Türklerde Yerleşik Hayata Geçiş ve İslam Öncesi Türk Şehirleri
İlk Türk devleti Hunlar Dönemi’nde etrafı surla çevrili bazı yerleşim yerlerinden bahsedilmekle birlikte,[1] Türklerde şehir yaşamının başlangıcına ait bir takım arkeolojik, işaret ve örneklerin Göktürklerden itibaren görülmeye başlandığı söylenebilir. Bu konuda herhangi bir yanlış anlamaya yol açmamak için öncelikle belirtelim ki, Göktürklerin çoğunluğu, göçebe idi. Ancak Göktürklerden yerleşik yaşam sürenler, köy ve kasabalarda oturanlar ve tarım yapanlar da vardı. Göktürk Devleti sınırları dışında yaşayan Türkler için de tabiatıyla aynı durum söz konusudur.
Göktürk Devri Türk göçebeleri belirli yayla ve kışlaklar arasında göç ediyorlardı. Bir yenilgi sonunda vatanlarından sürülmezler ise bu yayla ve kışlaklardan ayrılmamakta idiler.[2] Göktürk Devri’nde surlu yerleşim üniteleri daha ziyade hükümdara, maiyetine ve askere mahsus idi. Bazı yerleşimler ise ticaret yolları üzerinde Soğdlar tarafından kurulmuş güvenlik ve ikmal merkezlerinden ibaretti. Bunların yanında tarım havzalarında ortaya çıkan feodal yaşamın beylerine ait çiftlikler üzerinde kurulmuş şatovari yerleşim üniteleri de önemli bir yerleşim grubu olarak karşımıza çıkmaktadır. Halkın büyük çoğunluğu çadır altında ve surlar dışında yaşıyor ve ancak savaş halinde surlar içine sığınıyorlardı.[3]
Arkeolojik incelemeler Türklere ait bölgelerde VII. yüzyıldan itibaren şehir ve kasabaların gittikçe artmaya başladığını göstermektedir.[4] VIII. yüzyılın ortalarından itibaren İslamiyet’in Türkler arasında hızla yayılması bu gelişmeye hız katmış ve Türk bölgelerinde büyük küçük çok sayıda şehir varlık bulmuştur. İslamiyet’in şehirleşmeyi teşvik edici etkilerine rağmen, daha sonraki yüzyıllarda bile Türklerin önemli bir kısmı göçebeliği sürdürmüştür.
Türklerde şehirliliğin yanında göçebeliğin uzun sürmesini sağlayan çeşitli etkenler arasında, bilinçli şekilde göçebeliği devam ettirme çabalarının da yeri vardır. Örneğin; Vezir Tonyukuk “Biz Çinlilerin yüzde biri kadarız. Şehir kurup oturursak orada düşman bizi yok eder. Halbuki eski hayatımızı devam ettirirsek zayıf olunca çekilir, güçlü olunca ilerleriz.” demektedir.[5] Yine şehirlileşmenin yüksek bir tempoya ulaştığı Karahanlılar Devri’nde, Karahanlı hükümdarlarının, muhariplik vasıflarını kaybetmemeleri için bir kısım Türklerin göçebeliklerini korumalarına özel itina gösterdikleri bilinmektedir.[6] Esasen tarih sahnesine çıktığı andan itibaren genellikle hayvancılıkla geçinen, hayvanlarıyla birlikte sürekli hareket halinde bulunan, devamlı yurt değiştiren ve yeni yeni topraklara yayılan, seferi bir milletin yerleşik hayata geçmesini, şehirler kurmasını beklemek anlamsız olmalıdır.
Eski Türkler (Göktürkler, Uygurlar) şehre balık adını veriyorlardı. Daha sonraları bu kelimenin balığ şeklinde de söylendiği görülmektedir. XI. yüzyılda Karahanlılarla Oğuz Türklerinin balık kelimesi yerine kend (kent) sözcüğünü kullandıkları görülmektedir. Kend sözcüğü Soğdca olup Türkçeye bu dilden geçmiştir.[7] Şimdi Türklerin tarih sahnesine çıktıktan sonra Müslüman oluncaya kadar şehircilik adına ürettiklerini, yoğun olarak yaşadıkları bölgeleri esas alarak incelemeye çalışalım.
Tiyan Şan, Pamir, Altay Çevresi
Türklerin asıl ana yurdu Altay, Şayan Dağları, TiyanŞan bölgesi olup, diğer bölgelere buralardan dağılmışlardır. Yerleşim merkezi sayısı dağlık olan bu bölgede oldukça az olup daha çok, dağlar arasındaki vadilerde ya da yamaçlarda yer almışlardır. Bölgenin önemli yerleşme yerleri Koşoykurgan, ŞirdakBek, Atbaşı (Atbaş), Çumgal, Gulça ve Çaldıvar’dır.[8]
Koşoykurgan şehri 200×280 m. boyutlarında dikdörtgen formunda bir sur duvarı ile çevrilmiştir. 8 m. yüksekliğindeki duvarlar hayli kalın olup, duvar kalınlığı temelde 12 m.’ye ulaşmaktadır. ŞirdakBek şehrinin boyutları ise 117×120 m.’dir. Sur duvarlarının yüksekliği 6 m.’dir, sur duvarının köşelerinde yuvarlak masif kuleler vardır. Ayrıca duvarlarda, büyük ve küçük kare formunda burçlar bulunmaktadır. Nusov, Koşoykurgan ve ŞirdakBek’in eski göçebe kamplarının kurulduğu yerlerde teşekkül etmiş yerleşimler olduğunu ve Koşoykurgan şehrinin bir süre Türk hanlarına başkentlik yaptığını belirtmektedir.[9]
Çu, İli Nehirleri ile Issık Göl Çevresi
Bugünkü Kırgızistan sınırları içinde kalan bu bölgede Türklere ait yerleşik yaşam ünitelerinin şehir denebilecek bir forma ulaşması daha ziyade VI. yüzyıldan itibaren yani Göktürkler zamanında gerçekleşmeye başlamıştır. Çu ve Talas bölgelerinde en eski yerleşme yerleri ve şehirciklerin Soğdlar ve Türkler tarafından ortaklaşa kuruldukları anlaşılmaktadır.[10]
VI. yüzyılda teşekkül etmiş olan Suyab Batı Göktürk Kağanlığı’na başkentlik yapmıştır. Bölgenin diğer önemli şehirleri Aşpara, Kayında, ŞişTübe (Nüzket), Harran Cuvan, Tolek, Ak Tepe, Sukuluk, Cul (Cil Arık), ÇolaKazak, Sarıg, Yakalıg (Yaka Kent), Burana ve Balasagun’dur (Ak Beşim). Bu şehirlerden bazıları Karluklar, bazıları Türgişler bazıları da Göktürkler zamanına aittirler. Bunlar içinde kimi şehirler önemlerini uzun müddet sürdürmüşlerdir. Balasagun[11] buna örnektir.[12]
Kayında şehrinin 60×190 m. boyutunda bir iç kalesi vardır. Sur duvarının önünde bir de hendek kazılmıştır. Çu nehrinin Aşpara kolu üzerinde kurulmuş olan ve batı ile güneyinden nehirle çevrilen Aşpara şehrinin üç bölümlü kalesi de hendekle kuşatılmıştır.[13] Issık Göl’ün batısındaki Burana şehrinin, dörtgen bir planı vardır. Ancak bu dörtgenin bir kenarına duvar yapılmamış, buradan geçen bir akarsuyun yarattığı doğal koruma sınırından faydalanılmaya çalışılmıştır.[14]
Daha ziyade Karahanlılar zamanında gelişip büyümüş olmaları gereken bazı şehirler ise, iç ve dış sur şeklinde iki surlu oluşlarıyla dikkat çekicidir. Bazılarında, dış sur muntazam duvar olmaktan ziyade sıra takip eden tümsekler şeklindedir. Bunların asıl ilginç tarafı, bu iki duvar arasında kalan alanın tarıma ayrılmış olmasıdır. Burada sulama kanal ve arkları meydana getirilmiştir. ŞişTübe, ÇolaKazak ve AkTepe şehirleri bu tipe örnektir. Bu tip şehir kuruluşu sadece Karluk ve Karahanlı Devri’ne de münhasır kalmamıştır. Nitekim, Timur Devri’nde Belh şehrinin de benzer bir düzenlemeye sahip olduğu bilinmektedir.[15]
Çu ve YediSu bölgesi şehirleri en fazla gelişmeye XXI. yüzyıllarda kavuşmuştur. Bu tarihlerde üç bölümlü Türkistan şehir tipi, Maveraünnehir bölgesindeki kadar belirgin olmamakla birlikte, Çu havzasında da seçilmektedir. Çu ovasının en büyük şehirleri ŞişTübe, Ak Beşim, Burana, Sarıg ve Ak Tepe’dir.
AkBeşim, Türklerin yerleşik yaşam merkezlerine ait en eski örnek ya da örneklerden biri olarak görünmektedir. Bu şehir; Çu havzasına, ticaret kolonileri kurmak üzere VI. yüzyılda gelmiş olan Soğdlarla, onlardan daha önce bu bölgeyi yurt edinmiş Türklerin beraber oturdukları bir yerdir ve uzun müddet Türk devletlerine başkentlik etmiştir. AkBeşim’de dört kültür katı tespit edilmiştir. Birinci kat VVI. yüzyıllara, dördüncü kat IX-X. yüzyıllara aittir. AkBeşim’in gerçekten mükemmel bir şehircilik anlayışı ile kurulduğu görülmektedir.
Şehrin kale, şehristan ve rabad bölümlerinden meydana geldiği görülür. Ortada şehristan yer almakta, kale, şehristanın ortasında değil de batı köşesinde bulunmaktadır. Rabad bölümü bir yana fazla açılmak üzere şehristanı çevirmektedir. Kale, kulelerle tahkim edilmiş kuvvetli bir duvarla çevrilmiştir. Şehristan da bir duvarla sınırlandırılmıştır. Rabadın etrafındaki arazi ise tümsekle çevrilmiş olup, uzunluğu 11 kilometredir. Bu arazide de bina kalıntıları bulunmuştur.
AkBeşim şehristanı büyük mahallelerden meydana gelmektedir. Evler birbirine yakın olarak inşa edilmiştir. Şehirde muntazam caddeler vardır. Caddeler taş döşelidir. Caddelerin kenarlarına yaya kaldırımları yapılmıştır. Yaya kaldırımları ile arklar kesme taştandır.
Şehrin su ihtiyacı akarsu ve kuyularla sağlanmaktadır. Künk borularla su dağıtımı yapılmaktadır. Çöp, pis su ve helâ için de foseptik çukurları yapılmıştır.[16] Görüldüğü gibi AkBeşim, çağına göre ileri bir şehircilik örneği ortaya koymaktadır.
Fergana Bölgesi ve Talas Ovası
Türkler Fergana’ya gelmeye başladığı sırada, yerleşik düzen ile göçebelik, iç içe sayılacak derecede birlikte yürüyordu. Nusov, Fergana’nın IV. yüzyılda Türkleşmeye başladığını belirtmektedir.[17]
Fergana’da şehirlerin IVVII. yüzyıllarda gelişme gösterdiği ve Kuşan Devri’ndeki şato tipi yerleşmelerin yerine, bunlardan daha fazla yer kaplayan ve daha çok insanı bir arada barındıran şehirlerin inşa edildiği görülmektedir. Bir müddet sonra ise Fergana şehirleri daha da büyümüş ve bazıları etrafı duvarlarla çevrili kale, şehristan ve rabaddan meydana gelen üç bölümlü şehir formuna girmiştir. Fergana şehirlerinin Orta Asya şehir tipine tam dahil oluşları esas itibariyle XIXII. yüzyıllarda gerçekleşmiştir. İlk dönemlerde Fergana’nın merkezi Ahsıket şehridir. X-XII. yüzyıllarda Fergana’nın en büyük şehirleri olarak Oş, Uzgend (Özkent) ile bir de Oş’un yakınında, şimdiki adı KıştakaMadı olan Medva’yı sayabiliriz. Diğer şehirler Çiğırçik ve Yassıkugart’tır.[18] Zamanımızda Fergana’nın eski şehirlerinden çoğu artık yaşamamaktadır. Bazılarının izleri tamamen kaybolmuştur. Örneğin, eski Oş şehrinin izleri, yeni şehrin modern binaları altında kalmıştır.[19]
Çu bölgesi gibi Talas ovası da Türklerin hayli erkenden yurt edindikleri yerlerdendir. Nitekim Hunların M.Ö. II. yüzyılda Talas boylarına gelip yerleştiklerini biliyoruz. Nusov Talas ovasının V. yüzyılda Soğdlar tarafından kolonize edildiğini ve ilk yerleşimlerin bu tarihte oluştuğunu belirtir. Talas ovasının en eski ve önemli şehirleri Taraz (Talas), Şaş (Taşkent), AkTübe ve Şelci’dir.[20]
Horasan, Maveraünnehir ve Horezm Bölgesi
V. yüzyıla doğru Horasan ve Maveraünnehir’de feodal bir düzene doğru gidiş şehirlerin yapısını etkilemiş ve şehirler etrafı duvarla çevrili şatovari küçük yerleşim birimleri şeklinde ortaya çıkmıştır. Tarihi kaynaklar Türklerin bu bölgede VI. yüzyıldan itibaren yoğun olarak bulunduğunu ve bir kısım Türklerin kale ve surla tahkim edilmiş Dehistan ve Cürcaniye gibi şehirlerde yaşadıklarını bildirmektedir.[21] VI. ve VII. yüzyıllarda bölgede feodal düzenin ölçülerini aşan büyük şehirler oluşmuştur. Bu şehirler; Maveraünnehir’de Semerkant, Buhara, Tirmiz Horasan’da Merv, Nişapur, Baktirya’da ise Belh’dir.[22]
Araplar Maveraünnehir’i fethettikleri sırada, Orta Asya’da, bazı şehirler diğerlerinden büyüklükleri ve ticari canlılıkları ile farklılık arz etmekte idiyse de, yerleşim biçiminde şato tipi yerleşmeler ve çiftlik yapıları durumu egemendi. Araplar, etrafı duvarla çevrili bu yerleşim ünitelerini kal’a diye nitelemişlerdir.[23]
Şato tipi yerleşim ünitelerinin en yaygın olduğu bölge Horezm bölgesidir. Şatolar ve etrafı surla çevrili çiftliklerin planları hemen hemen aynı özellikleri sergilemekte olup sadece kapladıkları alan bakımından farklılaşmakta idiler. Şato tipi yerleşimlere tipik örnekler olarak ToprakKale, YakePersan ve Küçük KavatKale’yi zikredebiliriz. Feodal şatoların zamanla gelişip genişledikleri ve kasaba formuna dönüştükleri görülmektedir. BerkutKale, TeşikKale, KumBaskanKale, BuranKale, NaibKale ve Narincan şehirleri bu dönemin örnekleri arasında gösterilebilir. Bölgenin kısa sürede tarih sahnesinden silinmemiş, zamanla gelişip büyümüş ve uzun süre hayat sürmüş önemli şehirleri ise Kat, Ürgenç (Cürcaniye), Kerder, Git ve Beratigin’dir.[24]
Hazarların Bölgesi
Özellikle tarihi kaynaklardaki bilgilerden Hazarların bazı şehirleri olduğunu öğrenmekteyiz. Bunlar: Belencer, Semender, Etil (AkKale), Saksın (Suvar), Sarkil (Sarkel), Kabale, Varasan, TamanTarhan (Samkirç), Bigindi ve Fisuy şehirleridir. Sarkil’de (Sarkel) yapılan kazılarda dikdörtgen formunda 180×125 m.’lik tuğla bir surla çevrilmiş kale kalıntısı tespit edilmiştir. Surun dört köşesinde 7.90×7.90 m.’lik birer kule bulunmaktadır. Surların dışında iskan izlerine rastlanması, Sarkil’in sadece bu kaleden ibaret bir yerleşim birimi olmadığını göstermektedir.[25]
Uygurların Bölgesi
Uygurların ilk başkenti Karabalgasun şehridir. Tespit edebildiğimiz diğer Uygur şehirleri Hami, Barkul, Kuça, Bişbalık (Urumçi), Lukşun, Turfan, Toksun, Aksu, Sengim, Canbalık, KumTura, Karaşar, YarHoto, Hoço (İdikut), Murtuk,Toyuk, Bezeklik, Şorçuk, Sulmi Yutoğ, KaraHoto, Hoten (Hotan) ve Kaşgar’dır.[26] Saydığımız şehirlerin bazıları Uygurlardan önce mevcut bulunmakla beraber bir kısmının tamamen Uygurlar tarafından kurulduğu muhakkaktır.
Uygurların başkenti İdikut şehri kare sayılabilecek dörtgen bir surla çevrilidir. Surun bazı yerlerinde kapılar vardır. Surlar, sıkıştırılmış çamurdan meydana getirilerek güneşte kurutulmuş kerpiçten yapılmıştır. Kerpiçlerin üzerleri birçok yerde ayrıca sıvanmıştır. Surlarda sırlı tuğla sıralarıyla oluşturulmuş tezyini unsurlar yer almıştır. “HanTura” diye bilinen hükümdar sarayı şehrin merkezindedir ve şehir ölçüsüne göre küçük sayılamayacak bir saha kaplamaktadır. Yüksekçe bir set üzerinde kurulmuş Han Tura’nın etrafı duvarla çevrilmiştir.[27]
Uygur şehirlerinin oldukça düzenli, planlı yerleşimler olduğu ve genellikle dörtgen sur duvarlarıyla çevrildikleri görülmektedir. Bununla birlikte Uygurların başkentlerinden olan YarHoto’nun kurulduğu yerin durumuna uyarak genel sınırları itibariyle dörtgen plandan uzaklaştığını da nadir bir uygulama olarak kaydetmek gerekir.[28]
Oğuzların Bölgesi
X. yüzyılda Oğuzların, Hazar Denizi’nden Sir Derya Irmağı yatağının ortalarına kadar uzanan yerler ile bunun kuzeyindeki bozkırlarda yaşadıkları görülmektedir. Sir Derya’nın Aral Gölü’ne dökülme yerinin yakınındaki Yangı Kent (Otrar) Oğuz yabgularının kışlağı idi YangıKent’in doğusunda ve Sir Derya kıyısındaki şehirlerden Cend ve Huvara da Oğuz yabgularının egemenliğindeydi ve buralarda Müslümanlar da vardı. Oğuzlar şehirleşmeye başladıkları sırada onların yerleştikleri yerlerde esas itibariyle Müslümanlar oturuyorlardı. Şehirlere yerleşme başladıktan sonra Oğuzlar arasında İslamiyet hızla yayıldı. XI. yüzyılda şehirli, göçebe ve yarı göçebe Oğuzlar artık İslamiyet’i kabul etmiş durumdaydı. Oğuzlara ait bugün yaşamayan şehirlerden bazıları AltınTepe, TokayTepe, ÇaplakTepe ve PıçakçıTepe’dir. Bunlardan AltınTepe’deki harabenin 100×160 m.’lik bir iç kalesi, 950×500 m.’lik bir dış duvarı olduğu tespit edilmiştir. Diğer şehir harabelerinde de, genellikle merkezde kale yıkıntısından oluşmuş ufak bir tepe ve onun etrafında birkaç yüz m.’lik mesafede şehri kuşatan sur duvarı izleri görülmektedir.[29]
İsficab’ın (Sayram) kuzeyinde Karaçuk dağların eteklerinde de Oğuz şehirleri vardı. Bunlar; Sığnak, Sabran (Savran), Karaçuk, Karnak şehirleridir. Sığnak’ta yapılan arkeolojik kazılarda şehrin 275×320 m. ebatlarında iç kalesi, 650×400 m. ebatlarında dış duvarı olduğu tespit edilmiş ve şehir alanında Eftalit, Göktürk, Türgiş ve Oğuz çağlarına ait buluntular elde edilmiştir. Kaşgarlı Mahmut’un Sepren diye zikrettiği ve eskiden Savran diye anılan Sabran, Sir Derya kıyısında bir tepe üzerine kurulmuş olup etrafı 800×550 m.’lik bir surla çevrilmiştir. Bu çevrede birbirinden 810 km. mesafede başka iskan yerleri de tespit edilmiştir. Bunlar MirTepe, ŞornakTepe, ÇuyTepe, KaraspanTepe, CuvanTepe’dir. Yine Sir Derya nehri boylarında, Sütkent ve Çardarı bölgesinde Oğuz yerleşme yerleri ortaya çıkarılmıştır. Bugün Sütkent olarak tanınan iki harabe mevcuttur. Harabelerden büyüğünün etrafı 900×800 m. ebatlarında kalın bir duvarla çevrilmiştir. Şehir içinde kale yer almaktadır. Kale ve şehir duvarlarının her ikisinin de önlerine içi su dolu hendekler kazılmıştır. Harabelerin küçüğü ise 240×200 m.’lik sur duvarıyla çevrilidir. Sütkent yakınlarında mevcut başka şehir harabeleri olarak BayırKum, AkTepe, Öksüz, KavganAta, ArtıkAta, BuzukTepe ve AkTepe’yi sayabiliriz.[30]
İslamlaşma Sürecinde Türk Şehirleri
VIII. yüzyılın sonlarına doğru Orta Asya’da yeni bir döneme, yeni bir kültür olgusuna kapı aralanmış ve IX. yüzyıldan itibaren bölge ve şehirler giderek İslamiyet’in fiziki form ve yapılarıyla tanışmaya başlamıştır. İlk Müslüman Türk devleti Karahanlılar Devri’nde, eski şehirlerde, yeni yeni Türk yerleşimleri meydana geldiği gibi, yeni şehir kuruluşları da olmuştur. Balasagun, Semerkant, Uzgend (Özkent), Kaşgar Karahanlılara başkentlik etmiş şehirlerdir. Diğer önemli Karahanlı şehirleri ise Ahsikas, Bashan, Binkas, Binakas, Buhara, Hocend, Debusiya, Kasan, Heftdih, İlak, İsficab, İştihan, İtluk, Kend, Kermina, Kiş, AlKuşaniKas, Merginan, Riştan, Saganiyan, Şaş (Taşkent), Taraz, Uşrusana ve Yarkend’dir. Karahanlılar zamanında üç bölümlü Türkistan şehir formunun daha belirgin şekilde karakterize olduğu ve şehir dokularının dini, sosyal ve ticari yapılarla donatılmaya başlandığı gözlenmektedir.[31]
Gaznelilerin başlıca şehirleri başkent Gazne, Serahs, Belh, Tus, Merv, Nişapur, Lahor, Sangbest, Bust ve Leşkeri Bazar’dır. Bust yakınlarında Gazneli sultanları tarafından kurulan Leşkeri Bazar isimli ordugah şehir, biraz farklı kent düzenlemesiyle dikkat çekicidir. Şehir, hükümdar sarayının çevresinde konumlanmış, saray duvarına bitişik olarak kurulmuş cami, divan (idari yapılar), firdevs (bahçe), güvercinlik (erzak depoları), askeri pazar ve kışladan oluşmaktadır. Oldukça geniş boyutlu olan saray fresklerle tezyin edilmiştir.[32]
Selçuklular, önce Nişapur, sonra Merv daha sonra da Rey şehrini başkent edinmişlerdir. İslamlaşma ile başlayan süreç Selçuklular zamanında şehirlerin fiziki yapısında önemli değişikliklere sebep olmuştur. Karahanlı ve Gazneli Dönemlerinde gözlemlediğimiz şehir dokularının dini sosyal ve ticari yapılarla donatılması olgusu bu dönemde hız kazanmıştır. Kısacası Selçuklular zamanında şehirler büyük gelişme göstermişler ve bazı şehirler giderek büyüyüp büyük merkezler halini almışlardır. Örneğin 1222 yılında Semerkant’ı ziyaret eden Çinli bir gezginin ifadesine göre, bu tarihte Semerkant’ta yaklaşık 100.000 hane bulunmaktadır.[33] Tus, Meşhed, Sebzevar, Radkan, Kişmar, Hargird, Zevzen, Damgan, Veramin, Kazvin, Isfahan, Ardistan, Zevvare, Gülpayegan, Buhara, Semerkant, Belh, Herat, Tebriz, Meraga ve Musul şehirleri, Selçuklular Dönemi’nin önemli merkezleridir.[34] Ancak bu şehirlerden İran topraklarında yer alanların önemli miktarda Türk olmayan unsurları barındırdığını ve bazı şehirlerin kuruluşunun çok eskilere uzandığını hatırlatmakta fayda vardır. Ayrıca Abbasiler Dönemi’ne ait, kuruluşlarında Türk unsurların etkili olduğu Samarra (Irak’ta) ile Katai (Mısır’da) şehirlerini de İslami Dönem Türk şehirleri arasında mütelaa etmek doğru olacaktır. Genel tahlile geçmeden önce Türk şehircilik tarihinin İslami döneme ait bazı önemli örneklerini kısaca tanıtmak istiyoruz.
Buhara: Samanoğulları Dönemi’nde Buhara kale, şehristan ve rabad olmak üzere üç bölümden oluşuyordu. Kale ve şehristan bölümleri biraz yüksekçe bir konuma sahipti. Müslümanların Buhara’yı fethettikleri sırada şehrin sadece kale ve şehristandan ibaret olduğu, rabad bölümünün henüz teşekkül etmediği anlaşılmaktadır. Şehrin, zikrettiğimiz şehir bölümlerini kuşatan ayrı ayrı sur duvarlarından başka, göçebe saldırılarından şehri korumak için epeyce dıştan, etraftaki köyleri de içine alan bir dış surla çevrildiği görülmektedir. Rivayetlere göre kalenin 2, şehristanın 7, rabad bölümünün de 11 kapısı vardır.
Kale şehristanın dışında, ancak şehristana çok yakın bir konumda kurulmuştur. Kalede emirlik sarayı, beytü’lmal ve hapishane bulunmaktadır. Şehirde kurulan ilk cami de kalede yer almıştır. Bir rivayete göre kalede kurulan bu camiden önce, Müslümanlar şehirde mevcut bir kiliseyi camiye çevirmişlerdir. Daha sonraları cami ile emirlik sarayının kaleden çıkarak şehristanda konumlandıkları görülmektedir. Önceleri rabadda bulunan ticari faaliyetlerin de zamanla şehristandaki cuma camii etrafına taşındığı gözlenmektedir.
Buhara’da gelişmiş bir su kanalı sistemi mevcuttur. X. yüzyılda cadde ve sokakların oldukça geniş ve taşlarla döşeli olduğu belirtilmektedir. İslam öncesi dönemde Buhara’da kale yakınındaki Registan’da yılda iki kez gerçekleşen Budist inanışa ait heykellerin satıldığı bir panayır kurulurdu. İslami dönemde ise bu panayır geleneğinin muhteva değiştirerek Buhara yakınlarındaki Tevaris’de devam ettiği anlaşılmaktadır.[35]
Semerkant: X. yüzyılda Semerkant şehri de Buhara gibi kale, şehristan ve rabad olmak üzere üç bölümden meydana geliyordu. Bu bölümlerin her biri surlarla çevrilmişti. Şehristan surunun dışında içi su dolu bir de hendek bulunuyordu. Rivayetlere göre hendekten çıkarılan toprak sur inşasında kullanılmıştır. İki kapıya sahip ve içinde emirlik sarayı ile hapishanenin bulunduğu kale, şehristanda biraz yüksekçe bir yerde konumlanmıştır. Dört kapıyla girilen şehristanda, kaleye yakın bir konumda cuma camii ve Samanoğulları zamanında kurulmuş devlet binaları vardır. Zamanla, daha evvel rabadda bulunan ticari faaliyetlerin cuma camii etrafında toplandığı görülmektedir.
Semerkant’ta oldukça gelişmiş su kanalları şebekesinden söz edilmektedir. Bu kanallardan bazılarının kurşun plakalarla kaplandığı belirtilmektedir. Şehirde geniş meydanlar ve bol miktarda yeşil alanlar mevcuttur. Cadde ve sokakların çoğu taşla döşenmiştir. İbn Havkal’ın bildirdiğine göre, bazı meydanlara ahşaptan yapılmış, fil, deve, öküz ve vahşi hayvanları tasvir eden heykeller yerleştirilmiştir. Ayrıca Arap coğrafyacılar, şehristanın Kiş Kapısı üstüne yerleştirilmiş, muhtemelen Orhun harfleriyle yazılmış, Semerkant’ın Sana ve benzeri diğer büyük şehirlere olan uzaklığını belirten metal bir yazı levhasından söz etmektedirler.[36]
Merv: Merv Müslümanlar tarafından fethedildiği sırada, Buhara ve Semerkant’ta gördüğümüz üç bölümlü şehir formunda idi. Bugün Gavur Kale diye bilinen harabelerin bulunduğu kısım şehristanı oluşturuyordu. Şehristanın 4 kapısı vardı. Araplar şehri fethedince şehristanın merkezine cuma camii inşa ettiler. Selçuklular zamanında şehristanın yer değiştirdiği ve eski şehrin rabadı üzerinde, Sultan Kale ismiyle anılan yeni bir şehristanın kurulduğu görülmektedir.
Arap coğrafyacılarının ifadelerine göre şehir X. yüzyılda, eski ve yeni şehristanla rabad bölümünü içine alan geniş bir dış surla çevrilmiş durumdaydı. XI. yüzyıldan sonra şehir önemli bir merkez durumuna yükselmiştir. Şehri doğubatı ve kuzeygüney istikametinde ikiye bölen iki büyük caddenin kesişme noktasında cami, saray, medrese ve çarşı gibi dini, sosyal ve ticari yapılar konumlanmıştır. Merv, Murgab suyundan beslenen oldukça girift sulama şebekesi ve kütüphaneleriyle ünlenmiş bir şehirdir.[37]
Tirmiz: Tirmiz şehri de X. yüzyılda kale, şehristan ve rabad olmak üzere üç bölümden oluşmaktadır. Her bölümün etrafı surla çevrilidir. 1072 yılında tüm şehri dıştan kuşatan bir dış sur duvarı yapılmıştır. Tek kapılı kale, şehristanın dışında konumlanmıştır. Şehristan 3 kapıya sahiptir. Emirlik sarayı kalede, cuma camii şehristandadır. Şehirde, cadde ve sokakların büyük bir bölümü pişmiş tuğla ile döşenmiştir. XII. yüzyılda evlerden bazılarının tabanlarının altıgen tuğlalarla döşeli olduğu, bazı evlerin pencerelerine de şeffaf kaymak taşından kesilmiş cam işlevi gören saydam ince plakaların yerleştirildiği nakledilmektedir.[38]
Türk Şehrinin Fiziki Yapısının Oluşum ve Gelişimi
Şehirler tıpkı toplumlar gibi canlı, dinamik sürekli değişen bir yapıya sahiptirler. Türk şehircilik tarihine bu bakış açısıyla baktığımızda, Türk şehirlerinin Türk toplumuna bağlı olarak sürekli değiştiğini ve geliştiğini görürüz. Burada hemen belirtelim ki, Türk şehirciliğinin geçirdiği gelişim seyri, toplumsal ve fiziki şartlara bağlı olarak, her bölgede ve her şehirde farklı zaman ve yoğunlukta gerçekleşmiştir. Ayrıca Türk şehri diye nitelediğimiz bazı yerleşim birimlerinin, Türklerden önce başka milletler tarafından inşa edilmiş olup, daha sonra Türk hakimiyetine girdiklerini, dolayısıyla bu şehirlerin gelişim seyirlerinin tabii olarak bazı farklılıklar arz edebileceğini unutmamak gerekecektir.
Hun ve Göktürk Dönemlerinde Türklerin çok büyük bir bölümü göçebe olarak yaşamaktaydı. Yerleşik hayat idari, askeri, ticari ve zirai maksatlarla kurulmuş kale ve şatolara benzer yerleşim ünitelerinden oluşmaktaydı. İdari yerleşimler, han ve prenslerin karargah olarak seçtikleri yerlerde, askeri yerleşimler, stratejik öneme sahip noktalarda, ticari yerleşim üniteleri, ticaret yolları üzerinde, şatolara benzer zirai yerleşim üniteleri de tarım havzalarında kurulmuştur. Bu farklı maksatlar için kurulmuş ilk yerleşim ünitelerinin, çok farklılaşmayan birbirine benzer bir fiziki yapı sergilediklerini söylemek mümkündür. Bu dönemlerde, yapı usul ve tekniğinin belirli bir grup insanın tekelinde bulunması ve kuruluş maksadı ne olursa olsun yerleşik yaşam için güvenliğin birinci öncelikli bir konu olması, benzerliği yaratan başlıca etkenler olmalıdır.
Kale ve şatolara benzer ilk Türk yerleşim ünitelerinin etrafına, zamanla halk konutlar kurarak yerleşmiş ve böylece bu küçük yerleşim üniteleri şehirleşmeye yani gerçek bir şehir olmaya başlamışlardır. Hatta ilk zamanlarda kale ve şatolar etrafına yerleşen halk, daimi konutlarda değil, çadırlarda ikamet etmişlerdir.[39] Kale ve şatolar etrafına yerleşen halkın güvenliğini temin için şehrin etrafı bazı yerlerde önce tümseklerle sonra da tümsekler yerine ikame edilen duvarlarla kuşatılmıştır. Bazı şehirler iki veya üç sıra teşkil eden tümseklerle çevrilmiş, kimi şehirler ise, duvarın dışında ikinci bir kademe halinde tümseklerle kuşatılmışlardır. Tümsek olgusuna daha çok Çu, İli nehirleri ile Issık Göl çevresinde rastlanılmaktadır. Yine aynı bölge şehirleriyle Horasan ve Maveraünnehir şehirlerinde bazen kale ve şehri çeviren duvarlar önüne içi su dolu hendekler kazılmıştır.
Yukarıda sözünü ettiğimiz gelişme sonunda, yerleşim merkezinin çekirdeğini teşkil eden kale ve şatolar, şehirlerin dıştan bir duvarla kuşatılmasıyla iç kale durumuna dönüşmüşlerdir. Karluklar Dönemi’nde Çu, İli nehirleri ve Issık Göl bölgesinde bulunan bazı şehirler ise, şehri kuşatan sur duvarının epey uzağında kurulmuş ikinci bir sur duvarıyla kuşatılmışlardır. Bu iki duvar arasında kalan alanın tarıma ayrıldığı anlaşılmaktadır. M. Cezar, bu düzenlemenin tarım yapan insanları göçebe toplulukların baskın ve talanlarından korumaya yönelik olduğunu belirtir. Yine ona göre, bu tarz düzenleme göçebe taarruzlarına daha fazla maruz yerler için düşünülmüş olmalıdır. Cezar, bu düzenleme tarzının bazı şehirlerde epey müddet devam ettiğini, hatta Timur Devri’nde Belh şehrinin de benzer bir düzenlemeye sahip olduğunu belirtmektedir.[40]
VIII. yüzyıldan itibaren Türk şehrinin formel yapısında önemli bir gelişme gözlenmektedir. Bu tarihten itibaren özellikle Horasan, Maveraünnehir, Talas, Fergana ve Çu havzasındaki şehirlerde kale, şehristan ve rabaddan oluşan üç bölümlü bir düzenleme seçilmektedir. Kaleye Türkler diz ya da kuhandiz ismini vermişlerdir. Rabad kısmı ise bazen birun ismiyle de anılmaktadır. Şehrin kalesinde maiyyetiyle birlikte hükümdar ya da emir ikamet etmektedir. Şehristan diye bilinen asıl şehirde, D. Kuban’ın ifadesiyle aristokratlar, bizim kanaatimize göre, kentli olmuş halk oturmakta ve bunlar daha çok zanaatle uğraşmaktadırlar. Şehrin dış mahalleleri konumundaki rabad bölümünde ise göçebelikten yeni kurtulmuş ya da henüz yarı göçebe ticaretle uğraşan, pazar kuran insanlar ikamet etmektedir. Kısacası rabad bölümü ticari faaliyetlere ayrılmıştır. Cezar, ticari faaliyetlerin şehristanda değil de onun duvarı dışında bulunmasını, kentlilerle göçebeler arasına güvenliği temin maksadıyla bir ayırım koyma ihtiyacının gereği olarak görmekte ve buna göçebelerin sattığı malların şehri kirletmesine engel olma gayesini de ilave bir faktör olarak eklemektedir.[41] Bazı şehirlerde yeni şehristan veya rabad bölümleri kuruluyor ve böylece bazı şehirlerde şehristan ya da rabad bölümleri birden çok üniteden oluşuyordu. Eski şehristan veya rabad bölümleri, çoğu kere yenileriyle rekabet edemiyor ve bir müddet sonra terk ediliyordu.[42]
Kuban üç elemanlı Türk şehrinin VIII. yüzyılda yaygınlık kazandığını ve o tarihte bu şehir tipinin, Arap sınırlarından Sinkiang’a kadar uzanan çok geniş bir coğrafyada görüldüğünü belirtirken; Cezar, haklı olarak bu görüşe karşı çıkıyor ve üç elemanlı şehir tipinin, ilk örneklerini bulduğumuz Maveraünnehir’de bile VIII. yüzyılda yeni belirginlik kazanmaya başladığını, yaygın hale gelişinin IX. yüzyıldan sonra gerçekleştiğini söylemektedir. Cezar ayrıca Kuban’ın sözünü ettiği geniş coğrafyaya da itiraz ederek, üç unsurlu Türk şehrinin, Kuban’ın işaret ettiği bölgenin birçok yerinde görülmediğini belirtmektedir.[43] Cezar’ın bu tespitine katılmamak mümkün değildir. Gerçekten de Uygur bölgesinde ve İç Asya’nın TiyanŞan, Pamir ve Altay çevresi gibi dağlık bölgelerinde bu tip şehirlere rastlanılmamaktadır. Ayrıca Arap coğrafyacılarının ifadelerinden kimi şehirlerin üçlü yapıya geçemedikleri ya da zamanla rabad bölümünün ortadan kalkarak kale ve şehristandan ibaret kaldıkları anlaşılmaktadır.[44]
İslami dönemde Türk şehrinin yapısında yeni bir değişim süreci başlamıştır. Aşağıda ayrıntılı olarak bahsedeceğimiz üzere, şehirler İslamiyet’in hayat anlayışına, toplum modeline bağlı olarak değişime, dönüşüme maruz kalmışlardır. Klasik İslam şehrinde toplumsal hayatın odak noktasını teşkil eden cuma camii, İslami dönem Türk şehrinde de aynı misyonu üstlenmeye başlamıştır. Genellikle şehristanda kurulan cuma camii şehrin merkezini teşkil etmiştir. İslamlaşma sürecinde gözlenen ikinci önemli değişiklik, Türk şehirlerinde genellikle şehristan dışında bulunan ticari faaliyetlerin, yani çarşı ve pazarların cuma camiinin çevresine taşınmasıdır. Klasik İslam şehrinin en belirgin özelliklerinden biri olan bu olgu, cuma camiinde ibadet için toplanan büyük kalabalığın potansiyel müşteri olarak algılanmasıyla ilgili olmalıdır. Bir diğer değişiklik konutla ilgilidir. Konutlarda İslamiyet’in özel hayata getirdiği mahremiyet ölçülerini dikkate alan düzenlemelere gidilmiştir. Bütün bunların ötesinde şehirler, yavaş yavaş İslamiyet’in hayat anlayışı ve dünya görüşüyle örtüşen yapı ve yapı gruplarıyla donanmaya başlamıştır.
Türk Şehrinde Kent Dokusunu Oluşturan Fiziki Unsurlar
Kaynaklardan öğrendiğimize göre Osmanlılara gelinceye kadar Türklerde, kentsel düzenlemelerden sorumlu belediye teşkilatı benzeri bir kurum mevcut olmamıştır. Bununla birlikte şu da bir gerçektir ki, Türk şehrinde gerçekleşen yapısal faaliyet ve kentsel düzenlemelere, her zaman o şehirde ikamet eden hükümdar ya da emirin bazı müdahalelerinden söz etmek mümkündür. Türklerde yerleşik hayatın başlangıcında gördüğümüz kale ve şatovari yerleşim ünitelerinin inşası, bizatihi hükümdar veya emirin tasarrufunda olduğundan, bu yapı komplekslerinin geometrik olarak tasarlanmış, oldukça düzenli bir planlamanın ürünü oldukları görülmektedir. Kale ve şato formuna benzer bu ilk Türk yerleşmelerinin etraflarına, yeni yeni konutların yapılmaya başlanması ve şehirlerin büyümesiyle birlikte, düzenli, planlı kent dokusundan giderek uzaklaşıldığı fark edilmektedir. Bunun yanında belirtmek gerekir ki, Uygurlar tarafından kurulmuş şehirlerle, han ve emirler adına kurulmuş bazı şehirler, düzenli planlarıyla sözünü ettiğimiz gelişmeye aykırı durmaktadırlar. Kısacası bahsettiğimiz istisnaların dışında, Türk şehrinde kent dokusunun planlaması, o şehirde ikamet eden kişilerin sorumluluğuna terk edilmiş görünmektedir.
Türk şehrinin en önemli yapısal unsurlarından biri tüm Orta Çağ şehirlerinde olduğu gibi, şehir savunmasını ve güvenliğini temin eden sur duvarlarıdır. Kale ve şato benzeri ilk Türk yerleşimlerinin etrafı, genellikle dörtgen, bazen de dikdörtgen formda surlarla çevrilmiştir. Şato ve kale benzeri yerleşimlerden gerçek şehirlere geçildiğinde, kaleyi de içine alan ve tüm şehri kuşatan surlar inşa edilmiştir. Üç elemanlı Türk şehrinde ise, her elemanın etrafının surlarla kuşatıldığı görülmektedir. Bazı şehirlerde, Türk şehrinde yaşanan bu formel dönüşümler sırasında, şehir veya şehir bölümünün etrafı önce tümseklerle kuşatılmış, sonra onların yerini surlar almıştır. Sur duvarlarına ilaveten pek çok şehirde, sur duvarları dışında içi su dolu hendekler mevcuttur. Bu hendekler şehir savunmasını güçlendirmenin ötesinde, aynı zamanda şehrin su ihtiyacının karşılanmasına katkı sağlamaktadırlar. Bazı şehirlerde hendekler üzerine kurulmuş, şehrin güvenliğini güçlendirmek için geceleri kaldırılan seyyar köprülerden bahsedilmektedir.[45] Farklı uygulamalardan söz etmek gerekirse, Örneğin, Buhara’da, şehir, rabadı çeviren surların epey dışından başka bir sur duvarı ile kuşatılmıştır. Güvenlik sorununu fazlaca hisseden Savran şehrinde, şehri ardarda kuşatan toplam 7 sur duvarından söz edilmektedir. Keş şehrinde de, kale üç sur duvarı ile çevrilmiştir.[46] Merv şehrinde ise, başka şehirlerde pek göremediğimiz biraz farklı bir uygulama olarak, mahalleleri birbirinden ayıran sur duvarlarına rastlanılmaktadır.[47]
Surların formları konusuna gelince, bazı şehirlerin şehristanlarının ve Uygur şehirlerinden birçoğunun dörtgen formda surlara sahip olduğu bilinmektedir.[48] Aykırı bir örnek olarak zikretmek gerekirse, Oğuz şehri HatunKale’nin içiçe dörtgen iki surunu dıştan dairevi bir başka sur kuşatmaktadır.[49] Bunların yanında pek çok şehrin ise, bulunduğu bölgenin topoğrafik şartlarına bağlı olarak şekillenen surlara sahip olduğu görülmektedir.
Surlar üzerinde bulunan kapı sayısı şehirden şehire farklılık arz etmektedir.[50] Bununla birlikte bazı şehirlerde, şehristan surlarının dört kapıya sahip olmaları dikkat çekicidir.[51] Ayhan şehrinde, sur kapısı üzerine küçük mancınıklar yerleştirildiği, İdikut şehrinde ise kapılar üzerine yerleştirilmiş ahşap köşk ya da gözetleme kuleleri bulunabileceği belirtilmektedir.[52]
Türk şehrinde ana mabet yapıları, pek çok medeniyette olduğu gibi yerleşim biriminin yani şehrin merkezinde yer almıştır. Örneğin, İslam öncesi dönemde AkBeşim’de ve Uygur şehri YarHoto’da, ana Budist tapınaklar bu şehirlerin merkezlerinde konumlanmışlardır.[53] İslamlaşma sürecinin başlangıcında bazı şehirlerde, bir müddet, mevcut eski mabetlerin camiye çevrildiği bilinmektedir.[54] Türk şehrinde kurulan ilk camilerin genellikle kalede veya kalenin çok yakınında konumlandığı görülmektedir.[55] İslamlaşma süreci belirli bir noktaya gelindiğinde ise, cuma camilerinin kaleden çıkarak şehristanda konumlandığı ve şehrin merkezini teşkil ettiği gözlenmektedir. Bazen şehrin, mevcut cuma camiinden biraz uzaklaşarak başka bir yöne doğru gelişmesi ya da şehre hakim otoritenin başka bir yerde yeni bir cuma camii inşa etme arzusu, şehirlerde yeni cuma camilerinin kurulmasına vesile olmuş ve böylece bazen şehir merkezleri yer değiştirerek, yeni cuma camilerinin etrafına taşınmışlardır. Çoğu kere ise, ihtiyaca cevap verememesi sebebiyle, eski cuma camiinin yerine ya da yakınına, daha büyük yeni cuma camilerinin inşa edildiği olmuştur.[56]
İlk İslam şehirlerinde olduğu gibi, İslami dönemin ilk yıllarında Türk şehirlerinde de, Cuma Namazları şehirlerde tek yerde kılınır ve bu cami cuma camii diye anılırdı. Şehirler belirli bir büyüklüğe ulaşınca, ikinci, üçüncü cuma camilerinin kurulmasına izin verilmiştir.[57] Şehirlerde cuma camilerinin yanında, her mahallede mahalle mescitleri bulunmaktadır. Cami ve mescitlerin dışında bazı şehirlerde, şehir merkezinden epey uzakta, şehirlerin dış mahallelerinde, hatta bazen şehir dışında kurulmuş musalla veya namazgah diye adlandırılan ibadet mahalleri kurulmuştur.[58]
Emirlik sarayı (darü’limare) genellikle kalede bulunmaktadır. Hatta diyebiliriz ki, Türk şehrinde kaleler, Orta Çağ şehirlerinde olduğu gibi, hükümdar, emir ya da valiler ile maiyyeti için kurulmuşlardır. Kaleler genellikle şehrin içinde, üç elemanlı şehirlerde ise, çoğu kere şehristanda yer almakta ve Buhara ile Semerkant’ta olduğu gibi, şehir topoğrafyası müsaitse, yüksek bir mevki üzerinde konumlanmaktadırlar. Bazı şehirlerde ise kalenin rabadda veya şehristan dışında konumlandığı bilinmektedir. Bazen çok nadir olarak, emirlik sarayının bir müddet sonra kaleden ayrılıp, şehristan ya da rabadda yer aldığı veya emirlik sarayı kalede kalmakla birlikte, diğer idari yapıların şehrin başka yerlerinde konumlandığı görülmektedir.[59] Türk şehrinde genellikle emirlik sarayı yanında bulunan, emirlik sarayının yanından ayrılışına nadiren şahit olduğumuz bir yapı hapishanedir.[60]
Çarşılar, Türk kent dokusunun önemli bir öğesidir. Daha evvel işaret ettiğimiz gibi, üç elemanlı Türk şehrinde çarşılar, ilk zamanlarda rabadda bulunurdu. Bu dönemde nadir olarak bazı şehirlerin şehristan, hatta kalelerinde de çarşıların mevcut olduğu bilinmektedir.[61] İslami döneme gelindiğinde, çarşılar ilk İslam şehirlerinde olduğu gibi, cuma camiinin çevresine taşınmış ve cami etrafında veya caminin de üzerinde bulunduğu ana cadde boyunca kurulmuş yapı gruplarından oluşmuştur. Bu arada hemen belirtelim ki, şehri kirletici bazı ticari faaliyetler, şehristan dışında ve yine ilk İslam şehirlerinde olduğu gibi, şehristan kapıları yakınında konumlanmışlardır.[62] Çarşılarda aynı cins malların aynı yerlerde satılması esasına dayanan bir branşlaşma söz konusudur.[63] Çarşıların dışında bazı şehirlerde, yılın belirli zamanlarında panayırların kurulduğu bilinmektedir.[64]
Türk şehrinde yer alan dini, sosyal, iktisadi nitelikli diğer yapılar medrese, türbe, hamam, ribat, han, hankah, kütüphane ve zaviyedir.[65] Bu yapılar çoğu kere cami etrafında konumlanmış olup, külliye diye bilinen yapı topluluklarının bir elemanı durumundadırlar. Müslümanlaşma sürecinin tamamlandığı XI. yüzyıldan sonra Türk şehrinde en fazla karşılaştığımız yapı grubunun cami ve medreseler olduğunu söyleyebiliriz.
Şehir halkının oturduğu konutlar genellikle avlulu bir forma sahiptir. Müslümanlaşmış ile birlikte bu konut tipinin daha da benimsendiği, yaygınlaştığı ve İslamiyet’in mahremiyet anlayışı doğrultusunda yeniden düzenlendiği anlaşılmaktadır.[66] Arap coğrafyacılarının ifadelerine göre, dağlık bölgelerle Hazar Denizi’nin kuzey taraflarında bulunan bazı şehirlerde, ahşap iskeletin keçeyle kaplanması suretiyle oluşturulmuş, yurt denilen göçebe Türk çadırına benzeyen bir konut tipinin oldukça yaygın olduğu anlaşılmaktadır.[67] Türk şehrinde sıradan konutların yanında, seçkin aristokratların oturduğu köşk ve saraylara da rastlanılmaktadır.[68]
Cadde ve sokak düzeni konusunda fazlaca bir şey bilemiyoruz. Ancak Uygur şehirleriyle, Göktürk Dönemi’ne ait bazı şehirlerin ve Abbasiler Dönemi’nde kurulan Türk şehri Samarra’nın oldukça düzgün, planlı bir yol tersimine sahip oldukları bilinmektedir. AkBeşim şehrinde ise, cadde kenarlarına kesme taştan yaya kaldırımları yapılmış olması hayret verici olup, şehircilikte oldukça ileri bir seviyeye işaret etmektedir.[69] Türk şehirlerini ziyaret eden Arap coğrafyacıları, bazı şehirlerde şehrin ortasından geçen büyük bir caddeden bahsetmektedirler. Benzer düzenlemeye Katai ve Samarra’da da rastlanılmaktadır.[70] Bazı şehirlerde cadde ve sokakların taş veya tuğlalarla döşendiği bilinmektedir.[71]
İlk dönemlerden beri, Türk şehirlerinin, yeterli düzeyde yeşil alanlara ve şehrin muhtelif yerlerinde düzenlenmiş geniş meydanlara sahip olduğu anlaşılmaktadır.[72] Semerkant’ta şehrin meydanlarına dikilmiş, birbiriyle konuşuyormuş veya birbirini kovalıyormuş hissi veren ahşap fil, deve, öküz ve vahşi hayvanların heykellerinden bahsedilmektedir.[73] Yine Semerkant’ta diğer şehirlerde göremediğimiz, şehircilikte ileri bir seviyeye işaret eden bir başka husus, şehrin Kiş kapısına asılmış, üzerinde Semerkant’ın, Sana ve benzeri diğer büyük şehirlere olan uzaklığının belirtildiği metal bir levhanın bulunmasıdır.[74]
Türk şehirlerinde, çağdaş diğer komşu medeniyetlere göre, daha ileri seviyede bir su sisteminin kurulduğu görülmektedir. Pek çok şehirde su, kanallar ve arklar vasıtasıyla şehir içinde sokak sokak dolaştırılmıştır. Şehir meydanlarında havuz ve fıskıyeler yapılmıştır. Daha evvel işaret ettiğimiz üzere, AkBeşim’de künk borularla teşkil olunmuş su dağıtım şebekesi, Semerkant’ta da, içi kurşun levhalarla kaplanmış su dağıtım kanalları kurulmuştur.[75] Uzkend’de ise, kesin olmamakla birlikte, kanalizasyon sisteminin mevcudiyetinden bahsedilmektedir.[76] Bu yapı, bir Orta Çağ şehri için hayret verici bir durumdur.
Türk şehrinde mezarlıklar, genellikle şehir dışında yer almaktadır. Ancak pek çok şehirde, cami hazirelerinde veya başka yerlerde, bazılarının üzerine türbe inşa edilmiş, bireysel ya da küçük grup mezarlıklarına rastlanılmaktadır.[77]
Türklerin şehirlerini bina ederken, ana yapı malzemesi olarak kerpiç ve tuğla kullandıkları, ilk dönemlerde kerpiç kullanımının çok yaygın olduğu, zamanla tuğla kullanımının kerpiç aleyhine yaygınlaştığı görülmektedir. Bununla birlikte, Hazar Denizi’nin kuzeyinde uzanan topraklarda ve bazı şehirlerde ahşap malzemenin de yaygın olarak kullanıldığı bilinmektedir.[78]
Esasen ahşap malzemeye az miktarda da olsa, pek çok şehirde rastlamak mümkündür. Taşın kullanışı ise oldukça nadirdir. Bazı şehirlerde bina yapımında devşirme malzeme kullanıldığı da görülmektedir.[79] Kerpiç ve tuğla yapımının oldukça gelişmiş olduğu anlaşılmaktadır. Örneğin, dövülmüş çamur ve içine kuru bitki veya çakıl karıştırılarak güçlendirilmiş kerpiç duvar yapımı, Türklerin çok eskilerden beri yaygın olarak kullandıkları bir inşa usulü olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 3 Sayfa: 150-160
Doç Dr Yılmaz Can ;
Tiyanşan , Tengri Dağı’nin Çince adıdır. Tiyan Tanrı,Şan dağ demektir.