Bir toplumun bireyleri arasındaki ilişkiler sırasında kullanılması âdet haline gelmiş, belli bir durumda söylenmesi sebebiyle kalıplaşıp sözlere ilişki sözleri ya da kalıp sözler adı verilir. Aynı dili konuşan insanlar, sosyal yaşamları içinde bunları her an kullanmak zorundadırlar. Kalıp sözler, toplumun inançlarını, gelenek ve göreneklerini ortaya koyan sözlü kültür ürünleridir. İnsanlar arasındaki sosyal ilişkilerdeki ayrıntıları yansıtarak o toplumun kültürüne ışık tutar. Bu özelliğinden dolayı dilin söz varlığı içinde önemli bir yer tutar. Türk dili, ilişki sözleri bakımından dikkati çekecek bir zenginliğe sahiptir. Kalıp sözler, Türk insanının dili kullanmadaki fevkalâde becerisinin yanı sıra, insanî ilişkilerindeki inceliğini ve keskin zekâsını da ortaya koyduğu ilgi çekici örnekleri ihtiva eder.
Alkış ve kargışlar, atasözleri ve deyimler gibi, toplumun zaman içinde oluşturduğu sözlü anlatım kalıplarıdır. Toplumun günlük yaşayışı içinde çok sık kullandığı bu kalıp sözler atasözleri ve deyimlerin ardından ikinci sırayı alır. Alkış ve kargışlar, Türk kültürünün en eski çağlarından beri varlığını sürdüren geleneksel ilişki sözleridir. Alkış, insanların kendileri, yakınları ve sevdikleri için övgü, kutsama, iyilik, esenlik dilemek amacıyla söyledikleri kalıplaşmış sözlerdir. Bunun tersi olan kargış ise bir kimsenin Tanrı’nın ya da insanların sevgi ve ilgisinden mahrum kalmasını, amansız bir kötülüğe veya felâkete uğramasını dileyen sözlerdir. “Alkış” kavramı, birçok ağız ve şivede “dua” kelimesiyle karşılanırken; “kargış” yerine birçok yörede “beddua” veya “ilenmek, ilenç” kelimelerinin kullanıldığı görülür. Bu çalışmamızın amacı alkışın (dua) ve kargışın (beddua) sözlü kültür içindeki yerini tespit etmektir.
Alkış ve kargışlarda insanlığın tarihî inançlarının etki ve izlerini görmek mümkündür. Antropologlara göre, toplumların ilkel çağlarında evrenin oluşumunda ve insan ilişkilerinde birtakım ruhların etkili olduğuna inanılır. Animizm adı verilen bu devreden sonra Totemcilik ve en son olarak dinler doğmuştur. Dinin ilkel büyüler aracılığıyla doğduğu ve ruhları denetim altına alma ihtiyacından çıktığı düşünülürse, bunun birtakım büyü ve dinî törenlere kaynaklık etmesi tabiîdir. Eski Türk inancında da Animizm’den Totemciliğe, Tek Tanrı inancından semavî dinlere ulaşan inanışlar zincirinde, eski inanışların izlerini alkış ve kargışlarda görmek mümkündür.
Sosyal bir varlık olan insan, hayatı boyunca türlü zorluk ve sıkıntılarla karşılaşır. Bunlardan bazılarını aşmaya gücü yetmediği zaman bir sığınak, bir dayanak arama ihtiyacı duyar. Bu durum karşısında kendisinden üstün saydığı güçlerin ve özellikle Tanrının merhametine sığınır. Bunu sağlamak için de birtakım dualar, yakarışlar ya da dinî törenlere başvurur. İnsanın Tanrıya sığınması, birtakım dileklerde bulunması, kültüre yansıdığı gibi edebiyata da malzeme oluşturur. Bu sebeple, duyguları daha belirgin ve etkili anlatmayı sağlayan, ifadeye canlılık vererek konuşmayı süsleyen alkış (dua) ya da kargışa (beddua) Türk kültürünün her safhasında, gerek sözlü edebiyat; gerekse yazılı edebiyat ürünleri arasında çok sayıda örnek bulmak mümkündür.
İslâmlık öncesi dönemlerden beri, Gök Tanrı İnancına sahip Türk topluluklarında, çocuğa ad veren yaşlıların alkışta bulunduğu; halkın kam, bakşı, kaman ya da şaman adı verilen din adamlarının alkışına nail olabilmek için çaba gösterdikleri bilinmektedir. Bu geleneğin eskiliği, dilimizin en eski yazılı metinleri olan Orhun ve Yenisey Yazıtlarında geçen alkış kelimesinin varlığından ve Altay bölgesinde hâlâ Gök Tanrı inancını yaşatan Türk topluluklarının dua ve törenlerinden anlaşılmaktadır.
Abdülkadir İnan eski Türk inanç sistemlerini incelediği “Tarihte ve Bugün Şamanizm” adlı eserinde Kam veya şaman için “Herkes onun iyi duasını (alkış) almaya çalışır. Hele âyin yaptığı zaman birinin verdiği su ve tütünden memnun olarak dua ederse bu duanın ruhlar tarafından kabul edileceğine inanırlar. Şamana bir şey verildiği zaman şöyle dua eder:
“Bastığın yer sert olsun! Ayakların kaymasın! Yaşın uzun olsun, kara saçların ağarıncaya kadar yaşa! Ön dişlerin sararıncaya kadar yaşa! Attığın ok yanılmasın! Azılıya ısırtma! Elliye vurdurtma! (dayak yeme)!”
Şaman ekstaz halinde iken birine böyle “alkış” verirse bunu “Tanrı yargısı” (Tanrı’nın hükmü) sayarlar, “Dediklerin olsun kam ata.” derler.[1]
İnan, aynı eserinde Tarancı, Abakan, Altay kamlarının ve Kırgız-Kazak baksılarının ve diğer Türk topluluklarının alkış ve dualarına birçok örnek verdikten sonra,[2] yeni doğmuş bir çocuğa ad verme töreninden söz ederken şunları aktarır: “Ad veren ihtiyar, gerek Şamanistlerde ve gerek Müslüman Türklerde şu alkışı (duayı) söyler:
Adın Yaşar olsun! Beşik bağın berk olsun! Arkanda küçük, önünde büyük kardeşlerin olsun! Beşik bağın kopmasın! Arka eteklerini davar, at sürüleri bassın! Ön eteklerini çocuklar bassın! Benim gibi ak sakallı, sarı dişli ol! Ak dişlerin sararsın, kara saçların ağarsın!”
Bu dua sonunda Müslüman Türkler “amin”, Şamanist Türkler ateşe yağ atarak “opkuruy!” derler.[3]
Orhun Yazıtlarının Kül Tigin anıtının kuzeydoğu cephesinde, günümüz Türkçesiyle “Kül Tigin koyun yılının on yedisinde öldü (731). Dokuzuncu ayın yirmi yedisinde yuğ törenini yaptık. Barkını, nakışlarını, âbide taşını maymun yılının yedinci ayın yirmi yedisinde (21 Ağustos 732) hep birden takdis ettik” denilmektedir. Bu cümledeki ‘takdis etmek’ sözü, kitâbede ‘alkamak’ fiiliyle ifade edilmektedir.[4] Yine aynı yazıtta yer alan “Türk budununun adı sanı yok olmasın…” ifadesi bir alkış (dua) niteliğindedir.[5]
Bilge Kağan Kitabesi’nin güneydoğu yüzü 15. satırda alkamak fiili yerine yerine “timag etmek” ve “ögmek” kelimelerinin kullanıldığı dikkatimizi çekmektedir.[6] Bundan da “kutsamak/dua etmek” kavramının Göktürkler Dönemi Türkçesinde “ögmek”, “alkamak”, “timag etmek” ve “alkış” kelimeleriyle zengin bir ifade imkânına sahip olduğu anlaşılıyor.
Orhun alfabesiyle yazılmış eski bir Budist metninden, bu kelime ve kavramın Uygurlar tarafından da kullanıldığı anlaşılmaktadır. Bu eski metin A. Von Le Coq tarafından 1909’da İdikut yakınlarında Toyok vadisinde bir Budist mabedinde bulunmuştur. Araştırmacının 600-900 tarihleri arasında yazıldığını tahmin ettiği bu parçada geçen “alkış” kelimesinin “dua” anlamıyla kullanıldığı görülmektedir.[7] Le Coq’un yayınladığı, Maniheist Uygurlara ait Mani yazısıyla yazılmış bir başka metinde de “Alkış alkayu sawinç ötünü taginür” denilerek, alkışta bulunmaktan söz edilmektedir.[8] X. yüzyılda Çinceden Uygurcaya çevrilmiş, kısaca Altun Yaruk adıyla anılan Sutra’da (Budist öğretinin anlatıldığı kitap), alkamak fiili ve türevleri birçok kez kullanılmaktadır.[9]
Eski Türklerde iyi dilekler içeren alkışla birlikte, kargışın da köklü bir geçmişi vardır. X. yy. başlarında öldüğünü bildiğimiz ünlü İslâm coğrafyacısı İbnü’l-Fakîh, Kitâbü’l-Buldân adlı eserinde İslâm coğrafyasıyla ilgili bilgilerin yanı sıra bu coğrafyalarda yaşayanların gelenek ve göreneklerinden de söz etmiştir. Yazar, eserinde Türklerin gelenek ve göreneklerinden bahsederken, bir kargış örneğine de yer verir. Buna göre, Türkler, bakırdan yapılmış bir put karşısında and içerken, putun önünde su dolu bir kap bulunur; kabın içine altın, pirinç, birkaç avuç buğday ya da arpa atılır; altına da bir kadın şalvarı konur. Ant içen kişi “Andımı bozarsam bu kadın şalvarı giyeceğim olsun, beni buğday gibi biçsinler, yüzüm altın gibi sararsın” biçiminde kargışlar okur.[10]
A. İnan, eski Türklerde ve folklorda ant geleneğini açıklarken, andın eski Türklerde dostluk ve kardeşlik kurmak için tatbik edildiğini, gerçekle yalanı ayırt etmek için yapılan törene ise kargış adı verildiğini belirtir: “Gerek tarih kayıtlarından ve gerek folklor materyallerinden pek açık olarak anlaşılmaktadır ki, eski devirlerde suçlu ile suçsuzu, gerçek ile yalanı ayırt etmek için ‘Tanrı yargısı’na müracaat edilirken, ‘ant içmişler’, fakat ‘karganmışlar’ yani kendi kendilerinin, evlâtlarının, soyu sopunun üzerine tanrının lânetini (kargışını) çağırmışlardır. ‘Yalan söylüyorsam gözüm kör olsun, evlâdımın ölüsünü öpeyim!…’ gibi antlar eski devirlerde tatbik edilen kargışların kalıntılarıdır ki, bugün ancak folklor materyali kıymetini haizdir.”[11]
Dede Korkut hikâyelerinde de and ve kargış birliktedir: Kam Pürenin Oğlu Bamsı Beğrek Boyu’nda, Beğrek “Kılıcıma doğranayım, okuma sançılayım, yer gibi kertileyim, toprak gibi savrulayım, sağlıkla varacak olursam Oğuz’a gelip seni helâllığa almazsam.” diyerek and içer.[12]
Türk Edebiyatının en eski yazılı metinlerinden olan Kutadgu Bilig’de ögmek, alkamak, alkış ve bu kavramların zıttı olan kargış, kargamak ve ilenç kelimelerinin birçok yerde bildiğimiz anlamlarıyla kullanıldığını görüyoruz. Eserin yedi yerinde alkamak ve alkış; dört yerinde kargış kelimesi kullanılmaktadır.[13]
Divanü Lugâti’t-Türk’ün birçok yerinde de geçen “alkış” kelimesinin “alkamak” fiilinden türediği anlaşılmaktadır. Kaşgarlı Mahmut, “alkış” kelimesini açıklarken, “Ol begge alkış berdi” (O beyi övdü) ve “Yalavaçka alkış bergil” {Yalavaça (Hz. Muhammed’e) salavat getir};[14] “alkamak” kelimesini açıklarken de “Begge alkış alkaldı (Bey övüldü, alkışlandı); savaş tasviri yapılan bir dörtlükte “Bir bir üze alkaşur” mısrasında (Birbirlerini övüyorlar)[15] gibi konu ile ilgili örneklere yer vermektedir. Kelimenin bu şekliyle, “dua etme, öğme, birinin iyiliklerini sayma” anlamında kullanıldığı görülmektedir. Divanü Lugâti’t-Türk’ün bir başka yerinde de “arkamak” kelimesi açıklanırken alkış ve kargış kavramlarına şöyle bir açıklık getirilmektedir: “Ol anı kargadı arkadı: O, ona lânet etti, kötülüğünü saydı, döktü.” Bu çift olarak söylenir, yalnız söylenmez. ‘Arkadı’ sözü alkış sözünden alınmıştır. Arkadı kelimesi her ne kadar aslında hayır ve iyilik etmek ise de ‘kargadı’ sözüyle birlikte kullanıldığı için şer anlamına dahi gelir olmuştur.”[16] denmektedir. Kargış kelimesi ise, kargamak fiiliyle birlikte “lânet, beddua, ilenme” anlamıyla yine birçok yerde kullanılmaktadır.[17]
Kaşgarlı Mahmut, Divanü Lugâti’t-Türk’te “temür (demir)” kelimesini açıklarken, bir kargış örneği de verir: “Kırgız, Yabaku, Kıpçak ve daha başka boyların halkı and içtiklerinde, yahut sözleştiklerinde, demiri ululamak için, kılıcı çıkararak yanlamasına öne korlar ‘Bu kök kirsün kızıl çıksun’ derler. Sözünde durmazsan kılıç kanına bulansın, demir senden intikamını alsın demektir.”[18] Görüldüğü gibi, bu örnekte, and ile kargış iç içe geçmiş, and kargışla güçlendirilmiştir. Yine aynı eserde “Tenğri kargagınğa ılınma.” (Tanrının lânetine, kargışına uğrama) gibi alkış örneklerine de rastlamak mümkündür.[19]
Türklerin İslâmiyet’i benimsemesinden sonra, alkış ve kargışları oluşturan söz kalıplarının içine büyük ölçüde İslâmî terim ve kavramlar girmiştir. Türk milleti, İslâm dininin esaslarına uygun bu dualarla birlikte Tanrı’ya karşı dilek ve niyazlarını ana dilinde nesir veya nazım olarak sade bir şekilde ulaştırmayı tercih etmiştir. Bu tür alkış ve kargışların en dikkat çekici örnekleri Dede Korkut Kitabı’nda karşımıza çıkar: Dede Korkut Kitabı’nı oluşturan destan parçalarında “ağzı dualı”, “alkış”, “kargış”, “kargımak” ve “karış” kelimelerinin bolca kullanıldığı görülmektedir. Dirse Han Oğlu Boğaç Han Boyu’nda iki kez “… bir ağzı dualının alkışı ile…” (DKK I. s. 81), dört kez “Tanrı Ta’alâ anı kargayıpdur, biz dahı kargaruz” (TDKK I. s. 78-80,); Kam Pürenin Oğlu Bamsı Beğrek Boyu’nda “Allah Ta’alâ beni kargayupdur” (DKK I. s. 116), “Ol zamanda beğlerin alkışı alkış, kargışı kargış idi.” (DKK I. s. 117); Basat’ın Tepegöz’ü Öldürdüğü Boyu’nda Dedem Korkut gelip “Basat’a alkış virdi” (DKK I. s. 215). Kazan Beğ Oğlu Uruz Beğ’in Tutsak Olduğu Boyu’nda karısı, Kazan’a birçok kez “…Kargaram Kazan sana” (DKK I. s. 164-166); “.Kara başum karışı tutsun Kazan seni.” (DKK I. s. 166) diye kargış ediyor. Basat’ın Tepegöz’ü Öldürdüğü Boyu’nda, Basat Tepegöz’ü öldürmeden önce kör eder. Tepegöz soylamasında “.Ağ sakallu kocaları çok ağlatmışam/Ağ sakallı karışı tutdı ola gözüm seni. Elçügezi kınalu kızçuğazları çok yimişem/Karışçukları tutdı ola ola gözüm seni” der. Basat Tepegöz’ü öldürünce; Dedem Korkut “Basat’a alkış virdi:
Kara tağa ayıtduğunda işit virsün
Kanlu kanlu sulardan kiçüt virsün,
didi. Erlik ile kardaşun kanun aldun, kalın Oğuz biglerini yükden kurtardun. Kadir Allah yüzün ağ itsün Basat didi. Ölüm vaktı geldüginde aru imandan ayırmasun, günahunuzı adı görklü Muhammed Mustafa’ya bağışlasun hânum hey.”[20]
Dede Korkut Kitabı’nın ilk hikâyesi olan, Dirse Han Oğlu Boğaç Han Boyu’nda, Boğaç Han, ağzı karalıların iftirası üzerine, babası tarafından okla vurulur. Oğlunu aramaya çıkan Burla Hatun, onu Kazılık Dağı’nda alaca kana bulanmış yatar bulur. Hemen Kazılık Dağı’na kargışa başlar:
“Akar senün sularun Kazılık Dağı,
Akar iken akmaz olsun
Biter senün otlarun Kazılık Dağı,
Biter iken bitmez olsun
Kaçar senün geyiklerün Kazılık Dağı,
Kaçar iken kaçmaz olsun taşa dönsün”
Boğaç Han, anasının sesini duyarak kendine gelir; yerinden doğrulup soylar:
Berü gelgil ak südin emdügüm kadunum ana
Ağ pürçeklü izzetlü canum ana
Akarlıda sularına kargamagıl
Kazılık Tağınun günahı yokdur
Biterlide otlarına kargamagıl
Kazılık Tağınun suçı yokdur
Kaçar geyiklerine kargamagıl
Kazılık Tağınun günahı yokdur
Aslan ile kaplanına kargamagıl
Kazılık Tağınun suçı yokdur
Kargar isen babama karga
Bu suç bu günah babamdandur.”
diyerek Kazılık Dağı’na kargışın haksız yapıldığını söyler.[21] Hikâyede yer alan bu kargış örneklerinden başka, çocuklara ad verilirken, bir başarı üzerine alkış gerektiği anlarda ve özellikle her destan parçasının sonunda, Dede Korkut’un ortaya çıkarak alkışta bulunması oldukça ilgi çekicidir. Örneğin, Salur Kazan’ın Evinin Yağmalandığı Boyu’nun sonunda Dedem Korkut gelir, boy boylar, soy soylar:
“Kanı didügüm big erenler
Dünya menüm diyenler
Ecel aldı yir gizledi
Fâni dünya kime kaldı
Gelimlü gidimlü dünya
Ahır son uçı ölümlü dünya
Yöm vereyim hânum: Karlu kara tağlarun yıkılmasun, kölgelüçe kaba ağacun kesilmesün kamın akan görklü suyun kurımasun, kâdir Tanrı seni nâmerde muhtac itmesün, çapar-iken ağ boz atun büdrimesün çalışanda kara polat öz kılıcun gedilmesün, dürtişür-iken ala gönderün uvanmasun, ağ sakallu baban yiri uçmak olsun, ağ pürçeklü anan yiri behişt olsun, ahır sonı aru imandan ayırmasun, âmin diyenler dîzâr görsün, ağ alnunda biş kelime du’â kılduk kabul olsun, Allah viren umudun üzilmesün, yığışdursun dürişdürsün günahunuzı adı görklü Muhammed Mustafa yüzi suyına bağışlasun hânum hey.”[22]
Selçuklu ve Memlûk Dönemlerinde çeşitli vesilelerle yapılan merasimlerde padişah, vezir gibi devlet büyüklerinin ve sefere çıkan ordunun alkışlandığı bilinmektedir. Osmanlılarda da bu gelenek birtakım kurallara bağlanarak sürdürülmüştür. Kamus-ı Türkî’de “El çırparak ve bülend âvâz ile (yüksek sesle) yaşa diye bağırarak edilen takdîr ve tahsîn (değer verme, beğenip güzel bulma)”[23] şeklinde açıklanan bu terim, Lugât-i Ebüzziyâ’da “Selâtin bayram resimlerinde ve icrâ-yı muayede hengâmında çavuşların ‘Ömr-ü devletinle bin yaşa’ deyu bülend âvâz ile duâhân olmalarına ıstılah olmuştur. Elyevm bu vazifeyi hademe-i hassa-i şâhâne ifâ eder.” şeklinde açıklanmaktadır.[24] Osmanlı devlet teşrifatında, alkışın belli bir protokole bağlı olduğu görülmektedir. Padişah merasim sırasında tahtına oturduğunda, Cuma selâmlığına çıktığında attan ya da arabadan inerken seralkışçı da denen alkışçıbaşının işaretiyle saray hademeleri “Aleyke avnullah”, “Maşallah”, “Uğurun hayrola, yolun açık ola; ikbâlin efzûn ola!”; “Padişahım devletinle bin yaşa!”; “Saltanatınla mağrur olma pâdişâhım, senden büyük Allah var!” diye hep bir ağızdan bağırırlardı. Bu gibi merasimlerde töreni idare eden alkışçıbaşının işaretiyle, devlet görevlisi olan şahıslar padişahın huzuruna kabule doğru gelirlerken, alkış çavuşları yine bir ağızdan “Hareket-i hümâyûn pâdişâhım, devletinle bin yaşa!” diye bağırırlardı. Padişah ayağa kalkarak İstanbul kadısına kadar olan devlet büyüklerinin tebriklerini ayakta kabul eder, sıra müderrislere gelince, yine çavuşların “İstirahat-i hümâyûn pâdişâhım, devletinle bin yaşa!” demeleri üzerine oturarak, ondan sonraki devlet görevlilerinin tebriklerini oturduğu yerden kabul ederdi.[25]
Yavuz Sultan Selim Çaldıran Meydan Muharebesi’ne başlamak üzere atına bindiği zaman altın çomaklı çavuşlar kendisini şöyle alkışlamışlardı: “Hak dergâhında sevgili ve atında dolu, düşmana galip ve arzuna nail olasın!” Sadrazamlara mahsus bir alkış: “Maşallah, ömr-i devletinle çok yaşa!”[26] şeklindeydi.
Tanzimat’a kadar Divan-ı Hümayun çavuşlarının yaptığı alkış görevi, sonraları saray hademelerince yerine getirilmiştir. II. Abdülhamit bu alkışın son cümlesini “Pâdişâhım şevketinle devletinle bin yaşa!” biçiminde değiştirmişse de II. Meşrutiyet’ten sonra yine eski şekline dönülmüştür. Bizanslılar, devletin en büyük ricâlini “Çok yıllara” sözlerini kullanarak alkışladıklarından, bu âdetin, Osmanlılara onlardan geçtiği[27] iddia edilmekte ise de köklü bir saray teşrifatı olan Karahanlılar ve Gazneliler devrinden beri bu alkış geleneğinin sürdürüldüğü göz ardı edilmemelidir. Osmanlılardan çok eskilere dayanan bu gelenek, Tanzimat devrinden sonra yıkılmaya yüz tutmuştur. Nitekim bugün alkış dediğimiz takdir ve övmeyi el çırparak belirtme âdeti bize bu dönemde Avrupa’dan geçmiştir.
Osmanlılarda “gülbank” adı verilen bir alkış türü daha vardır: Yapılacak işin hayırlı, uğurlu ve başarılı olmasını dileyen Allah’a yakarma niteliğindeki kalıplaşmış sözlerdir. Bunların en belirgin özelliği, çeşitli toplantılar veya dinî törenlerde, özellikle tarikat ayinlerinde okunmalarıdır. Secî ve kafiyenin yardımıyla, yüksek sesle ve belli bir edâ, âhenk ve melodiyle okunmaya elverişlidir. Çeşitli tarikat mensuplarının ayinlerinde; Fütüvvet ehli Ahîlerin yaran toplantılarında şeyh tarafından; çocuğa ad koyma, okula başlama, evlenme ve cenaze gibi törenlerde hoca efendi tarafından; yağlı güreş müsabakalarında cazgır tarafından gülbank okuma geleneği oldukça yaygındı.[28]
Yeniçeri toplantılarında okunan gülbankların bir örneği Mehter törenleriyle günümüze ulaşmıştır: “Allah Allah, İllallah! Celîl ü cebbâr, muîn ü settâr, Hâlikû’l-leyli ve’n-nehhâr. Lâyezâl, zülcelâl. Birdir Allah! Ânun birliğine, resûl-i enbiyâ peygamberimiz cenâb-ı Ahmed-i Mahmûd-ı Muhammed Mustafâ, âl ü evlâd-ı resûl-i müştebâ-yı imdâd-ı ruhaniyetine. Bi’l-cümle âlem-i İslâmın sıhhat ü selâmetine, devletimizin bekâ ü temâdîsine, ordularımızın devâm-ı muzafferiyetine; üçler, yediler, kırklar, göçenler demine devrânına hû diyelim hû!. (Bu söz üzerine gülbankı dinleyenler ellerini göğüslerinde çapraz kavuşturup Hû! diyerek duaya iştirak ederler) Eli kan, kılıncı kan, sînesi üryân, ciğeri püryân, meydân-ı şehâdette Allah yoluna revân. Kahrımız gazabımız düşmana ziyân. Adüvden korkmadık, korkmayız hiçbir zamân. Kur’ân’da zafer vâdediyor Hazret-i Yezdân. Uğrun açık olsun ey serdâr-ı mücâhit! Hüdâ kılıncını keskin etsin, ömrünü gün gibi medîd. Fahr-i âlemi hoşnûd ettin; Hakk gazâ-yı ekberin etsin mübârek ve sa’îd. (Kurân-ı Kerîm’den Feth sûresi okunur:) “Nasrün minallâh-ı ve fethün karîb. Ve beşşiri’l-mü’minîn.” (Dinleyenler hep bir ağızdan bağırırlar:) Yâ Muhammed!. Yekdir Allah! Yekdir Allah! Yekdir Allah! İllallah!
Duanın aksi ve zıddı olan beddualar, lânet, inkisar, belâ ve gazap ifade eden menfi sözlerdir. Farsça “bed” (kötü) ve Arapça “duâ” (çağırma) kelimelerinin birleşiminden yapılan bu tabiri, en eski Türk kaynaklarından 19. asra kadarki kültür eserlerimiz ve sözlüklerimiz çok yaygın “kargış” ve “ilenç” kelimeleriyle karşılamışlardır.[29]
Kargış, insanın kendisine, ailesine, cemiyetine ve din gibi müesseselerine zararı dokunacak şahıslara, düşünce ve davranışlara karşı davranışlarının şiddetli bir tepkisidir. Hayatta adaletsizliğe uğramış, küfrânı nimetle karşılaşmış insanın vicdanında uyanan isyân ve hiddeti susturma çarelerini araması gayet tabiîdir. İşte beddualar, bu ruh halini yaşayan insanın en büyük kudret olan Tanrı’dan kötülüğü cezalandırmasını istemesi yolundaki dileklerinden doğan sözlü gelenek mahsulleridir.[30]
Türk Edebiyatında alkış ve kargışlar konusunda en kapsamlı çalışma L. Sami Akalın tarafından yapılmıştır.[31] Her toplumda alkış ve kargışın temellerini değerlendiren Akalın, antropolojik açıdan tüm insanların benzerlikler gösterdiğini; bu nedenle, ayrılık, hastalık, ölüm, yangın, sel, deprem, kıtlık ve benzeri dünya yıkımları ile, ana-baba, kardeş, yurt-yuva sevgisi gibi insan mutluluğuna ya da mutsuzluğuna biçim kazandıran sevgi bağları ve değerleri karşısında bütün insanlığın ortak bir duygusallık, tutum ve davranışla karşımıza çıktığını belirtir.[32]
Dinî açıdan ise, kutsal kitaplardaki dünya görüşü, o dinî inanca bağlı insanların oluşturduğu kültür çevrelerinde ortak yaşama politikasıdır. Alkış ve kargışlar bir tür Tanrı’ya seslenme edebiyatı olduğu için Tanrı, cennet-cehennem, suç-ceza, sevap-günah, iyi-kötü anlayışı, o dinsel kültür çevresinin belirlediği değer ve biçimdedir. Alkış ve kargışlar bu değerlere paralel yönler kazanırlar. Bir dine bağlı türlü toplumların alkış ya da kargışları bu dinsel ortaklık ortamı etkisiyle birbirine benzer.[33] Bir din içindeki mezhep ve tarikat ayrılıkları ya da bölgesel farklılıklar da alkış ve kargışlar üzerinde birtakım değişmelere sebep olur. Örneğin Sünnîlere ait alkış ve kargışlarının Şiilerinkinden değişik unsurlar ihtiva ettiği gibi; Bektaşîlerin ve Mevlevîlerin gülbankları, sofra duaları ve alkışları da birbirinden farklı özellikler gösterebilir. Bunlar gibi, bir yöredeki tanınmış bir yatırın vasıtasıyla iyi veya kötü dileklerde bulunulan alkış ve kargışlara rastlanması, yöresel farklılıkların doğmasına sebep olabilir.
Günlük yaşayış sırasında insanoğlunun karşılaştığı sorunlar genelde benzerlikler göstermekle birlikte, bu sorunlar karşısındaki direnç erkeklerle kadınlar arasında farklılıklar gösterebilir. Bu farklılıklar iki temel nedene dayanır: Birincisi cinslerin olaylara bakış farklılığı; ikincisi aile içindeki rollerden kaynaklanmaktadır. Olayları ya da problemleri daha soğukkanlılıkla karşılayan erkeklere oranla, kadınların biraz daha güçsüz görünmeleri, ilk tepkinin genellikle kadınlardan gelmesine sebep olmaktadır. Ataerkil yapıdaki Türk ailesinde, aile bireyleri babanın hakimiyeti altında olmalarına rağmen, çocuklarla ilgili en fazla yük ve sorumluluk anneye düşer. Bu nedenle, küçük yaşlardaki çocukların sevgi dolu uysallıklarına yönelik okşamalıklar ve alkışlar sık görülürken; çocukların gelişimine paralel olarak sorunları da artan anne, onlarla başa çıkamadığı anlarda kargış silahına başvurur. Bu özellikler, Türk kültür hayatında zengin ve renkli bir alkış ya da kargış edebiyatı doğmasına ve bu edebiyat içinde kadınların ön sıraya çıkmalarına sebep olmaktadır.
Alkış ve kargışların toplumun ekonomik yapısıyla da büyük paralellikler gösterdiği gözlenmektedir. Sosyo-ekonomik açıdan doygunluğa ulaşmış bir toplumda yanıp yakınmalar pek görülmezken, yörenin yoksulluğuyla orantılı olarak, önceleri sızlanmalar; ardından da nasipten, talihten, kaderden başlayarak kutsal değerlere kadar uzanan bir kargışlar silsilesi birbirini takip eder.
Bu sözlerin çok geniş bir coğrafyaya yayılmış olması, atlı bozkır kültürüne mensup Türk topluluklarının her gittiği yere sözlü kültür ürünlerini de taşımalarından kaynaklanır. Bunu birçok Anadolu ağzında alkış ve kargış kavramlarının bilinen anlamlarıyla kullanılmaya devam etmesinden anlıyoruz.[34] Diğer Türk lehçe ve şivelerinde de, aynı kavramın benzer kelimelerle karşılandığı görülmektedir: İki eli birbirine çarparak alkışlamak, Azerbaycan, Tatar, ve Uygur ve Türkiye Türkçesinde aynı şekilde kullanılırken, Başkurtlarda alkışlau, sabakay itiv; Kazaklarda kol şapalaktav ve kol soğuv denirken, genellikle alkışlamak ve çavak/çapak çalmak terimlerinin ortak olduğu gözlenmektedir. Alkış kelimesi diğer Türk şivelerinde övgü karşılığında kullanılmazken, bunun karşıtı olan “kargış” kelimesinin garğış, karğış, kargıs, kargaş gibi küçük ses değişiklikleriyle bütün Türk şivelerinde yaşamaya devam ettiği görülmektedir.[35] Bir Kazan atasözünde “İtnin kargışı bürige tüşe” (Köpeğin ilenci kurda düşer) denilmektedir.[36] Kırşehir’den derlenen bir atasözünde ise “Gör kendi işini, al elin alkışını” diyerek, kendi başına bir işin üstesinden gelenlerin, toplumun alkışına lâyık oldukları belirtilmektedir.[37]
Sözlü kültür ile eğitim ilişkisi incelendiğinde, eskiden beri kullanılagelen ürünleri muhafaza konusunda eğitim düzeyi pek yüksek olmayan dış kültürlere açılmamış, nispeten kapalı kalmış çevrelerde sözlü ürünlerin özelliklerinin bozulmadan korunduğu görülür. Ancak alkış ve kargışlarda durum farklıdır. Eğitimli de eğitimsiz de olsalar, hiç kimse toplumsal tutumun dışında kalamaz. Bu nedenle, hiç eğitim almamış insandan, en üst düzeyde kültürlü insana kadar toplumun tüm bireyleri, insan ilişkileri sırasında çeşitli vesilelerle kalıplaşmış ilişki sözlerini ve özellikle alkış ve kargışları kullanmak zorunda kalır.
Alkış ve kargışlar, cümle yapısı ve anlatım özellikleri bakımından, Türkçenin sade, güzel ve etkili ifade yollarına örnekler taşır. Bir kısım dilek sözleri düz cümle yapısındadır: Allah acı keder vermesin. Ağacın kurumasın. Yolun açık olsun. Allah nâmerde muhtaç etmesin. Boynun altında kalsın. Yağlı kurşunlarla gidesin. Yediklerin gözüne dizine dursun.
Bir kısım dilek sözleri ölçülü ve kafiyelidir: Dede Korkut Kitabı’nda geçen,
“Ağzın için öleyim oğul,
Ana ağzın kurusun
Dilin için öleyim oğul.
Ana dilin çürüsün.”[38]
sözlerine karşılık, bugün, Türk halkının gündelik yaşayışı içinde sıklıkla kullandığı, ölçülü ve kafiyeli, atasözü niteliğindeki sözler vardır. “Ölçülü sözler” adını verdiğimiz bu kalıp sözler, alkış ve kargışların en güzel örneklerini yansıtması bakımından ilgi çekicidir:
“Fukara gönlüne her kim dokuna,
Dokuna sinesi Allah okuna.”
“Biz yedik Allah artırsın,
Sofrayı kuran kaldırsın.”
“Elemtere fiş, kem gözlere şiş.”
Bu ölçülü sözlerden bazıları mani şeklinde manzum dua özelliği gösterir:
“Allahümme ya gani. “Yattım Allah kaldır beni
Ya Muhammet ya Ali. Nur gölüne daldır beni
İki cihan serveri Can bedenden ayrılırsa
Derdimden kurtar beni.” İman ile gömdür beni.”
Türk dünyasının yanı sıra Anadolu’nun birçok yöresinde de koyunun bol kuzu vermesi için “saya” yahut “kış yarı gezmesi” ve yağmurun kıt olduğu zamanlarda bol yağmur yağması için “çömçe gelin, yağmur gelini” adı verilen folklorik törenlere rastlanır. Bu törenlerin en belirgin özelliği, çocukların hep bir ağızdan söyledikleri tekerleme tarzı alkış ve kargışlardır:
"Saya saya gezerim "Yağ yağ yağmur Saya boncuk dizerim Teknede hamur Sayıla armağan verenin Ver Allahım ver Üç oğlu olsun, gözü görsün. Selli sulu yağmur.”
Sayıla bahşiş vermeyenin
Bir kızı olsun, tek gözü olsun
O da çatlasın ölsün.”[39]
Kalıp sözlerde, yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi, ölçü ve kafiye gibi âhenk unsurlarından yararlanılması, bu sözlerin anlam bakımından olduğu kadar, anlatım bakımından da gücünü bir kat daha artırmaktadır.
Dilek sözlerinin büyük çoğunluğu, kuruluşları bakımından Türkçenin tam ve kurallı cümle yapısındadır. Bunun yanı sıra yüklemsiz (eksiltili) cümle yapısında olanları da vardır. Genellikle eksik bırakılmış yüklem, “olsun” ya da “dilerim” gibi bir fiildir: Eline sağlık. Kesene bereket. Gözünüz aydın.
Hay ağzına sağlık. Günaydın. İyi akşamlar. Hayırlı sabahlar. Şeytan kulağına kurşun. Toprak başına. Canın cehenneme. Zıkkımın dibi. Eksik yüklem cümlenin gelişinden kolaylıkla anlaşılan başka bir fiil de olabilir: Güle güle. Selâmetle. Nice yıllara. Çocuklarının başı için. (Nasılsın sorusuna karşılık) İyilik, sağlık. Büyük çoğunluğu basit yapıda olan dilek cümlelerinden bir kısmı da birleşik cümle biçimindedir: Başın pınar, ayağın göl olsun. Aman canı sağ olsun da gelmezse gelmesin. Gidişin olsun, gelişin olmasın. Diplerde yat, kapılara bak. Beşikte gör, eşikte görme.[40]
Anadolu ağızlarında kullanılmakta olan bazı kalıp sözleri oluşturan kelimeler köken bakımından incelenmeye değer özellikler gösterir. Eski Türkçenin arkaik (eskimiş) nitelikteki birtakım kelimeleri, bugün kullanmakta olduğumuz Türkçenin ortak kültür dili olan İstanbul ağzında unutulmasına karşılık; bir kısmı Anadolu ağızlarındaki kalıp sözlerde yaşamaya devam etmektedir. Meselâ, Orta Anadolu’dan derlenen “Çerleyesice. Ekmek ardında yel. Ciğerlerinden kapınasıca. Onmayasıca”. kargışlarında ve “Gönlün farımasın”, “Evin barkın gönensin” alkışlarında geçen “çerlemek” (ağrımak, hastalanmak); “çalınmak” (zayıflamak, kendini yere atmak); “yelmek” (koşmak); “kapınmak” (hastalığa yakalanmak) “onmak” (iyi olmak), “farımak” (eskimek, güçsüz düşmek), “bark” (ev, yurt), “gönenmek” (mutlu, refaha ermiş) kelimeleri Divanü Lügati’t-Türk’te geçmektedir.[41] “Canın albız alsın!” kargışında ise, albız (al karısı) inancının izleri görülmektedir.
Yabancı dillerden giren birçok kelimenin de Türkçenin ses ve şekil yapısına uydurularak alkış ve kargışlara alındığı görülür. Arapçadan dilimize kazâ biçimiyle geçen belâ anlamındaki “gada”, alkışlarda “Gadanı alayım” şeklinde kullanılır. Bunun gibi Arapçadan dilimize giren “vebâ”, baba şeklinde ve “zakkum” zıkkım şeklinde alkış veya kargışlarda yer almıştır.
Prof. Dr. Doğan Aksan, Türkçenin söz varlığını incelerken, alkış kelimesi için; “Bugünkü ortak dilimizde yaşayan alkış sözcüğünün de bir anlam değişikliğine uğradığı görülmektedir. Daha Uygur Dönemi’nde alkamak ‘övmek’ eyleminin bir türevi olarak karşımıza çıkan alkış, o dönemde ‘hayır dua, kutlama’ gibi anlamlara geliyordu. Sözcüğün bugün Anadolu ağızlarında ‘hayır dua, iyi dilek’ anlamlarında kullanıldığını, alğış ayak, alğış hıçın, alğış tepsi gibi tamlamaların da aynı anlamı yansıttığını görüyoruz.” diyerek kelimenin günümüzde artık “el çarparak kutlama” anlamına gelecek biçimde, bir anlam daralmasına uğradığını belirtmektedir.[42]
Doğum, evlenme, ölüm, insanlar arası ilişkiler vb. toplumsal hayatın ana konularını oluşturur. Dolayısıyla ilişki sözlerinin, alkış ve kargışların büyük çoğunluğu da bu konuları kapsamaktadır. Alkış ve kargışın Türk toplumunun sosyo-kültürel yapısı içinde, dinle, gelenek ve göreneklerle iç içe geçmiş, folklora yansımış birçok türü ve şekli vardır. Çoğunluğu dua niteliğindeki ilişki sözlerinin hepsini buraya aktarmak mümkün olmadığı için, belli başlılarına örnekler vermekle yetiniyoruz:
Selâmlaşmalar: Günaydın. Merhaba. Sabah şerifleriniz hayrola. Selâmün aleyküm. Hayırlı akşamlar. Akşamınız hayrola. İyi geceler.
Doğumda: Gözünüz aydın. Allah analı babalı büyütmeyi nasip etsin. Güle güle büyütün. Allah devlete millete hayırlı evlatlar olmayı nasip eylesin. Binası sağlam olsun, vatana millete hayırlı olsun, başı devletli olsun. Allah acılarını göstermesin.
Evlenme, düğün: Allah mesut etsin. Allah bir yastıkta kocatsın. Allah hayırlı evlatlar yetiştirmeyi nasip etsin. Mutluluklar dilerim. Onlar muradına erdi, darısı başınıza. (evlenmek istemeyen) Allah yazdıysa bozsun..
Hasta ziyareti: Geçmiş olsun. Allah acil şifalar versin. Allah kurtarsın. Allah iki iyilikten birini versin. Allah dert verip derman aratmasın.
Ölümde: (Ölenin yakınlarına) Başınız sağ olsun. Allah sizlere ömür versin, Allah kuvvet versin. Allah Hz. Eyyub sabrı versin. Allah ecir sabır versin. Allah başka acı göstermesin. (Ölen kişi için) Allah rahmet eylesin. Allah kabir azabı vermesin. Mekânı cennet olsun. Nur içinde yatsın. Allah korktuğuna uğratmasın. Allah taksiratını affetsin.
Teşekkür ederken: Sağ ol. Var ol. Teşekkür ederim. Aferin. Maşallah. Hay yaşayasın. Eksik olma. Allah razı olsun. Allah ne muradın varsa versin. Allah tuttuğunu altın etsin. Allah sana kara kaşlı, kara gözlü nişanlı versin. Su verene: Su gibi aziz ol. Su verenlerin çok olsun.
Alış veriş sırasında: Hayırlı işler. Allah bereket versin. Bereketini gör. Hayrını gör. Allah kazancını artırsın. Allah güle güle yedirsin. Pazar ola. Allah satı-pazar vere.
Ava gidene “Rast gele”; tıraş olana “sıhhatler olsun”; sofradan kalkınca “Elhamdülillah, Elinize sağlık. Kesenize bereket. Allah hacı sofrası etsin. Geçmişlerinizin ağzında bulunsun. Afiyet olsun. Yarasın.”; dilenciye “Allah versin.”; rüya görene “Hayırdır inşallah”; kötü bir söz söylendiğinde “Şeytan kulağına kurşun”; söz sırasında sevilen kimse için “Sizden iyi olmasın”; sevilmeyen kişi için “Allah selâmet versin”; cinden periden söz ederken “İyi saatte olsunlar” denmesi âdettir.
Bazı sözler karşılıklıdır: Karşılama-uğurlama sırasında: “Hoş geldiniz. Sefa getirdiniz. Buyurun.” denir; gelenler de “Hoş bulduk. Sefa bulduk. Eviniz şen ola. El öpenlerin çok olsun.”; giderken “Hoşça kal. Allaha ısmarladık” diyene “Güle güle, uğurlar olsun, yolun açık olsun, ayağınıza sağlık. Su gibi git, su gibi gel.”; aksırana “Çok yaşa” denir; “Sen de gör.” diye karşılığı alınır. Yemek yiyene “Afiyet olsun” denir; o kişi de hemen sofraya davet eder: “Buyur, birlikte olsun”. İş gören birine “Kolay gelsin.” denir. O da şaka yollu cevap verir: “Kolaysa başına gelsin!”
Türk dünyasının her yerinde, alkışların çokluğuyla orantılı olarak, sayılamayacak kadar kargışla da karşılaşılır. Örnek teşkil etmesi bakımından, Anadolu’dan ilgi çekici birkaç kargış örneği vermekle yetiniyoruz:
Adın batsın. Adın körpelere konsun. Al başların bozulsun. Düğün ekmeğin yapılı, bayrağın dikili kalsın. Alıcın olsun. Allah belânı versin. Beterinden bulasın. Allah cezanı versin. Allahından bulasın.
Ciğerlerinden tutul. Dünyana doymayasın. Allah geçmişlerine kavuştursun. İbretler olasın. Hastane köşeleri yurdun olsun. Atların kuyruğunda parçalanasın. Oklara gelesin. Allah’ın kılıcına uğra. Allah müstehakını (lâyığını) versin. Bağın bahçen kurusun. Ocağın dağılsın. Allah sana fırsat vermesin. Allah dert verip derman aratsın. Olmayasın, onmayasın. Anan ağıdına otursun. Babalardan gidesice. Benden ırak, cehenneme direk ol. Bilinmedik gadalara uğrayasın. Tefin dürülsün. Evde kalasıca. Evine baykuş tünesin. Kazancının hayrını görme. Kefen parası olsun. Gönenmeyesice. Kucağın çocuk görmesin. İki elin böğründe kalsın. Köküne kibrit suyu dökülsün. Onup gülmeyesin. Saçların tahtaya gelsin. Sevdiğine kavuşama. Teneşire gelesice. Toprak başına. Yağlı urganlardan/kurşunlardan git. Yediğin ekmek gözüne dizine dursun; haram olsun. Yiğit arkan yere gelsin.
And içmede ve yeminlerde ise and içen kişinin, andını bozması halinde kendisine yönelik dehşetli bir kargışı vardır: Vallahi, billâhi. Allah belâmı versin. Allah’ımı inkâr edeyim ki. Anam avradım olsun. Gençliğimin hayrını görmeyeyim. İki gözüm önüme aksın. Anam, babam ölsün. Anamın babamın (çocuklarımın) ölü yüzünü öpeyim. Kur’an çarpsın. Kur’an’a el basayım. Ekmek musaf çarpsın. Şuradan şuraya gitmek nasip olmasın. Üçten dokuza kadar şart olsun.
Alkış ve kargışlar, günlük yaşayışın gerektirdiği ilişki sözlerinin dışında, mâni, türkü, ağıt ve ninnilere yansıyarak güzel ve manzum ifadelere kavuşmuştur.
Mânilerde alkış ve duaların yanı sıra kargışların da en güzel ve çarpıcı örnekleri görülür. Halk ağzında binlerce örneğini bulabileceğimiz mânilerden ancak birkaçını verebiliyoruz:
“Ayva dalı gül dalı “Şu gelen üçe benzer
Yere yatmış bir dalı Yüklenmiş göçe benzer
Ya Allah ya Muhammet Şu Mucur’un Kızları
Kavuşsun iki sevdalı.” Kınalı koça benzer.”
“Ak üzüm parmak gibi “Gemiden aldım tuzu
Sevdiğim kaymak gibi Doğdu seher yıldızı
Beni yardan ayıran İtin köpeğin kızı
Devrilsin kavak gibi.” Yaktı yandırdı bizi.”
“Karşıda kara çalı” Avluda hasırım var
Kararıp durma çalı Üstünde mısırım var
Ben sana varır mıyım ehey gâvurun kızı
Sümüklü sıracalı! ” Neremde kusurum var?”
Gelin kaynana mânilerinde de kargışların en çarpıcı örneklerini görürüz:
“Ocak başında durdum “Yumurtanın sarısı
Dizimi yere vurdum Yere düştü yarısı
Vay benim başım kopsun Görümcem verem olmuş
Oğluma seni buldum.” Kaynanama darısı.”
Ninnide anne, yavrusuna en güzel dileklerini melodi eşliğinde, kafiyeli sözlerle sunar:
“Dandini dan dini dan atmış
Mevlâm neler yaratmış
Çenesi çukur yavrumun
Kaşları keman yaratmış
Gözleri kudret halkası
Burnu Kâbe hurması
Ağzı şeker hokkası
Yanakları misket elması
Lokum getir yavruma babası
Ninni yavrum ninni
Uyusun büyüsün ninni
Tıpış tıpış yürüsün ninni.”
Bir serhat türküsünde Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa alkışlanır:
“Kılıncımı vurdum taşa
Taş yarıldı baştan başa
Şanı büyük Osman Paşa
Askerinle binler yaşa.”
Gelin övme de denilen Anadolu kına ve düğün türkülerinde alkışlar geline yöneltilirken, evinden ayrılıp gurbete giden gelinin ağzından kargışlar aktarılır:
“Gız anam gınan gutl’olsun, Ana gızın çok muyudu?
Sağdığın inek sütl’olsun, Bir gız sana yük müyüdü?
Orda dirliğin datl’olsun, Gırılası emmilerim,
Vardığın yerler kutl’olsun.” Bir oğlunuz yok muyudu?
Duygunun yoğunluğuna paralel olarak kargışların da en şiddetlileri türkülere yansır. Bir Harput türküsünde acılarla dolu insan kaderine beddua eder:
“Dağlar dağladı beni,
Gören ağladı beni.
Devri dönesi felek,
Çapraz bağladı beni!”
Bir Ege türküsünde ise kargış sevgilinin zalim annesinedir:
“Ardıçtandır kuyuların kovası,
Suya koyvermiyor gâvur anası.
Ne ettim de aldandım; Allahından bulası!”
Bir Malatya türküsünde de sevgiliye beslenen tutku ve özlem kargış yoluyla anlatılır:
“Anan öle. Cemil,
Baban öle. Cemil,
Yetim kalasın. Cemil,
Benim olasın. Cemil.”
Hapishane türkülerinde kargışlara güzel örnekler vardır. Bir Urfa türküsünde,
“Mapusane seni yapan kör olsun,
Kör olsun da iki eli kırılsın!”
denirken; başka bir Kırşehir/Çiçekdağı türküsünde ise acılı insan:
“Erisin dağların karı erisin,
Sular ensin düz ovayı bürüsün.
İlâhi sebebim, ömrün çürüsün!
Divâne gönlümü eylesin zindan.”
diyerek kargışını, kendisinin hapse düşmesine sebep olanlara yöneltir.[43] Ancak, kargışların en içten ve çarpıcı olanları, acının yoğun olduğu bir anda irticalen söyleniveren ağıtlarda görülür. Bunların her biri şüphesiz acılı bir olay üzerine belli bir şahıs tarafından yakılmıştır. Ancak sözlü kültür ürünleri zaman içinde ağızdan ağıza nakledilirken anonimleşir:
“Ecel büktü belimizi Ağlasana kele bacı
Yasa boğdu hepimizi Böyle m’olur keskin acı,
Kalemin kırılsın felek Gözlerin kör olsun doktur
Kitli koydun kapımızı.” Devre mi verdin ilacı?”[44]
Türk kültürünün anonim ürünlerinden olan halk hikâyelerinde ve masallarda da alkış ve kargışlara sıkça rastlanır. Örnek teşkil etmesi bakımından Dertli Kaval hikâyesinden bazı bölümler aktarmakla yetiniyoruz: . “Maviş’in boş kâğıdı gelince koca Yozgat kan ağladı. Mahalle büyükleri: ‘Günahı sebep olanların boynuna’ deyip karayazılının kapısına geldiler: ‘Elimizden ne gelir, dilimizden ne gelir; olan olmuş bir kere. Yine de sen kalbini bütün tut. Bu kapıyı kapayan bir gün açar inşallah!.
Maviş kapı ardından dinledi, dinledi de sadece: ‘Dilerim Allah’tan bana kara sürenler kara yere girsin!’ dedi, başka bir şey demedi.. (Maviş Emeti Ana’ya sığınır.)
Eh, ilde kötüler çok ya, iyiler de yok değil, Emeti Ana onu kendi kızı gibi bağrına basıp: ‘Kızım dedi; dünya ahiret ben şahidim. Sen suçsuz günahsız bir tazesin; sana bu kötülüğü yapanı, edeni biliyorum ama söylenmez ki söyleyeyim; dilerim Allah’tan tez günde, tez saatte boyları devrilsin’ diye beddua etti.
Gel zaman git zaman kocası Çukurova’dan dönüp de olanı biteni öğrenince, dünya başına yıkıldı. Hemen Emeti Ananın evine koşup, karısının boynuna sarıldı ve: ‘Mavişim dedi, doğan ayda, batan günde leke var; sende yok. Öyle bir iftiraya uğradık ki evimiz, ocağımız yıkıldı. İlâhi bize edenlerin yeri yurdu başına yıkılsın.”. “günün birinde yola dizildiler. Soğuk sular içerek; lâle sümbül biçerek konacakları yaylaya konup muratlarına erdiler. Gökten üç elma düştü; kimseye kem gözle bakmayanların başına.”[45]
Masalların en belirgin özelliklerinden biri de sonunun alkışla bitmesidir: “Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine. Onlar birbirlerine kavuştular; darısı sevenlerin başına. Gökten üç elma düştü: Biri bu masalı dizenin, biri anlatanın, biri de dinleyenlerin başıma.”
Ancak bir kısmına değinebildiğimiz bu örneklerden de anlaşılacağı üzere, ilişki sözleri ve bunların içinde önemli bir yer tutan alkış ve kargışlar, Türk kültür tarihi içinde, Türk insanının karakter özelliklerini, dinî inanışlarını, hayata bakış tarzını, toplum içinde bireyler arası ilişkilerini, görgü kurallarını ve çeşitli durumlar karşısında diğer toplumlardan farklı tutum ve davranış özelliklerini yansıtan canlı birer tanık niteliğindedir. İnsanımızın çok değişik dileklerini, iyi niyetli ve ince ruh yapısını açıklama yolundaki eğilimlerini dil yoluyla ortaya koyan, duygu ve düşünceleri daha etkili bir biçimde anlatmasını sağlayan, vazgeçilemez sözlü kültür ürünleridir. Türk toplumunun dinî, ahlakî, ruhî, sosyal, edebî. maddî ve manevi kültürel özelliklerini incelemek ya da Türk dilinin inceliklerine vakıf olmak isteyen her araştırmacının öncelikle bu kalıp sözleri, alkış ve kargışları kavramakla işe başlamalarının en doğru ve akılcı yol olacağı kanaatindeyiz.
Gazi Üniversitesi Kırşehir Eğitim Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 5 Sayfa: 853-862