Binyıllar boyunca farklı kültür ve medeniyetlerin kurulduğu, Anadolu’yu da içine alan Güneybatı Asya (Ortadoğu), zengin tarihi değerleriyle bütün dünyanın dikkatini üzerine çekmiştir. Osmanlı Devleti’nin doğduğu, kültür ve medeniyetinin oluştuğu ve geliştiği yer de bu eski dünyanın harikalarının, yeraltı ve yerüstü zenginlikleri halinde geride bırakıldığı topraklardır. Gözle görülüp, elle tutulamayan, ancak eski kültürlerden bir sonraki topluluğa geleneksel yollarla yaşatılarak aktarılan manevi kültür ve geride bırakılan şekillenmiş her türlü eserle bütün ya da parça parça günümüze kadar ulaşmış olan maddi kültür kalıntıları artık yaşayan toplumun ve dünyanın da sahip çıkması gereken ortak değerler olmuştur.
Osmanlı Devleti’nin kurulduğu ve geliştiği çağda, bu değerlerin ne kadar farkında olup olmadığı konusu tartışmalı olmakla birlikte, Devletin bu konudaki durumu ancak çağdaşı devletletlerin eski eser ve arkeolojiye bakış açılarının karşılaştırılması ile anlaşılabilir. Türklere karşı düşmanca söylenen sözleri arasında bugün bize acı gelse de, Krumbacher’in 1884’te, İstanbul’daki Eski Eserler Müzesi’nin Avrupalı kültür milletlerinin etkisi ile kurulduğunu belirten sözleri bütünüyle gerçek görünmektedir. Kendisine övüldüğü için ziyaret ettiğini söylediği Yeniçeri Müzesi’ni ise “gülünç bulduğu”nu belirten Krumbacher’in bu konuda da haklı olduğunu, eski eserlerin korunması konusunda belgelere yansıyan bilgilerden çıkarmamız mümkün olmaktadır.[1] Osmanlı’nın klasik dönemlerinde, hayat anlayışı, “madde”den ziyade “mânâ” ağırlıklı olmuş ve üretilen, sadece yaşayan insanın hayatını kolaylaştırmak amacıyla yapıldığından, daha çok bunların insanın kullanımına uygun olmalarına önem ve öncelik verilmiştir. Yapı ve eserlerde, geçmişi yaşatmak amacıyla olup olmamak, muhafaza edilip edilmemek konularının ne derece düşünülüp değerlendirildiği halen bir muammadır.
Bununla birlikte Osmanlı, karşılaştığı yeni kültürlerin başka milletlerin ürünü olup olmamasını günümüz ‘aşırı’ milliyetçi bakış açılarından çok farklı değerlendirmiştir. Yani Osmanlı kültür ve medeniyetinde, yüzyıllarca farklılaşmış da olsa Hitit, Mısır, Pers, Asur, Hellen ve Roma gibi pekçok kültür ve medeniyetin yaşayan ve maddi kültür kalıntılarıyla günümüze kadar ulaşan izlerini görmek mümkündür. Osmanlı Devleti, kuruluş ve gelişmesi sırasında kendisini başarılı kılacak her türlü maddi ve manevi unsuru ya tamamıyla ya da uyarlayarak kabul edebilecek bir tevazuya sahipti ve bunu da yine ihtiyaçlarının ve gelişmesinin gereği olarak değerlendirmişti. Bir ümmet anlayışı içinde Osmanlı, kendi döneminde ve kendinden önce yaşamış değerler in hepsini kabul etmiştir. Farklı milletlere karşı takip ettiği hoşgörü siyasetini, kendi manevi değerlerine ters düşmemek kaydıyla farklı kültürel değerlere de göstermiştir. Ele geçirilen yerlerde ayakta kalan yapıların yıkılmak yerine, işe yarayacak halde restore edilerek kullanılmaları sayesinde bu yapılar, bakım ve onarım görebilmiş ve varlığını devam ettirmiştir. Bu, diğer küçük eserlerde de kendini göstermektedir. Ancak bu eserlerin aynı zamanda birer sanat, kültür ve tarihi değerinin olduğunun farkına varılmasının, Osmanlı’nın geç dönemlerine rastladığı belgelerden anlaşılmaktadır.[2]
Osmanlı Devleti, 18. yüzyıl sonları-19. yüzyıl başlarından itibaren toprakları üzerinde başlatılmış olan hummalı tarihi eser araştırmalarının neden kaynaklandığını ancak 20. yüzyıl başlarında anlamlandırmaya başlamıştır. Avrupa’da önce Ortaçağ’ın başlarında Antik kaynakların batı dillerine tercümeleri yapılmış ve bu kaynaklarda adı geçen yerler ve sahip olduğu yeraltı ve yerüstü zenginlikleri Avrupa dünyasında dikkatlerin eski dünyaya çevrilmesine yol açmıştır. Çünkü Antik kaynaklar, tamamıyla olmasa da eski kentler ve önemli kalıntıları hakkında oldukça açık ve kesin bilgiler sunmaktaydı. Bu eserlerin Avrupa’da çeşitli sebeplerle ilgi ve merak uyandırması, Ortaçağ’dan itibaren pekçok gezginin Osmanlı topraklarında belirmesine yol açmıştır. Gezgin ve seyyahların bir kısmı özellikle kendi kültürlerinin temeli olarak gördükleri Hellen ve Roma’ya ya da daha eskiye ait olan eserleri görmek, keşfetmek ve hatta ülkelerine görtürmek için uğraşmışlardır. Gezginlerin bir kısmı da Osmanlı Devleti’ne herhangi bir resmi görevle gelenlerden oluşmaktadır. Hangi sebeple Osmanlı topraklarında bulunurlarsa bulunsunlar, Avrupalı gezginlerin burada farkettikleri tarihi eserler, Avrupa dünyasında yeni bir hareketin başlamasına sebep olmuştur.[3]
Önceleri Hellen, Roma ve Hıristiyanlık kültürünün eserleri ağırlıklı olarak aranmış olmakla birlikte zamanla, bunlardan daha önceki kültür ve medeniyetlere ait fevkalade eserler de Avrupalı araştırmacılar tarafından önemsenmiştir. Bu sebeple Alman araştırmacılar da diğer Avrupalı milletlerin yaptığı gibi, herhangi bir ayrım yapmadan bütün maddi kültür kalıntılarını tesbit etmek istemişlerdir. Önceleri, tarihi eserlerin yeri, dönemi, son durumlarının tesbiti ile başlayan araştırmalar, sonra bunların tamiri ve Almanya’ya taşınarak burada teşhir edilmeleri şekline dönüşmüştür. Çeşitli dönemlere ait tarihi eserlerin Avrupa ülkelerine taşınarak korunması, bakım, onarım ve teşhiri konusu Avrupalılar tarafından o derece önemsenmiştir ki bu konuda, devlet ve şahıslar nezdinde abartılı ve cüretkar girişimlerde de bulunulmuştur.[4]
Diğer Avrupa devletleri ve Almanya’nın Osmanlı topraklarında arkeolojik ve diğer her türlü kaynak ile ilgilenmesinin Şark meselesi ve emperyalizm ile de doğrudan bağlantısı bulunmaktadır.[5] Osmanlı topraklarına eski eserleri araştırmak üzere gelen Alfred Körte, Friedrich Naumann, Hugo Grothe, Paul Geister, Albercht Wirth, Awald Banse gibi araştırmacılar aynı zamanda bölgede diğer Avrupalı devletlerin çıkar sahalarını tesbit etmeye ve mümkün olan yerlerde kendi devletleri için uygun ortamlar bulmaya çalışmışlardır. Bu anlamda Osmanlı Devleti’nin işgali, I. Dünya savaşından çok önce başlamış ve Almanya diğer Avrupa Devletlerine göre bu konuda biraz gecikmiş olsa da, uluslararası ortamlara kadar taşıdığı eskiçağ ve arkeoloji araştırma çalışmalarıyla Alman “milli kültür” politikasının oluşmasını sağlamışlardır.[6]
İngiltere, Fransa, Amerika, Avusturya ve Almanya’nın Osmanlı Devleti’ndeki tarihi eserlere olan ilgileri, yaptıkları kazılar, bu sırada karşılıklı olarak ortaya çıkan sorunlar ve Osmanlı hükümeti tarafından alınan kararlarla ilgili olarak Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde doğrudan ve dolaylı bilgiler içeren çok sayıda belge bulunduğu anlaşılmaktadır. Diğer taraftan, adı geçen ülkelerin Osmanlı Devleti’nde biyoloji, coğrafya, jeoloji ve topoğrafya gibi bilimsel ve stratejik amaçlı çalışmalar yaptıkları belgeler de vardır.[7] Bu çalışmada sadece, I. dünya savaşı yıllarında bir anda müttefikimiz olan Almanların, savaş öncesinde ve savaş yıllarında, Osmanlı topraklarında eskiçağ ve arkeolojiyle neden ve nasıl ilgilendikleri üzerinde durulacaktır.
Osmanlı topraklarındaki Alman arkeolojik çalışmaları belgelerin bize sunduğu bilgiler çerçevesinde iki kısımda ele alınmıştır.
1. Almanların Kişisel Olarak Yaptıkları Eski Eser ve Kazı Çalışmaları
Karl Richard Lepsius: (23 Aralık 1810-10 Temmuz 1884) Saksonya’da doğmuştur. Grekçe ve Latince üzerinde çalışmış, Leipzig (1829-1830), Göttingen (1830-1832) ve Berlin (1832-1833) Üniversitelerinde toplam 4 yıl arkeoloji ile ilgili dersler almıştır. Prusya Kralı IV. Wilhelm’in emriyle 1842 yılında Mısır ve Sudan’daki antik uygarlık ve kalıntıları araştırmak üzere görevlendirilmiştir. 1846’ya kadar burada çalışmıştır. Eski Mısır tarihi ve dili üzerine çok sayıda önemli çalışmaları ve eserleri bulunmaktadır. Bu konuda önemli görevlerde yer almıştır.[8]
Heinrich Schliemann: Troya’ya zarar veren ilk kazı çalışmaları sonrası, Yunanistan’da arkeoloji eğitimi alarak, 1871’de Troya’da Hisarlık tepesinde ilk resmi kazısına başlamıştır. Schliemann, 1890’a kadar çeşitli yerleşim katmanlarını araştırmış ve bazı eserleri de yurtdışına çıkarmıştır. 1893-1894 yılları arasında aynı bölgede, Wilhelm Dörpfeld araştırmalara devam etmiştir.[9]
Wilhelm Dörpfeld: (26 Aralık 1853-25 Nisan 1940) Alman mimardır. 1877 yılında Richard Bohn, Friedrich Adler ve Ernst Curtius’un Olympia’daki kazısı sırasında burada asistan olmuştur. 1882 yılında Heinrich Schliemann’ın Truva’yı kazması sırasında ona katılmıştır. Daha sonra Schliemann ile çalışmaya devam ederek Tiryns (1884-1885) kazısına da katılmıştır. 1878- 1886’da Carl Humann, 1900-1913 ve sonrası gelen Alexander Conze ile Acropolis (1885-1890), Pergamon ve 1931’de Agora ve Atina kazılarına katılmıştır. Dörpfeld, 1896’da kendinden sonra, “Dörpfeld Lisesi” olarak adlandırılacak olan Atina Alman Lisesi’ni kurmuştur.[10]
Karl Humann: (4 Ocak 1839-12 Nisan 1896) Mârksiche Demiryolu Şirketi’nde mühendis olarak çalışmıştır. 9 Eylül 1878’de Pergamon’daki kazı çalışmalarına başlamıştır. II. Abdülhamid devrinde, demiryolları yapımı dönemine rastlayan bu süreçte, Pergamon sunağı ve diğer çok sayıda buluntu Almanya’ya götürülmüş (ve halen varlığı devam eden) ve bunlar, Berlin’de bulunan “Pergamon Müzesi”nin açılması için ilk tarihi malzemeler olmuştur. Carl Humann kendi isteği ile İzmir’de Bergama Kalesi’ne gömülmüştür. Daha sonraki yıllarda Alexander Conze ve akabinde Wilhelm Dörpfeld çalışmalara devam etmiştir.[11]
Karl Krumbacher: (23 Eylül 1856-12 Aralık 1909) Bavyera’da Allgâuer’de Kürnach adlı küçük bir köyde doğmuştur. Bir Yunan hayranı ve dostu olan Krumbacher, iyi bir eğitim aldıktan ve doçent olduktan sonra Bavyera İlimler Akademisi’nin kendisine sağladığı bursla 1884’te Yakın Doğu gezisine çıkmış ve buradan elde ettiği izlenimleri gezi notu halinde basılmıştır. Yunanlara duyduğu hayranlığın tam tersine Krumbacher’in, Türklere duyduğu düşmanlık, gezi notlarındaki ifadelerinden açıkca anlaşılmaktadır. Bu sırada 28 yaşında olan Krumbacher’in amacı, tezlerinde üzerinde çalıştığı Yunan medeniyetinin esasını oluşturan Yunan arkeoloji ve filolojisini tanımaktır.[12]
Theodor Wiegand: (30 Ekim 1864-19 Aralık 1936) Bendorf am Rhein’da doğmuştur. Carl Humann’ın asistanı olarak ilk kez 1895 yılında Priene’ye gelmiş ve hastalanan Humann’ın yerine kazı çalışmalarını sürdürmüştür. Priene, 1899 yılında ortaya çıkarıldıktan sonra 1899-1911 yılları arasında antik dünya kenti ve ticaret merkezi Milet’in bazı kısımları da ortaya çıkarılmıştır.[13]
Gustav Körte: (8 Şubat 1852-15 Ağustos 1917) Klasik arkeologdur. Berlin’de doğmuştur. Göttingen Üniversitesi’nde klasik filoloji ve arkeoloji okumuştur. 1881’de Rostock Üniversitesi’nde arkeoloji profesörü olmuştur. 1900 yılında, filolog olan kardeşi Alfred Körte ile birlikte Gordion’da ilk kazıya başlamıştır. 1904 yılında iki kardeş bulgularını Gordion: Ergebnisse der Ausgrabung im Jahre 1900 başlıklı çalışmalarında yayınlamışlardır.[14] Doktor unvanıyla 1895 yılında Konya, Akşehir, Afyonkarahisar, Kütahya, Eskişehir, Bursa ve Bilecik Vilayetleri’nde eski eserler üzerinde çalışmak üzere Osmanlı Devleti’nden izin istediği ve kendisine izin verildiği Osmanlı belgelerinden anlaşılmaktadır.[15]
Doktor Von der Namer: Konya, Ankara, Adana ve Sivas’ta 1900 yılının Mayıs ayında yüzey araştırması yapmak, fotoğraf çekmek ve resimlerini yapmak amacıyla Osmanlı Devleti’nden izin aldığı ve bölgede çalıştığı anlaşılmaktadır.[16]
Hugo Grothe: 1900 yılında İstanbul, Trabzon, Erzurum, Kütahya, Ankara ve Konya ile Transkafkasya şehirlerini gezmiştir.[17] 1902 yılında Grothe, Bağdat Demiryolu[18] üzerinde kuzey Suriye’nin Alman koloniyalizmi açısından önemli bir yer olacağını kendi memleketine rapor olarak yazmıştır. Kendi ‘milli beklentileri’ içinde, bölgede bir Alman kolonisi oluşturmanın zor olmayacağını da belirtmiştir.[19] Eylül 1905’te Hitit yerleşimi olan Kayseri’deki Kültepe’de de bir araştırma yapmış ve buna ait izlenimlerini de yayınlamıştır. [20]
Mösyö Andrea (Andreas): Musul’da Kale-i Şarkat’ta[21] 1903 tarihinden itibaren kazıya Berlin Dar’ül Fünun Muallimlerinden Mösyö Andrea (Andreas) tarafından başlanmış ve tahsis edilen bu izin 3 Temmuz 1912 tarihinde iki yıl süreyle uzatılmıştır.[22]
Karl Minhel: 1904 yılında Konya vilayeti dahilinde Isparta ve Antalya sancaklarındaki bazı şehir harabelerini gezmek ve eski eserlerin fotoğraflarını çekmek amacıyla Osmanlı Devleti’nden izin almıştır. Daha sonra İzmir’e gitmeyi planladığı anlaşılmaktadır.[23]
Hans Herman (Graf von) Schweinitz: (21 Haziran 1883-4 Mart 1959) Liebenburgh’da doğmuştur. Alman imparatorluk donanmasında görev yapmış ve Çin’e kadar seyehatlerde yer almış bir Alman koramiralidir. Alman İmparatorluk Donanması’nda özel kurslar almış ve özel görevlerde bulunmuştur. Türk Savaş Madalyası ile ödüllendirilmiş olan Schweinitz, II. Dünya Savaşı’nda İngilizlere esir düşmüştür.[24] Bu parlak geçmişi arasında Schweinitzin Afrika kıtasına keşif seyehatleri yaptığı bilinmektedir. Eşiyle birlikte çıkacağı gezi için, 1905 yılında Osmanlı Devleti’nden “ilmi araştırmalar yapmak” üzere aldığı izinle, bütün Küçük Asya’yı ve Basra Körfezi’ne kadar olan yerleri ayrıntılı bir şekilde gezmiştir. Takip eden yıl, araştırmalarını “1905 yılında Küçük Asya’da atla Seyehat” başlıklı bir kitapta yayınlamıştır.[25]
Rudolf (Rudoph) von Mach: Konya, Bursa ve Aydın vilayetleri ile İzmit sancağı dahilindeki eski eserler üzerinde çalışma talebinde bulunmuş ve 19 Mayıs 1908 tarihinde kendisine Osmanlı tarafından izin verilmiştir. Von Mach’ın araştırmasını yaptığı anlaşılmaktadır.[26]
Karl Klinghard: Klinghard’ın isteği üzerine 7 Haziran 1910 tarihinde Konya, Ankara, Sivas ve Bursa vilayetlerinde eski eserleri incelemek ve resimlerini çekmek üzere kendisine izin verilmiştir.[27]
Mösyö Hummar: 1910 yılında Bağdat’ta sahrada Mösyö Hummar tarafından kazı yapılması için üç yıl süreyle kendisine izin verilmiş ve bu izinin 1913 yılında bittiği tesbit edilmiştir.[28]
Karl von Neufen: Konya, Halep ve Şam vilayetlerinde eski eserler hakkında araştırma yapmak amacıyla yapmış olduğu izin müracaatı Osmanlı Devleti tarafından değerlendirilerek 24 Mayıs 1911 yılında kendisine izin verilmiştir. Haziran 1911’den itibaren üç ay bu bölgelerde çalışmasını yapmış ve bir ek izin talebiyle Diyarbakır’da da aynı çalışmayı gerçekleştirmiştir.[29]
Eistral: Alman vatandaşı olup, Eskişehir’de ikamet eden bir arkadaşı vasıtasıyla Osmanlı Devleti’nden Konya, Bursa, İzmir ve Aydın vilayetlerinde çalışmak üzere izin almıştır. 7 Eylül 1913 yılında kendisine izin verilmiştir.[30]
Mösyö Selbin (Celbin?): Nablus’ta Balat adındaki yerde kazı yapmak üzere 1913 tarihinde Osmanlı hükümeti tarafından izin verilmiş olmasına rağmen Selbin’in karşılaştığı zorluklar sebebiyle 16 gün kazı yaptığı ve geçici olarak kazıya ara verdiği anlaşılmaktadır.[31]
Rudolf Berliner: Eski eser uzmanı olan Berliner, beraberinde Doktor Yaver ve tercümanı Şiliref (Schiliref)le birlikte 1913 yılında Osmanlı Devleti’nden izin alarak Haziran ayında Küçük Asya’nın muhtelif şehirlerinde (Bursa, Konya, Ankara, Sivas, Halep ve Adana vilayetleri ile Canik ve Urfa Mutasarrıflıkları dahilinde) araştırma yapmaya başlamışlardır. Samsun, Merzifon, Sivas, Tokat, Amasya, Ankara istikametini takip ederek araştırma yaptıkları anlaşılmaktadır. Berliner ve ekibi Ankara’da Bedesten ve Hacı Bayram-ı Veli camileri ile Rum ve Ermeni Ermeni kiliselerini de ziyaret etmişlerdir. Bu dini yapılar çevresinde bulunan tarihi eserler ile binalar içinde muhafaza edilen dini eserleri de inceledikleri anlaşılmaktadır. Özellikle Ermeni kilisesini ziyaretleri sırasında bir odada muhafaza edilen kitapları incelerken yanlarında görevlendirilmiş olan Türk görevliyi dışarı çıkarmaları ve buradan ayrıldıktan sonra da Ankara Postahanesi’ne giderek 6 adet resimli kart, iki kartpostal ve bir taahhütlü mektup göndermeleri o dönem hükümeti için şüphe oluşturduğu gibi bugün için de gizli birşeylerin yapıldığı düşüncesini uyandırmaktadır. Aynı yıl Berliner ve grubunun doğuya seyehatleri devam etmiş ve Adana, Halep, Urfa, Dersim, Erzincan ve Erzurum’a kadar araştırmalarını sürdürmüşledir.[32]
Rudolf Berliner’in şahsen katılmadığı bir başka gezi sonucunda Almanya’ya kaçırılmış olan tarihi eserlerin kendisi tarafından değerlendirilmesi, Berliner’in bu konudaki uzmanlığını ortaya koyduğu kadar, daha önceki çalışmalarındaki müphem tavırları gözönünde bulundurularak bu işteki ortaklığı hakkında da şüphe uyandırmaktadır.[33]
Baron Opınhaym (Oppenheim): Zor Sancağı’nda Resülayn Kazası’nda 1913-1916 yılları arasında Baron Oppenheim tarafından üç yıl kazı yapılmak üzere izin istenmiş ve kazının bittiği Osmanlı Devleti tarafından tesbit edilmiştir.[34]
Açık ismi, Baron Max von Freiherr Oppenheim olarak tesbit edilen bu şahsın bugünkü Güneydoğu Anadolu, Suriye ve Irak arasındaki jeostratejik bölgede, farklı düşüncelerle gezi, gözlem ve kazı yaptığı hatta daha da öteye giderek toprak satın aldığı anlaşılmaktadır. “Osmanlı makamları, arkeolojik kazıları bahane ederek bu havalide arazi satın alan ve üzerine çok sayıda bina yaptıran Oppenheim’ı dikkatle izlemiş, rahatsızlık duymuş, bunu gerek şahsına, gerek sefarete hissettirmiştir. 24 Temmuz 1912 (11 Temmuz 1328)’de Dahiliye Nezareti’nden kaleme alınan bir yazıda, Almanyalı Max Openhaym’ın Tel Halefa havalisinde arazi satın almaması hakkında kendisine etkili tebligat yapılması, bu şahsın, hafriyat sonunda buraları hükümet-i seniyeye terk edeceğine dair verdiği Taahhütname’nin Mukavelat Dairesi’nce de onaylattırılması gerektiği ifade edilmiştir. Zor Mutasarrıflığı da, “ahlâk ve ahvâli”, hükümet-i imparatoriyece meçhul olmayan Oppenheimer’ın satın aldığı arsaların Bağdat Şimendiferi güzergâhında ve değerli bir arazi olduğunu hükümete bildirmiştir. Oppenheim, Tel Halefa’ya geldiği günden itibaren ikametine mahsus oda ile müze ve depo olarak kullandığı binalara yenilerini eklemiş; hafriyat sona erdiğinde bu binaları hükümete teslim etmemiş, hatta ortadan kaybolmuştu. Mutasarrıflık, 9 Mayıs 1914 (26 Nisan 1330) tarihinde Dahiliye Nezareti’ne, Oppenheim’ın Tel Halefa hafriyat mevkıinde yaptırdığı binaların Bağdat Demiryolu mühendislerince hastane yapılmak istendiğini bildirmiştir”.[35]
Baron Oppenheim’ın Beyrut, Ba’albek, Şam, Tel Nabi, Mendu, Hama, Humus, Selimiye, Halep, Urfa Viranşehir, Tel Halaf, Diyarbakır, Kazan Ali, Adana, Konya ve buralara arasında belki adı geçmeyen pek çok bölgenin jeolojik yapısı; bölge insanıyla iç içe yaşayarak, insan potansiyeli, etnik durumu ve kültürel yapısını incelediği ve çok sayıda fotoğraf çektiği anlaşılmaktadır. Bu fotoğraflardan zengin bir arşiv oluşturmuş ve bu arşiv Sal. (Salomon) Oppenheim şirketinin hazırladığı internet sitesinde yayınlanmıştır. Oppenheim’ın zengin Yahudi bir aileden geldiği düşünüldüğünde 1912-1916 yılları arasında, bu bölgede arkeolojik kazı faaliyetlerinin dışında, çevre ve zemin şartlarını araştırması ve toprak satın alarak, buralarda bina yaptırması, daha öte özel ekonomik, siyasi ve jeostratejik düşüncelerinin olduğu fikrini açıkça ortaya koymaktadır.[36] II. Abdülhamit döneminde, 1883’te çıkarılan bir irade-i seniyye ile Yahudilere mülk satışı yasaklanmış, ancak Yahudiler her fırsatta farklı yollarla çeşitli bölgelerden ve özellikle Filistin ve buraya yakın bölgelerden toprak satın almaya çalışmışlardır.[37] Filistin’e gitmeleri konusunda teşvik edilen Diaspora’daki başta zengin Yahudiler gibi Oppenheim’ın da hem arkeolojik araştırma ve kazı yapmak bahanesiyle ve hem de toprak satın alarak bölgede sağlam bir yer edinmeye çalıştığı faaliyetlerinden anlaşılmaktadır. Kazılarda elde ettiği arkeolojik malzemeyi muhafaza etmek amacıyla yaptırdığı müze ve depo olarak kullandığı binaları Osmanlı Devleti’ne teslim etmesi gerekirken bir anda burayı terk ederek gizemli bir şekilde ortadan kaybolması ise, gerek Oppenheim’ın siyasi faaliyetleri ve çıkarılan tarihi eserlere ne olduğu konusunda zihinlerde soru işaretleri oluşturmaktadır.
2. Almanların Devletler Nezdinde Yaptıkları Eski Eser ve Kazı Çalışmaları
A- Kurumsal Olarak Alınan Kazı İzinleri
Hugo Winckler: (4 Temmuz 1863-19 Nisan 1913) Saksonya’da doğmuştur. Alman Şarkiyat Enstitüsü, Assuroloji ve çivi yazısı uzmanı Hugo Winckler’i ve Türk arkeolog Theodor Makridi Bey’i Hattuşa’daki kazıları yürütmek üzere görevlendirmiştir. Orta Anadolu’da geniş bir alana yayılmış olan şehir kalıntıları 19. yüzyılda seyahat eden başka araştırmacıların da dikkatini çekmişti. 1906-1907’de ortaya çıkarılan çivi yazılı tablet arşivleri, Geç Tunç Çağı’nda Hitit Devleti başkentinin Hattuşa olduğu konusunda kesinlik kazandırmıştır.[38]
31 Mart 1914 tarihli bir kazı listesinde; Aydın Vilayeti’nde bulunan Didim Harabeleri’nde Berlin Müzeler Müdürü Mösyö Vikano (Wiccano?) tarafından sekiz seneden beri hafriyat yapıldığı ve daha sonra 1913 tarihinden itibaren uzatma suretiyle altı ay süreyle daha kazı izni verildiği anlaşılmaktadır.[39]
Aydın Vilayeti’nde Bergama’da Almanya Asar-ı Atika Cemiyyeti tarafından yirmi seneden beri resmi izinle kazı yapıldığı ve ilk kazıların 1881’de gerçekleştirildiği belirtilmektedir.[40]
Bağdat Vilayeti’nde Babil Harabeleri’nde onaltı yıldan beri (1888’den beri) Berlin Müzesi görevlilerinden Mösyö Kavaldi tarafından kazı yapıldığı ve en son 15 Mayıs 1913’te bir yıl süre için uzatma suretiyle izin alındığı belirtilmektedir.[41]
Almanların Bağdat Demiryolu Kumpanyası: 16 Ocak 1912’de çıkarılan bir irade-i Seniyye ve takiben 5 Mart 1903’te yapılan bir anlaşmayla Bağdat demiryolu yapım hakkı Almanlara verilmiştir. Bu anlaşmayla Kumpanya, demiryolunun 20 km. çevresindeki maden yataklarının bulunması ve işletilmesi hakkıyla birlikte,[42] bu hat boyunca arkeolojik eserleri arama ve kazı yapma hakkını da elde etmiştir.[43]
B- Kazılar ve Eski Eserler İle İlgili Talepler
a- Berlin Müzesi’ne Konulacak Eski Eserler: 9 Aralık 1899 tarihli bir Bab-ı Ali Hazine Evrakı, Berlin Müzesi’ne konulmak için istenilen ‘taşların’ teslim edilmesine dair Maarif Nezaretine gönderilen Tezkire’dir.45 Bu yazıda, “Berlin Müzesi direktörlerinden Mösyö Vikano (Wiccano?) aracılığıyla defalarca istek yapılarak, Berlin’de tesis edilecek bir müzeye konulmak üzere İstanbul’un farklı yerlerinden ele geçen ‘yedi parça direk başlığı’ (sütun başlığı [44] [45] olmalıdır) ile Selanik’de bulunmuş bir ve Karadeniz sahilinde Alaçam köyünden bulunmuş bir ve toplamda ‘9 parça taştan oluşan’ eski eserlerin başta Alman imparatoru olmak üzere Alman yetkililerin istekleri üzerine onlara hediye edilmesi istenmiş” ve Maarif-i Umumiye Nazır’ının 19 Aralık 1899 tarihli yazısında bu “eserlerin verilmesinde bir mahzur görülmediği” belirtilmekte ve bu konuda karar vermek üzere yazı Padişaha havale edilmektedir.[46]
7 Ocak 1900 tarihinde, Maarif Nezareti’nin Bab-Ali Dersadet’e ulaşan yazısı, “Büyük Alman İmparatoru’nun Berlin’de açmayı düşündüğü Hıristiyanlık dönemine ait müzeye konulmak üzere istenilen eserlerin hediye edilmesinde bir mahzur görülmediğini” ifade etmektedir.[47]
b- Ele Geçen Eserlerin Almanya’ya Nakli ve Korunması: Babil’den Ele Geçen Eserler: 10 Şubat 1903 tarihli yazıda, “Bağdad Vilayeti dahilinde bulunan Babil harabelerinde birkaç seneden beri Berlin Müzesi tarafından yürütülmekte olan kazı sonucunda binlerce parçadan oluşan ‘eşya-yı saire’ (eski eser parçaları) ortaya çıkmıştır. Bu ‘çini parçalarının’ bir bütün halinde aslına uygun olarak restore edilmesinin burada ilim ve bütçe açısından mümkün olmaması sebebiyle Berlin’e götürülmesi ve orada ‘ba’de’t- terkip’ bir bütün halinde biraraya getirildikten sonra tamamıyla Müze-yi Humayun’a teslim edilmesi Berlin Müzeler Genel Müdürü Mösyö Şon (Schoen?) tarafından resmen kabul edildiğinden, bu teklifin kabul edilmesi uygun görülmüştür. Bu işi bilen elemanların Avrupa’dan getirilmesinin bile büyük masraf teşkil edeceği ve bu konuda Müze-yi Humayun’un görüşü de alınarak bu şartlarda Berlin’e gönderilmesine izin verilmesi” istenmektedir.[48]
17 Şubat 1903 tarihinde, Sardazam’ın (Bab-ı Ali Daire-i Sadaret) Bağdat Vilayeti’ndeki buluntularla ilgili olarak Padişah’a yazdığı kararı bildiren yazıda, “Maarif Nezareti’nden Şura-yı Devlet’e havale edilen tezkire üzerine Tanzimat Dairesi’nden kaleme alınan mazbatada Bağdat Vilayeti dahilinde bulunan Babil Harabesi’nde birkaç yıldan beri Berlin Müzesi tarafından icra edilmekte olan hafriyattan çıkarılmış çok sayıda tuğla ve parçaları toplanarak ‘şekl-i asliye icra edilmek üzere’ (gerçek şekli verilmek üzere) ilim ve sanat açısından tetkik ve tamirleri burada mümkün olmadığından Berlin’e nakledilmeleri ve daha sonra da biraraya getirildikten sonra Müze-yi Hümayun’a teslim edilmesi hususunda, bu konunun gereğinin adı geçen Nezarete bırakılmasının uygun bulunduğu” belirtilmektedir. Bu konuda son kararın verilmesi için Padişah’ın onayı istenmektedir.[49]
Kale-i Şarkat’tan Ele Geçen Eserler: 4 Ekim 1920 tarihli ‘Meclis-i Vükela Müzakeratına Mahsus Zabıt Varakası’nda, Maarif Nezareti’nin 9 Ocak 1920 tarihli tezkiresi okundu’ ifadesiyle başlayarak konu hakkında karar yazılmaktadır. Alınan karar şöyledir: “Adı geçen tezkirede Bağdat Vilayeti’nde Kale-i Şarkat adı verilen yerde Almanlar tarafından kazı icra edilmekte olan yerde ortaya çıkan asar-ı atikadan (eski eserlerden) müzeye getirilenler arasından pişmiş tuğladan yazılı levhalarla parçalarının ve topraktan imal edilmiş kırık vazoların tamir ve ıslahının burada mümkün olmaması sebebiyle sandıklarda durduğu ve Berlin Müzeler Genel Müdürlüğü’nce adı geçen eserlerin tamiri yapılarak, Müze Müdürlüğü’nün teklif ettiği üzere, bu işin masrafsız bir şekilde gerçekleştirilmiş olması dolayısıyla, karşılığında bir takımının Berlin Müzesi’ne bırakılması uygun görüldüğü ve adı geçen nezarete konunun bildirileceği” belirtilmektedir.[50]
Ba’albek’ten Ele Geçen Eserler: 9 Eylül 1905 tarihli Maarif-i Ummumiye Nazırı’nın üst makama yazdığı bir yazıda, “Almanya İmparatoru adına Ba’albek harabelerinde icra edilen ‘tanzimat ve tathirat-fen’ (bilimsel düzenleme kazı) çalışmalarında elde edilen ‘asar-ı atika’nın adı geçen yerde inşa edilen ‘Müze-i asar-ı atika-i mevcude’ (Eski Eser Müzesi’nde) bırakılarak müzenin anahtarının Maarif Müdüriyeti’ne teslim edileceği; daha sonra Berlin Müzeleri Genel Müdürü Mösyö Şon (Schoen?) ile adı geçen müze müdürlerinden Mösyö Vikano (Wiccano?) tarafından bize ulaşan mektuplarda, harabelerin kazılması ve orada bir müze ve merdiven yapılması karşılığında, harabede mevcut bazı mimari kalıntılardan hatıra olmak ve Berlin Kraliyet Müzesi’ne konulmak üzere kendilerine verilmesi isteği, Müze-i Hümayun memurlarından Makridi Bey’in ifadelerinden anlaşılmıştır. Yapılan iş karşısında istenilen ‘küsürat-ı mimariye’nin’ önemli bir kıymet oluşturmadığı ve verilmesinde beis bulunmadığı” belirtilerek bir üst kurumun görüşü sorulmaktadır.[51]
18 Eylül 1905, Sadrazam (Bab-ı Ali Daire-i Sadaret) tarafından da bu konuda olumlu görüş beyan edilmekte ve Padişah’ın kararı sorulmaktadır.[52]
Sonuç
İncelenen çok sayıda arşiv belgesi, gezi notu ve diğer belgelerden Avrupa’nın diğer ülkelerinde başlamış olan Oriyentalizm ve doğu ülkeleri üzerindeki emperyalizm hareketlerine geç olmakla birlikte Almanların da katıldıkları anlaşılmaktadır. Doğu ülkelerinin yer altı ve yerüstü zenginlikleri ve Avrupa için önemli bir kaynak oluşturacağının farkedilmesi, dünyanın bu bölgelerinin araştırılması ve bulunanların hummalı bir şekilde Avrupa’ya taşınması düşüncesini uyandırmıştır. Bunlar arasında eski eserler ve arkeolojik buluntuların sadece bir önemli kaynak değil aynı zamanda doğuya adım atmak için önemli bir sebep oluşturduğu yadsınamaz bir gerçektir.[53] Buna göre Almanların Osmanlı Devleti’ndeki eskiçağ ve arkeoloji konusundaki çalışmaları sırasında ve sonucunda neler elde etmeye çalıştıklarını şöyle sıralayabiliriz:
- Osmanlı Devleti topraklarında eski eser ve arkeoloji konusunda Alman devleti adına ve şahsen çeşitli kurum ve kişilerin çalışma yaptığı,
- Çalışmaların tedricen düzenlenmiş, ve sık sık ihtiyaçlara göre düzenlenen bir izin ve takip prosedürüne tabi olmasına karşın kaçak araştırma ve kazı yapıldığı ve eserlerin zaman zaman yurtdışına kaçırıldığı,
- Eski eserler hakkında çalışmak için Osmanlı topraklarında bulunan araştırmacıların bir kısmının bu konuda eğitim aldığı, bir kısmının eğitimsiz olup, sadece tarihi eser ve define arama gayesiyle geldikleri,
- İzinlerin, eski eserler ve kazılar ile ilgili olarak alınmasına karşın araştırmacıların stratejik, sosyal, siyasi, kültürel ve ticari gibi diğer konularla da ilgilendikleri ve bunlar hakkında raporlar tuttukları (kıymetli maden yatakları, petrol kuyuları vb gibi), esas amaçlarının kazıdan başka konular olduğu anlaşılan Almanların ve diğer devlet mensuplarının -sözde- arkeolojik kazı yapma izinlerinin iptal edildiği,[54]
- Araştırmacıların, Osmanlı Devleti içindeki gayr-i Müslimler (özellikle Ermeni ve Rumlar) ile bağlantı kurarak ve kiliseleri ziyaret ederek buralardan da yardım aldıkları,
- Bağdat Demiryolu Kumpanyası’nın, Berlin-Bağdat demiryolunun tesisi sayesinde, siyasi, ticari ve lojistik olduğu kadar, elde etikleri arkeolojik araştırma ve kazı hakkı ile tarihi eserlerin Almanya’ya taşınmasında da etkili olduğu,
- Almanların yaptıkları kazı ve buldukları eski eserlerden bir kısmını yaptıkları bu iş karşılığında talep ederek, Almanya’da özellikle Berlin’de Müze kurdukları (Hıristiyanlık dönemi Kilisesi, Bergama Müzesi gibi) ve günümüz Berlin Bergama Müzesi’nin temellerini atarak diğer müzeler için de malzeme temin ettikleri,
- Almanya ile Osmanlı Devleti arasında diğer Avrupa devletlerine karşı tesis edilmek istenen denge politikasında, arkeolojik ve tarihi araştırmaların da yer aldığı ve tarihi eserlerin de hediye olarak kullanıldığı,
- Eski eserlerin çıkarılması, korunması ve restorasyonu konusunda Osmanlı Devleti’nin bilgi, yetişmiş insan ve ekonomik güç eksikliği,
- Tabii olarak, tarihi eser ve arkeoloji ile ilgili terminolojinin oluşmadığı (sütun, için “direk”; kil tablet ya da kitabe-yazıt için “pişmiş tuğladan yazılı levha”; neye ait oldukları belli olmamasına rağmen, keramik parçaları için “topraktan imal edilmiş kırık vazo parçaları”, “çini parçaları”, “eşyay-ı saire” gibi belirsiz ifadelerin kullanıldığı ve standart ve anlamlı bir terminolojinin oluşmadığı, bunun ise ancak, Cumhuriyet döneminden itibaren Türkiye’de bu alanda okulların açılmasıyla gerçekleşebildiği,
- Bu eksikliklerin Almanlar tarafından bilinmesi sebebiyle, çıkarılan eserlerin Almanya’ya götürülerek restore edilmesinin Osmanlı’nın bilimsel ve ekonomik acizliğini belgelerle ortaya koyması,
- Osmanlı Devleti’ne iade edilmek üzere Almanya’ya tamir ve restorasyon için götrülmüş olan küçük-büyük pek çok eserin takibinin yapılmamasından/yapılamamasından Osmanlı Devleti’ne teslim edilmediği, yukarıda incelenen belgeler ışığında ortaya çıkmaktadır.
Celal Bayar Üniversitesi Tarih Bölümü.
Celal Bayar Üniversitesi Tarih Bölümü.
Alıntı Kaynak: Tarih Okulu Dergisi (TOD) Eylül 2013, Yıl 6, Sayı XV