Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Ad Bilimi Perspektifinden Anadolu’nun Türkleşmesi Sürecine Farklı Bir Bakış

0 11.487

Ahmet KARADOĞAN

Ad kavramı eskiden beri insanlar için çok büyük önem taşımıştır. Yapılan incelemelerde adın eskiden beri gerçekten de insanlar için çok önemli bir kavram olduğu anlaşılmaktadır. Birçok toplumda bir varlığın adını anmak onu çağırmak anlamına geliyordu. İslâmiyet’te Allah’ın adları yerine sıfatları anılır. Aynı duruma Hıristiyanlar ve Budistlerde de rastlanır. Almanlar şeytanın adı olan Satan yerine onu tersten söyleyerek Natas derler. Fransızlar da Diable yerine onun bozulmuş biçimleri olan Diacre, Diantre gibi şekilleri kullanırlar. Buradaki durum, adın insanlar için taşıdığı önemden kaynaklanmaktadır.[1]

Hatta kimi toplumların mitolojisinde varlık ile sözcük, sözcük ile anlam birbirinden ayrılmazlar, bir birlik olarak görünürler. Sözcük, varlığın bir simgesi, adlandırılması, göstergesi değildir, onun gerçek bir parçasıdır. Her nesnenin özü adlarda saklıdır. Adlara egemen olmasını bilen kimse nesneler üzerinde de egemenlik kurar.[2]

Ad bilimi çalışmaları içinde dünyada daha çok yer adı bilimi üzerinde çalışılmıştır. Avrupa ülkelerinde kent, kasaba, köy gibi yerleşim merkezlerinin adları titizlikle incelenmiş, bu adlardaki değişme ve gelişmeler tarih kaynaklarından izlenerek göz önüne serilmiştir. Yer adı araştırmalarından yalnızca geçmişe ait bilgiler edinilmemekte, dil tarihine, yerleşme tarihine, ülkenin etnik yapısına ilişkin önemli bilgiler sağlanmaktadır.

Bu sebeple uzunca bir müddet yer adları üzerinde derinleşen ad bilimi incelemeleri genellikle dil dışı birtakım öğeleri aydınlatma amacı gütmüştür. Birçok ülkenin yerleşme tarihinin öğrenilmesinde birtakım olayların aydınlatılmasında bu adlardan yararlanılmıştır. Bunun sonucunda yer adları uzun süre yalnızca tarihî kaynaklar olarak görülmüştür. Günümüzde de bu alanı kültür tarihinin ve coğrafyanın yardımcısı olarak görenler, hatta coğrafyanın ve tarihin çerçevesi içine sokanlar vardır. Ancak bugün genel olarak özel adlar ve yer adları başlı başına birer dil malzemesi olarak kabul görmektedir. Bach, köken incelemesinin ad biliminin ancak yan sorunu olduğunu, yerleşme ve kültür tarihinin onun asıl alanının dışında kaldığını, dilcilerin onları birer lengüistik öğe olarak kavradıklarını söylemiştir.[3]

Bu çalışmada özel adlar, hususen yer adları, bir coğrafyanın yerleşme tarihi ve bir milletin kültür tarihi ile ilgili önemli bir meseleye ışık tutmada malzeme olarak kullanılacaktır.

Anadolu’daki İlk Dönem Türklerinin Kullandığı Özel Adlar ve Bu Coğrafyanın Türkleşmesi Meselesi 11. yüzyıldan itibaren, bilhassa 1071 yılındaki Malazgirt Zaferi’nden sonra Türklerin kalabalık gruplar hâlinde Anadolu’ya gelerek yerleştikleri ve fazla uzun sayılmayacak bir sürede burayı Türkleştirdikleri bilinmektedir; ancak Türklerin burada hangi siyasî ve sosyal şartlarla karşılaştıkları, daha doğrusu karşılaştıkları kültürlerden ne ölçüde etkilendikleri, Anadolu’nun eski sakinlerinin nüfusu, yoğunluk merkezleri vb. hususlar eldeki yazılı belgelerin azlığı sebebiyle günümüzde yeterince bilinememektedir.

Dolayısıyla Anadolu’nun Türkleşmesiyle ilgili meseleler, bugüne kadar bütün yönleriyle aydınlatılamamıştır. Yukarıda da bahsedildiği gibi bu dönemin aydınlatılmasında kullanılabilecek önemli malzemelerden biri de o dönemin dil verileri olmalıdır.

Anadolu’daki Türk varlığı üzerine yapılan çeşitli çalışmalarda daha önceden de dil verilerinden yararlanılmıştır. Anadolu’ya Türklerin Malazgirt Zaferi’nden sonra yerleşmeye başladıklarına yukarıda değinilmişti. Bir kısım araştırmacılara göre Türkler Anadolu’ya Malazgirt Zaferi’nden asırlarca önce, milattan önce 2000’li yıllarda girmişlerdir. Bu tezi savunan araştırmacılar, görüşlerine dayanak olarak kuruluşu Malazgirt Zaferi’nden çok öncelere dayanan Anadolu’daki bazı yerleşim birimlerinin adlarını göstermektedirler. Bu tür yer adlarının Türkçe kökenli olduğunu bu sebeple de Türkler tarafından kurulmuş olduğunu belirtmektedirler. Bu meselede yerleşim birimi adlarının yanı sıra dağ, ova ve ırmak gibi çeşitli coğrafya adları da bu araştırıcılar tarafından dikkate alınmaktadır.[4] Görüldüğü gibi Anadolu’daki Türk varlığı meselesini aydınlatmada özel adlardan, özellikle de yer adlarından yararlanmak araştırıcıların daha önceden de başvurdukları bir yoldur.

İslâmiyet öncesinde, Köktürk (Göktürk) metinlerinde yabancı kökenli kelimelerin oldukça az olduğu görülmektedir. Eski Uygur Türkçesinde ise girilen yeni kültür çevresi ve dinin etkisiyle yabancı kelime sayısında mühim bir artış olmuştur. Türklerin İslâmiyet öncesi kullandıkları Bumın, İstemi, Tonyukuk gibi bir kısım şahıs adlarının anlamı ve kökeni henüz açıklanamamıştır. Bu durum, bu kelimelerin yabancı dillerden alınmış olma ihtimalini akla getirmektedir. Bütün bunlar Türklerin kültürel, ticarî, idarî ve askerî yönden ilişkili oldukları milletlerle kelime alışverişinde de bulunduklarını göstermektedir.

Türk boyları içinde en kalabalık nüfusa sahip olan Oğuzların Anadolu kapılarına dayanmaları ve İslâm dinine girmeleri aynı siyasî hadiseler sonucunda ve yaklaşık olarak aynı zamanda gerçekleşmiştir. Bu yeni coğrafyada karşılaşılan yeni din ve yeni toplumlar, karşılıklı kültür alışverişini de beraberinde getirmiştir. Oğuzlar aynı zamanda Türk tarihinin en ihtişamlı devleti olan ve dünya tarihinin seyrinde de önemli yeri bulunan Osmanlı Devleti’ni kuran bir Türk boyudur. Türkler Anadolu’ya ilk olarak yine Oğuzların kurduğu Büyük Selçuklu Devleti zamanında hâkim olmuşlardır. Malazgirt Savaşı’nda Anadolu’nun son sahiplerini yenen Oğuz Türkleri dünya tarihi açısından kısa sayılabilecek bir sürede bu coğrafyayı Türkleştirmişlerdir.

Türklerin Anadolu’ya göçü, burada yapılan savaşlar ve fetihler hakkında çok ayrıntılı olmasa da çeşitli bilgiler mevcuttur. Fakat Türklerin burada nasıl bir toplum yapısıyla karşılaştıkları, buradaki yerli nüfusun özellikleri, miktarı ve yoğunluk merkezleri yeteri kadar bilinememektedir. Bütün bunların bilinememesi yüzünden Türk toplumu ile yerli toplumlar arasında etkilenme olup olmadığının, olduysa ne şekilde ve ne yoğunlukta olduğunun tespit edilmesi de güçleşmektedir.

Anadolu’ya gelmeden önce büyük ölçüde yarı göçebe bir hayat tarzı benimsemiş olan Oğuzlar, yeni vatanlarında yerleşik hayata geçmiş ve tarımla uğraşmaya başlamıştır. Uygur Türklerinin daha önceden girdikleri yeni dinin ve kültür çevresinin etkisiyle yerleşik hayata geçip tarım yapmaya başladıkları bilinmektedir. Bütün bunların yanı sıra Anadolu’daki Türkler karşılaştıkları yeni kültürden etkilenmenin miktarını iyi ayarlamış ve taklit sınırlarını zorlamamışlardır. Bunun yanında yeni vatandaki yerli unsurların Türk kültüründen etkilenmiş olduğu da göz ardı edilmemelidir.

Anadolu’ya birkaç asır içinde tamamen Türk kültürünün hâkim olduğu düşünülürse yerli nüfusun etkilenmesinin daha fazla olduğu anlaşılır. Bu etkilenmenin nasıl gerçekleştiğini açıklamak gerekmektedir; fakat şu ana kadar yapılan çalışmalardan, bunu sağlayabilecek malzemeyi çıkarmak mümkün olmamaktadır.

Bir milletin kültürünü en iyi yansıtan unsurun dil olduğundan hareketle meseleyi bir de bu yönden değerlendirmek yerinde olacaktır. Anadolu’nun Türkleşme sürecinin aydınlatılmasında kullanılabilecek dil malzemesini elde etmek için Mehmed Neşrî’nin Kitâbı Cihân-nümâ[5] adlı eseri üzerinden tarama yapılarak o dönemde kullanılmış olan özel adlar tespit edilmiştir.[6] Anadolu’nun Türkleşmesi üzerine çalışmak isteyen araştırıcılara malzeme niteliğinde olan bu taramadan çıkan sonuçlar değerlendirildiğinde ortaya şöyle bir tablo çıkmaktadır:

Eserde tespit edilen ve Türklere ait olan şahıs adlarının %70’i Türkçe; %30’u Arapça veya Farsça kökenlidir. Türkler, Rumca vb. dillerden alınan şahıs adlarını ise hiç kullanmamıştır.

Metinde, Farsçayı resmî dil olarak kullanmış olan Büyük Selçuklu Devleti döneminin anlatıldığı bölümlerde Arapça ve Farsça kökenli şahıs adlarının oranı artmaktadır. Bunlar İzzeddin, Kutbeddin, Keykubad, Keyhüsrev, Gıyaseddin, Feramürz, Firuz gibi halk arasında kullanımı yayılmamış ve bir müddet sonra tamamen unutulmuş olan şahıs adlarıdır. Buradan, bu tür şahıs adlarının sadece okuryazar kesim ve saray çevresi tarafından kullanıldığı sonucu çıkmaktadır. Halkın tercih ettiği yabancı kökenli şahıs adları ise Hasan, Hüseyin, Mehmed, Mustafa, İbrahim, Ali gibi din büyüklerinin isimleridir. Osmanlı döneminin anlatıldığı bölümlerdeki yabancı kökenli şahıs adları da bu türdendir.

Şahıs adlarının yanı sıra askerî, idarî ve dinî konularda çeşitli unvan, makam, görev ve kurum adı tespit edilmiştir. Bu tür adların %66’sı Türkçe kökenlidir. Bey, hakan, yeniçeri, kapıkulu, yeniçeri ağası, beylerbeyi, sancak, Tanrı gibi kelimeler bunların tipik örnekleridir. Kalan %34’ü ise Arapça veya Farsça kökenlidir. Bunlara da melik, sultan, hünkâr, emîr, kadıasker, devlet gibi kelimeler örnek olarak gösterilebilir.

Eserde Türkler için kullanılmış boy adlarının tamamının Türkçe kökenli olduğu söylenebilir. Bir kısmının kökenini ve anlamını ilmî yollardan açıklamak şu an için mümkün değildir; fakat bu tür kelimelerin kökenini yabancı bir dilde izah etmek de şu ana kadar mümkün olmamıştır. En azından, bu kelimelerin Arapça, Farsça veya Rumca kökenli olmadıkları kesin olarak söylenebilir. Türklerin çok eski dönemlerden beri ilişkide oldukları Moğollar gibi Orta Asya kavimleriyle kelime alışverişinde bulundukları bilinmektedir. Fakat şu ana kadar boy adlarından hiçbirisi Moğolca ile izah edilememiştir. Zaten Türkçe ile Moğolca arasındaki ortak kelimeler, Türklerin medeniyet olarak her zaman Moğollardan üstün olduğu dikkate alınarak araştırıcılar tarafından çoğunlukla Türkçeden Moğolcaya geçmiş alıntılar olarak değerlendirilmiştir.[7]

Özel adlar içinde Anadolu’nun Türkleşmesi sürecini aydınlatmada kullanılabilecek en önemli dil malzemesi şüphesiz yer adlarıdır. Bunlara bakılarak Anadolu’nun o günkü nüfus yapısı hakkında fikir yürütülebilir. Yer adlarının kökenleri bu konuda önemli bir kıstastır. Tespit edilen yer adlarının %64’ü Türkçe, %3’ü Arapça veya Farsça kökenlidir. Arapça veya Farsça kökenlilerin de ancak Türkler tarafından verilmiş olacağı düşünülerek bu oran, %67’ye çıkarılabilir. Türklerin kendi kurdukları yerleşim birimlerine yeni Türkçe adlar verdikleri düşünülürse Anadolu’daki yerleşim birimlerinin %67’sinin Türkler tarafından kurulmuş olduğu ve Türklerce meskûn olduğu söylenebilir. Türkçe kökenli yer adlarının sonradan Türkçeleştirildiği, buraların aslında Rumlar ya da daha önceki kavimlerden kalma yerler olduğu iddia edilebilir. Fakat, yer adlarında yapılacak bir Türkçeleştirme hareketi sadece milliyetçi bir devlet politikasının ürünü olabilir. Bilindiği üzere, bu anlamda bir milliyetçilik hem çok yeni bir kavramdır hem de bünyesinde birçok etnik unsuru barındıran bir devletin politikasına uygun değildir. Burada, Türklerin çok önem verdikleri İstanbul, Konya, Edirne, Bursa gibi şehirlerin adlarını bile Türkçeleştirmemiş oldukları hatırlanmalıdır. Anadolu’daki yerleşim birimlerinin kalan %33’ü de Rumca ya da Anadolu’nun daha önceki sakinlerinin dillerindendir. Bu da, kanaatimizce Türkler tarafından kurulmayan yerleşim birimlerinin oranını göstermektedir. Ancak bu durum, adı Türkçe olmayan ve Türklerin Anadolu’ya geldiklerinde meskûn olan yerlerde nüfus çoğunluğunun Türklerde olmadığı anlamına gelmez.

Toprağa bağlı bir hayat süren Anadolu’nun yerli halkının, doğudan gelen yeni hâkim unsur karşısında daha güvenli merkezlere toplanmış olduğu tahmin edilebilir. Dolayısıyla küçük yerleşim birimlerinin tamamen terkedilmiş olduğu veya nüfuslarının oldukça azaldığı; Türklerin eline hiç de azımsanamayacak miktarda boş arazilerin geçtiği yönünde bilgiler vardır.[8]

Anadolu’nun toprağı işleyen yerli insanlarının, hayvancılık yapan hâkim unsur karşısında bağının, bahçesinin, tarlasının zarar göreceği endişesiyle küçük yerleşim birimlerini terk edip belirli merkezlere toplanması kadar tabiî bir şey olamaz. Böylece kırlık kesim neredeyse tamamen Türk nüfus tarafından iskân edilmiştir. Bu, küçük yerleşim birimlerinin adının tamamına yakınının Türkçe kökenli olmasından da anlaşılmaktadır.

Engüriyye (Ankara), Kayseriyye (Kayseri), Sivas, Konya gibi yabancı kökenli ada sahip olan yerleşim birimleri devrinin de büyük merkezleridir. Fakat bu tür yerlerin nüfuslarının günümüzle kıyaslanamayacak kadar az olduğu kolayca tahmin edilebilir. Burada, günümüzde nüfusu milyonlarla ölçülen bazı şehirlerin Orta Çağ’da eli silah tutan herkesin toplanmasına rağmen ancak birkaç bin kişilik bir ordu hazırlayabildiği hatırlanmalıdır. Mesela, eski bir Rum yerleşim merkezi olan Akdağmadeni’nde Rumlara ait ancak 150-200 kişinin sığabileceği bir tane kilise vardır. Buradan, Hırıstiyanların bütün aile efradıyla kiliseye gittikleri de dikkate alınarak 12. yüzyılda Akdağmadeni’ndeki Rumların en fazla 250-300 kişi civarında olabileceği sonucu çıkar. Aynı yerin günümüzdeki nüfusu ise dışarıya sürekli göç vermesine rağmen 20.000’i aşmıştır.

Bazı araştırıcılar, Anadolu’ya Türkler geldikten sonra, yerleşik Rumların kitleler halinde İslâmiyet’e girdiğini, bunun da Anadolu’da yeni bir kültürün ortaya çıkmasında önemli rolü olduğunu iddia etmişlerdir.[9] Fakat bu iddialar tarihî vesikalarla etraflı bir şekilde cevaplandırılarak çürütülmüştür.[10]

Divitçioğlu, Osmanlı Beyliği’nin kuruluşunu anlatırken Dumezil’in “Üçlü İşlev Hipotezi”ne değinmiştir. Bu hipoteze göre Hint-Avrupa toplumlarının kendilerini idame ettirebilmeleri için şu üçlü işlevi yerine getirmeleri gerekmektedir:

  1. Kutsallık/egemenlik (ya da din).
  2. Savaşçılık/siyaset (ya da fiziksel güç).
  3. Üretkenlik/nüfus (ya da bereket/doğurganlık: iktisat).

Divitçioğlu’na göre Türkler ve Moğollar gibi Altay toplumlarında durum biraz farklıdır. Altaylılar da bu üçlü işlevi kendi bünyelerinde yürütürler; ama bu işlevler ile yürütücü simgeler olan tanrı, sınıf veya kahramanlar eşleştirilirken Hint-Avrupa toplumlarında olduğu gibi çok net paylaşımlar görülmez. Üç grupta toplanan bu işlevlerin yürütücülerinin çoğu kere iki gruptadır. Savaşçılık ile kutsallık veya savaşçılık ile üretkenlik aynı yürütücüde toplanabilir. Bir başka deyişle işlevler ile yürütücü sınıflar birbiri içine geçerek ikiye indirilmiştir.

Divitçioğlu, Osmanlıların kuruluş dönemindeki toplum yapısına bu nazariye doğrultusunda bakmış ve Tablo 1’deki gibi bir tablo ortaya çıkmıştır.[11]

Bu tabloda üç farklı işlevi yürüten sekiz değişik sınıfın varlığına bakıldığında Anadolu’daki Türklerin sosyal hayatında İç Asya bozkırlarındakine nazaran çeşitlenme olduğu görülmektedir. Yürütücü görevindeki sekiz sınıfın tek yabancı unsuru olan “Yerleşik Rumlar”ın yürütücülük fonksiyonu sekizde bir, yani %12,5 oranındadır. Bu oranı ise yedi farklı sınıf ile paylaşmaktadır. Bunun sonucunda geriye en fazla %2’lik bir oran kalmaktadır. Bu durumda Dumezil’in nazariyesi ve Divitçioğlu’nun bu nazariyeyi ilk dönem Osmanlı toplumuna uyarlaması değerlendirildiğinde, “Yerleşik Rumlar”ın Anadolu’da gelişen Türk kültürüne en fazla %2 oranında etki ettiği sonucu çıkmaktadır.

Türklerin, Anadolu’daki yerleşik halkın kültüründen büyük ölçüde etkilendikleri yolundaki iddiaların da geçerli olmadığı açıktır. Nitekim Türklerin eski sakinlere imrenmesinin ve onları taklit etmesinin söz konusu olmadığı, gayrimüslimlere çorbacı diye hafif alaylı bir biçimde hitap etmesinden de anlaşılabilir.

Türklerin bölgenin hâkim unsuru olmaları sebebiyle eski sakinlerin kurdukları yerleşim birimlerine Türklerin tedricen yerleşerek çoğunluğu ele geçirdikleri varsayılabilir. Meselâ; İstanbul’un fethinden sonra şehrin Türkleşmesi için Anadolu’nun çeşitli yerlerinden Türk grupları getirilerek yerleştirilmiştir. Günümüzdeki İstanbul’un Aksaray semtine Aksaray’dan gelen insanlara atfen bu adın verildiği; o zamanki adının da Aksaraylı Mahallesi olduğu bilinmektedir.[12] Ayrıca Anadolu’nun Türkleşmesi ve yeni Türk şehirlerinin kurulmasında anavatandan gelen dervişlerin de önemli rolleri olmuştur.[13] Meselâ; Seydişehir, Seyyid Hârûn tarafından kurulmuştur.[14]

Ayrıca bu dönemde Anadolu’daki Türklerin Orta Asya ile kültürel bağlarını tam olarak kesmedikleri görülmektedir. Bu durum, Türklerin Orta Asya’da kullandıkları Konur, Buga, Sunkur, Tugrul, Kurt, Togan, Arslan, Bugra, Pars, Kutalmış, Sülemiş, Sançar, Berke, Kaya, Ece, Süle, İnal, Berkyaruk, İlig gibi doğrudan atlı göçebe Türk kültürünü yansıtan özel adları ve tarhan, tekin, alp, çavuş, beg, han, hakan gibi çeşitli unvanları Anadolu’da da kullanmış olduklarına bakılırsa açık bir biçimde anlaşılır.

Sonuç

Anadolu’daki ilk dönem Türklerinin kullanmış oldukları özel adlar, Türklerin kendi kültürlerini koruduklarını ve eski sakinlerden büyük ölçüde etkilenmediklerini; bu coğrafyada uzun bir süre hüküm sürecek olan yeni medeniyetin de büyük oranda Türk kültürüne dayandığını göstermektedir. Ayrıca Anadolu’daki yerleşim birimlerinin çoğunun Türkler tarafından kurulmuş olduğu sonucu çıkmaktadır; çünkü yer adlarının %67’si Türkler tarafından verilmiş kelimelerdir.

Ayrıca bu süreç içinde Arap ve Fars kültüründen de çok fazla etkilenme olmadığı görülmektedir; çünkü bu dönemde kullanılan özel adlar içinde Arapça veya Farsça kökenli kelimeler en fazla %34 ile idarî terimlerde, %30 ile de şahıs adlarında görülmektedir. İdarecilerin genellikle okuryazar oldukları ve dinî kaygılar sebebiyle Arap ve Fars kültürüne yakın durmaya gayret ettikleri bilinmektedir. Bunun karşısında, halkın okuma yazma oranının oldukça düşük olduğu; dolayısıyla da Arap ve Fars kültürünü, ondan etkilenecek kadar takip edemedikleri kolaylıkla tahmin edilebilir.

Ahmet KARADOĞAN

Kırıkkale Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 6 Sayfa: 283-287


Dipnotlar:
[1] Aksan, D., 1995, Her Yönüyle Dil Ana Çizgileriyle Dilbilim, Türk Dil Kurumu Yayınları 439, Ankara, s. 420.
[2] Akarsu, B., 19983, Wilhelm von Humbolt’da Dil-Kültür Bağlantısı, İnkılap Kitapevi, İstanbul, s. 15.
[3] Aksan, D., 1995, a.g.e. s. 425-429.
[4] Gökdağ, B. A., 1997, MÖ. 2000’li Yıllardan Günümüze Giresun’daki Türk Varlığı, Giresun Tarihi Sempozyumu, Giresun Belediyesi Kültür Yayınları 1, Giresun. Kırzıoğlu, M. F., 1984, Selçuklu Fetihlerinden Önce Doğu Anadolu Türk Boy ve Oymaklarından Kalma Dağ ve Su Adları, Türk Yer Adları Sempozyumu, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, s. 75-96.
[5] Unat, F. R.-M. A. Köymen, 19953, Kitâb-ı Cihân-nümâ I, Türk Tarih Kurumu Yayınları III.-2a1, Ankara; Kitâb-ı Cihân-nümâ II, Türk Tarih Kurumu Yayınları III.-2c1, Ankara.
[6] Karadoğan, A., 2001, Anadolu’yu Türkleştirenlerin İsimleri. Kitâb-ı Cihân-nümâ’da Geçen Özel İsimler Üzerinde Bir Deneme, Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, [Yayınlanmamış], Kırıkkale.
[7] Doerfer, G., 1983, Temel Sözcükler ve Altay Dilleri Sorunu, TDAY-Belleten 1980-1981, s. 1-16.
[8] Köprülü, M. F., 1998, H. A. Gibbons’un Eseri Üzerine ve P. Wittek’in “Osmanlıların Kayı’lardan Olmadığı” Nazariyesi; ve Bu Nazariyenin Tenkıydi, H. A. Gibbons-Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, 21. Yüzyıl Yayınları 4, Ankara, s. 277-293.
[9] Gibbons, H. A., 1998, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu, 21. Yüzyıl Yayınları 4, Ankara.
[10] Köprülü, M. F., 1998, a.g.m.
[11] Divitçioğlu, S., 1996, Osmanlı Beyliğinin Kuruluşu, Eren Yayınları, İstanbul, s. 33-60; 99, 100.
[12] Bu konuda Kitâb-ı Cihân-nümâ’da da bilgi verilmektedir: Çünki İshak Paşa dahi Aksaray’a geldi, padişahtan hükm geldi kim “Aksaray’dan İstanbul’a ev süresin” diyü. Şimdiki hâlde İstanbul’da Aksaraylı Mahallesi ki vardır, İshak Paşa sürüp getürdügidir; Unat 1995, 790-791.
[13] Barkan, Ö. L., 1942, Osmanlı İmparatorluğu’nda Bir İskân ve Kolonizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler I. İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zâviyeler, Vakıflar Dergisi 2, s. 279-304.
[14] Uğurlu, M., 2000, Anadolu’ya Gelen Türklerin Şehircilik Anlayışı, Türk Dili 584, s. 144-150.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.