Osmanlı tarihinde ve kaynaklarında Akabe meselesi olarak yer alan konu, İngiliz kaynaklarında daha ziyade Mısır’ın doğu sınırı, Sina Yarımadası sınırı ve Taba şeklinde geçer.[1] Dolayısıyla, Akabe meselesinin mahiyetini tam olarak anlaşılabilmesi için Mısır Hidiviyeti’nin ne gibi imtiyazlara sahip olduğunu ve Mısır arazisinin neresi bulunduğunu bilmek lâzımdır.[2]
Hüseyin Hilmi Paşa,[3] ikinci sadareti zamanında Mısır hududuna dair ortaya çıkan bir mesele hakkında bilgi almak istediğinde kendisine “vaktiyle Mehmet Ali Paşa’ya verilen fermana merbut harita elinde bulunmadıkça hudut hakkında malumat-ı sahihe vermek kâbil değildir” şeklinde Bâbıâli bürokratlarından cevap verilmesi, hadisenin nereden başladığının çok açık bir göstergesidir.[4]
Dolayısıyla biz de, 1841 fermanıyla Mehmet Ali’ye verilen ilk haritayı[5] esas alarak gelişmeleri Hidiviyyet Osmanlı İngiltere ilişkileri çerçevesinde vereceğiz.
XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren İngilizlerin maksadı, İslâm hilafetini Mısır’a nakil ile kendi nüfuzları altına almak ve Anadolu’da bir Ermenistan Devleti teşkil ettikten sonra geri kalan kısmında dahi, yine kendi nüfuzlarına tâbi bir küçük hükümet teşkil etmek olmuştur. Bu sıralarda, Mısır Valisi İsmail Paşa’ya Hidiv unvanı verildikten sonra, Mısır ile Osmanlı Devleti arasındaki münasebetler kritik bir safhaya girmiştir.
Özellikle, 1869 yılında Süveyş Kanalı’nın açılması Mısır’ın önemini daha çok arttırmıştı.[6]
Hidiv İsmail Paşa’nın devrinde gelişen muhtelif olaylar, onun 1879’da azledilip, Hidivliğe Tevfik Paşa’nın geçmesinden sonra daha da şiddetlenerek gelişti. Nihayet, Arabî Paşa isyanını[7] bahane eden İngiltere, Fransa ile de anlaştıktan sonra 19 Mayıs 1882’de savaş gemilerini İskenderiye önlerine göndererek yeni bir durum yarattı. Bundan sonra “Şark Meselesi”nin[8] en önemli konusu haline gelen Mısır buhranına, devletler arası diplomatik alanda bir çözüm yolu arandı ise de İngiltere bunu kendi çıkarına uygun şekle getirmek üzere, tek başına harekete geçip 20 Ağustos 1882’de Port- Said’e asker çıkardı ve 15 Eylül 1882’de de Kahire’ye girerek Mısır’a, Orta-Uzakdoğu’daki çıkarlarını korumak ve geliştirmek gayesiyle fiilen hakim oldu.[9]
Sina Sınırında Meydana Gelen Değişiklikler
1841 fermanında Süveyş-Refah hattı büyük Avrupa devletlerinin garantisiyle çizilmiş, 1886’da İsmail Paşa’nın Hidivliği zamanında Sina Yarımadası’na, Akabe ve Kızıldeniz’deki bazı noktalarda ilave edilmiştir. Bâbıâli, 27 Şaban 1309 tarihli Mısır’a gönderilen bir fermanla el-Ariş ile Süveyş arasında bulunan hattın cihet-i garbiyyesinin Mısır’a ait olduğunu ileri sürmekte ve buna mehaz olarak da Mısır resmî gazetesinin 14 Nisan 1892 tarihli nüshasını zikretmektedir.
OsmanlIların, Mısır sorununda esas kabul ettikleri çizgiler bunlardır. Bâbıâli, özellikle Akabe ve Vech’in Hicaz vilayetine dahil olduğunu vurgulamıştır. Fakat İngiltere, devreye girerek Mısır’ın sınırlarının bu şekilde tespitine karşı çıkmıştır. Osmanlı Devleti ile Mısır arasında değişik zamanlarda Sina Yarımadası sınırının kesin şekli hakkında değişik yazışmalar vâki olur. Bu yazışmalarda, Osmanlı tarafı, özellikle Mısır Fevkalâde Komiseri Gazi Ahmet Muhtar Paşa’ya göre;[10] “Hatt-ı imtiyazı resmiyye, Ariş’ten Süveyş’e giden hatt-ı müstakimden ibaret olup, bunun haricindeki yerler Mısır’a gayrıresmi olarak geçmiş, askerî tesis yapılmasına Osmanlı Devleti’nin müsaade etmeyeceği yerlerdir.”[11]
Osmanlı tarafının ileri sürdüğüne göre Akabe el-Vech (waghe) Müveylic Sina ve Akabe mahalleri için Mısır mahmilinin[12] berren (kara yoluyla) gönderilmekte olduğu zamanlarda Mısır tarafının bölgede lüzumu kadar zaptiye bulundurmasına izin verilmiştir. Adı geçen mevkilerin Hicaz vilayetine iade edilerek ilhakı, İsmail ve Tevfik Paşaların zamanındaki sınırların ve statükonun korunması istenmektedir.[13]
1840’tan 1906’ya kadar İngiltere’nin Mısır’daki menfaatlerinin esası, Londra’dan Hindistan’a giden yolun emniyetini sağlamaktır. Bu, özellikle 1869 Süveyş Kanalı’nın açılmasından sonra belirginleşmiş ve İngiltere, bunu gerçekleştirmek için değişik stratejiler denemiştir.[14]
Mısır üzerindeki hakimiyetini kesinleştirmek için İngiltere, Osmanlı Devleti’ni çeşitli cephelerden sıkıştırmıştır. Bu sıkıştırma, özellikle Osmanlı Devleti’nin Bağdat ve Hicaz Demiryolları ile Ortadoğu’da hakimiyetini çoğaltmaya çalıştığı dönemlerde artmıştır. Mısır, İngiltere için Kıbrıs ve Tunus’tan sonra Kuzey Afrika, Akdeniz, Hindistan ekseninde önemli bir merkezdir. Osmanlı Devleti, Mısır’daki hakimiyetine halel getiren İngiltere’ye, bir ara savaş ilanını dahi düşünmüştür.[15]
II. Abdülhamid, Hidiv Tevfik Paşa’yı azledip yerine İstanbul’da yaşayan Hidiv’in amcası Halim Paşa’yı getirmek istemektedir. II. Abdülhamid, olayları tetkik etmek üzere Mısır’a bir heyet göndermeyi düşünür. Bunun, Mısır’ın sahip olduğu imtiyazlara aykırı olduğunu söyleyen Fransa ve İngiltere, İskenderiye sahillerine donanma gönderdikleri gibi, Bâbıâli nezdinde de girişimde bulundular. Ayrıca Padişah, Mısır sularına donanmayı göndermeyi de tasavvur ediyordu. Bu sefer de Sait Paşa, dış devletlerin müdahalesine yol açabilir, endişesiyle itiraz etti, bunun üzerine de II. Abdülhamid tarafından azledildi.[16]
Büyük devletler (İngiltere, Fransa) İskenderiye sahillerine donanma göndererek Bâbıâli’ye bir takrir verip İstanbul’da bir konferans toplanmasını teklif ettiler. Bâbıâli, müzakerelerin yapılmasını kabul etmesine rağmen İskenderiye bombalandı. Daha sonra Mısır’ın tahliyesi için çalışmalar yapılmış,[17] Adliye Nazırı Hasan Fehmi Paşa[18] Londra’ya gönderilmiş, hatta tahliye mukaveleleri hazırlanmış ancak yapılan bu girişimler sonuçsuz kalmıştır.[19]
II. Abdülhamid’i en fazla meşgul eden problemlerden biri olan Mısır meselesinde takip edilecek politikanın tespiti için padişah bir encümen kurdurdu. Bu encümende Yaver-i Ekrem Şakir Paşa, Meclis-i Vükela’ya memur Ahmet Cevdet, eski sadrazam Said ve Şurâ-yı Devlet Reisi Şakir Paşa ve Sadrazam Kamil Paşa da bulunuyordu.
II. Abdülhamid, Mısır meselesinin çözümünü İngiltere ve Fransa’nın Akdeniz’de karşı karşıya gelmelerinde görmekteydi.
Buna karşılık Encümen-i mahsus ise meseleyi ilk safhada halletme planını benimsedi. Bu plânı uygulayarak İngilizlerin Mısır’dan çıkarılmasını Padişah’a tavsiye etti. Buna göre; ilk olarak Padişah’ın hukuku ile Osmanlı Devleti’nin Mısır üzerindeki hakları korunacak, daha sonra da İngiltere’nin Mısır’dan çekilmesi için gereken tedbirler alınacaktı. Encümende ağırlık kazanan bir fikir de Osmanlı Devleti’nin Mısır’a asker sevk etmesidir.[20]
Şakir ve Said Paşalar[21] sevk teşebbüsünden önce Akdeniz’e kıyısı olan devletlerin, özellikle de Fransa’nın desteğinin sağlanması gerektiği tezini ileri sürdüler. Hatta Fransa’nın yanı sıra, Almanya’nın da devreye sokulması görüşünü II. Abdülhamid’e bildirdiler.
Mısır’ın Tahliyesi Müzakereleri
Sadrazam Kâmil Paşa’ya[22] gelince, o, Mısır meselesinin daha ılımlı bir siyaset takibiyle çözümüne taraftardı. Kâmil Paşa’nın aldığı tavır sadaretten azline sebep oldu. II. Abdülhamid sadrazamlığa Şakir Paşa’yı atamak istedi. Şakir Paşa, bu görevi kabul etmeyerek yerine Cevat Paşa’nın tayinini tavsiye etti.[23]
İngiltere Hükümeti, Mısır meselesinde anlaşmaya razı olduğundan, iki devlet arasında 1885 yılında Mısır’ın boşaltılması hususunda görüşmeler başladı. İngiltere bu suretle Mısır’ı boşaltarak Osmanlı Devleti ile iş birliği yapmak, böylece diğer Avrupa devletlerinin baskısından kurtulmak, onları bu meseleden uzaklaştırmak ve Mısır’da en avantajlı duruma gelmek istiyordu.[24]
Bu sıralarda, İngiltere’de iktidara gelen Lord Salisbury,[25] meselenin halli için Sir Henry Dummond Wolff’un İstanbul ve Kahire’ye gönderilmesini kararlaştırdı. Wolff, İstanbul’da Osmanlı hükümetinden Mısır meselesinin çözümlenmesi için iş birliği isteyecek ve bilhassa Sudan’da nizamın kurulması için yardım sağlanmasına çalışılacaktı.[26]
Sir Henry Wolff’un 22 Ağustos 1885’te İstanbul’a gelmesiyle başlayan görüşmeler sonunda, Osmanlı ve İngiliz hükümetlerinin birer Yüksek Komiser göndereceklerine, bunların Hidiv’le anlaşarak Mısır ordusunda ve idaresinde gerekli ıslahatları yapacaklarına ve bu bölge sınırları dahilinde emniyetin temininden sonra İngiliz askerlerinin Mısır’dan çekilmelerini düzenleyecek bir anlaşma yapma işine girişeceklerine dair kararlar alınmıştır.
Bu anlaşma ile Osmanlı Devleti, İngiltere’nin geçici olarak Mısır’ı işgal etmesini kabul etmiş ve böylece İngiltere’nin Mısır’daki durumu da meşruiyet kazanmış bulunuyordu. II. Abdülhamid’in bu meselede İngiltere’yle bir anlaşmaya gitmesinin sebebi, dış siyasetinde bu devlete asla mesele çıkarmamayı esas alması ve Mısır’da ısrar ederse Filistin, hatta Irak’ı kaybedebilme korkusu idi.[27]
Sir Henry Wolff, bu antlaşma hakkında hükümetine gönderdiği resmî mektubunda: Antlaşmanın Osmanlı Devleti’ni yatıştırdığını, ileride asıl antlaşma üzerinde bir uyuşmaya varılabileceği ümidini taşıdığını açıklamış ve Osmanlı Devleti’nin nüfuzundan bu bölgede faydalanmak gerektiğini belirtmiştir.
Osmanlı Hükümeti, 24 Ekim 1885 antlaşması hükümleri gereğince Mısır meselesini İngilizlerle görüşerek halletmek üzere, bir fevkalâde komiser tayin etmek için harekete geçerek, titiz tetkikler sonunda, Gazi Ahmet Muhtar Paşa’yı Mısır Fevkâlede Komiserliği’ne tayin etti. Bu zâtın esas görevi, Sudan’da asayişin iadesi ile, Mısır ordusunun düzenlemesi ve Mısır iradesinde lüzüm görülecek tadilâtın yapılması ve Mısır sınırının emniyetinin sağlanmasından sonra, Osmanlı Devleti’ne bir rapor düzenlemek ve sunmaktı. Komiserlik, İngiliz Komiseri Mısır’dan ayrıldıktan sonra mahiyet değiştirmiş, İstanbul ile Hidiv ve İngilizler arasında devletin menfaatlerini koruyan ve temsil eden bir makam haline gelmiştir.
Bunun kaldırılması Mısır üzerindeki Osmanlı hakimiyetini tehlikeye düşüreceği ihtimalini doğurmuştu.
Osmanlı Devleti’ne göre İngiltere’nin, Akabe Körfezi sahillerinin nereye ait olduğuna müdahale etmesinin esas sebebi, Hindistan yolu üzerindeki Süveyş Kanalı’nın öneminden kaynaklanmaktadır. Bâbıâli, İngiltere’nin Süveyş üzerindeki hassasiyetini ve Kızıldeniz’deki menfaatlerini anlayarak Devlet-i Âliye’nin bu konuda İngiltere’ye garanti vermesi gerektiğini düşünmüştür. Bu konuları, Atina’daki Osmanlı sefiri İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na aktarması niyetiyle verir.[28]
Yıldız Saray-ı Hümayunu Baş Kitabeti Dairesi’nden gelen belgelere göre, Akabe Körfezi’nin girişinde bulunan mevkilerin de Tur-ı Sina yarımadasında Mısır’a mı, Hicaz’a mı ait olduğunu değişik zamanlarda incelediğini biliyoruz. Meselâ 11 Şubat 1319 tarihinde Sadaretten Ahmet Eyyub Paşa’ya yazılmış olan tezkere örnektir.[29]
Yıldız Baş Kitabet Dairesinde Akabe ve civarındaki urban aşiretlerinin durumuyla ilgili bilgilere de rastlamaktayız. Özellikle el-Vech kazasına bağlı bölgelerde bulunan urban aşiretlerinin durumuyla ilgili yazışmalar olduğu bilinmektedir.[30]
1906’ya Doğru İngiltere Dış Politikası ve Akabe
1904 yılına kadar, İngiltere’nin temel meselesi Mısır’daki varlığı hakkında diplomatik zorluklar çıkaran Fransa, Rusya ve Osmanlı Devleti ile boğuşmaktı. Sudan’daki Mehdi isyanı ve Ondurman Savaşı’yla meydana çıkan gelişmeler 1904 antlaşmasıyla çözülmüştü. Bu şekilde Fransa aradan kopmuş oluyordu.[31]
Bu noktaya varabilmeleri için İngiltere ve Fransa’nın çeşitli alanlarda çok uzun yıllardan beri süregelen çatışmalarını sona erdirmeleri gerekmiştir. Mısır ve Sudan’da süren sömürge mücadelesinde İngiltere, Nil havzasını ele geçirmiş ve Fransa’ya üstünlük sağlamıştı. Bu antlaşmaya göre, Mısır’ı tamamen İngiltere’ye bırakan Fransa buna karşılık Fas’ı ele geçiriyordu.[32]
1906 yılında, Mısır’ın Suriye ile Batı sınırını meydana getiren bölgede bir hadisenin çıkması üzerine İngiliz idareciler telaşlandılar. Onların telaşlanmasına sebep, İngiltere’nin Mısır üzerindeki stratejik hedeflerinin tehdit altında kalmasıydı. İngiliz diplomasi tarihçilerince Akabe olayı şeklinde telaffuz edilen meselede, önemli olan İngiltere’nin Filistin’le bağlantılı bölgesi Suriye’de stratejik çıkarlarının zedelenmesi idi. Ve bu tehlike, İngiltere için Mısır’ın da birkaç yıl sonra zor duruma düşmesine sebep olabilirdi.
İngiltere’nin Mısır’da görevli bulunan Başkonsolosu ve diplomatik ajanları Drummond Wolff, Sir Eveleyn Baring, Lord Cromer ve Doğu İşleri Sekreteri Harry Boyle tarafından yürütülen politikada Mısır’ın iç işlerini düzenlemek ve Mısır’daki İngiliz hâkimiyetinin kuvvetlendirilmesini sağlamak yolunda bazı tedbirler almak da vardı. Bu tedbirlerin başında; genç üniversite mezunlarını Mısırlılara, bürokraside yardımcılık ve uzmanlık yapması üzerine gönderilmesi yer alır.[33] Bir kısmı da, Mısır basınına yön vermek amacıyla gönderilmişlerdir. İngiltere’nin Mısır üzerindeki tesirini gösteren en çarpıcı örneklerden biri de Lord Cromer’in Mısır’daki etkinliğidir.[34]
Akabe meselesi aynı zamanda, İngiltere’nin, 1890’larda Boğazlardan aşağıya doğru inen Rusya baskısına karşı yanına almayı tercih ettiği Osmanlı Devleti’ni bu kez karşısında bulmasıyla da önemlidir. Artık, Mısır, İngiltere’nin Doğu Akdeniz’deki I. derecede önemli bir üssü olmuştur.[35] Hiç kimseyle paylaşılamaz müttefik bile olsa…
1906’da meydana gelen bu olayda 14 yıl öncesindeki bir kavganın yeniden İngiliz gündemine çıktığı görülür.
İngiltere tarafı, Abbas Hilmi Paşa’nın Hidivliğinde verilen Osmanlı fermanının meselenin başlangıcında önemli bir rolü olduğuna inanmaktadır. Geleneksel Mısır’ın doğu sınırı -ki bu, aynı zamanda Mısır’ın kutsal toprakları olarak da geçer- Süveyş’ten Akdeniz’e uzanıp Refah’ta son bulurdu.
1841 yılında, Mısırlıların, Hicaz’dan geri çekilmesine rağmen 1890’a kadar Sina çölünde ve sınırın doğu yakasındaki Kızıldeniz taraflarında bulunan Akabe, Nuvaybe ve Vech bölgelerinde hâkimiyeti devam eder. Hâkim oldukları bölge eski Mısır hac yolunun Sina’dan, Hicaz, Mekke ve Medine’ye gidiş hattıdır. Bu hatta, Osmanlı Devleti Bedevilerin kervanlarına saldırı teşebbüslerini önlemesi için Mısır’ın tadbir almasını istemiştir. Daha sonraki yıllarda Sultan II. Abdülhamid Hicaz üzerindeki hâkimiyetini çoğaltmak istediğinde, Mısırlılardan emniyeti sağlamak için yaptıkları garnizonları geri çekmelerini talep eder. 1890’daki bu talep, 92’ye kadar yerine getirilmemiştir. Osmanlılara göre Sina’nın statüsü Hicaz’ınki ile aynıdır yani ikisi de kendi toprağı sayılır. Ayrıca, Osmanlı hükümeti, eski hudutlarına dönüşü ve bu dönüş sırasında bağlantılı sahanın da intikal talebini gündeme getirir.[36]
Cromer, Osmanlıların bu talebini derhal geri çevirir. İstanbul’daki İngiltere Büyükelçisi’ne ve Bâbıâli’ye giderek, Sina’nın Hidiv tarafından idare edilen topraklara dahil olduğunun söylenmesi talimatını verir. Bazı müzakerelerden sonra, zamanın sadrazamı Cevad Paşa, Hidiv’e bir telgraf göndererek, Osmanlılar’la İngilizler arasındaki mücadelede muhatabın Mısır Hidiv’i olması gerektiğini ifade eder. 8 Nisan 1892 tarihli bir telgrafta, Sina’nın Hicaz tarafının Mısır’ın dışında olduğu özellikle vurgulanır. Bundan 5 gün sonra Cromer, Tigrane Paşa’ya[37] bir not göndererek müdahale eder ve el- Ariş civarlarından geçecek bir hattın Akabe Körfezi’nin başına kadar uzanmasını talep eder. Bu durum, asker-sivil hiçbir Türk tarafından kabul edilmez. Aynı zamanda, Filistin sınırını da belirleyen bu hat 14 yıl sonra statükonun tespitinde tekrar gündeme gelir.
1906 yılında Kahire’den bölgeye gönderilen Mısır’ın Hicin birlikleri komutanı Jennings Bramly Be,[38] Sina’daki göçebeler üzerindeki idarî hakkı olduğunu savundu ve buna bağlı olarak da Sina Yarımadası Yeni Müfettişliği ismiyle bir müessese kuruldu. Bunun başına, ilk defa Bramly Bey atandı. Bedeviler arasında meydana gelen çekişmeler büyük çapta olmayıp, daha ziyade Towara kabilesiyle St. Catherine Manastırı mensupları arasındaydı.[39]
Bramly Bey’in Sina’daki meseleleri çözmek için Nahl’de bir komuta merkezi kurması ve sınır boyunda küçük askerî karakollar inşa etmeye teşebbüs etmesi, Türklerin müdahalesine sebep olur.
Hicaz Demiryolu ile Akabe Meselesinin Bağlantısı
Hicaz Demiryolu’nun bir şube hattıyla Akabe Körfezi’ne bağlanmasına dair ilk fikir 1891’de Erkân-ı Harbiye feriki Mahmut Şakir Paşa’dan gelmişti. Paşa, Ahmet İzzet Efendi’nin Şam’dan Hicaz’a demiryolu yapılmasıyla ilgili lâhiyası hakkında hazırladığı raporunda Akabetü’ş-Şam veya başka uygun bir mahalden Akabe Körgezi’ne yapılacak bir yan hattın büyük faydalar sağlayacağını belirtmekteydi.[40] Paşa’ya göre bu hat, Hicaz demiryolunun ticari kapasitesini genişletmesinin yanı sıra Osmanlı Devleti’nin Kızıldeniz’deki hâkimiyetini de kuvvetlendirecektir.[41]
1900 Mayıs’ında Hicaz Demiryolunun güzergahıyla ilgili çalışmalar sırasında da aynı konu yeniden ele alınmış, neticede Akabe’ye bir şube hattı yapılması prensip olarak benimsenmiş,[42] daha sonra, özellikle Mısır Fevkâlade Komiseri Ahmet Muhtar Paşa’nın bu hattın gerekliliği hakkında yolladığı yazılar[43] da dikkate alınarak kamuoyuna açıklamamasına rağmen inşaat kesinlik kazanmıştı.[44]
Gerçekten de Akabe hattı büyük stratejik önem taşıyordu. Bu hat yapıldığı takdirde, her sene Hicaz ve Yemen’e asker, erzak ve teçhizat sevki için Süveyş Kanalı şirketine ödenen binlerce liranın hazinede kalması sağlanacaktı. Belki daha da önemlisi askerî ve sivil bütün nakliyatın yakın gelecekte bütünüyle Hicaz ve demiryolu kanalıyla gerçekleştirilecek olmasıydı.[45] Teçhizat ve asker sevkıyatında sağlanacak kolaylık ve süratin,[46] sonuçta Osmanlı Devleti’nin Kızıldeniz ve Yemen’deki askerî etkinliğini tabiî olarak artıracağı şüphesiydi.
Akabe hattı, Yemen vilayetine tayin edilen devlet memurlarının yolculukları açısından da rahatlama getirecek; bölgeye ulaşımın kolaylaşması, Yemen’in bürokratlar nezdindeki uzaklığı sebebiyle görev yapılmak istenmeyen yer konumunu da değiştirecek, bu sayede birçok memur beraberinde ailelerini de götürme imkânı bulacaktı.[47] İnşaat tamamlandığında Süveyş Kanalı ile bir dereceye kadar rekâbet bile edebilecek[48] olan Akabe hattı, aynı zamanda Hicaz demiryolunun Maan- Medine bölümünün inşaatında ve malzemelerin naklinde kullanılacaktı.[49] Zaten, Akabe’ye demiryolu yapılmak istenmesinin görünüşteki sebebi, inşaat araç gereçlerinin Körfez’den Maan’a naklinde sağlayacağı kolaylıklardı. Denizden getirilecek demiryolu malzemelerinin boşaltılacağı en uygun yer, hem ulaşılması kolay hem de sarnıçları bulunan Akabe Körfezi’ndeki Taba limanıydı.[50]
Bu arada, yapılması planlanan hattın tahmini maliyet hesapları da yapılmıştı. Buna göre, takriben 80 km. olan Akabe-Maan arasında döşenecek demiryolu için 1905 sonu rakamlarıyla 260.000 lira yeterliydi.[51] Hattın inşaatında ise, öncelikle askerî birlikler, gerekli olduğu takdirde de Kudüs sancağı ile Suriye vilâyeti “amele-i mükellefe”si çal ı ştı rı lacaktı.[52]
İngilizler, işin başından beri dikkatle izledikleri demiryolu yapımına karşı gizli bir faaliyet içerisine girmişlerdi. Bu faaliyetler, onların Hicaz demiryolundan duydukları rahatsızlığın ilk işaretleriydi. İngilizler, inşaat sırasında bazı bedevî kabilelerini, “bu hatlar yüzünden sizin eski an’anat ve âdâtınız bozulacak, her sene hazineden almakta olduğunuz avâid kesilecek, develer ve atlarla icra ettiğiniz seferler muattal kalacak, kervan kafile ticareti kaldırılacak” şeklindeki menfî propagandayla demiryolu aleyhinde sürekli kışkırtmışlardı.
İngilizlerin Hicaz demiryoluna karşı çıkmalarının diğer önemli bir sebebi de, Osmanlılarla iyi ilişkiler içersinde olan Almanların, demiryolu vasıtasıyla Arabistan’da nüfuzlarını yerleştirecekleri endişesiydi.[53] Bu endişenin temelinde, Hicaz demiryolunun ileride Alman sermayesiyle inşa edilmekte olan Bağdat hattıyla birleştirilmesinin planlanmış olmasıydı.
İngiltere, Hicaz demiryolunun bir parçası olan Akabe hattının, ileride, Mısır ve Süveyş Kanalı’nın “masuniyeti” noktasından tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini,[54] aynı zamanda, bu hat nedeniyle, Kızıldeniz’deki kuvvet dengelerinin değişip, Yemen’deki İngiliz çıkarlarının da zarar göreceğini düşünüyorlardı.
II. Abdülhamid’in Hicaz’a kadar uzanan demiryolu projesini uygulamaya sokması, hem bu topraklara bir devlet hizmeti götürmek ve halifelik pozisyonunu güçlendirmek; hem de buraları bilhassa bir dış saldırı durumunda devlete bağlı tutmakta yararlanılacak bir stratejik vasıtaya sahip olmak amaçlarına yönelikti. Ayrıca Sultan II. Abdülhamid, 1904 güzünde Maan’a kadar ulaşan hattın Akabe’ye bağlanarak Mısır hacılarının Hicaz’la temasını kolaylaştırmayı düşündüğünde, İngiltere, Padişah’a sert baskıda bulunarak, kendisini bu fikirden vazgeçmeye zorlamıştır. Halbuki, Hicaz demiryolu, İslâm’ın gücünü gösteren bir ulusal girişim olmasıyla beraber,[55] Osmanlı Hükümeti’nin mali ve teknik imkânlar bulduğu oranda demiryolu yaptırma azminin de göstergesiydi.[56]
II. Abdülhamid ve Akabe Meselesi
Bâbıâli bürokrat ve diplomatlarının Akabe ve civarında meydana gelen sınır anlaşmazlığında çok büyük bir hassasiyet göstermelerinin en büyük sebebi. II. Abdülhamid’in bu konuya gösterdiği özel ilgidir. Padişah bu konuda evvelden beri takip ettiği bir politikanın ısrarlı ve yakın takipçisi olmuştur. Yıldız Sarayı’nda İzzet Paşa dairesinden yönettiği Hicaz demiryolu projesinin İngiltere tarafından engelleneceğini baştan itibaren tahmin eden ve muhtemel tedbirleri düşünen II. Abdülhamid olay çıktığı andan itibaren sistemli bir politika izlemiştir.[57]
Abdülhamid’in ana hedefi Hicaz demiryolunun aksamasına yol açmayacak bir fiili durum kazanmak olduğu gibi, Filistin ve Suriye bölgesinin de emniyetinin sağlanmasıydı.[58] Ama bu meselede, Abdülhamid’e göre esas önemli olan Şam ile Mekke arasındaki demiryolunu en kısa zamanda inşa edebilmektir. Bu suretle, karışıklık olduğu zaman bölgeye süratle asker gönderebilmekte mümkün olacaktı.[59]
II. Abdülhamid’e göre Hicaz demiryolu Akabe’de İngiltere tarafından sabote edilmezse, “Müslümanlar arasındaki bağı öylesine kuvvetlendirecektir ki, İngiliz hainliği ve hilekârlığı bu sağlam kayaya çarpacak ve parçalanacaktır.”[60]
Aynı duyguları Bağdat demiryolu projesi için Kuveyt’te İngiliz tehlikesi baş gösterdiğinde de Padişah’ta görüyoruz.[61] Ama orada Alman ittifakını yanında görebileceğini bilen Abdülhamid Mısır’da daha zor durumdadır.
1892 fermanı ile Hidiv’in sadece Osmanlılara tabi bir eyalet sayılacağı halde İngiltere’nin bu bölgede devamlı zararlı faaliyetlerde bulunması Osmanlı Padişahı’nın baştan beri gözünden kaçmamıştır. Dolayısıyla Sina Yarımadası sınır meselesinin Akabe Körfezi’nin ucunda çıkması hiç de sürpriz olmamıştır.[62]
1906 yılında yani Akabe meselesinin çıktığı tarihte Sultan II. Abdülhamid’in Hicaz, Mısır, Suriye taraflarına hususî vazife ile Mahmud Şevket Paşa’yı[63] gönderdiğini biliyoruz. Paşa bölgede İngiliz faaliyetleri hakkında bilgi topladığı gibi, Hicaz ve Suriye telgraf hatlarını tetkike memur edilmişti.[64]
Mahmut Şevket Paşa, Arapça’ya vukufiyeti dolayısıyla bölgede yerli ahali ve memurlardan aldığı haber ve kanaatleri değerlendirerek, Yıldız’da bölgenin temsilcisi olarak bulunan Arap İzzet Paşa vasıtasıyla II. Abdülhamid’e aktarmıştır. Buradan da anladığımıza göre Padişah bölgede oluşturacağı politikayı merkezden bizzat yönetmekle beraber mahallinden gönderilen istihbarata da çok önem vermektedir. II. Abdülhamid’in bölgede bulunan memurlarından en faal olanlarından birisi de Mısır Fevkâlede Komiseri olan Gazi Ahmet Muhtar Paşa’dır.
Gazi Ahmet Muhtar Paşaya, Mısır’da bulunduğu süre içersinde sadece Mısır’ın yahut 1906 hadiseleri sırasında Sina-Akabe bölgesinin durumuyla ilgili rapor vermekle yetinmemiş, hemen hemen bütün Orta Doğu ile ilgili görüşlerini İstanbul’a aktarmıştır. Bu görüşler, hem Bakanlar Kurulu’na hem de Padişah’a politika belirlerken çok faydalı olmuştur.
Diğer taraftan bazen Padişah da kendi görüşlerini Paşa’ya aktararak düşüncelerini ifade etmiştir. Bunlardan birinde “İngilizlerin nihai hedefleri hilafeti ilga, yahut Mısır’a nakil, bağımsız Ermenistan ve küçük bir uydu Anadolu Devleti kurmaktır” teşhisinde bulunması II. Abdülhamid’in uzak görüşüne örnektir.
Sonuç
Akabe meselesi, 1906 yılında Osmanlı Devleti ile İngiltere arasında Sina’nın doğu sınırının belirlenmesi sırasında çıkan bir meseledir. Aslında, bu meselede doğrudan taraf olanların Mısır Hidiviyeti ile Osmanlı Devleti olması gerekirken, İngiltere bölgedeki hayatî çıkarları dolayısıyla meseleye dahil olmuştur.
Olay, basit bir sınır anlaşmazlığı olmayıp bir bölge hakimiyeti mücadelesi ve uluslararası rekâbet örneğidir.
1841 ve 1892 fermanlarında Sina’nın doğu sınırı Osmanlı Devleti ile Mısır’ın ortak kontrolü altında bulunmaktadır. Bölgenin çizilen ilk haritasında, ayırıcı hat Süveyş’ten Refah’a uzanan düz bir çizgi halinde işaretlendiği halde hac yolunun o sahada bulunması ve Mahmil’in bölgeden geçmesi dolayısıyla Sina emniyetinin sağlanması amacına yönelik olarak birçok mevkiin Mısır’a bırakıldığı bir gerçektir. Mısır, çölde güvenliği sağlamak amacıyla Süveyş-Refah hattının doğusundaki bazı bölgelerde Osmanlı Devleti’nin izniyle karakollar kurmuştur. Bâbıâli, bu duruma izin verirken Mısır’ı hâlâ kendine bağlı bir bölge olarak görmesinden yola çıkmıştır. Dolayısıyla, çöldeki bazı noktaların Mısır’a yahut Hicaz’a bağlı olup olmaması o günün şartlarına göre pek mühim değildir. Halbuki, bölgeye, İngiliz emperyalizminin girmesi durumu değiştirmiştir. Ortadoğu’nun birçok bölgesinde şahit olduğumuz Osmanlı-İngiliz rekâbeti Akabe meselesinde de kendisini gösterir. Osmanlı Devleti, Kızıldeniz’in girişindeki en stratejik yer Aden’i İngilizlere kaptırmanın bilincinde olarak Kızıldeniz’in bitişindeki en stratejik nokta olan Akabe’yi kontrol altında tutmak istemektedir. Osmanlılar için, Sina yarımadasının doğu sınırının nereden geçip geçmemesinden ziyade Akabe Körfezi’ne hakim olarak jeopolitik bir avantaj kazanmak önemlidir. Diğer taraftan, Akabe Körfezi’ne hakim olunursa daha önce Maan’a kadar gelen Hicaz demiryolunun Akabe’ye uzantısı sağlanacak ve Sina-Süveyş-Mısır hattı Hicaz bağlantısına sahip olacaktır.
İngiltere ise, Süveyş Kanalı’nın kendi kontrolünde kalması için her şeyi göze almaya hazırdır. Osmanlı askerini Süveyş’ten mümkün olduğu kadar uzak tutmak İngiliz politikasının önemli bir özelliğidir. Süveyş’e ilave olarak Akabe’ye İngiliz askeri çıkarılabilirse Hicaz vilâyeti yoluyla, Yemen, Vadiü’l-Uraba yoluyla Kudüs ve Filistin İngiliz kontrolüne girecektir.
Bağdat demiryolunun kontrolü için Kuveyt ve Basra’da verilen mücadele bu sefer de Hicaz demiryolunun kontrolü için Akabe’de görülmektedir.
Osmanlı Devleti ile İngiltere, Şark meselesi çerçevesi içinde Anadolu’da, Mezopotamya’da, Kuveyt’te, Basra’da, Yemen’de, Hicaz’da, Mısır’da, Akdeniz’de yani Hindistan’a giden bütün yollar üzerinde kıyasıya bir mücadeleye girişmişlerdir. Bu genel mücadele içinde, hiçbir ekonomik özelliği olmayan Taba’ya, İngiltere’nin sırf yukarıda zikredilen stratejik sebeplerden dolayı asker çıkartmak istemesine karşılık Osmanlı Devleti, daha erken davranarak Ocak 1906’da Taba’yı işgal eder. Bu andan itibaren de zaman zaman sertleşen bir siyasi-diplomatik çekişme başlar. İngiltere daha önce Fachoda’da Fransa’ya yaptığı gibi tehdit yoluyla rakibini geri çekilmeye zorlar, ama Osmanlı Devleti, başta II. Abdülhamid ve bölgede bulunan Akabe mevkii kumandanı Rüştü Paşa ve Mısır Fevkalâde Komiseri Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın gayretleriyle dişe diş mücadele eder.
Aylar süren çekişme sonucunda İngiltere, Akdeniz filosunu bölgeye sevk edip, askerî bir operasyonu göze alır. Taba’nın, derhal Osmanlı askerinden tahliye edilmesini talep eden sert bir ultimatomuyla da diplomatik yolların kapandığını, askerî operasyonun başlayacağını beyan eder. Osmanlı Devleti, Fransa ve Rusya gibi devletlerin yanı sıra Almanya’nın da yardımını sağlayamayınca geri adım atar ve Taba’dan Osmanlı askeri çekilir ama İngilizler de Taba’yı işgal edemezler. Akabe Körfezi’nin en stratejik yeri olan Akabe Kalesi ise Osmanlıların elinde kalır. Bundan sonra, Mayıs ortalarından Ekim’e kadar süren resmî sınırı belirleme faaliyetleri başlar. Bâbıâli, Akabe’den başlayan sınır çizgisinin Akdeniz’de, el-Ariş’te sonuçlanmasına çalışırken, Sina’daki yeni sınır, Akabe’den Refah’a uzanan bir çizgiyle belirlenir.
Sonuçta, Sultan II. Abdülhamid’in bizzat belirleyip uygulamaya koyduğu politikayla Akabe Körfezi’nin en stratejik yeri olan Akabe liman ve kalesi Osmanlılarda kalır. Taba ise Mısır’ın kontrolü altında olan bölgeye dahil edilir. Sina’nın bir bölümü “de facto” olarak hatt-ı fasılla Mısır’a bırakılırken, “de jure” olarak bölgede Osmanlıların hükümranlığı devam eder. Akabe Körfezi’nin jeopolitik önemi daha sonra I. Dünya Savaşı’nda ve Arap-İsrail çatışmasında da kendisini gösterir. 1906 çizgisi bugün de geçerli olarak Mısır, Ürdün, İsrail arasında sınır olur.
Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 13 Sayfa: 70-77