Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

28 Aralık 1914 Allahüekber Dağları

0 18.029

Nihat GENÇ

25 Aralık’ta Enver Paşa, tüm ordulara emrini vermişti, düşman Sarıkamış’ta yok edilecekti. Anadolu’nun içlerinden, Samsun’dan yola çıkmış ordular 10-12 gündür durmaksızın yürüyordu. Galip Paşa son iki gündür yiyecek yetiştirin telgrafları gönderiyordu. Bütün eli silah tutanlar cephede olduğundan yaşları 12-17 arasında değişen 80’i lise öğrencisi 120 çocuk seçildi. Yatak çarşaflarından, perdelerden kesilerek yapılan torbalara mermiler konuldu, çocukların sırtlarına bağlandı. Kafile soğuk havada yola çıktı. Çuh Dağı’nı aşarken tipi ve fırtınaya yakalanan kafileden haber alınamadı. 82 çocuk 10 jandarma donarak ölmüştü. 38 çocuk 8 jandarma can çekişirken bulundu, şiddetli soğuk algınlığının yol açtığı zatürreden öldüler.

Arazi, Sarıkamış yönünde güneye ve doğuya doğru yükseliyor. Orduların önünde üstü karla kaplı Akmezar ve Çilhoroz Dağları korkunç bir vahşilikte görünüyordu. Kar yağmıyordu. Ama her taraf diz boyunu aşan karlarla kaplıydı. Tümene destek olsun diye öncüye katılan dağ topçu taburu, emre uygun olarak Bardız Yaylası-Malkan komları (hayvan yaylımları demek) yolunda ilerlemeye başladı. Biraz yürüdükten sonra dik yokuşlarla karşılaşıldı. Kar yüksekliği giderek artıyordu. Savaşçılar karları yarmakta güçlük çekiyor, dağ toplarının parçalarını taşıyan hayvanlar karlara gömülüp kalıyordu.

Albay Arif kılavuzunu çağırdı, kılavuz, “Sarıkamış’a Kızılkilise üzerinden dolanıp gidilse iyi olur. İnişi çıkışı boldur, ama kısadır,” dedi…

Kılavuzun az kar tuttuğunu söylediği yolda bile karın yüksekliği kalçalara yaklaşıyordu. Savaşçılar bata çıka yürüyorlardı. Yumuşak kar ilk sıralardakileri yoruyor, savaşçılar ikişerli sıralar biçiminde ağır ağır ilerliyorlardı. Yürüyüş hızı git gide azalıyordu. Alman subayları yeni bir akıl verdi! (Savaşa Almanya yüzünden girdiğimiz için ordularımızın başında Alman subayları vardı.) En önde yürüyen bölükler dörderli yürürlerse, karı çiğneyerek geridekilere yol açarlar.

Bu akıl da pek işe yaramadı. Kar, çiğnemekle ezilemeyecek kadar çoktu.

Askerler adım atarken ayaklarını kar yüksekliğince kaldırmak zorunda kalıyorlar, her adımda karın üstünden atlıyorlardı sanki. Kısa zamanda yoruluyorlar, kalçalarını dayanılmaz ağrılar sarıyordu…

Kızılkilise küçük bir köydü. Hıristiyan olan halkı köyü olduğu gibi bırakıp kaçmıştı. Boş evlere girerek azıcık dinlenmeleri, ısınmaları, bir şeyler yemeleri askerlere güç kazandıracaktı…

Biraz sonra Enver Paşa ve yanındaki Alman subayları Kızılkilise’ye girdiler. Enver Paşa Albay Arife öfkeyle bağırdı. “Niçin durdunuz? Ne bekliyorsunuz?” Bağırarak emretti: “Hemen yola çıkın.”

Köyün evlerine dağılarak, sekilere, ocak başlarına, hasırlar üstüne serilip biraz dinlenmeyi birkaç lokma bir şeyler yemeyi umanlar henüz girdikleri evlerden çıkarıldılar. Askerler Kızılkilise köyünü boynu bükük gerilerde bırakırlarken Enver Paşa ve Alman subayları, köyün bacası tüten en büyük evine yerleşmişlerdi. Ev sahibinin kaçarken ocakta bıraktığı tencerede et haşlanıyordu. Almanlar iştah kabartan yemek kokusunun çekiciliğine kapılmışlardı.

İhsan Paşa son gelişmeleri sunmak amacıyla eve girmek üzereyken kapı açıldı. Enver Paşa çıktı: “Siz burada mısınız? Ne bekliyorsunuz, ileriye, yürüyüş kolunun başına geçin… “

29. Tümen yine kalçalara varan yumuşak karla boğuşmaya başlamıştı. En önde yürüyenlerin işi iyice zorlaşmıştı. Önlerinde insan ayağı değmemiş, uçsuz bucaksız bir kar denizi uzanıyordu. Göz kararı, yolun geçtiğini sandıkları hafif düzlükleri izliyorlar, hendekler, çukurlar kar savruntularıyla örtülmüş olduğundan bazen adım atıyoruz derken bir yamaçtan aşağı yuvarlanıyorlar, ya da boğazlarına dek kara gömülüyorlardı…

Zaman ilerleyip kısa kış gününün akşamı yaklaşınca güneş görünürlerden uzaklaşmış, yerini ayaza bırakmıştı. Erimiş kardan sırılsıklam olan çarıklar birden dona çekmiş, askerlerin ayaklarında kaskatı kesilmiş ve buzdan mengenelere dönüşmüştü. Sıfırın altına inen ısı daha aşağılara hızla inmeye başlayınca yürüyüş kolundaki sesler, şakalaşmalar kesilmiş, ayaklar altında ezilen karların hışırtılarından başka ses duyulmaz olmuştu. Isınacak bir ateş başı, bir iki kaşık sıcak yemek bulmaktan nasıl umutlarını kesmişlerse, konuşma isteklerini de öylece yitirmişlerdi…

Buzlaşan çarıkların parmak uçlarında başlattığı karıncalanmaların dona çevrilmemesi için, kimi savaşçı yürüyüş biçimini değiştirmişti. Ayak parmaklarını oynatabilmek ve canlılıklarını korumak amacıyla zıplar gibi adım atıyorlar, ayaklarını hızla yere vuruyorlar. Parmaklarda başlayan donma hızla ayak bileklerine ulaşıyordu. Bilekler bükülemez olunca, birkaç küt adımdan sonra yere yıkılmak kaçınılmaz oluyordu. Yürüyüşlerini sürdürenler, yıkılıp kalanların kısa sürede donarak öleceklerini düşünüyorlar, korkuya kapılarak can havliyle zıplamalarını arttırıyorlardı.

Çoruh ve Aras ırmaklarını dağıtan Sıçankale – Top Yolu -Akmezar Dağı doğrultusunda uzanan doruk çizgisine varılmıştı. Sarıkamış’a giden yolun geçtiği boyun noktasının iki yanında, Ruslar’ın mevzilendikleri görülüyordu.

Artık düşmanla cephe ilişkisi kurulmuş, herkes önemli olayların başlamakta gecikmeyeceğini sezmişti…

Tümen komutanı Albay Arif, atını İhsan Paşa’nın atının yanına sürerek: “Paşam, tümen birlikleri sabahtan beri güç ve ağır yürüyüşlerde çok yorgun düştüler. Geceyi burada geçirelim, erleri dinlendirelim… “Enver Paşa sorumlu kolordu komutanının görüşünü beklemeden, saldırı hazırlıklarına başlamıştı… Dağ topçu taburu yeni gelmişti. Sabahtan beri sırtlarındaki top parçalarıyla, cephane sandıklarıyla karları yararak yol alan hayvanlar yorgunluktan bitkindi…

Enver Paşa ve Alman subayları bir saldırı planı kurdular. En önde bulunan 86. Alay sessizce Rus mevzilerine yaklaşacak, aniden süngü hücumuna kalkarak düşmanı tepeleyecek. Ne İhsan Paşa’ya ne de Albay Arife haber vermeye gerek görmeden saldırıyı başlattılar. Alaylar yürüyüşe başladığında karanlık bastırmış, insanı iliklerine kadar titreten dondurucu bir ayaz baş göstermişti. Göz gözü görmüyor, savaşçılar yarı bellerine kadar gömüldükleri karları yarmaya çalışarak uzakta kaba hatlarını seçebildikleri sırta ve ormana doğru ilerliyorlardı. Enver Paşa’nın sabırsızlığı git gide artıyor: “Sırta çıkan olmadı mı?” Sırta çıkmak, Rusları süngüleyip hemen ardındaki Sarıkamış’a girmek demekti… Enver Paşa’nın morali bozulmuş gibiydi. Bir ara 9. Kolordu Kurmay Başkanı Yarbay Şerife döndü: “Bizim askerin gece hücumu yapabileceğini sanmıyorum” dedi… Yarbay Şerif: “Öyleyse gece yarısı askeri bu bilinmeyen dağlara, ormanlara niye sürüyorsun, kumar mı oynuyorsun” dememek için kendini zor tuttu…

86. Alay’ın savaşçıları gece yarısına doğru sırta çıkarak süngü hücumuna geçtikleri sırada, kuzey kanattan ilerleyen 87. Alay da mevzilere yaklaşmayı başarmıştı. Rus mevzilerinde kanlı bir süngüleşme başlamış, savaşçılardan “Allah, Allah” sesleri. Rusça verilen komutlar birbirine karışmıştı. Karanlıkta kimin Türk, kimin Rus olduğu zor seçiliyordu. Tek ölçü kafa biçimleriydi. Ruslar uzun kürk başlıklar giydiklerinden kafa siluetleri daha uzundu.

Mevzilere ilk giren alayın ikinci taburu Rusları kovalamaya koyuldu. Kanlı boğuşmayı yarasız beresiz atlatan savaşçılar ise sırta tırmanırken, can pazarında dövüşürken terlere bulaşan iç çamaşırlarının kaskatı kesilmesinden, donuşu kolaylaştıracak buz zerreciklerinin bedenlerini sarmasından korkuyorlardı.

Enver Paşa amacına ulaşmış, sırt alınmış, sıra, sırtın hemen gerisindeki Sarıkamış’a girmeye kalmıştı. Sarıkamış yoktu görünürlerde… Sağa bakıldı, sola bakıldı, dürbünlerle her yan tarandı, mutlu haberler getirecek atlılar gönderildi, boşunaydı…

Sonunda facia anlaşıldı. Sarıkamış sekiz kilometre uzaktaydı. Bu yanılgıya eldeki 1/200.000 ölçekli haritanın Oltu paftası neden olmuştu. Paftanın bu bölümünde “Sarıkamış’a gider” anlamında Sarıkamış yazıyordu. Haritacılık tekniğinde yolların uzantısında nereye gidildiğini belirtmek için. Başta Enver Paşa olmak üzere, uydurma haritalarla Kafkasya’nın fethine çıkan herkes yanılmıştı…

Sarıkamış Faciasının Ruslar Tarafından Çekilmiş Görüntüleri

Sarıkamış’ta bulunan Rus Kafkas Ordusu komutan vekili General Myshlayevski’nin bu sabah aldığı raporlar, Türkler’in Sarıkamış yönünde ilerlediğini doğruluyordu. General, Albay Bukretov’a emir verdi, “Yeni erlerden bölük kurun Türkler’in ilerlemesini durdurun…”

Albay Hafız Hakkı’nın komutasındaki 10. Kolordu birlikleri gece yarısı verilen kısa moladan sonra yeniden yürüyüşe başladı. On dört saattir yürüyen savaşçılar yorgunluktan, uykusuzluktan ve dondurucu soğuktan iyice bitkinleşmişti. Donma korkusu, çamların arasından kalbine çevrilmiş tüfekler kuruntusu, yerini umursamazlığa bırakmıştı. Sabaha doğru, yürüyüşün başlamasından on sekiz saat sonra 91. Alay’a aniden ateş açıldı. Ağır aksak, bilinçsiz adımlarla yürümeye çalışan savaşçılar pusuya düşmüşlerdi. Bir iki saniye içinde kimseler kalmadı ayakta.

Doktor Derviş sıhhiyeci erlerini alarak bir kuytuda sargı yeri kurdu… Kaim eldivenlerle aletleri tutması, yaralar üzerinde çalışması imkânsızdı. Eldivenleri çıkardı, ellerini bol alkolle yıkayarak sterilize etti. Alkol uçarken ellerindeki ısıyı da alıp götürmüş, soğuğun etkisi daha artmıştı. Buz gibi çelik forsep, neşter, makas eline yapışıyor, parmaklarının derisini kaldırıyordu. Zaman zaman ellerini ateşe tutuyor, parmaklarını ısıtmaya, donmalarını önlemeye çalışıyordu.

Doktor Derviş, Hudut Taburu Komutanı Binbaşı Hilmi’yi tanıyamadı. Bir kurşun ağzını parçalamış, tükürükle karışan kan çenesinde ve yanaklarında donmuş, kirli kırmızı buz kristalleri yüzünü kaplamıştı. Yırtılan dudaklarından sızan kanların bulaştığı bıyıkları topak topak buz tutmuştu. Gemici fenerinin ışığıyla, parçalanan ağzı estetiği bozmayacak biçimde dikmek, imkânsızdı. Ağzında, küçük lokmalar girebilecek ölçüde boşluk bırakarak yarayı sardı. Korkunç görünüş bir parça giderilebilirdi, bundan böyle binbaşının sakal bırakması iyi olacaktı.

Savaşçılar on sekiz saat yürüdükten, geceyi uykusuz geçirdikten sonra iki saate yakın çarpışmış, birazcık kestirmeden, beden ve sinir yorgunluğunu üstlerinden atamadan yola düştüler. Derken tipiye çevirdi hava. Yürüyüş hızı emeklemeye dönüştü. Bu koşullar altında 91. Alay, Penek ile Kosor arasındaki sekiz kilometrelik yolu tam yirmibir saatte aşabildi. Yani askerler saatte 385 metrelik bir hız yapabilmişti.

Tümenler hedeflerinin 25-30 kilometre gerisindeki yerlere ancak varabilmişler, Allahüekber Dağları eteklerine yaklaşabilmişlerdi. Sarıkamış kuş ucumu 35-40 kilometre uzaklıktaydı, arada aşılması zor Allahüekber Dağları vardı…

Sıfırın altında yirmibeş dereceyi bulan soğukta, geceyi ormanda geçirmeye çalışmak, çılgınlık olacaktı. Enver Paşa biraz gerideki Kızılkilise köyünde gecelenmesine izin vermemiş, çarpışmadan sonra da köye dönülmesini önlemişti. Genç subaylar öfkelerinden burunlarından soluyor, askerlerini “2. Bölük buraya, 3. Bölük buraya” diye toplamaya çalışıyor, bu çağrılar işe yaramıyor, çünkü askerlerin birçoğu ölmüş, birçoğu da dondurucu rüzgârdan korunmak için ormana ve Çamurludağ eteklerindeki yamaçlara sığınmışlardı. Aşırı yorgunluk olanca ağırlığıyla savaşçıların üstüne çökmüş, çarpışırken farkına varamadıkları boş mideleri kemirmeye başlamıştı. Ormana dalanlar, yaprakları karlara belenmiş çam ağaçlarına saldırmışlardı. Ellerinde kazma, kürek, süngü, kılıç ne varsa onlarla dalları kırıyor, bir araya topluyorlardı. Son bir metreye yükselen kan küreklerle atıp bir yer açıyorlar. Çam dalları tazeydi, tutuşmuyordu. Kibritleri bitene dek didiniyorlar, başaramayınca umutsuzluk içinde sağa sola koşuyor, sığınacak kuytu yer arıyorlardı. Talihi yaver gidenler yakılmış bir ateş görüyor, yaklaşıyordu. Bu kez birazcık ısınabilmek büyük sorun oluyordu. Çevresinde toplanan otuz, kırk kişi ateşe sokulabilmek için itişip kakışıyordu. Cılız alevlerle isli dumanlar çıkararak yanan ateş sönmeye yüz tutunca yeni dallar kırıp getirmek kimsenin işine gelmiyordu. Oradan ayrılmak, bir daha ateşe sokulamamak demekti. Subaylar, çavuşlar ortalıkta dolaşıyor, bağırıyordu: “Uyumayın ha, uyumayın, kıpırdanın…”

Ateş başı bulamayanların, ateş yakamayanların durmaksızın kıpırdanması zıplaması dile kolaydı. Onbeş saat yol yürüyen, gece çarpışan, bir de süngü hücumu yapan bedenler söz dinlemiyordu artık.

Arada bir garip çığlıklar, acılı haykırışlar gecenin sessizliğini yırtıyordu. Donma korkusu bilinçaltına iyice işlemiş olanlar, güçlerinin, direnişlerinin son noktasına gelip zıplayamaz, ayakta duramaz hale gelince aniden büyük bir umutsuzluğa kapılıyor, dehşet içinde çığlık atıyor, haykırıyorlardı. Yere yıkıldıktan sonra son güçlerini karları yumruklamaya, kendilerini bu duruma sokanlara beddualar yağdırmaya harcıyorlardı.

İşte bu tümenler sabah gün doğarken Sarıkamış’a saldıracaktı. İyimserlik buna denirdi. Ruslar’dan kalma bir ateşin başında kürklere bürünmüş Enver Paşa, bu tümenlerin kuş olup uçmalarını bekliyordu.

Çaresiz bitkin savaşçı, erzak, dağ topu parçaları ve cephane yüklü katırlara, atlara, arabalara, toplara can havliyle tutunmak istiyordu. Sürücüler buna karşı çıkıyordu. Yorgunluktan dermanı kalmayan hayvanları, kendi gözbebekleri gibi koruyan sürücüler kimseleri yaklaştırmıyordu. Atların, katırların donarak ölümü farklı olmuyordu. Gücünü yitiren hayvan önce bir çöküyor, sürücünün art arda şaklattığı kamçıların uyarısıyla silkinip ayağa kalkıyor, derken biraz sonra yeniden yıkılıyordu hayvancağız.

Yürüyüş kolunda öğleden sonra yol kıyısında sıralanan ölmüşlerin sayısı hızla artmaya başladı. Sere serpe uzanıştaki rahatlık, yumuşaklık yoktu yatışlarında. Havaya kalkık bacaklar, kollar, kara bir boşluk gibi gözüken ağızlar ürperticiydi. Donuk hayvanların görünümüyse tek düzeydi. Yüzükoyun ya da sırtüstü olanları yoktu insanlar gibi, bir yanlarına yatmışlar, üstte kalan bacakları boşlukta asılı gibi ileriye uzanmıştı.

Yol boyunca sıralanmış donmuşlar, yürüyenlerin morallerini bozuyordu. Ulumaları yamaçlarda yankılanan kurtların, yürüyüş kolu geçtikten sonra döküntülere, donuklara saldıracağını düşünmek sinirlerini yıpratıyordu. Hele arada bir karganın hızla dalıp bir donuğun başına konmasıyla kalkmasının bir olduğunu, sonra o donuğun bir gözünün yuvasının boş kaldığını görmeleri korkuyla titretiyordu savaşçıları. Kurtlar ise, yumuşak yerleri karınlarından dalıyorlar, parçalamaya donukları… Yürüyüş kolunun başı tam ondört saat süren bu ölüm yolculuğundan sonra Allahüekber Dağı’nı aşıp dağın doğu eteğindeki Beyköy’e ulaştı. Sayım yapıldı, 150 savaşçıdan oluşan bölüklerdeki savaşçı sayısı 10-15’e düşmüş, hatta bazı bölüklerde kimse kalmamıştı. Tarih, çatışma olmadan bir tümen gücündeki bir kuvvetin böyle korkunç bir felakete uğrayışını ilk kez kaydediyordu. Allahüekber Dağı’na tırmanmaya başlamadan önce 30. Tümen 10.300 dolayındaydı, yapılan yoklamada asker sayısının 1.400’e zor ulaştığı anlaşıldı. Subay kaybının az oluşu; çoğunun altında at oluşu ve kendi paralarıyla Erzurum’dan aldıkları kışlık giyeceklerdendi.

Koca bir tümenden artakalan aç, bitkin, soğuktan perişan aksırıklı öksürüklü 1.400 savaşçının yaşamlarını sürdürmesi, Beyköy’deki bu dinlenmeye bağlıydı. Bazılarının ellerinde ayaklarında küçük donmalar vardı. İyileştirilmediği takdirde kangrene dönüşecek, kesilecekti. Açlıktan deşilmişti, yürürken elinde olmadan öğürüyor, bağırsaklarının içinde kurtlar gibi dertop olduğunu seziyordu. Atın dışkısı dahi, fırından yeni çıkmış buram buram tüten ekmeğe benziyordu. Torbanın dibinde, atın dudaklarının erişemediği birkaç arpa taneciği, son umutlarıydı.

Köy odalarına dağılan savaşçıları büyük tehlike bekliyordu, odanın sıcaklığıyla ortalığa çıkan bitler. Cinsel organlarının çevresindeki ve koltuk altlarındaki kıllar arasında günlerdir kıpırdanan ve habire üreyen bitlerin ısırmalarını soğuk bedenler fark etmemiş, kaşınma gereği duymamışlardı. Bitler sıcağı görünce dayanamamış, giysilerin yakalarında, boyunlarında, sakallarında, yüzlerinde sürüler halinde dolaşıyorlardı. O günlerin nadir canlı tanıklarından yaşlı bir Oltulu, bir erin kaşlarında yüzlerce bitin dolaştığını söyler. Büyük kazanlara atılmadan bitlerden kurtulunamaz. Bitlerin yumurtalarına, sirkelerine ne demeli, askerler bilmeden birbirlerine büyük kötülük yapmışlar, soyundukları elbiselerin karışmasıyla tifüslü bitleri birbirlerine aktarmışlardı, böylelikle tifüs hastalığı savaştan daha büyük bir bozguna dönüştü, sağ kaldım diyenlerin çoğu da savaştan sonra Erzurum hastanelerinde öldü.

Ruslar’ın Kafkasya’daki merkez komutanı geri çekilmeye karar vermişti, Sarıkamış’taki komutanlar ise Türkler geliyor diye tüm erzağı, buğday çuvallarını derelere dökmeye başlamıştı. Enver Paşa’nın gözü de bu erzaklardaydı. Ancak, esir Türk askerlerinden acı gerçeği öğrenmişler, Türkler’in savaşmaya hallerinin kalmadığını anlamışlardı. Alman subaylar korkudan, geriden destek getirelim bahanesiyle savaştan kaçmaya başladı. Geriden destek üç ayda gelmez. Almanya’nın verdiği sözü yerine getirebilmesi için Romanya ve Bulgaristan’ın yol, geçit izni vermesi gerekiyordu, büyük paralar istiyorlardı. Avrupa gazetelerinde her gün Romanya’nın, Bulgarlar’ın izin veririz – vermeyiz siyasetleri tartışılırken, dağlarda 90.000 kişilik ordudan geriye kimse kalmamıştı.

Ayakta kalan 1.000-1.500 kişilik tümenler can havliyle Sarıkamış’a saldırdı. Sokak sokak, ev ev çarpışmalar başladı. Doymuş, ısınmış, uykusunu almış, kaim kürkler giyinmiş Rus ordusu savaşı kazandığından, bir tümenden geriye 180 asker, bazılarından 4-5 kişi kalmıştı. Rus ordusunda savaşan Özbek Türkler’i, Kazak Türkleri, 100-150 kişilik Türk kafilesini esir alıp, daha da soğuk bir yere, Sibirya’ya sürdüler.

Türk orduları, yılın en soğuk gecesi, soğuk, kurtlar, leş kargaları, bitler ve macerasever komutanlara, Allahüekber Dağları’nda, çıldırıp donarak teslim olmuştu. Enver Paşa savaşla ilgili tüm anıları, belgeleri yasakladı. Satırlarını, cümlelerini aynen buraya aldığım tarihçi Alptekin Müderrisoğlu, Sarıkamış kitabını yazmak için çok uğraşır, Alman ve Rus savaş tarihi belgelerine başvurur. Rus arşivlerinde, Allahüekber Dağları’nda donarak ölen savaşçıların fotoğraflarını bulup, kitabın sonunda yayımlar. Ruslar kazandıkları bu büyük savaşı müttefiklerinden gizler, İngilizler’den, Fransızlar’dan yardım isterler, üç ay geçmeden Ruslar’ın imdadına İngilizler, tarihinin en büyük mekanize üçleriyle Çanakkale’ye saldırır. Çanakkale Sarıkamış’tan da beterdir, savaş sonrası Türkler’e Sevr ilan edilirken, Almanya’ya bir iki küçük sınır düzenlemesiyle yetinilip, cumhuriyetlerini daha iyi kurabilmeleri için siyasi, sosyal destek verilir. Biz ise cumhuriyetimizi, her gecesi Sarıkamış’tan acı dokuz yıl sonra bileklerimizle kuracağız. Bu dağlarda koç gibi yakışıklı genç bir nesil bütünüyle gitti, geriye televizyonlarda, gazetelerde yakın tarihimizde görüyorsunuz, itin, ibnenin, üçkâğıtçının eline kaldık.

Ve bu yazımı Allahüekber Dağları’nda çıldırarak, donarak ölürken, kurtların karınlarından parçaladığı 90.000 Yozgatlı, Sivaslı, Trabzonlu, Afyonlu, Diyarbakırlı askerlerin ruhlarında yükselen tarihin bu en büyük trajedisindeki muhteşem asaleti, inanılmaz kahramanlığı, Yeşil gibi, Çakıcı gibi çakallara teslim eden devletimize ithaf ediyorum…

Avrupa’nın en lüks otellerinde vatansevercilik oynayanları, bu yoksul halkın başına alikıran başkesen tayin eden alçaklara ithaf ediyorum…

Kars’ın, Erzurum’un köylerinden bana acılı mektuplar yazan öğretmen kardeşlerim. Bu yoksul halkı yalnız, sahipsiz bırakmayın, adlarına ne bir film yapıldı, ne hikâyesi yazıldı, ne anıtı dikildi… Sizler, bir bahar günü, Allahüekber Dağları’ndan kurt ısırığı üstünde buz kristalleri çiçekler toplayın, koyunlarınıza sokuşturun, aralarına beni de koyun…

Kaynak: Nihat GENÇ – Modern Çağın Canileri

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.