Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Ali Şir Nevâî

0 8.788

Prof. Dr. Ali Nihat TARLAN

Büyük filozofları, büyük âlimleri, büyük sanatkârları, felsefe, ilim ve sanat yolundaki muvaffakiyetleri nispet ve çerçevesi dahilinde mevzuubahs ederek onları takdir, tebcil eder; diğer sahalardaki hüviyetlerini zikretmeyiz. Nevâî’ye gelince iş değişir. Nevâî’yi evvelâ büyük bir insan olarak tebcil eder ve ırkımın bu kemal sahibi ferdiyle iftihar ederim. Bence Nevâî sanat, şiir ve ilim vadisinde büyük muvaffakiyetler göstermiş olmasına rağmen evvelâ büyük bir insan olarak taziz edilmelidir. Hayatını muhterem arkadaşım Profesör Zeki Velidî izah etti. Ben bu hususta birkaç noktaya işaret ederek geçeceğim.

Nevâî, Hüseyin Baykara’nın veziri. Mukarrebül-hazreti’s-sultanî Vezir Hâce Mecdettin Sultan Hüseyin’e bir ziyafet veriyor. Nevâî de orada. Sultan, Hâcı Mecdettin’e bir kürk ihsan ediyor. Vezir Sultanın huzurunda Türk Türesi mucibince dokuz kere diz çöküp arzı şükran ediyor. Nevâî de feracesini vezire veriyor. Vezir Nevâî’nin önünde de dokuz defa diz çöküyor.

İşte Sultan Hüseyin Mirza’nın 898 Ramazanı’nda Emir Ali Şir Nevâî hakkında istar ettiği bir ferman:

“Şehzadeler, emirler, şudur, vüzeraü, ve âyan ve bilûmûm tebaanın bilsinler ki, ‘Rüknü’s saltana, Umdetü’l-memleke, Adüddü’-devleti’l-hâkânî, Mukarrebü’l-hazreti’s-sultânî, Nizamüddin Emir Ali Şir Nevâî’ şefkatli kalbi ile bu yüksek devlet güneşinin tulûu zamanından beri temiz niyetli fikrini ve büyük kudret ve dirayetli niyetini bu devletin yükselmesi uğrunda sarf etmiş, azamet ve rütbesini benim kardeşliğim derecesine yükseltmiştir. Ve bu yakınlık günden güne belki saatten saate ziyadeleşmektedir. Hatırıma geldi ki, bu sırada müşarünileyhin kardeşi tarafından vaki olan ve affına karar verilen yolsuz hareketleri, bazı yanılanlar ve gaflete düşenler Umdetül-memleke olan müşarünileyhin üzerinde müessir zannederler. Memleketin dahilinde herkese emrediyorum ki ve herkes bilmelidir ki, onun bizim nezdimizdeki mahremiyet ve hususiyeti tasavvur ettiklerinden çok daha ziyadedir. Ve bilâ istisna herkes ona azamî hürmetle mükelleftir.”

Yine Sultan Hüseyin Mirza hacca gitmeyi niyet eden Ali Şir’e yazdığı bir mektupta: “İkimizin arasında beşikten bugüne kadar devam eden birlik, dostluk ve arkadaşlığın ne derecelerde olduğunu ve her zaman her halde sizin şerefli kalbinizin arzularını tamamen kendi isteklerimize müraccah tuttuğumuzu herkes bilir. Bu rabıtayı zevâl bulmayan devletimizin delâilinden saydık ve sayıyoruz” diyor. Bu mektubun imzası: Elhakir Hüseyin’ dir. Bu derece hürmete mazhar olabilmek için o, ikbalden kaçmak ve ona kıymet vermemek irade ve zekâsını gösterebilmek lâzımdır. O, ikbali tamamen manevî sahada aramış bir adamdı. Bu ikbal içinde samimî tevazuunu terk etmiyor. İbadet ve taat ile meşgul olmak için bir vecitli sofî gibi inzivaya çekilebiliyor:

Tahtü cahıng kişver-i mülk-i Skender boldu tut
Hızr ömrü hem bu mülk üzere müyesser boldu tut
Böyle mülkü ömrdin song cinnü i insü-vahşü tayr
Hükmü-emringe Süleyman dik müsehhar boldu tut

Bunların hepsini bırakıp gideceksin. Ömürde vefa yoktur. İnsan himmet sahibi olmalıdır. Yani dünya nimetlerini kolayca bırakabilmelidir. Onları elde edeceğim diye kendince mukaddes melhumlardan hiçbirini feda etmemelidir. Bu muazzam çapta bir insandır.

Devletşah tezkeresini açıyorum:

842 yılında Devletşah’ı Semerkandî tarafından yazılan bu eser ilk devirlerden XV. asrın nihayetine kadar İran dili ile yazan şairleri ihtiva eder. Müellif, bu eserini Emir Ali Şir Nevâî’ye takdim etmiştir. Kitabın başında şöyle diyor: “Ben bu hakikatler gelinini gayb haclesinden çıkardım. Şimdi hangi gönül sahibi bu temiz, afif kızın kıymetini bilecek diye düşündüm. Gaybdan bana şöyle ilham olundu: Altının kıymetini sarraf, cevherin kıymetini kuyumcu bilir; bunun değerini anlayacak da zamanımızda yüksek ve kerim vezirdir. Fazilet, anın sayesinde hâkim; cehil ise onun azametinin heybeti ile yıkılmıştır.” Müellif burada onun adalet, insaf ve idare hususundaki büyüklüğünü anlatırken şu vasıfları ilâve ediyor:

O, zayıfları tehlikeden kurtarandır; kendinden evvel gelenlerin olduğu gibi kendinden sonra geleceklerin de kemalâtı onun kemalâtı yanında hiçtir. Keremin temelini kurmuş, büyüklüğün usulünü ihya etmiştir. Âlimlerin muinidir.

Fâzılları yetiştiren, fakirleri kuvvetlendiren odur. İlimlerin bütün şubelerini tab’ı seliminin ölçüsü ile ölçüp tartan; iyisini kötüsünü ayıran odur. Kalemin ve kılıcın hakikî efendisi Nizamü’l-milleti ve’d-din Ali Şir’dir. Dünya büyükleri onu methetmişlerdir. İyi huyların kendisinde toplandığı bir şahsiyettir. Melek gibi masum Ali Şir, kerem ve mertliğin unsurudur. İsa gibi tabiat pisliğinden sıyrılmıştır. Temiz ve afiftir. Aynı eserin nihayetinde Emir Ali Şir’in şairliğinden bahsederken de: “Ulüvvü kadrinin kemalinden dolayı onu anlatmaya ve methetmeye hacet yoktur. Yalnız iki vasfını söyleyelim: Lâkabı ‘Sahibül Hayrat’ ve ‘Hazreti Sultanın Mukarrebi’ dir.

Ravzatııssufa Tarihine bakalım: 912 H. yılında vefat eden Hüseyin Baykara’nın zamanına kadar İslâm ve İran tarihini ihtiva eden bu çok mühim eser de Beih zadegânından Mirhont tarafından yazılıp Emir Ali Şir’e ithaf edilmiştir. Müverrih eserin mukaddemesinde Ali Şir’den şöyle bahseder: “İnsaf ve adalet mesnedi, riyaset ve eyalet mansabı, şairliğin yüksek rütbesi, bünerverliğin kıymetli mertebesi; idrak sahiplerinin göz bebeği, ilmî ve ameli kemalâtı kendinde toplayan, haşmet ve debdebesine rağmen hakikî bir sofi gibi kalbi temiz olan Ali Şir ile bezenmiştir.”

Müellif, Ali Şir ile ilk görüştüğü zamanki intibaını şöyle naklediyor: “Meclisine dahil olunca hakikaten suret ve şekle bürünmüş bir ruh, bir melek gördüm ki kerim olan zâtı fazilet ve edebi; yüksek tabiatı da manaların hakikatlerini ve inceliklerini anlamak hususunda bütün akran ve emsalinin fevkinde idi.”

Ali Şir’in vefatından 86 sene sonra Seyid Hüsnü Hoca’nın eseri olup XIV. asrın yarısında Orta Asya’da yetişen şairleri ihtiva eden Müzekkir-i Ahbab tezkeresinde bir münasebetle Ali Şir Nevâî’den bahsedilir ve bahsin sonunda müellif: “Ben fakir onun tarifi ve tavsifi hususunda kelime bulmaktan âcizim. Fakat teyemmünen birkaç şiirini burada zikrediyorum” der.

O devirde ve ondan sonra eser yazanların hepsi, Ali Şir Nevâî’nin büyüklüğü hakkında neler yazmamışlardır. Bu yazılara dikkat edilirse görülür ki bunlar kaside değildir. Realiteye inmiş ve çok defa onun dununda kalmıştır. Yazanların samimiyeti ve onu ifade için ne kadar çırpındıkları derhal göze çarpar. İşte Sam Mirza Tezkeresi, Babürşah, Ateşkede…. Zamanındaki âlimleri, sanatkârları bilerek, anlayarak himaye eden, yetiştiren o idi. Onun namına telif edilen kitaplar, o kadar çoktur ki hiç bir padişah veya vezir bu mazhariyete ermemiştir.

Büyük servetini ilmî ve sanatı himayeye ve hayrata sarf etmiştir. 370 parça hayratının 90’ı kervansaray mütebakisi köprü, mescit, medresedir. Ali Şir hayatta iken bu kervansaraylarda konaklayanlara yemekler verilirdi. Emsalsiz bir şefkat ve fazileti hakkı ile ispat eden bu meziyetlere bir de milliyet şuurunu ilâve ediniz ki bu da bence insanî faziletlerin içindedir onun büyüklüğü kâinatında çok ulvî yeni bir âleme şahit olursunuz: Nevâî, İran edebiyatının kuvvetle hâkim olduğu bir devir ve muhitte yetişmişti. Etrafında Mevlânâ, Camî gibi İran klâsik devrinin son mümessili sayılan mühim bir şahsiyet vardır. Camî’nin etrafında da ikinci ve üçüncü derecede birçok şair kuvvetli bir İran edebiyatı kültürü yaşatıyorlardı. Bu kültüre hizmet eden şairlerden birçoğu da Türk idi. O, böyle bir muhit içinde Türk dilinin istikbal ve istiklâlini düşünüyor ve onu edebî bir dil haline getirmek için azamî dikkat ve gayretini sarf ediyor. Bu hususta Padişah da kendisine müzahirdi. O da Türkçe şiirler yazıyordu. Muhakemetü’l-Lügateyn’inde der ki: “Fars ve Türk şairleri kemiyet bakımından mukayese edilirse görülür ki Farsça yazan şairler pek çok yetişmiş ve yetiştikleri devirlerin hükümdarları tarafından himaye edilmiştir. Buna mukabil Türkçe yazanlar pek azdır. Sultan Hüseyin Baykara tahta geçince Türk dilinin revaç ve inkişafına çok himmet sarf etti. Bizzat Türkçe divan vücuda getirdi. Türkçe yazan şairleri taltif etti. Fakat Türk beyzadeleri, Türkün müstait gençleri bu dilde eserler yazmağa rağbet etmediler. Padişahın fermanını tutmadılar.”

Ali Şir Nevâî Muhakemetü’l-Lügateyn’ini Türkçenin Farsçadan daha geniş, ifade kabiliyeti itibarıyla daha kuvvetli ve zengin olduğunu ispat için yazmıştır. Ve bu hususta birçok mülâhazalar sarf ettikten sonra der ki: “Türk dilinde buna benzer incelikler pek çok olduğu halde kimse dilimizin hakikati üzerinde düşünmediği için bunlar gizli kalmıştır. Türk’ün hünersiz ve değersiz bazı gençleri kolaydır diye Farsça şiir yazıyorlar. Halbuki düşünülürse Türk dilindeki bu geniş bir edebiyatın her şekil ve her nev’i için daha müsaittir. Türk milletinin müstait şahsiyetleri kendi dilleri dururken başka dilde şiir yazmamalı idiler. Eğer her iki dilde şairliğe kabiliyetleri varsa hiç olmazsa kendi dillerinde daha çok edebî eser vücuda getirmeli idiler.” İşte yalnız bu millî şuur, Türk dilini kuvvetli bir edebiyat dili mertebesine yükseltmek gayreti onun namını ebedileştirmeğe kâfi iken Nevâî bununla da kanaat etmemiştir. İlim uğrunda birçok emek sarf etmiş tarih, ahlâk, kelâm ve tasavvufa dair eserler vücuda getirmiş; edebiyatın nazarî kısmında çalışmış ve devrinin en büyük münekkidi olmuştur. Sanat cephesine gelince:

Nevâî hattat idi, ressamdı, musikişinastı, kat’ ve tezhip sanatlarına vakıftı. Bunların hepsinin fevkinde de şairdi. Şiirdeki azametine de şahit olduktan sonra insan, kendi kendine gayrihtiyarî soruyor: Hakikaten büyük olabilmek için insan, daha ne gibi evsafı haiz olmalıdır?

Nevaî; ince ruhlu bir sanatkârdır. Bu ince ruh ve hassasiyete mukarin kuvvetli bir zekâ onu siyasî cephede olduğu kadar ilim ve sanat yolunda da muvaffakiyetten muvaffakiyete uçurmuştur. Zamanındaki tezkere-nüvislerin ifadelerine nazaran hayatı müddetince daima çalışan ve bir lâhza tembelliğe düşmeyen Ali Şir, Asya’da bir büyük şiir dehası olarak doğmuştur. Bu yolda kendinden evvel gelenler yok değildir. Meselâ: Mecalisü’n-nefais adlı tezkeresinde o havalide yetişen şairleri zikreder ki bunların arasında Emirî, Hace Bü’l-Hasan Türk, Mevlânâ, Kutbî, Mukımî, Harimî, Kalender, Lutfî, Yakinî, Sekkâkî, Süheylî gibi Türkçe yazanlar vardı. Bunlardan maada başta Sultan Hüseyin Baykara olmak üzere hanedan azâsı da Türkçe şiirler yazıyorlardı. Herat o devirde büyük bir ilim ve sanat merkezi idi. Bu merkezin en büyük şahsiyeti de Nevâî’nin nasıl bir şair olduğunu mütalâa etmeden evvel onun karakterini tespite çalışalım:

Nevâî evvelâ zengin ve asil bir ailenin çocuğu idi. İyi bir tahsil görmüştü. Sultan “Ebü’l-Kasım Babür”ün sarayında babasının yerine geçen bu genç, esasen şair olan sultanın büyük teveccühüne mazhar olmuş ve “oğlum” hitabı ile taltif ve takdir edilmiştir. Nevâî daha o zaman şiir ile şöhret almaya başlamıştı. Henüz 17 yaşında iken Meşhed’de bir kervansarayda tesadüfen Horasan’ın meşhur şairlerinden Kemaleddin Türbetî ile görüştüğü zaman bu meşhur şairi kendi zekâ ve görüşüne hayran etmişti. Mizacı asabî ve hassastı. Bu halini şiirlerinden anlayabiliriz. Bazen de bariz izler gözükür. Meselâ:

Tuşta gördüm yarnı handan rakibin ötrüde
Reşkdin her lâhza tiş kırçılatırmın uykuda
Ol peri vaslı ara yadımga girse firkati
Tilbeler yanghg tökermin eşk aynı gülgüde

Uykuda dişlerini gıcırdatan, gülerken ağlayan ve bunu ifade eden sanatkâr bize mizacının fazla hassasiyet ve asabiyetini anlatmış olur. Kuvvetli irade ve aklı seliminin idaresi altında o aklı selimi büyük ihtirasların meş’ur hamlelerine sürükleyen bu hassasiyet; bizzarur tatmin edilmeyip hazin ve plâtonik bir aşka tahavvül etmiştir. Nevâyî; evlenmemiş ve bütün hayatını büyük bir titizlikle ilim ve sanata hasretmiştir. Bu ihtibas, onu şiir sahasına yükseltmiştir. Hayatı muhtelif menbalardan takip edilirse bu aşkın hakikaten plâtonik olduğu anlaşılır. Eserleri arasında çok zevk perestane sahifelere rastlamak kabildir. Fakat bunlar hep “keşke olsaydı” temennisiyle nihayetlenir. Meselâ:

Ne hoş bolgay ikülen mest bolsak vasl bağıda
Kolum bolsa anıng boyunuda vü ağzım kulağıda

Visalin sarhoş edici zevklerini vecd içinde andıktan sonra gazelini  şöyle bitirir:

Nevayî sen kim’ü-işret demi bilmes misin kim it
Eğer kan içse hem başı görünür öz yalağıda

Onun hassasiyetinden mütevellit derin izzeti nefsini   Sultan Hüseyin’in kendisine yazdığı mektuplarda çok ihtiyatlı bir lisan kullanmasından da istidlâl kabildir. Muhakemetü’l-Lugateyn’inden anlaşılıyor ki Nevâî 15 yaş ile 40 yaş arasında birçok aşk geçirmiş ve bu maceralarda sevgilisinin hüsün ve nazım, kendi aşk ve niyazını şerh için gazeller yazmış ve İran şairlerinden birçoğunun asarını okumuştur. Yine o eserdeki bir kayıttan bu asabî ve hassas mizacın garabet perest ve düşvar- pesent yani “orijinalite meraklısı ve güç beğenir” olduğunu anlıyoruz. Bu da onun hilkaten mümtaz yaratılmış bir şahsiyet olduğunu gösterir. Büyük bir tefevvuk aşkı, doymak bilmez bir ilim ve sanat ihtirası. Bu tefevvuk aşk ve ihtirasını da en meşrû yoldan, hiçbir entirikaya tenezzül etmeden şahsî kemalât ile temin etmişti. Böyle hassas ve marazî bir mizaca hâkim kuvvetli bir aklıselim ve irade. İlim ve idare yolundaki muvaffakiyeti, derin şefkatin, yüksek adaleti, bütün hayatınca kendini en mükemmel surette idare edişi, uzvî ilcalarına hâkim oluşu bu hassasiyetle iradenin kuvvetli imtizacından hasıl olmuştur.

Babur Şah der ki: “Ali Şir ne ikbâl ve ne de idbarında etvar ve harekâtım asla tebdil etmemiş nezaket ve zarafeti zatiye sahibi idi. Gerek evci ikbâlde gerekse hali mübaadetinde, Herat veya Semerkand’da Ali Şir yine o Ali Şir bir merdibî nazîrdi. Mafevklerine karşı edip ve hürmetkâr olduğu gibi hayatı maneviyesinde bir rehnümayi sahib rıza, mesalihi ammeden hengâmı ferağında bir enisi tesliyet bahşa, âsan için takdiratı ile mübtehiç olduğu bir edibi yekta addeylediği Mevlânâ, Camî hakkında fevkalâde hürmet gösterirdi. İkbâl ve idbarında harekâtını tebdil etmemesi nezaket ve zarafeti kendisinde bir itiyat haline getirmesindendir. Bu hareket tarzı kendi şahsî hüviyetini bütün mevkilerin fevkinde telâkki etmesinden ileri gelir. Bu telâkki büyük ve titiz bir izzeti nefse, bu derece titiz bir izzeti nefis de asabiyet ve hassasiyetle beraber kuvvetli bir iradeye delâlet eder.

Zekâsına gelince: Pek küçük yaşta iken zekâsının, etrafındakilerin hayret ve takdirini celbedecek derecede inkişafı, başka şairlerin eserlerinden elli bin beyit ezberlemesi, edebî sanatların çok güçlerinden biri olan muamma sanatında büyük bir iktidar göstermesi ve nihayet zamanının ilim ve edebiyatını otuz seneden fazla bir zaman aksamadan sevk ve idare etmesi, zamanında kendini çekemeyenlerin siyasî entrikalarına mukavemet edip hepsine galip gelmesi zekâ noktai nazarından müstesna bir hüviyette bulunduğunu bize gösterir.

Ruhî hüviyetini hülâsatan çizmeye çalıştığımız şairin edebî hüviyetine bakalım: Pek küçükken şiire başlayan Nevâî, muhitinin tesirine tabi olarak evvelâ Farsça şiirler yazmıştır. Fakat sinni şuura vasıl olunca ki pek genç iken bu şuura ermiştir; Türkçe yazmaya başlamıştır.

Türkçe şiir yazmayı Farsçadan daha güç addediyor. Çünkü Türkçenin incelikleri daha çok, çünkü İran edebiyatı büyük tekâmülünü geçirip klâsik devrini Nevâî’nin dostu ve mürşidi Camî ile kapamak üzere. Yani İran dili işlenmiş. Devir, edebiyatın pek büyük bir rağbete mazhar olduğu devir. Her mecliste şiirler okunuyor, nükteler sarf ediliyor, muammalar söyleniyor. Rağbette olan şekil de gazel ve mesnevî şekilleri. Türkçe şiir işlenmemiş. O zamana kadar Türkçe yazan şairler az. Binaenaleyh bu saha bakir. Nevâî’nin tabiatı ise orta orijinaliteye düşkün ve kendi kuvvetine emin. Türk dilinde vücuda gelecek şiiri düşündükçe heyecan içinde kalıyor. Bu veci, onun gözünün önünde on sekiz bin âlemden daha geniş bir âlem açıyor. Lâkin o âleme kimse ayak basmamış. Çünkü bu hazinenin ejderleri pek yırtıcı, gülleri sayısız dikenle örtülü. Başkalarını korkutup kaçıran bu vahşet onu ürkütmüyor. Uğraşıyor, çalışıyor ve dört büyük divanını vücuda getiriyor: Garaibü’s-sıgar, Nevadirü’ş-şebab, Bedayiü’l-vasat, Fevaidü’l-kiber. Ve derhal bu dört divanın şöhreti dünyanın dört ucuna yayılıyor.

Bunlar gazeliyat. Bir de mesnevî sahası var. Oraya hücum ediyor; o müşkilât ile de pençeleşiyor. Nizamî, Husrevi, Dehlevî ve Camî gibi büyük İran sanatkârlarının eserleriyle boy ölçüşecek derecede değerli mesnevilerini veriyor. Hayretü’1 -Ebrar, Ferhadü Şirin, Mecnunu-Leyli, Seb’a-i Seyyare, Sedd-i-İskenderî. O zaman Maveraün-nehir ve Horasan’da mesnevî kültürü bir inkişaf halinde. XV. asır Anadolu şairlerinden, (Behişti) II. Bayezid’in nedimlerinden iken buradan kaçıp Herat’a gitmiş ve Osmanlı edebiyatına o tarz mesnevîyi getirmiştir. Edebiyatın yalnız amelî kısmı ile değil nazarî kısmı ile de uğraşıyor. Aruz hakkında Mizanü’l-evzan’ı yazıyor. Edebiyat tarihini unutmuyor: Mühim bir tezkere-i şuara olan Mecalisü’n-nefa-is‘i vücuda getiriyor. Buna epey mensur eserler de ilâve etmek lâzımdır. Velhasıl Nevâî, bütün hayatı müddetince Türkçenin İran edebiyatı seviyesinde eserlere malik olmasını temin için uğraşıyor. Beşer kudreti de ancak buna müsaittir. Nevâî (Züllisaneyn) yani iki dillidir. Türk ve İran dillerine müsavi bir kuvvetle tasarruf edebiliyor ve salâhiyetle iddia ediyor: “Farsçayı benden iyi kimse yazamaz. Çünkü küçüklüğümden beri İran’ın büyük şairlerinden Emir Hüsrev’i Dehlevî, Hafız-ı Şirazî ve Camî’yi birçok kereler okudum. Belki hepsini ezberledim. Hattâ en orijinal ve güzel olanlarına nazireler söyledim. Hafız tarzında takriben altı bin beyitlik bir divan yazdım. Büyük âlim, sanatkâr ve ediplerin en büyük merkezi olan Horasan’da otuz seneyi mütecaviz bir zaman yaşadım. Bu müddet zarfında bütün büyük şairler ve muhterem fasihler ne yazmışlarsa benim meclisime getirip tashih ettirirler ve fikrimi itirazsız kabul ederlerdi. İtiraz edenleri delillerle ikna edip onların şükran ve minnetlerini kazanırdım.”

Evet o bütün Horasan’ın ilim ve sanat mihrakı idi. Hattâ İran’ın son ve büyük şairi, Camî, eserlerinin müsveddelerini Nevâî’ye okutur, onun ilâve ve tadillerini daima beğenirdi. Ve nihayet Sultan dahi onun sözüne özü bakımından özüne de sözü bakımından büyük değer vererek kendisine (sahip kıran) unvanını veriyordu.

Yukarıda söylediğimiz gibi Nevâî’ye gelinceye kadar İran edebiyatının büyük simaları yetişmiş ve şairimiz bu teessüs etmiş edebiyat içinde şiire başlamıştır. Eserlerinde İran edebiyatından gelme mazmunlar, ekseriyetle bulunduğu gibi Türk dilinin hususiyetleri ve kendi ruhunun orijinalitesi yer yer göze çarpar.

Evvelâ bütün eserlerine şamil olarak şu hükmü vermemiz lâzımdır: Eserleri şeklen hemen daima pürüzsüzdür ve belâgatin hakkı verilmiştir. Çünkü o, mühim bir nazariyatçı ve münekkit idi.

Eserlerinin dinî cephesinde çok kuvvetli tevhitleri ve gazel şeklinde samimi naatleri ve İslâmi esaslara istinat eden didaktik manzumeleri görülür. Tevhitler ekseriya tasavvufîdir. Meselâ gazel şeklinde olan şu tasavvufî manzumeye bakınız:

Zehi zuhur-u cemaling kuyaş gibi peyda
Yüzüng kuyaşığa zerrat-ı kevn bolup şeyda
Yüzüng ziyasıdın er subh aynı içre beyaz
Saçıng karasıdın er başıda sevda
Zuhur-u hüsning ııçun eyleben mezahirni
Bu gözgülerde anıng cilveger kılıp amde
Bu cilve eyledi ol hüsn isteben âşık
Salâ-yı aşkın edip aferiniş içre nida
Biri kabul ile almay anı meğer kim min
Kılıp atımnı zalûm-u-cehûl birle eda
Dimay ki min özü maşuk irür özü âşık
Ki tig-i gayret olup anga nakş-ı gayr-zeda
Nevâî bolmadı tevhid güft ü gû bile fehmû
Meğer ki eylegesin tilni kat-u-cannı feda

Hazreti Peygamber hakkında naatleri de ekseriya gazel tarzındadır. Derin, samimî bir aşkı ifade eder. Nevâî mütedeyyin bir Türktü. Vaktinizi ve dikkatinizi israf etmemek için eserlerindeki didaktik kısımlardan ve bilhassa mesnevîlerindeki tasvirlerden sarfınazar ederek asıl ehemmiyetli kısım olan lirik nev’e geçeceğim: İşte burada şairin hüviyetini buluruz. Nevâî’nin eserini okurken kendimizi

Fuzûlî’nin âleminde hissederiz. Lisanın ufak tefek aykırılıkları ortadan kaldırılınca âdeta Fuzûlî’den bir parça okuduğumuzu zannederiz. O da Fuzûlî gibi derin bir aşkın ümitsiz bir hicran ve ıstırabı içindedir.

Zihi kut-u hayatım hecr mühlik derdide yadıng
Eğer lûtfunga lâyık bolmasam yoktur mu bidadıng
Mınga lezzet senin fikring mınga kuvvet senin zikring
Mınga işret senin vaslıng mınga taat senin yadıng
* * *
Sin lebing sorgansalı min kan yutarmın ey habib
Sin mey içgil kim mınga hun-u ciger bolmış nasib
* * *
Ey firakındın mınga gam ruzi-vü-mihnet nasib
Ah kim hecringde öz şehrinde bolmış mın garib
Öz diyarımda bozug könglüm ni yanğlıg tohtasun
Kim irür ahbab hem bigâne mindin hem habib
* * *
İlge açıp izarını gül gibi nevbaharını
Derd-i firak harını kökreğim içre ornatıb
İçim firkat belâsında taşım hecr ibtilâsında
Kanım aşk ıztırabında özüm şevk ıztırarında
Yüzün hecride tofrag oldum ol yanglıg ki yil kopkaç
Kuyaş çıksa pedîdar olmagay cismim gubarında
* * *
Ol belâga örgenip min eyle kim canım çıkar
Görmesem başımda bir saat min-i şeyda belâ
Cam-ı minânı ilingdin koyma bu devranda kim
Yağdurur devr ehli üzre günbed-i mînâ belâ
* * *
İki parmak birle tuttum lâ’lin ol ruhsar ara
Eyle kim bülbül tutar gül yafrağın minkar ara
* * *
Bir kuyaş meş’ali din canıma ur aşk otı
Yok ise şem’-i hayatımını uçurgil ya Rab
Sakıya aşk otı ger yok mey otın ruşen kıl
Ki kül olsun, nefes-i har-u-has-ı renc-ü-taab
* * *
Könglüm örtensün eğer gayrıga perva eylese
Her köngül hem kim sinin şevkıngnı peyda eylese
Özgeler hüsnin temaşa eylesem çıksun gözüm
Özge bir göz hem sinin hüsnüng temaşa eylese
Gayr zikrîn aşikâra kılsa lâl olsun tilim
Özge bir til hem ki zikring aşikâra eylese
Reşkdin canımga her nergis gözü bir şuledür
Bag ara nageh hıram ol şuh-u ra’na eylese
Akıbet canımga yettim ey hoş olmağ kim mini
Bir kadeh birle harabat içre rusva eylese
Dehr şuhiga Nevayî sayd bolma nice kim
Gün izarı üzre tün zülfün mutarra eylese
* * *
İstemin kim aşk mindin özgeni kılgay esir
Hiç kesge bolmasın ya Rab mınğa bolgan belâ
Vaslıda reşk öltürür hicranda gam veh kim mınga
Vasl ara bolgan belâ-vü hecr ara bolgan belâ
Nâsihâ aşıklığımını men’ kıldıng bilmeding
Kim nasihat birle def’olmas kaza bolgan belâ
Ol peripeyker ki hayran bolmış ins-ü-can anga
Kim ki hayranı imes min tilbemin hayran anga
* * *
Cevr-ü-zulmüng gerçi ölmeklik nişanıdur mınga
Çünki sindindür hayat-ı cavidanidur mınga
0l periveş aşkıdın nâsih mini men’ etme kim
Tilbelik vakti-vü-aşıklık zamanıdur mınga
* * *
Mınga ni menzil-ü-me’va iyan ni hanüman peyda
Ni canımdın eser zahir ni könglümdin nişan peyda
Hıred mahfi beden fani köngül gaib tarab ma’dum
Barı sehl irdi bolsa ol büt-i namihrban peyda
* * *
Cemalin eyle ulus gözidin nihan ya
Rab Nihan otumnı anıng könglige ıyan ya
Rab Ayagı çünki yiter asitanı tofragına
Başımnı eylegil ol hâke asitan ya Rab
Nevayî ahını yitgür anga veli koyma
Anıng cemalige bu duddın nişan ya Rab

Bu misallerde görülüyor ki Nevâî, o devir ve estetik telâkkisi içinde ümitsiz aşkını derin bir hicranla terennüm etmiştir. Şairin birkaç tasvir parçasını görelim:

Meyhaneden çıkan bir dilberi şöyle tasvir eder:
Veh ki ol muğbeçe her dem ki çiker bade-i nâb
Kozgalur arbedesindin bu kühen deyri harab
Yaka çâk-ü-özü bibâk-ü-bilide zünnar
Bir iligide fiçak bir kolıda cam-ı şarab
Gözü islâm ilinin canın alurga katil
Zülfü takva ilinin boğzıdın asmakga tınab
* * *
Böyle hâlette gözü tüştü mınga-vü-külüben
Yüz tiimen lûtf-u-kerem birle bu nev’etti hitab
Kim eya rind-i vefa-pişe-vü-mihr-endişe
Gelip iç kadeh-ü-çikme humar içre azab
Yügürüp tüştünı ayagıga-vü-tofrag öptüm
Birdi mey ilgime hayvan suyu alıda şarab
Çiktim-ü-huş yüzin görmedim andın songra
Tüşmüşem kûy-i harabat içide mest-i harap
* * *
Ey Nevâî anga kim bar ise bu rah nasîb
Tüşti yil keyfiyyetidin suga gül yafragları
Yoksa meydin zahir oldı güller ol ruhsar ara
* * *
Şam-ı gam ahım dûdudur ol dûd ara her yan şerer
Bilgil nuhuset encümü bu şam-ı kıyr-endûd ara
* * *
Karar-ı akl-ü-huşum aşkıng otı birle çörgendi
Semum isti belâ deştide kalgan kârvanımga
* * *
Görmegen müşkin sehab içre peyapey saika
Dûd-u ahımdın demadem şuleler gör mülteheb
* * *
Sikridi çünki semending didi akl
Berk bolmış mu kuyaşka merkeb
* * *
Lûtf gör kim suda gül aksi misillik görünür
Hulle nazüklügidin her sarı nazük bedening
* * *
Ey elif dik rast kadding hasreti canlar ara
Cism içide can gibisin barça sultanlar ara
Kuşka ohşar kim tikendür aşiyanı ya köngül
Tirbaran-ı gamıngdın kaldı peykânlar ara
Gam tapar hecringde eşkim içre könglüm paresin
İş günü tapkan gibi il gayibin kanlar ara
* * *
Ta havayimin ol ay hecride andag kim bulut
Tagka herdem bozlanurmın yaş töküb feryad itib
Ün çikermin aşk ara bir nergis-i câdû görüb
Baglagan it dik ki feryad eylegey âhû görüb

Şimdi Fuzûlî ile mukayese edip Nevâî’nin Fuzûlî’ye olan tefevvuk noktalarını arz edelim:

  1. Evvelâ kemmiyet bakımından Nevâî Fuzûlî’den çok daha velûd ve muazzam bir sanatkârdır. Eserleri meydanda.
  2. Nevâî, Fuzûlî’den önce gelmiş ve Fuzûlî’de bizi teshir eden melânkolik ve hazin aşkı müessir şekilde terennüm etmiştir.
  3. Türk dilinin tekâmülü için çok kısır bir sahada ve çok emek sarf ederek mücadele etmiştir.
  4. Nevâî, kullandığı dilin ince nüanslarını ve vüs’atini daha muvaffakiyetle, daha fesahatle kullanmıştır.
  5. Yine muhitin ve dilin icabı olarak Nevâî, klâsik sahadan taşmış ve Fuzûlî’den daha çok orijinal olmuştur.
  6. Estetik telâkkisi, bence Fuzûlî’den daha mütekâmildir. Fuzûlî, çok defa hüzün ve elemini adeta yaranın üstüne basarak ifadeye çalışır. Nevâî ise hiçbir şey söylemez gibidir. Fakat çok şey söyler. Daha tatlı ve hazin, daha ince ve zariftir. Meselâ şu gazel baştan başa ne kadar nefistir:

Bahar boldı-vü-gül meyli kılmadı könglüm
Açıldı gonca ve likin açılmadı könglüm
Yüzüng hayali bile valih irdi andak kim
Bahar kitken-û kilkenni bilmedi könğlüm
* * *
Yüzüng nezareside mahv-i mest idi ya’ni
Ki gül çağıda zamani ayılmadı könglüm
Nevayî gonca tileb könglüm agzın itti heves
Egerçi tapmadı likin yangılmadı köngliim
Şu muhammesini okuyalım:
Ah kim valihmin ol serv-i hıramandın cüda
Gözlerim giryandur ol gülberg-i handandın cüda
Binevadur can dagi ol hur-ı Rıdvandın cüda
Eylemes tutî tekellüm şekkeristandın cüda
Kılgalı mahrum cam-ı vaslıdın canan mini
Telhkâm itmiş tiriklik badesidin can mini
Her zamani öltürür gam zehridin hicran mini
* * *
Her ölümdin imiş mımdın song ey devran mini
Eylegil candın cüda kılgunca canandın cüda

Fuzûlî Nevâî’den çok müteessir olmuştur. Esasen Nevâî’nin şöhreti daha hali hayatında iken Türk ellerine yayılmıştı. Lâtifî tezkeresi Nevâî’nin şiirlerinin ilk defa Câmî ve Nevâî’nin tavsiyesiyle İkinci Bayezid’e gelen Basirî adlı bir şair tarafından Rum diyarına getirildiğini yazıyor. Fuzûlî Şarktaki Çağatay şairlerini ve Garptaki Anadolu şairlerini iyi tanıyordu. Divanının mukaddemesinde bundan bahseder. Leylâ ve Mecnun’unda da:

Olmuştu Nevâî-i sühandan
Manzur-u Şehenşeh-i Horasan

diyor. Ahdî tezkeresinde Fuzûlî (Guftar-ı Nevâî ayin’i Türkân-ı Moğol yanında mezkûrdur) dediği gibi bir tezkerede de Nevâî’ye karib bir tarz-ı hassı vardır, kaydı mevcuttur.

Bunlardan hiç bahsedilmese dahi Fuzûlî, o kadar Nevâî’nin havası içinde yaşar ki dil hususiyetleri olmasa bunları birbirinden ayırt etmek güç olur.

Fuzûlî Nevâî’den çok istifade etmiştir. Şöyle sathî bir bakışla aralarında epey müşabehet göze çarpar. Meselâ:

Nevâî:

Ey Nevayî kâş yüz canıng olup canendin
İstemey bir vasl barın rayegân kılsanğ feda

Fuzûlî:

Bin can olaydı kâş men-i dilşikestede
Ta her biriyle bir gez olaydım feda sana

Nevâî:

Talpınurmın eşk ara her dem ki tişler lâ’lini
Kim tengizge tüşse can vehmidin eyler ıztırab
Renc-ü-za’fım bolmış andag kim sorar kilken ulus

Hâlim eylerler sual amma işitmesler cevab

Fuzûlî:

Ey soran hâlim bu istiğna sualinden ne sûd
Hâlim eylersin sual amma işitmezsin cevab

Nevâî:

Tapıban Ferhad ile Mecnun tarik-i âfiyet
Aşk bidadı ara yirde mini rüsva kılıb
Ey hoş ol rind-i harabatî ki mest olgan zaman
Dehrge hükmin sürüb gerdunga istigna kılıb

Fuzûlî:

Ferhada zevk-ı suret Mecnuna seyr-i sahra
Bir rahat içre herkes ancak benim belâda

Nevâî:

Ol mini sormakka her dem hançer-i hicran çikib
Min ayagıdın başım almay yolıda can çikib
Ol içib il birle ruh-efza kadehler aşîkâr
Min belâ camıda zehr-i gussayı binhan çikib

Fuzûlî:

Ey beni mahrum edip bezm-i visalinden müdam
Gayrı hân-ı iltifatı üzre mihman eyleyen

Nevâî:

Dilberi alide Mecnun nakd-i can sarf itmedi
Ey Nevayî aşk etvarı müsellimdür mınga

Fuzûlî:

Aşk etvarın müsellem eyledi gerdun bana
Şöyle kim yeldi yügürdü yetmedi Mecnun bana

Nevâî:

Yarege koygan pamuglardın durur başımga taç
Lâ’l-ü-yakut eylemiş ol tacga ziver yara

Fuzûlî:

Penbe-i dag-ı cünun içre nihandır bedenim
Diri oldukça libasın budur ölsem kefenim

Tanınmış büyük şairlerimizin meşhur beyitlerinde de Nevâî’nin izlerine rastlamak kabildir. Meselâ:

Nevâî:

Mehveşâ, serv-kadâ, lâle-ruhâ, sim tenâ
Çare kıl kalmadı sabrım gam-ı hecringde yana
Ahter-i sa’d sinin dik ki togubdur gûya
Kim kuyaş irdi ata-vü-tolun ay irdi ana

Nedim:

Atan anan senin var ise mihr-ü-mahdır cana
Ki bir bakışta mihre bir bakışta maha benzersin

Nevâî:

Dime bu âlemde ol ay hûb ya cennetde hûr
Görmemişim andağın dagı irür mundagı hub

Bâki:

Seni Yusufla güzellikte sorarlarsa bana
Yusufu görmedim amma seni ra’nâ bilirim

Onun edebiyatımız üzerindeki tesiri büyük inkâr edilemez. Çünkü Seyh Galib’e kadar gelen şâirlerimiz münhasıran Nevâî’yi anlamak için Çağatayca öğrenirler ve onun eserlerini okurlar ve hattâ tanzir ederlerdi. Nevâî dili için hususî lûgatler yapılmıştır. Bu suretle büyük ismini bir Türk lehçesine alem olarak veren ve kullandığı dili, ruhunun derin kudret ve ateşi ile Türk dilinin her tarafına yayarak Şark’ta, Şimal’den Hindistan’a kadar büyük bir millî vahdet yaratan Nevâî,yi tanımamak büyük bir hatadır. Ne yazık ki bazı dil hususiyetleri onun nefis şiirlerini anlatmaktan bizi mahrum ediyor.

Hülâsa Nevâî, Türk faziletinin erişilmez bir şahikası, Türk edebiyatının muazzam bir âbidesi, Türk milliyet perverliğinin şuurlu bir önderi…

Fakat bunların hiçbiri hissediyorum ki onu hakikî büyüklüğü ile canlandıramıyor. Irkımın kudreti önünde duyduğum bu aczî takdis ederim.

Prof. Dr. Ali Nihat TARLAN

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 8 Sayfa: 796-803

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.