ABD’nin Militarist Japonya Paradoksu
Uzun zamandır bütün dünyanın Ortadoğu’ya kilitlendiği bir zamanda size asıl doğudan yani en uzak doğudan bir pencere açmak istiyoruz. Malum batı literatüründe asıl doğu bugünkü uzak doğudur.
Batının dünyayı sadece batı olarak gördüğü yirminci yüzyılın başlarında (1904/05) Pasifik’in batı yakasında eski dünyanın ise en doğu ucunda büyük bir sürpriz yaşanmıştır. Bu da herkesi şaşkınlığa çeviren Japonların meşhur Tsuşima Deniz Zaferi’dir.
Rusların Avrasya kıtasına sığmayıp denizlere taşmaya başladığı bir zamanda [1] Japonların bu zaferi hem çarpıcı bir zaferdir hem de Avrupa’nın batısında Ruslarla başı dertte olan zamanın hegemon devleti İngiltere’nin nefes almasını sağlayan bir mucizedir. Çünkü Rusların Tsuşima’da yok edilen donanması Rusların Baltık donanmasıdır. Bu zaferin önemli yanlarından birisi ise devrin süper gücü İngiltere’nin Boer Savaşı gibi sıradan görülen bir savaşı bile kazanamadığı zamanda hiç hesapta olmayan bir ulusun modern tarihin sahnesine emperyal bir güç olarak çıkmasıdır. Gerçi Japonya’nın bu ani yükselişinin arkasında Meiji Restorasyonu kadar İngiltere ve ABD desteğinin olduğu bilinse de batının baş edemediği Rusya’yı durdurmanın Japonlara nasip olması küçümsenecek bir şeref değildir.
Aynı Japonya, taşıdığı emperyal duyguların bir uzantısı olarak benzer bir süreci sonraki yıllarda Pearl Harbour’da ABD’ye kadar başlatmış ancak atom bombasının tüm idraki yerle bir eden dehşeti karşısında teslim olmak zorunda kalmıştır. İşte bu teslim olma sürecinde bir yandan ABD’nin Pasifik’teki kesin hakimiyeti başlamış diğer yandan da ABD protektorası altında bir Japonya dönemi başlamıştır.
Teslimiyetin ilk yıllarında ABD’nin meşhur ve söz dinlemez beş yıldızlı generali Mac Arthur[2], Japonya’yı istediği gibi eğmiş bükmüş, resmen Japonya’nın onurunu yerle bir etmek için elinden gelen her şeyi yapmıştır. Daha sonra ABD’nin mağlup Japonya ile yaptığı anlaşmalarla ve Japon anayasasında yapılan düzenlemelerle Japonya’nın bildiğimiz manada silahlanması ve savunma gücü oluşturması yasaklanmıştır.
O günün koşullarında bu bir ihtiyaç olarak gerçekleştirilmiştir ve Hiroşima Mantarı’nın gölgesindeki Japonya’nın buna ses çıkarma şansı hiçbir şekilde olmamıştır. Ancak aradan geçen 60 yılda çok şey değişti ve Japonya artık yeni bir siyasi kimlik istiyor. En önemlisi ise bölgenin değişen koşulları Japonya’ya yeni bir kimlik verilmesini zorunlu kılıyor.
Militarist Japonya’ya Olan İhtiyaç
Japonya, 1950’lerde ABD’nin kendisine dayattığı pasifist kimliği artık bırakmak istiyor. Her ne kadar bu kimlik ve Yoshida Doktrini’ni sayesinde Japon Mucizesini gerçekleştirmiş olsalar da her ulusun bir bilinçaltı vardır ve onu rahat bırakmaz. Japonlar da son yıllarda bu rahatsız edici baskının etkisiyle statülerinde değişim istiyorlar. Pasif kimliğin bir sonucu olarak Japonya, ulusal güvenliğini ABD’ye havale etmişti ve bildiğimiz manadaki savunma faaliyetleri yaklaşık 60 yıldır müsteşarlık düzeyinde bir memuriyetle (Savunma Ajansı) yürütülmekteydi. Ama 1992’den beri değişen şeyler var. Bu tarihlerden itibaren ABD ile Japonya arasında imzalanan çeşitli anlaşma ve protokollerle deyim yerindeyse ABD, Japonya’nın iplerini gevşetiyor, ekonomik olarak yükselen Japonya da ekonomisi ile paralel bir askeri varlık talep ediyor.
Özellikle 11 Eylülden itibaren gerek ABD’nin Japonya’ya bakışı gerekse Japonya’nın o güne kadar pasif kaldığı uluslararası meselelere yaklaşımı değişmiştir. Bu yıllardan itibaren Japonya’nın özellikle BM şemsiyesi altında uluslar arası operasyonlara askeri personel desteği vermesi ulusal savunma kuvvetleri olmayan bir ülke için dikkate değer bir konudur.
Her ne kadar Japonya uzun yıllar uluslar arası sistem içerisinde yumuşak güç unsurlarıyla yer almış, halen de böyle bilinmek için sivil etkinliklerle çaba gösteriyorsa da 2007 yılında Savunma Bakanlığının tesis edilerek Savunma Ajansının yerine geçmesi önemli bir gelişmedir. Bunun yanında son yıllarda artan askeri personel sayısı, personel niteliğindeki değişim, askeri teçhizatın hızla nitelik ve nicelik olarak değişmesi karşımızdaki Japonya’nın artık eski pasifist Japonya olmadığını ortaya koymaktadır.
Japon siyaseti bu şekilde değişirken 1945’ten beri ülkede adeta bir işgalci gibi bulunan ABD askeri üsleri konusundaki rahatsızlık da Japon toplumunun milli bilincini kaşımaya devam etmektedir. Hükümetin ABD ile çok yerde eşgüdümlü hareket etmesine karşın toplumun ABD askerleriyle yaşadıklarından beslenen milli bilinç paradoksal bir görünüm arz etmekte, her ne kadar hükümetler ABD ile hareket etse de gelecekte ABD’ye karşı ulusal bir nefretin kendini göstermesi de kaçınılmaz gibi görünmektedir.
Son yıllarda Japonya’da kısıtlayıcı anayasa maddelerinin değiştirilmesi tartışılırken Japonya’nın bölgede farklı ilişkilere girdiği de gözlenmektedir. Özellikle Çin’in rakibi konumundaki Hindistan ile yakınlaşmaları Japonya’nın geçirdiği değişime karşın tamamen ABD ekseninde bir dış politika çizgisi sürdürdüğünü göstermektedir.
Bölgenin Çatışma Kaynağı Sorunları
Sovyetler, 1945’te Japonların yenilgisi ile Kuril Adalarını ülkesine katmış, buna karşın Japonya ile ne Sovyetler ne de şimdiki Rusya arasında bir barış anlaşması hala imzalanmamıştır. Deyim yerindeyse iki ülke hukuken hala savaş halindedir. Adalar konusundaki gerilim son yıllarda iyice tırmanırken Japon Parlamentosu 2009’da aldığı bir resmi kararla “Kuril Adaları ezeli toprağımızdır” açıklaması yapmıştır. Yani mesele Japonlar için hükümetler üstü milli bir meseledir ve bölgenin tansiyonunu yükseltecek konuların başında gelmektedir.
Farklı şekilde de olsa Japonya’nın Çin ile de tarihsel nitelikli sorunları vardır. Bunlardan birincisi Japonların işgal yıllarında Çinlilere insanlık dışı muamelelerdir. Japonların Çinlilere 1937-1941 arasında yapmış olduğu insanlık dışı muamele hala ilişkilerin normalleşmesini engellemektedir. Sorunların bir diğeri ise Çin için anayasal bir konu olan Tayvan Sorunu’dur. 1970’lerde Japonya, resmi olarak Tayvan’ı Çin’in bir parçası kabul etmiş olsa da 2003’ten itibaren farklı şekilde davranmaktadır. Japonya’nın Tayvan ve bazı Tayvanlı muhaliflerle kurduğu ilişkiler Japonya-Çin ilişkilerini tekrar germiş durumdadır. Tayvan Boğazı’nın Çin’in kalbine giden en büyük atardamar olması bu konuyu yakın bir zamanda daha önemli bir hale getirecektir. Çünkü bu konunun tarafları sadece bu iki ülke değildir.
Çin ile Japonya arasındaki aktif nitelikli asıl sorun ise iki ülke arasındaki sulardaki ekonomik bölgelerin paylaşımı ile ilgilidir. Bu sularda son yıllarda yapılan sondajlarda önemli miktarda enerji kaynakları tespit edilmiştir. Özellikle Çin’in 2011 yılı sonlarına doğru bulduğunu iddia ettiği enerji rezervlerinin tartışmalı uluslar arası sularda olması Çin ve Japonya’nın yanında tartışmasız bir şekilde ABD’yi de gerilimin içine çekecektir.
Bölgede Japonya’nın Çin ile yaşadığı tarihsel sorunlara benzer, Japonya’nın geçmişteki emperyalist kimliğinden kaynaklanan başka sorunları da vardır. Japonya, 1911’de Kore Yarımadasını işgal edince benzer insanlık dışı uygulamaları burada da yapmıştır. Her iki Kore halkında da Japon nefreti oldukça üst düzeydedir. Ayrıca Kuzey Kore apayrı bir sorundur. Bugün Japonya’nın her yerini vurabilecek menzile sahip yüzden fazla füzesi ile Kuzey Kore aktif bir nükleer güç olarak hem Japonya hem de ABD menfaatleri için önemli bir tehdittir.
Bölgenin Olası Sorunları
Bölgede kısaca izah etmeye çalıştığımız bu tarihi nitelikli sorunların yanında yakın bir gelecekte başka bir sorunun daha baş göstereceğini, özellikle batılı think thank kuruluşları aracılığıyla uluslar arası çevrelerin bu konuya aşina kılınmak isteneceğini düşünüyoruz. Bu sorun, “Lenaland Sorunu” olarak adlandırmayı tercih ettiğimiz konudur. Malumdur ki Mackinder jeopolitik kuramını oluştururken Avrupa ve Asya’yı bir bütün olarak ele almış ve Orta Asya’yı pivot area (heartland/kalpgah/dünyanın kalbi) olarak tanımlamıştır. Zaten günümüz ABD hegemonya siyaseti de bu kalbi ele geçirmek üzerine kuruludur. Hatta ABD dış politikasının mimarlarında Brzezinski bu bölge merkez olmak üzere Avrasya’yı jeopolitik ödül olarak görmektedir. Bu jeopolitik haritanın nüfus bakımından yetersiz ve iklim bakımından yaşamaya pek müsait olmayan ve Lena Nehri ile Pasifik arasında kalan bölgesi, Mackinder tarafından Lenaland olarak adlandırılmış ve Avrasya bütününden kopabilecek, kopsa bile Avrasya bütünlüğünü etkilemeyecek bir coğrafi alan olarak tanımlanmıştır. Rus dış politika doktrininin akıl hocası Dugin de Mackinder’in izinden giderek Lenaland’ı hem Avrasya’dan hem de tarif ettiği Rus Büyük Alanı’ndan bağımsız bir bölge olarak tanımlamış, adeta elde tutulması pek de gerekli olmayan bir bölge olarak tarif etmiştir. Bu gözle görülen Lenaland’ın yakın bir gelecekte ikinci bir Alaska gibi olacağını düşünmekteyiz. Özellikle nüfusu devasa boyutlara ulaşan Çin ve sürekli depremlerle ağır yıkımlar yaşayan Japonya için Lenaland’ın yeni bir vatan gözüyle görülmesi güçlü bir ihtimaldir. Bu konuda da Rus milliyetçi lideri Jirinovski’nin “Japonlara Sibirya’dan toprak verelim” şeklindeki akla ziyan sözünün batılılarca hareket noktası yapılması büyük bir olasılıktır. Bu nedenlerle çorak ve verimsiz görülen bu soğuk steplerin yakınlarda yeni bir jeopolitik sorun olarak sahneye çıkması kaçınılmaz gibi görünmektedir.
Sistemin Sistemik Krizi [3]
Günümüzde spekülatif “ABD gücünün düşüşü” tartışmalarının yanında Wallerstein’in sistem teorisi çerçevesinde kuramsal olarak “ABD gücünün düşüşü” tartışmaları da yapılmaktadır. C. Doran’ın döngüsel yaklaşımını esas alan Modelski gibi önemli siyaset bilimciler ABD gücünün göreli de olsa gerileme belirtileri gösterdiğini ileri sürmektedirler.
Bizim kanaatimiz de benzer şekildedir. Hatta kuramsal olarak ABD gücünün 1969-1973 arasındaki günlerde kesin bir şekilde aşağı doğru döndüğüne inanmaktayız. ABD’nin Vietnam Savaşı’nı başlatması ABD için askeri ve mali anlamda sonun başlangıcını oluştururken 1969’larda Almanya’nın refah düzeyi bakımından Amerikalıları geçmesi, 1973’te başlayan petrol krizi ile ABD’nin askeri şemsiyesi altındaki Batı Kapitalizmi’nin krize girmesi ABD gücünün de göreli olarak düşüşe geçtiği yıllardır. Bir bütün olarak sistemin devamı için çeşitli çareler üretilmişse de (Mortgage Sistemi, ABD’de bu amaçla üretilmiş bir sistemdir.) 1980-1990 arasındaki dönemde dünyanın en büyük 10 bankasının 5 tanesinin Japon bankası olması artık bir devrin kapandığını göstermektedir. Zaten batı kapitalizminin zirvesini ifade etmek için E. Hobsbawm’ın kullandığı “Kapitalizmin altın çağı” da 1973’lerde bitmiş, bize göre ise 1980’lerde kapitalizmin “Sürdürülebilir Kriz” çağı başlamıştır. Bu süreçte batı sürekli bölgesel finans ve ekonomi krizleri ile güçlenen geçen ekonomi ve ulusları hedef almış, onları hizada tutmaya çalışmıştır. 1980’lerin sonundaki Japonya’nın finans krizleri ile Japonya, 1994/5 Krizleri ile yükselen Arjantin ve Türkiye, 1997 Asya Krizi ile Asya Kaplanları hizaya getirilmişlerdir. 2001 Türkiye Krizi ise malum. Şu an ise kapitalizmin tamamı krizin sürdürülebilirliğinin sürdürülemezliği ile baş başa ve Almanya gibi birkaç ülke hariç herkes bu dertten muzdarip.
Fetih Yeteneğinden Yoksun ABD
Nihayetinde aşikar olan ABD gücünün düşüşte olmasıdır. Her ne kadar askeri anlamda ABD gücünün öldürücülüğü tartışılamasa da Vietnam ve Afganistan bize göstermiştir ki; ABD askeri gücü ne kadar öldürücü olursa olsun, yeteneği sadece öldürmek ve yok etmekle sınırlı, özellikle kara savaşlarında fetih yeteneği yok ve savaş açtığı ülkeleri fethedemiyor, kontrol edemiyor[4].
Bildiğimiz gibi İngiltere’nin düşüşü özellikle bizim coğrafyamızda garantörlük sorununu gündeme getirmişti. Molotov’un ağzından Stalin’in Türkiye’den istekleri bu düşüşün bir sonucuydu ve ABD, Sovyetlere karşı mecburen garantörlük rolünü üstlenmişti o yıllarda. Hatta ABD’nin 1947’de devralmaya başladığı dünya liderliği sırasında dönemin ABD Dış İşleri Bakanı Dean Acheson’un; “Yunanistan düştüğünde Türkiye düşer, Türkiye düştüğünde ise Avrupa düşecektir” sözü sistemik bir zorunluluğu dile getirmekteydi. Jeopolitikçilerin deyimiyle, jeopolitik, boşluk kabul etmezdi ve derhal doldurulması gerekirdi.
Jeopolitik Boşluk
Bugün de benzer bir durum var. İster spekülatif tartışmalar referans alınsın isterse daha ciddi temellere oturan kuramsal tartışmalar, ABD’nin düşüşü bir gerçektir ve çeşitli kritik bölgelerde güç boşlukları oluşmaya başlamış durumdadır. Hatırlarsak, yakın zamanlarda Sovyetlerin yıkılışı ile Kafkaslarda, Doğu Avrupa’da, Orta Asya’da ve Balkanlar’da da benzeri bir durum ortaya çıkmıştır. Rusya Federasyonu adıyla Sovyetlerin mirasını devralan Rusya, Orta Asya ve Kafkasya’yı arka bahçesi olarak ilan edip kısmen bu boşluğu doldururken Polonya özelinde Doğu Avrupa’ya ABD ve AB sahip çıkmış ancak Balkanlar’daki güç boşluğu doldurulamadığı için Bosna Faciası yaşanmıştır. Her ne kadar hegemonya adil bir sistem olmasa da bu tür faciaları da önleyen bir role sahiptir. Hegemonyanın etkin olmadığı yerlerde güç arayışı ve çatışma kaçınılmazdır. ABD gücünün düşüşünün farkında olan çeşitli devletlerin de bile bile lades diyebileceğimiz durumları aslında bu farkındalık ile ilgili bir durumdur.
ABD gücünün etkinliğini azaltan önemli faktörlerden bir tanesi de ABD’nin kendini yerine getirmek zorunda hissettiği taahhütlerle bağlaması ve bu taahhütleri gerçekleştirebilmek için gücünü aşırı bir şekilde dünyanın çeşitli yerlerine dağıtmış olmasıdır. Her ne kadar dünyanın her yerinde askeri üslerinin olması ABD’ye büyük bir şöhret kazandırsa da merkezi gücün aşırı bir şekilde dağıtılmış olması hem maliyetleri olağanüstü derecede artırmakta hem de askeri strateji açısından kesin zafere giden yolları tıkamaktadır. Bu durum ABD’nin yok edici merkezi gücüne yüksek bir operasyon yeteneği kazandırsa da sonuca gitme yeteneğini zayıflatmaktadır[5]. Aşırı güç dağıtımı yapmış olan ABD, bu yüzden aynı anda birkaç büyük sorunla birlikte baş edebilme kapasitesini de kaybetmektedir. Bu zafiyetten dolayı ABD’nin Pasifik’te mümkün olduğunca meselelerin kapağını kaldırmaktan kaçındığını görmekteyiz.
Bugün ABD, Çin’i kuşatma ve Avrasya ödülünü ele geçirme amacıyla Ortadoğu’ya yoğun bir mesai harcamaktadır. Bu çerçevede İran üzerinden argümanlar geliştiren ABD, İran’a yönelttiği nükleer tehdit suçlaması konusunda alenen denemeler yapan Kuzey Kore’ye ses çıkarmıyor. Bunun yegane sebebi vakitsiz bir zamanda kendi arka bahçesinde sıcak bir çatışmanın çıkması ihtimalidir. Pasifikteki rakiplerini daha rahat dize getirebilmek için ABD’nin hem Çin hem de Rusya’yı karadan kuşatabilmesi lazımdır. Bugünkü Akdeniz İsyanları ile yürütülmeye çalışılan BOP’un asıl hedefi Fas’tan Doğu Türkistan’a kadar bir “iç hilal” oluşturabilmektir. Bu kuşak gerçekleştirildiği zaman hem Çin ve Rusya’nın Afrika bağlantıları sıfırlanacak hem de oluşacak bu kuşak sayesinde bu iki güç karasal olarak kuşatılmış olacaktır. Bu kuşatma tamamlandığı zaman ABD’nin hem Çin hem de Rusya ile Pasifik’te deniz gücü mücadelesine girmesi oldukça kolaylaşacaktır.
ABD’nin Japonya Paradoksu
Pasifikte Japonya’nın dengeleyici gücüne ihtiyacı iyice artan ABD, bu konuda oldukça çekingen davranmaktadır. Benzer bir seçimle Avrupa’da baş başa kalan ABD, Avrupa’da kolay bir şekilde kararını verebilirken burada o kadar da rahat değil. Birleşmeden sonra daha da güçlenen ve Avrupa’da Haushofer jeopolitiğine dönen Almanya ile yolları ayıran ABD, kendi projesi AB’yi yarı yolda bırakıp Fransa ile yola devam kararı aldı. Fransa’nın ‘daha bağımsız hareket edebilmek için De Gaulle’ün girişimi ile çıktığı’ NATO Askeri Kanadı’na dönüşüne vize veren ABD, yeni yol arkadaşını da seçmiş oldu. Sarkozy liderliğindeki Fransa da De Gaulle’ün ruhunu terk ederek AB’den ve Rusya’dan koptu ve Monnet’in Atlantikçi görüşüne dönüş yapmış oldu.
Benzer bir konuyla Pasifik’te de baş başa olan ABD’nin işi zor. Tehlike şu; militarist ve emperyal bir Japonya, Pasifik’te ABD’nin çanına ot tıkayabilir. Ancak Rusya ve Çin’e karşı güçlü bir Japonya olmadığı zaman aynı işi bu ikisi çok uzun olmayan bir zamanda zaten yapacaklar.
En can alıcı soru şu;
Pasifik’te Çin’i dengelemek zorunda olan ABD, Çin’in ezeli düşmanı olan Japonya’ya silahlanma izni verebilir mi? Verirse Japon ulusal bilinci Hiroşima’yı hatırlar mı?
[1] Aslında Rusların doğuya yönelmesinin ana sebebi Kırım Savaşı ile Rusların yenilgiye uğratılmasıdır. Ancak Rusların doğuya yönelmelerinin tek sebebi bu değildir, İngiltere destekli bir doğudan (Japonya) gelecek tehdidi önleme, kendi doğu sahilini kontrol altına alıp Baltıklardan açılamadığı açık denizlere kendi kıyılarından açılma arzusudur.
[2] Öyle ki Mac Arthur bir dönem kendini ABD başkanlarının bile üzerinde görmüş, Başkan Truman’ın emirlerine karşın Kore Savaşı’nı bildiği gibi yürütmeye çalışmıştır. Ancak O’nun başı dikliği ve bu tavrı yüzünden Kore Savaşı ABD için çok daha maliyetli bir hale gelmiştir. Fakat şu da bir gerçektir ki “Eski askerler asla ölmezler” diye tarihe geçen Mac Arthur, ABD tarihinin en büyük askeri simalarından birisidir.
[5] Ayrıca ABD gücünün düşüşü konusunun ünlü İslam düşünürü ve ilk tarihçi olarak kabul edilen İbn Haldun’un tezleri çerçevesinde ele alınması gerektiğine inanmaktayız. İbn Haldun’un ileri sürdüğü görüşler ışığında ABD’deki asabiye olgusunun analiz edilmesi gerekmektedir. Bu asabiyenin son yıllarda zayıfladığı kanaatini taşımaktayız. Öte yandan İbn Haldun’un bir diğer önemli görüşüne göre; “Devletlerin gücü nüfusu nispetindedir.”. Buna göre devletler hükmettiği yerleri yönetecek kadar nüfusa sahip olmalı, eğer ki nüfusu o ülkeyi yönetmeye yetmezse orayı kaybeder. Buradaki nüfus ifadesi devleti destekleyen asabiyeye mensup kişiler anlamındadır. Her ne kadar ABD nüfusu sayıca yeterli görülse de ABD’deki hakim kültürün asker sayısını sınırladığını düşünmekteyiz. Ayrıca buradaki nüfus kavramını asker sayısı ve ABD’nin dünya üzerindeki asker sayısı açısından düşünürsek mevcut personelin bu hakimiyeti sürdürmek için yeterli olmadığı kanaati okuyucuda pekişecektir.