Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

ABD Ilımlı İslamcıları İktidara Nasıl Taşıdı? (1980-1994)

0 12.884

Prof. Dr. Cihan DURA

1970’lerin sonları… İran’da Şah yönetimi çöküyor, Batı’nın da desteğiyle yerine İran İslam Cumhuriyeti kuruluyor. Aynı yıllarda ABD dünyaya küreselleşme ideolojisini benimsetmek için kampanyalar başlatıyor.

Yıl 1980, 12 Eylül… Türkiye’de “NATO paşaları” darbe yapıyor. ABD Başkanı J. Carter’ın -bazı kaynaklara göre CIA ajanı P. Henze’nin- tepkisi: “Bravo, bizim çocuklar işi başardı!” Çetin Yetkin’in deyişiyle “Amerika rahat bir nefes alıyor.”

İlk adım olarak, Atatürkçü öğretinin devletçilik ilkesi terk ediliyor, yerine Batı’nın dünya görüşü olan, ona hizmet eden Neoliberalizm uygulamaya konuyor. Laiklik yozlaştırılıyor. Darbecibaşı general halk önünde yaptığı konuşmalarda “din” diyor, “Kuran” diyor, “âyet” diyor. Ardından Türkiye’ye yapılabilecek en büyük kötülüğü yapıyor: Oturmuş, iyi kötü olgunlaşmış en güçlü iki siyasal partiyi -belki de ABD’nin telkiniyle- kapattırıyor. Gerici eyleme, tarikatlara gün doğuyor: Halk akın akın tarikatlara koşuyor. Tecrübeli, yetişmiş siyasetçilerin önü kesilerek, deneyimsiz, acemi, ikinci üçüncü sınıf adamlara siyaset ve hükümet yolu açılıyor.

Yıl 1987… AET Komisyonu Akdeniz Ülkeleri sorumlusu Claude Cheysson Siyasi Komisyon Toplantısı’nda, Türkiye’de İslamcı akımların güçlenmekte olduğunu belirterek “Türkiye’de bu akımlara karşı en iyi çözüm laiklik değildir, ılımlı bir dinsel uygulamadır” diyor. ANAP hükümeti Cheysson’un tavsiyesini duymazdan geliyor, yanıt vermiyor. Oysa Batı’da bir şeyler değişmekte, Cheysson’un sözleri ABD’nin ve Avrupa’nın yeni Türkiye görüşünü, stratejisini yansıtmaktadır[1].

I) “RAND CORPORATION” RAPORU

Yıl 1989… ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon) Rand Corporation adlı kuruluştan, Türkiye’de İslam radikalizminin geleceği” konulu bir rapor istedi. Rand Corporation, CIA’nın en önemli isimlerinden Graham Fuller başkanlığında bir ekip kurdu. Ekipte bazı Türk uzmanların yanı sıra CIA’nın Ankara İstasyon Şefi Paul Henze gibi istihbaratçılar da bulunuyordu. 1960’lı yıllarda Türkiye’de CIA görevlisi olarak bulunan Fuller, bu kuruluşun 14 yıl Türkiye ve Ortadoğu masası şefliğini yürütmüştü.

Rapor’da acaba hangi görüşlere yer verilmişti?

a) Raporun giriş bölümünde Osmanlı’dan günümüze İslam’ın seyir defteri anlatılıyor, son durum ise şöyle dile getiriliyordu: Türk halkı arasında İslam’a ve bunun uygulanmasına ilgi büyük ölçüde artmıştır. Üniversitelerde başlarını örten öğrenciler çoğalmaktadır. Türban yasağı tartışmalara yol açıyor. Camilere gidenler artmıştır, İslamcı yayınlarda patlama olmuştur. Türk İslamcılar dünyadaki diğer İslamcılarla aynı hedefleri paylaşmaktadır. Ortak hedef Şeriat esaslarına dayalı bir İslam devleti kurulmasıdır.

Bununla birlikte raporda İslamcıların iktidara gelmelerinin mümkün olmadığı sonucuna varılmaktadır. Ancak onların, hesaba katılması gereken bir güç oldukları da belirtilerek, gerek Türk hükümetlerinin gerekse ABD’nin; İslamcı akımın varlığını, onun duyarlılıklarını ve çıkarlarını gözden uzak tutmamaları gerektiği vurgulanıyordu.

b) Raporun bir de önerisi vardı ki hayli dikkat çekiciydi: Eğer Radikal İslam’ın önü kesilmek isteniyorsa, ılımlı güçlerin siyasî hayata katılmasına izin verilmelidir.

“Rand Raporu”nun yayımlanmasının üzerinden çok geçmedi, Türk Ceza Kanunu’nun 163. maddesi kaldırıldı. Artık Şeriat isteyenlerin, düşüncelerini serbestçe söyleyip yaymaları ve örgütlenmeleri önünde hiçbir engel kalmıyordu. Bunun, sözünü ettiğimiz Amerikan raporunun önerisi doğrultusunda bir değişiklik olduğunu söylemeye gerek yok sanırım.

Öyle anlaşılıyor ki -Soner Yalçın’ın vurguladığı gibi- “Amerika 2. Dünya Savaşı’ndan sonra komünist hareketlerin gelişmesini durdurabilmek için nasıl reformist sosyal demokrat partileri desteklediyse, bu kez de radikal İslamcı hareketlerin karşısına reformist İslamcı partileri” çıkarmaya karar vermiş bulunuyordu.

c) Raporda yanıt aranan bir soru daha vardı ki o da şuydu: Türkiye’deki İslamî uyanışa ABD nasıl yanıt vermelidir?

Soru aynı raporda şöyle yanıtlanıyor: Söz konusu değişikliğe temkinli yaklaşmalıdır. ABD’nin çıkarları en iyi şekilde, ihtiyatlı ve gürültüsüz politikalarla korunabilir. İslam’ın bugünkü rolüyle ilgili olayların sonuçlarını etkileyecek her türlü açık girişim, ABD çıkarları bakımından olumsuz sonuçlar doğurabilir. ABD hükümeti, uygulayacağı politikaları belirlerken, “Türkiye’nin laik hükümet şeklini desteklemek”le, “İslamcı güçlerle açıkça yüzleşmekten kaçınmak” arasındaki ince yoldan yürümelidir. Bundan başka ABD Türkiye’deki İslamcıların amaçları, ideolojileri ve istekleri konusunda daha fazla, daha ileri düzeyde bilgi edinmelidir. Bu sağlanmadan ABD’nin, Türkiye’deki çıkarlarını koruması zordur. Son olarak, İslamcı hareketin ılımlı üyeleriyle gayri resmî ve ihtiyatlı temaslarda bulunmak faydalı olabilir.

Özetle, Rand Corporation ABD hükümetine şöyle bir politika öneriyordu: İslamcılarla görüş, onlara destek sağla, ancak bu faaliyetini açıkça değil, gizli olarak yap. Kısacası “sessiz ve derinden git.” Bilgini artır, daha iyi tanı, sonra politikanı yeniden gözden geçir.

II) CIA AJANI FULLER’İN GÖRÜŞLERİ

CIA ajanı Graham Fuller Şubat 1990’da yaptığı bir görüşmede ABD’nin Türkiye’deki İslamcı akımlara nasıl baktığını şöyle açıklıyordu:

“Atatürk’ün tarihî rolüne büyük saygım var. Ancak dünyada hiçbir lider sonsuza kadar yaşayacak bir ürün vermedi, oysa İncil ve Kuran hâlâ veriyor. Mustafa Kemal’in başına gelen de farklı değildir. Atatürk’ün düşünceleri çağı için son derecede güçlü düşüncelerdi. Ama onun sayesinde yaratılmış olan bugünün, kendisine entelektüel güven duyan güçlü Türkiyesi; artık ulusal kimliğini, yörüngesini, dünyadaki rolünü, hatta İslam’ın günlük yaşamdaki yerini yeniden düşünebilmelidir. Bugün Türkiye’nin İslami düşünce ve eğilimler konusunda daha esnek olabilmesi mümkündür. ‘İran gibi olun’ demiyorum, ama İslam’ın özel yaşamdaki ve kamu yaşamındaki rolü konusunda esnek olmak ve İslam’ın Türkiye’nin kültürel ve entelektüel mirasının önemli bir parçası olduğunu, bastırılması gerekmediğini kabul etmek, katılaşmayı önlemek için kendisini ifade etmesine olanak sağlamak mümkündür”. Bu noktada şu sorular geliyor akla: Neden Türkiye yeniden düşünmelidir? Ne için, kimin çıkarı bunu gerektiriyor? Fuller genelden başlıyor, konuyu İslam’a getiriyor. Niye başka şey değil de İslam? Niye başkasına değil de İslami düşünceye esnek olunacak? Yanıt açık: Çünkü Amerika’nın küresel çıkarları bunu gerektiriyor.

Fuller devam ediyor: “İslam’a bakmanın çeşitli yolları var. Bence onun otomatik bir tehdit olarak kabul edilmesi yanlıştır. Hareketin hangi siyasi görüşleri savunduğuna bağlıdır bu. Eğer laik bir hükümet yıkılarak yerine İran türü bir rejim kurulmak isteniyorsa bu, demokratik yapıya düşmanca bir tutumdur. Ama diğer yandan, insanlar İslam dininin, kültürünün gereklerinin daha çok gözetilmesini, İslamî eğitimin yaygınlaşmasını istiyorsa, bu otomatik bir tehdit olarak kabul edilmemeli ki, üstelik İslam Türkiye’nin ulusal ve kültürel mirasının bir parçasıdır. Son elli yılda yapay olarak bastırılmasının, bazı meşru nedenleri olabilir. Ama artık Türkiye bu bakımdan kendisiyle barışmalıdır. Eğer siz İslam’a dayalı olduğunu söyleyen siyasi partileri, daha fazla siyasileşmeye, parlamentoya katılmaya çekebilirseniz, tartışmaya açık bir platform yaratabilirseniz, bu çok daha faydalı olur. Türkiye geçmişte Ortadoğu için bir modeldi, bugün de olmaya devam ediyor. Hele demokrasi ile İslam’ı bir arada yaşatabileceği modern bir formül bulursa, İran ve Arap dünyasına olağanüstü büyük bir entelektüel öncülük yapmış olacak. İslam dünyası için geleceğin modeli olacak”.

Görülüyor ki Fuller’ın Türkiye’ye önerdiği düzen, ılımlı İslam’dı. Bu şekilde Türkiye’nin, Ortadoğu’nun önderi olacağını belirtiyordu. Türkiye laiklikten ayrılarak İslam ülkelerinin başına geçmeliydi. Amerikan çıkarları Atatürkçülükle ve Laiklikle bağdaşmıyordu. Özetle CIA ajanının şahsında Amerika, “ılımlı İslamcı” bir 2. Cumhuriyet istiyordu Türkiye’de.

Öyle anlaşılıyor ki ABD’nin İslam sevdası ve Kemalizm düşmanlığı daha eskilere dayanıyor. Çetin Yetkin, ABD’nin İslam’a başlangıçta hangi amaçla sarıldığını, buna karşılık Atatürkçülüğü neden etkisizleştirmek istediğini şöyle açıklıyor: Sovyetler Birliği’ne karşı ABD ve yandaşlarının elinde güçlü bir silah bulunuyordu: Din! Bu kurum Sovyet yönetiminin ideolojik silahı olan komünizme karşı bir silah olarak kullanılacaktı. Bu amaçla Sovyetler Birliği’ni güneyden ve güneybatıdan bir kuşak gibi çevreleyen ülkelerde dinci yapılaşmanın gerçekleştirilip kökleştirilmesi yoluna gidildi. Pakistan, Afganistan, İran ve Türkiye bu kuşakta yer alan ve halkı Müslüman olan ülkelerdi. İşte bu ülkelerde aşırı bir dinci yapılanma komünizmin önünde güçlü bir engel oluşturacaktı. Buna ‘Yeşil Kuşak’ adı verildi. Ne var ki Türkiye’de Atatürkçü düşünce, laiklik bunun önünde bir engel olarak dimdik yükseliyordu. O halde yapılması gereken şey çok açıktı: Atatürkçülüğü yozlaştırmak ve laiklik engelini kaldırmak! ABD’nin ve benzeri emperyalist ülkelerin emellerinin gerçekleşmesi için “Atatürk ilke ve devrimlerinin gözden düşürülmesi, yıpratılması, giderek ortadan kaldırılması” gerekiyordu. 12 Eylül yönetimi bunun kapısını ardına kadar açmıştır Amerika’ya ve ayaktaşlarına. 12 Eylül paşaları hep Atatürk’ten, Atatürkçülükten dem vurdular, ne var ki uygulamada dediklerinin tam tersini yaptılar.

III) BATI ILIMLI İSLAMI DESTEKLEMELİ

1990’lı yıllara yaklaşırken, ABD’de radikal İslam’a karşı “ılımlı İslam”ın desteklenmesi görüşü öne geçmeye ve güçlenmeye başladı. Araştırma kurumları, stratejik merkezler Amerika’nın İslam’a bakış açısını değiştirmesini tavsiye ediyordu. Merkezi Washigton’da bulunan Uluslararası Stratejik Etütler Merkezi üyesi Barry Rubin, Washigton Quarterly’de yayımlanan makalesinde şunları yazıyordu: “Batı ılımlı İslam’dan korkmamalı, aksine onu desteklemelidir. Çünkü ılımlı İslam bağnaz ve devrimci İslam’a karşı bir numaralı panzehirdir. Hatta Sünnî İslam’da tarikatlar devrimci İslam’a direnç gösterirler. Bu yüzden de ABD devrimci İslam’a direnen İslam kesimini desteklemelidir.”

Eski ABD Başkanı Carter’ın başında bulunduğu Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi’nin Ekim 1994 tarihli raporunda, bakın neler yazıyordu: “Ortadoğu’da, Balkanlar’da, Türkî cumhuriyetlerde din faktörü dikkate alınmadı ve ABD büyük kayıplara uğradı.” Raporda birçok İslamcı lider adı sıralanıyor ve bütün bunlar için “temas kurulması özel koşullar gerektiriyor” kaydı düşülüyor. Tek istisna Necmettin Erbakan! Hakkında “ılımlı tek İslamcı lider” notu düşülmüş. Ayrıca şu anlamlı değerlendirme yapılıyor: Partisi kitle partisi olma yolundadır, dünyevîleşmiştir. Temas kurulabilir.

ABD’nin “ılımlı İslam” teorisi olgunlaşmıştı, artık Türkiye’ye ihraç edilebilirdi.1980’lerin sonu ile 1990’lı yılların başında CIA ajanları Fuller’lar, Henze’ler Türkiye’ye yine akın akın gelmeye başladılar. Söyledikleri tek şey vardı, o da şuydu: “Türkiye’de Kemalist dönem bitmiştir. Ortadoğu’da ‘ılımlı İslam’ın önderi olun.”

IV) İSLAMCILARLA GÖRÜŞMELER

15-20 Eylül 1992’de arka arkaya sempozyumlar yapıldı, Bodrum Yalıkavak toplantıları gibi… CIA’nın ‘emekli’ ajanları İslamcı entelektüellerle adeta görüşme sırasına girmişti. Sordukları tek soru şuydu: Türkiye’nin yeni kimliği ne olacak?

Bir kaynağa göre, CIA ajanı Graham Fuller doğrudan doğruya Refah partisi yöneticileriyle de görüşmüştü. Bu parti ile ABD, aralarındaki dostluk ilişkilerini geliştirmeye karar vermişlerdi. Aslında Amerika RP ile ilişkiye çok önceden geçmişti. Örneğin ABD’nin Adana Konsolosu RP Diyarbakır il örgütünü, İzmir Konsolosu da RP İzmir il örgütünü sık sık ziyaret ediyordu.

Amerika sadece Türkiye’deki İslamcı akımlarla ilgilenmiyordu. Ortadoğu’daki birçok reformist veya radikal İslamcı örgütle de ilişki kurmuştu. Hatta radikal ve antiemperyalist söylemleriyle dikkati çeken birçok İslamcı aydın, örgüt lideri, parti başkanı ABD’yi ziyaret eder olmuştu. Radikal İslamcı örgütlerin ABD ile yakınlaşması yanında, bazı İslamcı liderlerin CIA ajanı olduklarına, radikal İslamcı hareketlerin CIA tarafından beslendiğine, bu kuruluşun “komünizme karşı İslam kartı oynadığına” dair iddialar vardı. Bunlar arasında, Müslüman Kardeşler örnek olarak verilebilir. Öte yandan CIA ile temasta olduğu ileri sürülen bu kuruluşlarla Refah Partisi de yakın ilişki içindeydi.

V) ERBAKAN NİHAYET ABD’DE: İLİŞKİLER SIKLAŞIYOR

Tarih Şubat 1989… RP Genel Sekreteri Oğuzhan Asiltürk’e şu soru yöneltiliyor: “RP’ye karşı ABD’nin tavrı nedir?” Yanıt: “Birçok defalar ABD başkanlarının ağzından, seçimlerde bizim başarılı olmamız, hükümetlere girmemiz gerektiğine dair beyanlar olmuştur. ABD bize olumlu bakıyor.”

Partinin diğer yöneticileri de kendi aralarında şöyle konuşuyorlardı: “Amerika’nın onaylamadığı bir İslamî hükümet Türkiye’de işbaşına gelemez. Artık Amerika da kimsenin kıyafetine, gelenek ve hukuk kurallarına, anayasasına karışmıyor. Tek istekleri güçlü bir işbirliği…” İnsan sormadan edemiyor: Ne için ve kime karşı bu güçlü işbirliği?

a) Sonunda, RP Genel Başkanı N. Erbakan gizlice Amerika’ya gidiyor!

Ve hemen ardından çok anlamlı bir değişiklik: Erbakan 1992 yılından başlayarak ABD (ve Batı) aleyhinde konuşmamaya özen gösterir oluyor. 10 Ekim 1993’de yapılan RP olağan kongresinde, iktidara geldiklerinde gerek Avrupa ülkeleri ile, gerekse ABD ile ilişkilerin bozulmayacağını, ancak “onurlu” bir ilişki kuracaklarını ifade ediyordu (Dikkat, “onurlu bir ilişki” diyor! Erbakan’ı daha sonra yakacak olan sözü muhtemelen bu ve ona uygun davranışları olacaktır). Üstelik ilişkileri artırarak sürdüreceklerini vurgulayarak, üstüne basa basa söylüyordu. Kongrelerdeki konuşmalarında Anti-Amerikancı söylemden uzak duruyor, Batı ve ABD ile iyi geçineceği siyalleri veriyordu. Bir iddiaya göre Erbakan’a “İslam köktenciliğinin, hıristiyanlaştırılmış bir İslam’a dönüştürülerek düzen içinde eritilmesi” misyonu verilmek isteniyordu. Anlaşılıyordu ki Emperyalizm Refah partisi vasıtasıyla Müslümanlara yönelik karanlık hesaplar, gizli planlar peşindeydi.

Bu arada, Türkiye’nin bir an önce ABD yandaşı dinci bir yönetime kavuşması yolunda ilk adım olarak Amerikan devletinin koruması altında Amerikan çıkarları doğrultusunda çalışmalar yapan Amerikan “Scientology” Tarikatı ile Refah Partisi’nin Almanya’daki uzantısı Millî Görüş Teşkilatı arasında bir ortaklık antlaşması imzalandı (1993). ABD-Refah partisi ilişkilerinde bir önemli gelişme de, Amerikancı olarak bilinen 35 emekli subayın 27 Mart 1994 yerel seçimlerine üç ay kala, topluca ve törenle Refah Partisi’ne girmesi oldu. Amerika’nın Yeşil Kuşak Teorisi’nin savunucuları olan bu emekli subaylar yönetimde önemli konumlara yerleştirilerek Amerika ile işbirliğinin daha da perçinlenmesi sağlandı.

b) Erbakan Amerika gezileri sebebiyle parti içinden ve dışından çok eleştiri aldıysa da, hiçbirini umursamadı, yeni tutumunu özenle korudu. Kurt politikacının bir bildiği vardı kuşkusuz. Muhtemelen Amerika’nın onayı olmadan asla hükümet olamayacağını düşünüyordu. Ekim 1994’de yine Amerika’ya gitti. Kendisine RP’nin Dış İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Abdullah Gül de eşlik ediyordu. Bir haftalık gezi boyunca özellikle Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi ve Dışişleri Bakanlığı’nda çeşitli görüşmeler yaptı. Georgetown Üniversitesi’ndeki basına kapalı toplantıda konuştu. Yurda dönünce konuşması hakkında şu değerlendirmeyi yaptı: “CIA’nın en yüksek uzmanlarının sorularını yanıtladık. Amerikalıların Refah Partisi’ne ilgilerini, bizi tanımak istediklerini görmekten memnuniyet duyduk.”

Erbakan ABD yönetimi ile daha iyi diyalog kurmak için Katolik bir lobi şirketiyle de bağlantı kurmuştu. Bu şirketle defalarca görüştüler. Ancak daha çok “partinin başarılı olmasını isteyen, görüşlerini paylaşan kişi ve kuruluşlar”a güveniyorlardı. RP Batı karşıtı olmakla övünüyor, kendi dışındaki partileri “Batı taklitçisi” olmakla suçluyordu ama, Amerikan diplomatik çevreleri ile arasında su sızmıyordu. Necmettin Erbakan’ın ABD’ye yaptığı son ziyareti izleyen dokuz ay içinde, RP’lilerle Amerikalılar arasında toplam 15 ziyaret gerçekleştirilmişti.

c) Amerika Birleşik Devletleri acaba neden böylesine radikal bir politika değişikliği yapma ihtiyacı duymuştu? Erol Manisalı şöyle açıklıyordu bu değişikliğin altında yatan sebebi: Ilımlı İslam modeli Morton Abramowitz-Graham Fuller cephesi tarafından, “ABD’nin yeni Türkiye politikası için” kurgulandı ve uygulamaya kondu. Özal-Çiller çizgisindeki “sermaye partileri” Türkiye’nin Batı tarafından kontrolünde, “bazı riskler taşıyordu”. “Kırsaldan ve varoşlardan uzaklaşan bu partiler” Türkiye’de sosyal patlamalara neden olabilirdi. Bu da, [buraya dikkat! cd] devrimci (ve Kemalist) güç odaklarının yolunu açabilecekti. Türkiye’de ılımlı İslam devletinin,“Türkiye Cumhuriyeti’nin yerine” yavaş yavaş yerleştirilmesinin, “Batı için daha yararlı olacağı” düşüncesi kuvvetlendi. Zamanla Avrupa Birliği de Amerika’nın çizgisine gelecekti[2].

(Yazım devam edecektir.)

Kaynak: http://www.cihandura.com


  1. Bu makalemde Soner Yalçın’ın şu kitabından geniş ölçüde yararlandım: Hangi Erbakan,Öteki yayınevi, 5.B., Ankara, 1994, ss. 303-320. Faydalandığım diğer kitaplar şunlardır: Çetin Yetkin, 12 Eylül’de İrtica Niçin ve Nasıl Gelişti, Ümit Yayıncılık, Ank., 1994; Cengiz Özakıncı, İrtica 1945-1999, 2.B., Otopsi Yayınevi, İst., 1999.
  2. Erol Manisalı, “AB, Ilımlı İslam’ı Neden Tercih Ediyor?”, Cumhuriyet, 6.12.2008.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.