Dönemi’nin en belirgin katkısı olarak gelişen çıplak tuğla geleneği, XII. yüzyılın ortalarına kadar devam eder. Bu süreçte ölçek farkı gözetilmeden, dini ve sivil işlevli her tür yapıda, kule ve minarelerde uygulanan tuğla örgüler, kaplayacakları yüzeylerin biçimlerine uygun seçilmiş ve örgü çeşitlemelerini bir araya getirme arzusu özellikle minarelerde öncelik kazanmıştır. Ancak, yüzyılın ortalarına doğru tuğla örgü çeşitlemelerinin tek düze olmaya başladığı ve önceleri, örgülerin sadece derzlerine, bir bezeme oluşturmak amacıyla eklenen alçı birimlerin giderek çevrelerine ve tüm yüzeye taşarak tuğla yüzeyi örten bir tabakaya dönüştükleri izlenmektedir. Orta İran bölgesinde başlayan ve çıplak tuğlanın örtücü bir yüzey kaplaması arkasına saklanması ile sonuçlanan bu uygulamalar, giderek Horasan ve Türkistan bölgelerine de yayılmakta ve tuğlanın hem yapı hem süsleme malzemesi olarak kullanımı son bulmaktadır. Buna karşın aynı yörelerde tuğlanın geleneksel yapı malzemesi olarak kullanımı devam eder ve ilk gelen alçı kaplamaların yerini ise zaman içerisinde daha parlak ve renkli çini kaplamalar almaktadır.[15]
XII. yüzyıl ortalarında İran bölgesinde çıplak tuğla yüzeylere ilgi azalırken, Kuzey Irak’ta Zengiler dönemi yapılarında kısa bir süre de olsa tuğla yapı geleneği devam ettirilmiştir. Musul’da 1148 tarihinde başlatılıp 1170 tarihinde Nurettin Zengi tarafından tamamlattırılan Musul Ulu Camii’nin tuğla minaresi ile Erbil ve Sincan’daki tuğla minareler bunlara birkaç örnek olarak verilebilir.[16]
Yukarıda özetlenen çerçeve tuğlanın süsleme olanaklarının vurgulanması ve yüzeyin çıplak bırakılması ile gelişen tuğla yapı geleneğinin X. ve XII. yüzyıllar arasında, Horasan, Gazne ve Orta İran’da Karahanlılar, Gazneliler ve Büyük Selçuklular tarafından ve Kuzey Irak’ta Zengiler tarafından, farklı ölçek ve işlevlerde çok sayıda yapıda uygulandıktan sonra giderek önemini kaybettiğini ve tuğla yüzeylerin örtücü kaplamalar altında gizlenmeye başladıklarını göstermektedir. Bu son aşamadan hemen önce ise tuğla, Selçukluların geleneksel yapı malzemesi olarak Anadolu’ya taşınmıştır. Süreklilik ve Değişim Ön Beylikler ve Selçuklu Dönemi Anadolu mimarisinde tuğla, Orta İran, Horasan ve Türkistan’da olduğu gibi farklı işevler için inşa edilen büyük ve küçük ölçekli tüm yapılarda kullanılan başlıca yapı malzemesi olmamış, taşın yanında ikinci derecede bir yapı malzemesi olarak benimsenmiş ve Anadolu’da ilk yapılaşma etkinliklerinin başlamasından XIII. yüzyıl sonuna kadar bu niteliğini korumuştur.
Selçuklu Dönemi Anadolu mimarisinde tuğla için “seçici” bir kullanımdan söz etmek olasıdır. Bunun doğal sonucu olarak da, önceki yüzyıllara oranla sayıca az, ancak belli bir amaca hizmet etmek üzere seçildiği için de, nitelik açısından dikkat çekici örnekleri verilmiştir. Tuğlanın Anadolu Selçuklu Dönemi mimarisindeki kullanımını daha önce denenmiş ve yerleşmiş bir geleneğin devamı olarak görmek ve değerlendirmek olasıdır, ancak gelişme sürecini tamamladıktan sonra gelen bu yapı geleneğinin Anadolu’daki uygulamalarında yaratıcı güç kısıtlanmamış, daha önce yapılanları geliştirmek ve yeni teknik olanaklar aramak üzerine yoğunlaşılmıştır. Bu nedenle Anadolu Selçuklu mimarisinde tuğla kullanımı, malzeme açısından ön uygulamalarla bir süreklilik gösterse de bunların bir kopyası ya da devamı olmayıp, getirdiği kendine özgü yenilikler ve çeşitlemelerle, genelde yapıların biçimsel özelliklerinde de kendini belli eden, değişimin parçasıdır.[17]
Ayakta duran yapılar arasında, sürekliliğin en iyi tanıkları Konya’da İplikçi Camii ile yine zaman içerisinde onarımlar geçiren Kayseri/Pınarbaşı ve Erzincan/Kemah’ta iki türbedir.[18] Zamanımıza çeşitli onarımlar geçirmiş olarak gelen, ancak beden duvarlarında hâlâ özgün yapının izlerini taşıyan 1202 tarihli İplikçi Camii’nde tuğla salt yapısal amaçla beden duvarları ve üst örtüde kullanılırken, Anadolu’da büyük ölçekli ilk ve büyük olasılıkla tek örnek olmaktadır. Düz tuğla örgünün sağlamlığının yanı sıra duvar yüzeyinde yarattığı doku, Orta İran bölgesinde Büyük Selçuklular tarafından XI. yüzyılda inşa edilen, Ardistan’daki Mescid-i Cuma, İsfahan’daki Mescid-i Cuma ve Barsian’da Mescid-i Cuma’yı anımsatmaktadır.
Tarihsiz olan ve yaklaşık olarak XII. yüzyılın ikinci yarısı ile sonu arasına tarihlenen Kayseri/Pınarbaşı (Pazarören) Melik Gazi Türbesi’nde, taş temeller üzerinde bütünü tuğladan inşa edilen beden duvarlarının dış ve iç yüzleri ile üst örtü, tuğla örgü çeşitlemeleri ile kaplanmıştır. Bu yapı ile, XI. yüzyıl sonlarından, Karahanlılar Dönemi’ne ait Karragan’daki I. ve II. Anonim Türbeler ve Demavend’deki Anonim Türbe arasında benzerlikler bulmak olasıdır. Şöyle ki, Melik Gazi Türbesi’nde yapının biçimi ile bağlantılı olarak örgü çeşitlemelerinde sayısal bir azalma varsa da teknik ve işçilik Karragan ve Demavend Türbeleri ile aynı paraleldedir. Yine XII. yüzyıl sonlarına tarihlenen, Erzincan/Kemah’ta Mengücek Gazi Türbesi’nin taçkapısında ince tuğla şeritlerle kurulan geometrik örgü düzenlemeleri, Nahçivan’da 1167 tarihinde inşa edilen Yusuf bin Kuseyr ile 1186 tarihli Mümine Hatun Türbelerine yakın benzerliktedir
Bu ilk türbeler, Anadolu öncesine dönerler. Ancak, tarih olarak yakından izleyen diğer iki türbe, yenilik getirmiştir. XIII. yüzyılın başından, Aksaray yakınında Selimeköy’de bulunan Anonim Türbe ve yine Aksaray yakınında Neneziköy’de yer alan Bekar Sultan Türbesi’nde tuğla ve taşın özgün bir düzen ve uyum içinde birliktelikleri görülmektedir. Bu özellikleri ile bu iki türbenin, yukarıda sözü edilen Melik Gazi ve Mengücek Gazi Türbelerinin aksine, tuğladan taşa geçişi belgeleyen, giderek değişimi belgeleyen yapılar arasında yer aldıkları söylenebilir.[19]
Ancak, Selimeköy ve Neneziköy Türbeleri, Anadolu’da tuğladan taşa geçişi belgeleyen en erken tarihli yapılar da değildir. Onlardan önce gelen, kitabesine göre 1155 tarihli Cizre Ulu Camii ile Artukoğulları’nın Hasankeyf kolundan Fahrettin Karaaslan Devri’ne ve 1146 veya 1155-1165 yılları arasına tarihlenen Harput Ulu Camii’nde aynı birliktelik daha başarılı ve kalıcı bir biçimde denenmiştir. Cizre Ulu Camii’nde, onarımlar sırasında epeyce bozulmuş olmakla birlikte, giriş eyvanını örten beşik tonozun iç yüzünde moloz taş üzerine tuğla kaplama hâlâ görülebilmektedir.[20]
Harput Ulu Camii’nde, beden duvarları moloz taş örgüdür. İç mekanda kesme taş ayaklar üzerinden başlayan yatay istifli, düz tuğla örgü geçiş ve üst örtüde de devam eder. Yapısal amaçlı bu sadeliğe karşılık, yapının kuzeybatı köşesinde yer alan minarede kesme tuğla ile yapılan geometrik düzenlemelerin çeşitlemeleri aşağıdan yukarıya doğru sıralanan geniş bantlar içerisine yerleştirilmiştir. Çeşitlilik, üretim ve uygulama teknikleri ve özgünlük açısından Anadolu mimarisinde tek olan ve herhangi bir örneğe dayanmayan bu geometrik düzenlemeler, daha sonraki tuğla minarelerde de tekrarlanmamıştır.[21] Harput ve Cizre Ulu Camilerini XIII. yüzyıl başında izleyen, 1205 onarım tarihli Kayseri, 1212-1213 tarihli Sivas ve 1213 tarihli Akşehir Ulu Camilerinde yapı kütleleri kesme ya da moloz taş inşaattır; tuğla sadece minarenin yapı malzemesidir.[22]
İyi kalite taşın yakın çevredeki taş ocaklarından kolaylıkla taşınabildiği Anadolu’daki birçok kent için bu doğal bir uygulama yöntemidir ki, 1230 tarihli Alanya Akşebe Sultan Mescidi, 1220-35 tarihli Bayburt Ulu Camii, 1258 tarihli Konya Sahip Ata Camii ve XIII. yüzyılın son çeyreğinde inşa edilen Ankara Arslanhane Camii de taş yapı yanında tuğla minarenin yükseldiği, daha geç tarihli birkaç örnek olarak yukarıdakilere eklenebilir.[23] Bu cami ve mescitlerde, taş yapı yanında tuğla minarenin yer alması, ilk örneklerde belki de bani, mimar ve sanatçıların özel beğenisine ve seçimine bağlıdır; ancak zaman içerisinde sürekli yinelenerek yerleşmiş bir uygulamaya dönüştüğü görülmektedir. Böylece başlangıçta değişim olarak değerlendirilen bir uygulama, sürekli yinelendiği zaman yeni bir geleneğe dönüşmektedir.
Büyük ölçekli yapılar için diğer bir seçenek ise, ilk olarak Harput Ulu Camii’nde rastlanan ve beden duvarlarında taş, geçiş ve üst örtüde tuğla kullanılan yapı sistemidir. Bu uygulama, XIII. yüzyıl içerisinde Camilerin yanı sıra Medrese ve Darüşşifa yapılarında da benimsenmiştir.
Tarih-dizin sırası ile, yüzyılın ilk yarısında 1217-1220 tarihleri arasında İzzeddin Keykavus tarafından Sivas’ta inşa ettirilen Keykavus Darüşşifası, Isparta/Atabey’de, Mubarizüddin Ertokuş tarafından 1224 yılında yaptırılan Ertokuş Medresesi, 1224 tarihinde inşa edilen, 1247 ve 1274 tarihlerinde kapsamlı onarımlar geçiren Malatya Ulu Camii, Konya’da 1242-1243 tarihinde, II. Giyaseddin Keyhüsrev Dönemi’nde Bedrettin Müslih tarafından yaptırılan Sırçalı Medrese, Akşehir’de Selçuklu Veziri Sahip Ata Fahrettin Ali tarafından 1250 tarihinde yaptırılan Taş Medrese, yüzyılın ikinci yarısından da, Konya’da yine Sahip Ata Fahrettin Ali tarafından 1264 yılında yaptırılan İnce Minareli Medrese, 1266-67 arasına tarihlenebilecek Amasya Gök Medrese Camii, Sivas’ta her ikisi de 1271’de inşa edilen, ilki Sahip Ata Fahrettin Ali tarafından yaptırılan Gök Medrese, ikincisi İlhanlılardan Muzaffereddin Barucirdi tarafından inşa ettirilen Baruciye ya da Buruciye Medreseleri, son olarak da yine Konya’da Vezir Sahip Ata Fahrettin Ali tarafından 1258 yılında yaptırılan Sahip Ata Camii’ne 1279-80’de eklenen Türbe ve Hanikahı kesme veya moloz taş dış yapıları ve tuğla kaplanan iç mekanları ile dönemin en belli başlı ve görkemli örnekleridir.[24]
Bu yapıların iç mekanlarında tuğla, Harput Ulu Camii gibi tek başına ve yatay istifli en sade örgü türleri ile veya çeşitleme olanakları sunan yatay/düşey istifli örgü türleri ya da tuğla örgüye çini birimlerin eklendiği örgü ile kullanılmıştır. Son seçenekte, derzlere yerleştirilen, ya da birim olarak örgünün parçası olan çiniler, çeşitleme yanı sıra renk getiren katkıları ile Anadolu Selçuklu Dönemi yapılarında taşın sade ve renksizliği ile vurgulanan dış kütlelere renkli, hareketli iç mekanlar getirmişlerdir. Ancak, tuğla örgülere çini birimlerin eklenmesi, Orta İran bölgesinde özellikle XIV. yüzyılda yoğunlaşan ve tuğla yüzeyi tamaman örten bir kaplama yaratmaktadır. Burada çini, tuğlanın yanında ikinci bir eleman olarak yer almakta ve örgülerde bazı süsleme ögelerini yaratmak ya da vurgulamak üzere kullanılmaktadır.
Süreklilik ve değişim teması ileriye ve geriye doğru irdelendiği zaman, yukarıda sözü edilen ve kuşkusuz bütün görüntüleri ile değişimi vurgulayan bu anıtsal yapılar yanında, tuğla geleneğini hiç denecek derecede veya çok az bir değişimle sürdüren, ancak küçük ve sade yapıları ile gözden kaçabilecek mescitler, malzeme kullanımları ile daha çok sürekliliği vurgularken, plan ve kütleleri ile ileriye dönük yenilikler getirerek erken Osmanlı dönemine yaklaşmaktadır.
XIII. yüzyılda, en çok Konya, daha sonra Akşehir, Aksaray gibi Orta Anadolu bölgesi kentlerinde inşa edilen bu küçük ölçekli, çoğu tek mekanlı mescitlerde taş temeller üzerinde beden duvarlarının, geçiş ve üst örtünün, dışta ve içte bütünüyle tuğladan inşa edildiği veya temellerin yanı sıra alt yapının belirli bir yüksekliğinden başlayarak üst örtü ile birlikte tuğladan inşa edildiği görülmektedir. Bunlar, Konya’da 1213-19 tarihli Başarabey, 1220 tarihli Şekerfuruş, XIII. yüzyılın ilk yarısına tarihlenen İç Karaaslan ve Zemburi Mescitleri; Akşehir’de 1223 tarihli Altın Kalem, 1224 tarihli Ferruhşah, 1226-27 tarihli Güdük Minare Mescitleri; Alanya’da 1230 tarihli Akşebe Sultan Mescidi ile Aksaray’da XIII. yüzyılın başına tarihlenen Cıncıklı Mescit gibi çoğunluğu, yüzyılın ilk yarısında inşa edilen yapılardır. Harput’ta, 1279-80 tarihli Alaca Mescit ile Tokat’ta 1300 tarihli Alaca Mescit, coğrafi konumları ve daha geç tarihleri ile zaman ve mekan içerisindeki yayılmaya tanıklık ederken, Konya’da yüzyılın son çeyreğinden Sahip Ata (Tahir ile Zühre), Sakahane ve Beyhekim Mescitleri de yine geç tarihleri ile dönemin son örnekleri olur.
Yukarıda isimleri sıralanan anıtsal cami ve medreseler ile daha küçük ölçekli türbe ve mescitlerin ortak özellikleri için aşağıdaki genelleme yapılabilir: Selçuklu öncesi ve Selçuklu Dönemi Anadolu mimarisinde tuğlanın bazen salt yapısal amaç için tek başına ya da taş ile birlikte kullanıldığını, bazen de yapım sürecinde süsleme olanaklarından da yararlanıldığını ve hatta süsleme olanaklarının kuvvetli vurgulandığını izlemek olasıdır. Örneğin, tuğla XIII. yüzyıl yapısı birçok küçük mescidin beden duvarlarının inşaatında salt yapısal malzeme iken, aynı mescitlerin iç mekanlarında, üst örtülerinde veya minarelerinde hem yapı hem süsleme malzemesi olmaktadır. Diğer taraftan, taştan inşa edilen bazı yapıların yine iç mekanlarında ve üst örtülerinde veya minarelerinde tuğlanın süsleme olanaklarını sergiler türde bir kullanıma rastlanmaktadır.
Sonuç
Yukarıda kümelenen yapılar, tuğladan taşa geçişin olduğu kadar malzemede çeşitliliğin benimsendiği öncülerdir. Buna karşılık, bu yapılarla çağdaş, ancak Niğde, Kayseri ve Erzurum gibi kaliteli taşa kolaylıkla erişilen bölgelerde veya han ve kervansaraylar gibi büyük programlı, buna ek olarak sağlamlık ve kalıcılığın öncelikli olduğu yapı türlerinde taş, tek yapı malzemesi olarak ortaya çıkmaktadır. Taşın öne çıkmasına değişimin son aşaması olarak bakılabilir. Coğrafi bölgenin malzeme olanakları, yapı türünün ve yapı kurgusunun sağlam ya da hafif malzeme gerektiren özellikleri ve bunlara ek olarak bani, mimar ve sanatçıların beğeni ve seçimleri ile şekillenen gelişmeler, Selçuklu Dönemi Anadolu mimarisinde yeni arayış ve denemelerin yerini ve önemini tanımlamaktadır.
Ancak, bu aşamalar, tarih-dizin sırası ile birbirini izleyen gelişmeler değildir. Bölgesel farklar veya yapıldıkları dönemde çok daha önemli ve etkili olabilecek, ancak bugünkü verilerle tamamının anlaşılması zor olan nedenlerle, aynı tarihlerde inşa edilen yapılarda üç farklı yaklaşım saptamak olasıdır. Şöyle ki, XII. yüzyılın ikinci yarısında Kayseri/Pınarbaşı’da bütünü tuğladan inşa edilen Melik Gazi Türbesi’nde ve aynı özelliklerdeki Kemah Mengücek Gazi Türbesi’nde tuğla, Selçukluların Anadolu’ya gelmeden önce bulundukları kültür ortamının mimarisinden beslenen “geleneksel” bir kullanım sunarken, 1155-65 yılları arasına tarihlenen Harput Ulu Camii’nde yapı malzemesi olarak taş ve tuğla, bir ikili oluşturmakta ve yapının kendilerine ayrılan bölümlerinde, taş, sağlamlık gerektiren alt yapıda; tuğla, hafiflik gerektiren geçiş ve üst örtüde yer almaktadır. İki malzemenin yapıdaki uyumlu dağılımının, Selçukluların Anadolu’ya gelmeden önce bulundukları kültür ortamının mimarisinden çok Anadolu’nun yerel mimarisi ile beslenen, bir “değişim” getirdiği düşünülebilir. Halbuki yine aynı dönemden, Sivas/Divriği’de 1180 tarihinde inşa edilen Divriği Kale Camii taşın tek başına yapı malzemesi haline geldiği son aşamayı, sentezi erken bir tarihte sunarak hepsinin önüne geçmektedir. Burada tuğla yoktur; yapının tümü taştan inşa edilmiştir; ancak taşın kullanımda ilginç bir tuğla özentisi seçilmektedir. Şöyle ki, taçkapının kemer köşeliklerinde taş, boyut ve biçim olarak, tuğla gibi hazırlanmış ve tuğla örgülerini anımsatan bir düzenle istiflenmiştir. Taçkapının çerçevesinde ve kemer alınlığında kalın iki bant içerisinde yer alan, taşa oyulmuş geometrik örgü düzenlemeleri de kesme tuğla birimler ile gerçekleştirilen geometrik düzenlemelerin yalnız benzeri değil, onların taşa aktarılmış bir tekrarıdır.[25]
Orta İran bölgesinde Isfahan ve Ardistan Mescid-i Cumalarında, Azerbaycan bölgesinde de Nahçıvan’da XII. yüzyıl sonlarında Yusuf bin Kuseyr ve Mümine Hatun Türbelerinde kesme tuğla ile uygulanmış olan geometrik örgü düzenlemeleri Divriği Kale Camii’nde taşta yorumlanmış tek örnek değildir. XII. yüzyıl sonuna ve XIII. yüzyıl başına tarihlenen diğer bazı yapıların taçkapıları ve mihrap çerçevelerinde çerçeveyi oluşturan bantlar içerisinde benzer düzenlemeler yinelenmiştir. Örneğin, Kayseri’de 1205 tarihli Gevher Nesibe Sultan Darüşşifası ve Niğde’de 1223 tarihli Alaaddin Camii’nin taçkapılarında taşa aktarılmış olarak yinelenmektedir. Dolayısıyla tuğladan taşa geçiş, yapıların yalnız kütlelerinde değil, mimari süslemelerinde de gerçekleşmektedir.[26]
Tuğla birimlerin niteliklerine uygun olarak şekillenen geometrik örgü düzenlemelerinin taşa aktarılması, XIII. yüzyıl başında inşa edilen birçok yapının taçkapılarında kendini gösterir. Bu erken örneklerin basit geçmeleri yüzyıl içerisinde geliştirilerek girift örgülere dönüşecek ve yine Anadolu Selçuklu Dönemi’nin anıtsal taçkapılarını süsleyecektir. Ancak buna genel bir kural olarak bakmak da yanlış olur. Çünkü 1217-1220 arasında inşa edilen Sivas Keykavus Darüşşifası’nda mimari süslemenin en önemli ögesi olan geometrik geçmeler, taşa oyulmuş olarak taçkapıda yer alırken, aynı yapının türbe kasnağında bu geçmeler yine tuğla ile şekillenmektedir.
Dolayısıyla başlangıçta da belirtildiği gibi yapı malzemesi olarak taşın birinci sırada geldiği Ön Beylikler ve Selçuklu Dönemleri Anadolu mimarisinde tuğla için “seçici” bir kullanımdan söz etmek olasıdır. Bu seçimde coğrafi bölge ve yapı türünün etkilerinin yanı sıra bani, mimar ve sanatçıların beğenisi ve yaratmak istedikleri eseri nasıl görmek istediklerinin önemli vurgusu olduğu düşünülebilir.
Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 7 Sayfa: 828-835