Türk tarihindeki ilk anayasa, bundan 125 yıl önce ilan edilmiştir. O tarihten bu yana, Türkler ve dünyanın en önemli imparatorluklarından birinin -Osmanlı İmparatorluğu’nun- sınırları içinde yaşayan diğer halklar, büyük değişikliklere tanık olmuşlardır. Türk padişahlarının imparatorluk devri tarih sahnesini terk ettikten sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk siyasi ve kültürel geleneklerinin asıl mirasçısı olan Türkiye Cumhuriyeti de dahil olmak üzere pek çok devlet, bu tarihi gelenekler üzerine kurulmuştur. Türkiye Cumhuriyetçi ve laik bir devlet olurken, Türk tarihinin önemli bir parçasını oluşturan Osmanlı İmparatorluğu ile bağlarını da koparmamıştır. 1876 yılında Türkiye’de yapılan radikal siyasi reform; anayasa ve kısa bir süre sonra da meclis, tam anlamıyla siyasi bir mucize olarak Avrupa’yı hayretler içerisinde bırakmıştır. Türk aydınları ile Sultan II. Abdülhamid’in devleti kaçınılmaz bir çöküş ve yıkılmadan kurtarma amaçlı girişimlerinin damgasını vurduğu Osmanlı tarihinin bu dönemi, tarihçileri her zaman yakından ilgilendirmiştir. Bu ilgi, tarihçileri 1876 Anayasası’nın ilanına vesile olan tarihsel süreci, diğer bir deyişle 1860 ve 1870’li yıllardaki anayasal hareketin arkasındaki güçleri daha iyi bir anlayış ve değerlendirme aramaya sevk etmiştir.
19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’ndaki reformcu süreçler hakkında yapılmış, önemli bir kısmı; bu makalenin yazarının bazılarını bulma şansına erişerek bilim dünyasına tanıttığı Türk kaynaklarına dayanan çalışmalar ile Osmanlı tarihinin bu fevkalade önemli dönemi üzerine yapılan çalışmalara büyük katkıları olan Türk, Avrupalı ve ABD’li tarihçilerden oluşan büyük bir ekibin bilim dünyasına kazandırdığı zengin materyaller; elimizdeki bilgilere ve ilk Türk Anayasası’nın ortaya çıkmasına zemin hazırlayan olayların analizine dayanan belli genellemeler yapmamıza olanak tanımaktadır.
1876 Anayasası’nın Türk tarihindeki rolünü ve önemini gerektiği şekilde anlayabilmek ve değerlendirebilmek için öncelikle, 19. yy.’ın ortalarında Osmanlı İmparatorluğu’nda baş gösteren reformcu hareketlerin hiç kuşkusuz zirve noktasını oluşturan 1860-70’li yıllardaki anayasa hareketini analiz etmek gerekmektedir. Siyasi ve sosyal açıdan büyük önemi olan bu olayın entelektüel geçmişi, doğrudan ilk özel Türk gazetelerinden biri olan Tasvir-i Efkâr ile gazetenin kurucusu İbrahim Şinasi’nin çabalarına dayanmaktadır. İbrahim Şinasi, gazetesinin sayfalarını, o dönemde Osmanlı İmparatorluğu için hayati önem taşıyan -insanların ülke sorunlarına yönelik bir fikre sahip olma ve bunu ifade etme hakkı, devlet meselelerinde kamu oyunun önemi, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki idari, hukuki, ekonomik ve kültürel hayatın tüm katmanlarında Avrupa ülkelerinin elde ettiği başarıların uygulanmasının önemi- gibi birtakım düşünceleri oluşturmada kullanmıştır. Şinasi yazılarında, laik bir yasamanın önemini ve bir hükümdarın hareketlerinden doğan sorumluluklarını vurgulamıştır.
Şinasi’nin görüşleri ve bu görüşlerin yayın yoluyla yayılmasının, yeni Türk aydınları ve bürokratlarını şekillendiren düşünceler üzerindeki etkisi az değildir.
Aslında anayasal hareket, Türk Tarihi’nde “Yeni Osmanlılar Cemiyeti” olarak da bilinen gizli bir derneğin İstanbul’da kurulmasıyla, 1865 yılında başlamıştır. Bu cemiyet 250 üyelik gizli bir siyasi örgüttü. Gizliliği korumak amacıyla, cemiyet 7 kişilik gruplara ayrılmıştı. Cemiyetin lider ve idealistleri çeşitli sosyal sınıflara üye kişilerdi. Üyeleri arasında, ünlü bir yazar-yayıncı ve İbrahim Şinasi’nin dostu olan Namık Kemal ile ünlü edebiyatçı ve yayıncılar Ziya Bey ve Ali Suavi de bulunuyordu. Cemiyetin aktif üyeleri arasında, çoğu zaman laik, hatta bazen Avrupai eğitim gören, feodal bürokrasinin zengin ailelerine mensup üyeler de bulunuyordu. Pek çok önemli sivil ve askeri şahsiyet de bu gizli cemiyette yer alıyordu. Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin destekçilerinin büyük bir bölümü, çoğunlukla feodal ve bürokratik kökenli, Türk memur ve yaratıcı aydınlardan oluşuyordu.
Cemiyet kurulmasından hemen sonra iyi tanımlanmış siyasi bir programa gereksinim duymuştur. Cemiyet üyeleri, ülkenin ekonomik ve siyasi ilerlemesinin garanti altına alınması için gerekli yolların bulunması isteği etrafında birleşmişlerdir. Cemiyetin siyasi görüşleri; “iyi” reformcu- monarşiye olan inançtan, tümüyle Avrupa’dan ödünç alınmış parlamenter fikirlere kadar çok geniş bir yelpaze oluşturuyordu.
1867 baharında, aralarında öncü idealistlerin de bulunduğu bir grup cemiyet üyesi, Avrupa’ya göç etmek zorunda kalmıştır. Bu göç kararı, gizli cemiyetle yakından ilişkili bir takım gazetelere karşı alınan baskıcı önlemlere cevaben alınmıştır. Avrupa’ya göç eden Yeni Osmanlılar bir süre sonra propaganda amacıyla, materyallerini Türkiye’deki okurlarına yayabilmek için burada Türkçe gazete yayımlamaya başlamışlardır. Ali Suavi tarafından 1867/68 yıllarında Londra’da yayımlanan Muhbir ve Namık Kemal ve Ziya Bey tarafından 1869/70 yılları arasında yine Londra’da (ve sonra da Cenevre’de) yayımlanan Hürriyet gibi gazeteler; Yeni Osmanlılar’ın düşüncelerini yaymalarında çok önemli bir rol oynamışlardır. Bu gazetelerden Hürriyet, bir süre sonra, kelimenin tam anlamıyla, Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin sözcüsü olmuştur. Bu gazete, Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun meşruti yönetime geçmesi ya da bir meclis-i mebusanın kurulması gibi siyasi amaç ve taleplerini belirginleştirmede kullanılmıştır. Hürriyet; Tanzimat reformlarının başarısızlığından ötürü Padişah hükümetini sert bir dille eleştirmiş, Padişahın haklarının sınırlanmasını talep etmiş ve sarayın yasalara karşı sorumlu olduğu gerçeğini vurgulamıştır. Hürriyet gazetesinde yer alan teorik makalelerin yazarları; Türk halkını, tarihinde ilk defa, yasama ve yürütme erklerinin birbirinden ayrılması hususunda aydınlatmış ve bu yolla, seçimle belirlenecek bir meclis oluşturma fikrini daha da ileriye götürmüşlerdir. Hürriyet gazetesi yayımcıları, bu yolla, Şeriat yasalarına uygun bir anayasa hükümeti için gerekli olan teorik zeminin hazırlanması amacını gütmüşlerdir.
Göç; Yeni Osmanlıların düşünceleri ile siyasi görüşlerinin oluşmasında fevkalade önemli bir rol oynamıştır. Bu aydınlar göç ettikleri ülkelerde, gelişen Fransız edebiyatından ve buna bağlı olarak, Rousseau, Voltaire, Montesque, Hugo, Moliere ve Lamartine gibi pek çok yazarın eserlerinden etkilenmişlerdir. Bu yazarların eserlerinin pek çoğu Namık Kemal ve Ziya Paşa tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Bu bağlamda, Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin bu yöndeki çabalarının, anayasal reforma giden yolu açtığı kesinlikle söylenebilir.
Avrupa uygarlığının elde ettiği başarılar karşısında derinden etkilenen Osmanlı reformcuları; 19. yüzyılın ortalarında, bir yandan Avrupa devletlerinin sahip olduğu askeri, idari, hukuki ve kültürel kurum ve kuruluşları kendilerine model olarak alırken; diğer yandan da mevcut ekonomik sistemi olduğu gibi bırakarak Osmanlı padişahının, imparatorluk sınırları içerisindeki tüm insanlar üzerindeki gücünü muhafaza etmesine fırsat tanımışlardır. Bu reformcuların arasında, dönemin önemli devlet adamlarından biri olan Ahmed Midhat Paşa da bulunmaktadır. Ahmed Mithad Paşa Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ve ikinci derece güce dönüşmesinin Avrupa devletlerinin ilerleme sürecinin üstünlüğünü fark ederek ülkeyi ilerlemeye sevk edecek insanların olmamasından kaynaklandığı düşüncesine, Avrupa devletlerinin elde ettiği kültürel başarılardan fazlasıyla etkilenen tüm Yeni Osmanlılar’dan (resmi açıdan ele alındığında, Ahmed Midhat Paşa, bu cemiyete yalnızca ideolojik açıdan destek veren bir müttefikti) daha fazla inanıyordu.
Bunun yanı sıra, Ahmed Mithad Paşa, diğer Yeni Osmanlıların aksine, devlet yönetimi konusunda oldukça deneyimli bir politikacıydı ve bu deneyim onu bir anayasanın oluşturulmasının, ülkenin kurtuluşu için tek çözüm olduğu düşüncesine daha da yakınlaştırıyordu. Ahmed Mithad Paşa’nın, söz konusu dönemin koşulları altında sıradışı olarak nitelendirilebilecek, diğer inançlara olağanüstü müsamaha göstermek gibi bir özelliği de vardı. Devlet krizi zirveye ulaştığı zaman sahneye çıkan, Yeni Osmanlılar arasında siyasi açıdan oldukça önemli ve radikal bir kişilikti.
Midhat Paşa Osmanlı İmparatorluğu’ndaki yeni oluşum içerisinde yer alan önemli bir bürokrattı. Bürokrasinin üst kademelerinde, hiç şüphesiz, reformcuların sol kanadında yer alıyordu ve bu kanat sayıca fazla değildi. Bu dönemdeki Osmanlı bürokratlarının büyük çoğunluğu, ılımlı görüşleri olan, siyasi özgürlükler konusunda asla soru sormayan, ya da dini fanatizme karşı savaşmayan, kendilerini yalnızca ülkeyi çöküşten kurtarmak için gerekli olan idari önlemleri araştırmayla sınırlayan kişilerden oluşuyordu. Bunun yanında, başka Osmanlı bürokratları da vardı. Bürokrasi içinde daha radikal bir grup oluşturulması, Avrupa kültür deneyimine dayalı yeni laik okulların kurulması ve daha sonra, içerisinde birçok memurun Avrupa’dan alınan yeni yönetim prensipleri ile yöntemlerini öğrenme fırsatı bulduğu pek çok yeni kurumun açılmasıyla mümkün hale gelmiştir.
Bu memurlardan yüzlercesinin Avrupa devletlerini ziyaret ettikleri ve idari uygulamalarda kullanmak üzere bu ülkelerdeki yöntemleri taklit etmeye çalıştıkları da göz önünde bulundurulmalıdır.
Buna karşın, reform süreci içerisinde dahi, bürokrasinin önemli bir bölümü, eski geleneklere bağlı kalmayı sürdürmüş ve bu bürokratların yalnızca bir bölümü reformcuların amaçlarını tam olarak anlayabilmiş ve çabalarını böylesine önemli bir dönemde desteklemiştir. Yine de, bu dönemde, yeni bürokrasinin sosyal konumu ve siyasi hedefleri tümüyle yaygınlaşmıştır. Bu oluşum, kendi ekonomik çıkarlarıyla, herhangi bir sosyal sınıfa bağlanmaksızın, tümüyle ülkenin siyasi varlığına yönelik herhangi bir tehdidi yok etmeyi ve toplumsal varlığını sürdürmeyi hedefleyerek, “devletin genel çıkarları” doğrultusunda hareket etmeyi seçmiştir. 1870’li yıllarda ortaya çıkan özel siyasi koşulların, bu bürokratların, çoğunu olağanüstü bir şekilde radikal siyasi şahsiyetlere ve anayasa destekçilerine dönüştürdüğünü söylemek yanlış olmayacaktır.
1876 yılında sol kanadın kazanma olasılığı; büyük ölçüde, çok sayıda genç Türk aydınının siyasi ve idari reformların gerekliliğinin yayılmasına katılmış olmasına bağlı idi. Zamanının en aydın ve etkin grubu olarak tümüyle yeni bir sosyal grup ortaya çıkmış ve kısa sürede sosyal ve siyasi hayatta önemli başarılar elde etmiştir. Bürokrasinin üst kademeleri, bir anayasa oluşturulması için verilen mücadelede reformların kontrolünü elinde tutarken, diğer yanda, Türk aydınları, radikal fikirlerin desteklenmesinde gerekli olan sosyal ve entelektüel zemini hazırlamışlardır. Bu, basın yoluyla toplumun çeşitli kademelerinden destekçi bulmaya yetecek kadar geniş bir oluşumdu. Yukarıda da belirtildiği üzere, Bu aydın Türk grubunun hem sayıca, hem de niteliksel büyüklüğünü, laik okulların açılması, Avrupa uygarlığına yakınlaşmanın giderek artması, bilim ve eğitim derneklerinin kurulması ve özellikle özel sektörde yayımcılık kültürünün yaygınlaşması belirledi.
Kritik bir anda, aynı görüşler etrafında birleşmiş bulunan, sayıları az, fakat etkisi büyük reformcu bürokratlar ile toplumun farklı sosyal sınıflarından gelen genç Türk aydınları, ilk Türk anayasasının ilanı için gerekli olan sosyal zemini sağlamışlardır. Bu grup, ülkeyi kurtarmak için köklü çözüm yolları arayışıyla, Avrupa devletlerindekine benzer idari ve adli yasalara ilişkin tek tek unsurların devlet kurumlarında uygulamaya konmasını yeterli bulmazken, reform hareketine tümüyle yabancı olmayan Osmanlı bürokrasisinin büyük bir kısmı, ülkenin sosyal, ekonomik ve siyasi hayatında yeni şartlar yaratacak olan daha mütevazı yenilikleri desteklemeye hazırdı.
Reformcu ve anayasal hareketteki iki itici güç, özellikle, anayasa hareketinin lideri olan Midhat Paşa’nın faaliyetlerinde ifadesini bulmuştur. Ahmed Mithat Paşa, Türk reform tarihindeki sıradışı kişiliklerden biridir. Diğer taraftan, kendisinin, Tanzimat reformlarını destekleyen ve ünlü Reşit Paşa’nın desteğini kazanmış “yeni-moda” bir bürokrat olduğu da bir gerçektir. Avrupa’da geçirdiği altı aylık dönemden sonra, Mithad Paşa’nın, ülkenin reformlara cidden ihtiyacı olduğuna olan kanısı daha da güçlenmiştir. Bu kanı, Mithad Paşa’nın yönetimde getirdiği yeniliklerle ona ülke çapında bir ün kazandıran memurluk ve valilik görevlerinde somut hale dönüşmüştür. Bununla birlikte, idari uygulamaları ona, Osmanlı yönetim sistemini iyileştirmek için aldığı kişisel ve bir o kadar da düzensiz önlemlerin başarısızlığını da göstermiştir. Bu sebepledir ki, anayasanın ülkenin tek kurtuluşu olarak görüldüğü dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nda bir anayasanın ilan edilmesinde rol alan hararetli destekçilerinden biri haline geldiğini görmek hiç şaşırtıcı değildir. Midhat Paşa aynı zamanda, Tanzimatçılar arasında, Yeni Osmanlıların anayasaya yönelik düşüncelerini savunan ilk bürokratlardan biri olmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu’nda reformlar yeni bir şey değildi. III. Selim’den 1876 Anayasası destekçilerine kadar geçen sürede, reformcuların öncelikli hedefi her zaman için imparatorluğun siyasi bütünlüğünün korunması olmuştur. Ancak, bu amaç doğrultusundan takip ettikleri yollar birbirinden farklıdır. Padişah ve üst düzey yetkililerin neredeyse tamamı, 18. yy. sonlarından itibaren, ülkenin kurtuluşunun, ordunun ve merkezi kontrol sisteminin ıslahatını öngören baskıcı önlemler almaktan geçtiğini düşünmüştür. 19. yy.’ın ortalarında ortaya çıkan yeni bürokraside ise, bu eğilim genel anlamda, önceki baskıcı yöntemleri, yasaların öngördüğü şekilde herkese eşit haklar sağlayacak reformlarla birleştirme arzusuna dönüşmüştür. Avrupa zihniyetindeki aydınlar ile bunların bürokrasinin üst kademelerindeki sempatizanlarından oluşan 1860-70’li yılların genç Türk meşrutiyetçileri, padişahın tebaasının tümünün “Osmanlılar”-ortak bir vatanın evlatları-adı altında birleştirilmesi fikrini benimsemişlerdir. İmparatorluğun dağılma tehlikesi 19. yy.da ciddi boyutlara ulaşmıştır ve bu durum, reformcular ve destekçileri ile Müslüman din adamları da dahil olmak üzere en uç noktalardaki toplumsal güçleri bile bir araya getirmiştir. Bu grupların her biri, hem gerçekleştirilen reformların başarısızlığı hem de Avrupa’nın bu reformlara karşı tepkisinden ötürü büyük hayal kırıklığına uğramışlardır. Hemen herkes, oluşturulacak bir anayasanın, siyasete çok daha radikal ve etkili bir merhem olacağını hayal etmiştir. Ancak elbette ki, bu grupların her birinin kendine özgü bir anayasa ve meclis anlayışı olmuştur. Başta Bulgaristan olmak üzere, Balkanlar’da çıkan silahlı ayaklanmalar sırasında patlak veren siyasi krizin ciddiyeti, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki farklı vatansever kanatların birbirleriyle müttefik olarak görünmesindeki en önemli nedenlerden biri olmuştur. Asıl şaşırtıcı olan nokta, anayasa düşüncesinin Osmanlı toplumunun üst kademelerinde ve İstanbul’un daha geniş çevrelerinde yayılmasındaki hızdır.
18. yy. sonları ve 19. yy. başlarında Osmanlı İmparatorluğu’nda baş gösteren reform hareketi, çoğunlukla, ülkenin ekonomik ve kültürel gelişiminin sağlanması amacıyla Avrupalılaşma kavramının getirdiği genel düşüncelere dayandırılmış ve 19. yy.’ın ikinci yarısı karmaşık sosyo-politik ve ideolojik düşüncelerin gelişimine tanık olmuştur. Anayasal hareket ideologların büyük çoğunluğu, dini ve laik kavramları, İslami dogmalar ile başta Aydınlanma olmak üzere Avrupalılaşma düşünceleri ve devlet ile yasaların temellerine ilişkin teorileri biraraya getirme görüşünde idiler. Bu ideologların, devlet ve yasalara yönelik bağımsız bir teori oluşturmamışlardır; yine de, Fransız Aydınlanma düşünürlerinin toplumsal sözleşmeye yönelik düşüncelerini Türkiye’ye uyarlama gayretleri, Türk sosyal ve siyasi düşünce tarihinde niteliksel açıdan yeni bir gelişme olarak kabul edilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki koşullar altında, bu görüşlerin köktenciliği açıktır. Meşrutiyetçilerin siyasi programının oluşturulmasının teorik açıdan en büyük önemi, Yeni Osmanlılar’ın ünlü şahsiyetlerinden biri olan Namık Kemal’in eserlerinde yer alan, Türkiye’de ilk kez ileri sürülen ve temellendirilen mutlak gücün devredilemezliği hükmüdür. Namık Kemal, devletin varlığının, doğal olarak belli haklarla donatılan vatandaşlarının mutabakatına bağlı olması gerektiğini ve devletin asıl işlevinin vatandaşlarının sahip olduğu bu hakları garanti altına almak olduğunu savunmuştur. İlk meşrutiyetçilerin sahip olduğu ideolojinin belirgin özelliği, liberal reformculuğu barışçıl yollarla, Şeriat normları ile bağdaştırmak istemeleridir. İleri sürdükleri görüşler, Mısır’daki reformasyon idealistlerinin görüşlerinde olduğu gibi, o dönemde ortaya çıkan yeni sosyal koşullarda, İslam’ın devlet yönetiminde yararlı bir fikir zemini sağladığını kanıtlamayı amaçlıyordu.
Fransız Aydınlanma fikirlerinin 1860-70’li yıllardaki anayasal hareketin başını çekenler üzerindeki etkisinin büyük olduğu unutulmamalıdır. Namık Kemal eserlerinde Montesqiue’nün L’esprit de loi, Rousseau’nun Du contrat social adlı eserleri ile Volney’in tarihi eserlerine doğrudan göndermede bulunmuştur. Türk anayasal hareketinin ideologları, mutlak gücün devredilemezliği ve yasama ile yürütme yetkisinin birbirinden ayrılması gibi görüşlerini bu eserlerden almışlardır. Bu ideologların, 18. yy. Avrupa Aydınlanmasının pek çok öncüsü tarafından ilan edilen ilkelerin takipçisi olarak, halkın aydınlanmasını insanoğlunun sosyal, siyasi ve kültürel ilerlemesi için gerekli olan en önemli araçlardan biri olarak kabul etmeleri de bu noktada önemlidir.
Bu fikirlere ve bunların Türk toplumu içinde siyasi açıdan uygulanması sorununa gösterdikleri samimi ilgiye rağmen, meşrutiyetçiler ülkenin içinde bulunduğu zor ekonomik durumun başlıca içsel nedenleri ile de ilgilenmişlerdir. Meşrutiyetçiler, bu durumun öncelikli nedeninin, aşırı vergiler, bu vergilerin tahsisatı için başvurulan yöntemler, tefecilik ve idari keyfiyet olduğunu düşünüyorlardı. Bu alanda asıl istedikleri, emaneten idare sisteminin kaldırılması, tefeciliğin sınırlandırılması ve bilimsel ilerlemelerin ziraat alanında hayata geçirilmesiydi. Diğer yandan ulusal ekonominin Yeni Osmanlılar ve sonrasında meşrutiyetçilerin öncelikli konusu olduğunu düşünmek de hata olacaktır. Her ne kadar o dönemde ortaya çıkan burjuva sınıfının isteklerini yansıtan emaneten idare sisteminin kaldırılması vb. istekleri varsa da, meşrutiyetçiler önceliği ülkenin içerisinde bulunduğu siyasi sorunlara vermişlerdi. Meşrutiyetçiler, yabancılara verilen kapitülasyon ayrıcalıklarının tasfiye edilmesi ve Osmanlı İmparatorluğu ile Avrupa kapitalist devletleri arasında imzalanan ve adil olmayan ticaret anlaşmalarının gözden geçirilmesine ilişkin talepleri dahi tümüyle bu siyasi görüşleriyle ile açıklanabilir. Meşrutiyetçiler, ayrıca, ülkeyi Avrupalı güçlere gittikçe daha bağımlı hale getiren dış borçlanma politikasına karşı idiler.
“Tepeden gelen devrim” olarak adlandırabileceğimiz hareketin partizanları, Yeni Osmanlılar, Osmanlı İmparatorluğu’nda ekonomik ve kültürel ilerlemeyi garanti altına alabilecek başlıca siyasi aracın Osmanlı İmparatorluğu’nun parlâmenter ve anayasal bir monarşi rejimine geçmesi olacağını düşünüyorlardı. Ancak, anayasal hareket içerisindeki pek çok kişi, anayasa projesini ve geleceğin parlâmenter sistemini kendi açılarından tanımlamıştır. Bu görüşler, Namık Kemal’in önerdiği barışçıl anayasa reformlarından, hareketin diğer bir öncüsü olan Ali Suavi’nin evrensel eşitlik ve özgürlük idealleri için mücadeleyi öngören ütopik ve devrimci programıyla ifade ettiği açık isyana kadar geniş bir profil çizmektedir. Görüşler arasındaki farklılıkların temel sebebi, hareketin kalbini oluşturan genç Türk aydınlarının devlet içindeki hiçbir ekonomik grupla ilişkisinin bulunmaması ve yalnızca ideolojik spekülasyonlarla donanmış olmalarıdır. Onları siyasi açıdan güçlü kılan şey ise, bu aydınların büyük güce ve siyasi etkiye sahip reformcu zihniyetli bürokratlarla müttefik olmalarıdır. Ancak bu ittifak, çoğu zaman onların ortak bir bağdaşıklıktan yoksun olduklarını göstermiştir.
Meşrutiyetçilerin düşünceleri, Türk halkında ulusal bilinç oluşmasının bir kanıtı olan Türkiye’deki ilk vatanseverlik görüşlerini ortaya koymuştur. Bu düşünceler ulusal bilinç kavramının daha da gelişmesine ön ayak olmuştur. Bu süreçte, Yeni Osmanlılar da çok önemli bir rol oynamışlardır. Türk milliyetçiliğinin artışı imparatorluk içerisinde yaşayan ve Türk olmayan insanlar arasında bu dönemde artış gösteren milliyetçilik hareketlerine bir cevap olarak ortaya çıkmıştır. Milliyetçilik kavramı bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nda ortaya çıkan en önemli sorunlardan biri olmuştur. Bu nedenledir ki, bu hareket içerisinde yer alan idealistler, yukarıda da belirtildiği üzere, genç Türk liberal- meşrutiyetçi hareketin en önemli ideolojik-siyasi kavramı haline gelen Osmanlılık doktrinini oluşturmuşlardır. Bu kavramın temel içeriği, hareketin liderleri tarafından, “ortak bir vatanı” -Osmanlı İmparatorluğu’nu- paylaşan çok uluslu Türk devletinde yaşayan insanlar arasında “eşitlik ve birlik” düşüncesi olarak tanımlanmıştır.
İlk meşrutiyetçilerin düşüncelerinin oluşturduğu bu yelpaze, çoğunlukla eserlerinde yansıtılmıştır. Meşrutiyetçi hareketin başını çekenler, genelde doğuştan iyi yorumculardı. Bu doğrultuda, meşrutiyetçilerin 19. yy.’ın ikinci yarısı ile 20. yy. başlarında dergilerde yayımladıkları makalelerinin, yenilikçi hareketleri ve reformcu düşünceleri geliştirdikleri ve güçlendirdikleri ölçüde, teşvik ettikleri de söylenebilir. Türk toplumsal yorumculuğu, bütün bu dönem boyunca, sosyal reformun önemli bir aracı olmuştur. Bu bağlamda, yorumculuk olgusu, reform mücadelesi ve ilk anayasanın ilanında hayati bir rol oynamıştır. Yine de, meşrutiyetçilerin propaganda malzemeleri ne kadar güçlü olursa olsun; 1876 yılının başlarında ülke ciddi bir siyasi kriz içine girmeseydi, başlı başına bir anayasa ve meclis fikrinin, o dönemdeki Osmanlı İmparatorluğu koşullarında hiçbir şansı olmayacaktı. Avrupa devletlerinin doğrudan müdahalesi sonucunda devlete yönelik olarak ortaya çıkan dağılma tehdidi tümüyle gerçek bir tehditti ve bu durum, Türk nüfusunun büyük bir çoğunluğu için kabul edilemezdi. Böyle bir dönemde, bir anayasa oluşturulması düşüncesini, Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük Avrupa güçleri tarafından gitgide artan bir şekilde zaptetme politikalarına karşı mücadelede kullanılacak en önemli araç olarak kabul eden Yeni Osmanlılar’ın uzun vadeli propagandaları ile reformcu zihniyetli Osmanlı bürokratlarının savunmacı tepkileri bir araya getirilmiş ve bu meşrutiyetçilerin kazandığı en büyük siyasi zaferlerden biri olmuştur.
Anayasanın ilanı, İstanbul’da 23 Aralık 1876’da gerçekleşmiştir. Bu olay, dönemin etkin şahsiyetleri için sürpriz olmuştur. Zira bu dönemde, Osmanlı İmparatorluğu’nun hem içinde, hem de dışında, Osmanlı padişahının sahip olduğu mutlak gücün sarsılamayacağı düşüncesi yaygındı. Bu nedenle, o dönemin siyaset adamları ile toplum yorumcularının bu olayı Türk toplumunun sosyal ve siyasi gelişimiyle ilgisi olmayan tesadüfi faktörleri ele alarak açıklamış olmaları çok doğaldır. Türk tarihindeki ilk anayasa olma özelliğindeki 1876 anayasasının ilanına neden olan faktörlere yönelik çalışmalar, genelde, İmparatorluğun tümüyle karmaşık dış siyasi durumunun analizi olarak ele alınmıştır. 1876 Anayasasını, en hafif deyimiyle, reformcu idealistlerin çabaları sonucunda ilan edilen bir anayasa olarak kabul eden kitap ve makalelerin sayısı hiç de az olmamakla birlikte, söz konusu Anayasa, daha çok Avrupa kamuoyunu aldatma eğilimindeki siyasi bir oyun olarak kabul edilmiştir.
Ortada bu tür yargılara zemin hazırlayan gerçekler varken bu yazarların öznellikle suçlanıp suçlanamayacağı da başka bir konudur.
Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti bir anayasanın ilan edilmesi için verilen mücadeleye tanık olurken ve “anayasa” ile “meclis” kelimeleri başkentin gazetelerini süsleyip gösterilerde telaffuz edilirken, dış güçlerin meydana gelen bu olayların sebebi olmadığını, sadece bunları hızlandırdığını düşünmek çok az insanın aklına gelmişti. Anayasal hareket Osmanlı İmparatorluğu’nda uzun süredir varolan ve özellikle 1875-76 yılları arasında ciddi bir hal alan kritik boyuttaki siyasi krizden çıkma yollarının bulunmasına yönelik girişimler sonucu ortaya çıkmıştır. Bu dönemde imparatorluk, felaketin kıyısında sendeliyordu. Bunun yanı sıra, ülkedeki ekonomik durum da, kuraklık ve verimsiz geçen hasat döneminden sonra çöküntüye uğramıştı. 1875 yılı sonbaharında, Türk hükümeti, kısmî iflası ilan etmiş, buna bağlı olarak Bulgaristan ve Bosna-Hersek’te ayaklanmalar baş göstermiş ve Avrupa devletleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun işlerine çok daha fazla karışır olmuşlardır. Avrupa başkentlerinde, siyasi çevreler ve basın, “Doğu sorunu”nu bir basım konusu olarak tekrar gündeme taşıdılar.
Böylesi bir ortamda, İstanbul’da hükümet karşıtı gösteriler patlak vermiş ve bu gösteriler nihayet Osmanlı Sultanı I. Abdülaziz’in tahttan indirilmesine yol açmıştır. Bu olayın, Osmanlı sarayının ‘Berlin Muhtırası’nı (Avrupa devletlerinin, Osmanlı İmparatorluğu’na imparatorluk sınırları içerisindeki Balkan ülkelerinde yapılan reformlara ilişkin verdikleri ültimatom) almayı beklediği 30 Mayıs 1876 tarihinin arifesinde meydana gelmesi sebebiyle, dış siyasi etken ve koşullar göz önünde bulundurularak değerlendirilmesi çok doğaldır. Bununla birlikte, 1876 Mayısı’nda meydana gelen hükümet karşıtı gösterilerin bir anayasa talebinin başlıca sloganlar arasında yer aldığı siyasi bir mücadele haline dönüşmesi de rastlantı değildir. Hiç şüphesiz ki, bu kitle gösterilerinde yer alan katılımcıların – medreselerde öğrenim gören öğrenciler (softalar), esnaf ve işçilerin- büyük bir çoğunluğu, devletin anayasal reformunun doğası ve içeriği hakkında belli belirsiz düşüncelere sahipti. Ancak, ilk anayasa için girişilen mücadele, 1870’li yıllardaki ‘Doğu Bunalımı’nın ardından siyasi sahneye çıkan toplumdaki yeni güçlerce yönlendirilmiştir. Yukarıda da belirtildiği üzere, ilk Türk Anayasası’nın ilan edilmesine yönelik verilen mücadele, Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin Türkiye ve yabancı ülkelerdeki siyasi faaliyetleri sonucunda başlamıştır. Anayasal hareket, Türk toplumunun kendi sosyo-politik gelişiminin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Uluslararası durum, bu süreçte bir katalizör görevi görerek ilk Türk meşrutiyetçilerin izleyeceği taktikleri belirlemiştir.
1876 Anayasası’na yönelik mücadelede yer alan güçler, siyasi ve sosyal platformda büyük çeşitlilik gösteren ve farklı amaçlar güden güçler olmuşlardır. Anayasal harekette yer alan en radikal grup genç Türk aydınlar grubu olmuştur. Bu grubun reformcu zihniyetli bürokratlar arasından seçilen öncüleri ve özellikle de Midhat Paşa, anayasayı İmparatorluğun çok uluslu nüfusundan tek bir “Osmanlı ulusu” yaratma hayaliyle, her ne kadar uygulanması güç bir plan da olsa, anayasal reformları ülkenin ekonomik ve kültürel gelişiminin sağlanmasında kullanmayı amaçlamışlardır. Anayasal harekette yer alan bürokrasinin üst kademelerindeki diğer grup üyeleri ise, meşrutiyetçileri belirledikleri amaçlar doğrultusunda mümkün olduğunca destekleyerek devletin büyük bir tehlike içerisinde olduğu dönemde bile, öncelikle sahip oldukları imtiyazlı konumlarını korumayı amaç edinmişlerdir. İmparatorluğun büyük bir çöküşün eşiğinde olduğunu fark eden bu grup, imparatorluğun sosyal ve siyasi yapısına dokunmayacak bir anayasa oluşumun belirlenmesi için hazırdı. Bu grubun arkasındaki güçler, sayıca fazla ve etkindiler.
1860’lı yılların sonu ile 1810’li yılların başında, Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu somut tarihi koşullar, Osmanlı toplumundaki reformcu dönüşümlerin amaç ve hedeflerinin daha da genişletilmesini gerektiriyordu. Bu durumu, pek çok ekonomik ve siyasi faktör de destekliyordu. Ülkenin, uluslararası sermaye piyasasında -Avrupa’daki gelişmiş kapitalist ülkeleri için sömürge benzeri bir hale gelmeye başlayan Osmanlı İmparatorluğu’na önemsiz bir rol biçen bir süreçte- gitgide artan bir oranda güç kaybetmesi; ülkedeki sosyal ve ekonomik hayatta kaçınılmaz değişimlere neden olmuştur. Ekonomik ve siyasi açıdan Osmanlı İmparatorluğu’nda nispeten daha iyi durumda olan Balkan eyaletlerinde o dönemde baş gösteren ulusal özgürlük hareketleri, padişahın ve yönetim sisteminde görev alan Türk asilzadelerinin sahip oldukları siyasi gücü temelden sarsmıştır. Aynı dönemde, ülkenin mali açıdan iflas ettiği açıkça belli olmuş ve bu, ülkenin genel ekonomik durumunda önü alınamaz bir düşüşe neden olmuştur. Aynı zamanda, Sultan Abdülaziz ile yakın çevresinin iç politikaları, reformu reddetmiş ve reform alanlarını genişletme taraftarı olan bürokratların girişimlerini engellemişlerdir. Sultan Abdülaziz’in padişahın mutlak gücüne dayalı politikası, o dönemde reform kapsamının genişletilmesinde karşılaşılan aşılması güç engellerden biri olmuştur. Özellikle Abdülaziz ve daha sonra da II. Abdülhamid döneminde anlam bulan, padişahın ‘Aydınlanma’dan bütünüyle uzak mutlakiyetçiliği, mutlak gücün imtiyazlarına herhangi bir sınırlama getirme yolunda güçlü bir engel oluşturuyordu. Bu nedenledir ki, devletin siyasi yönetim şekli, diğer bir deyişle, ilk kez genç Türk aydınları -Yeni Osmanlılar- tarafından ileri sürülen bir sorun olan ülkede yasama ve yürütme yetkilerinin sahip olduğu ayrıcalıklar sorunu, Tanzimat reformunun sürdürülmesinde itici güç olan bürokratlar arasında tepkiye yol açmıştır.
Padişahın sahip olduğu yetkilerin bir anayasa ve meclis yoluyla sınırlandırılması düşüncesi; idari reformların uygulanmasının ülke yararına olacağını düşünen bu bürokratlarca desteklenmiştir. Bu noktada, Tanzimat reformlarının nihai aşamasının, o dönemde reformcu düşüncelere sahip iki gücün bir araya gelmesine tanık olduğu da unutulmamalıdır. Reform hareketine yönelik sosyal zeminin güçlendirilmesi ve genişletilmesi ve bir dizi siyasi dış faktör; ideolojik açıdan Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin uzun vadeli sosyal ve siyasi faaliyetlerine dayandırılan bir anayasa olan 1816 Anayasası’nın ilan edilmesi için uygun koşulları sağlamıştır. Elbette ki, bu başarıda, Midhat Paşa ve başkentteki bürokrasi içinde yer alan müttefiklerinin desteğinin de göz ardı edilemeyecek önemli bir payı vardır.
1816 yılı yazı sonuna doğru, reformcular anayasa taslağının hazırlanması yönünde bir karar alınmasını sağlamışlardır. Bu başarıda, iki unsurun etkisi vardır: Toplumdaki geniş tabanlı halk desteği ve ülkenin bozulan dış siyasi durumu. 1816 yazında, anayasa sorunu heyecanlı tartışmalara neden olmuş ve bu konuyla bağlantılı hususlar başkentteki pek çok gazetenin sayfalarında yer almıştır. Sabah ve Vakit gibi önemli gazeteler anayasa destekçilerinin arkasında yer almıştır.
1876 sonbaharına gelindiğinde, ülkenin dış siyasi durumu Osmanlı İmparatorluğu (Sırbistan ve Karadağ ile yapılan savaşlar, büyük Avrupa devletlerinin gittikçe artan müdahale tehdidi, Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı Balkan eyaletlerinde reform yapılması sorunun çözülmesi amacıyla İstanbul’da yapılacak uluslararası konferansın yaklaşması) için kriz seviyesine ulaşmıştır. Tüm bu iç ve dış faktörler Sultan II. Abdülhamid’i, Midhat Paşa tarafından hazırlanan anayasa taslağını görüşmeyi kabul etmeye zorlamıştır.
Padişah fermanıyla, bir anayasa taslağının hazırlanması amacıyla kurulan komisyon; 16’sı üst düzey yetkililer, 10’u din adamları ve 2’si de askerler olmak üzere toplam 28 kişiden oluşuyordu. Padişah ve danışmanları, kurulan bu komisyonun anayasal reformlarla ilgili her türlü düşünceyi reddedeceği ya da monarşinin sınırsız gücünün devam edeceği bir taslağı kabul edeceği hususunda ikna olmuşlardır. Ancak, anayasal düşünceler öylesine popüler olmuşlardır ki, komisyon başkanı Midhat Paşa ve destekçileri, komisyon üyelerinin büyük çoğunluğunun desteğini almak hususundaki tartışmayı kazanmışlardır. Bununla birlikte Midhat Paşa, tartışmaya açılan taslakların en radikali olan kendi taslağının kabul edilmesi için gerekli onayı komisyondan alamamıştır; zira bu taslak, meclisin yetki ve işlevlerini önemli ölçüde genişletirken padişahın sahip olduğu yetkilere gerçek sınırlamalar getirmiş ve açılacak olan meclise belli başlı yasama yetkileri vermiştir. Osmanlı padişahının yetkilerine sınırlama getirilmesine karşı olanlar, bu taslak karşısında, Sultan II. Abdülhamid’in başkatibi Said Bey tarafından hazırlanan bir karşı taslak sunmuşlardır. Bu belge, padişahın mutlak sınırsız haklarını ve bu hakların parlamenter bir rejim altında dahi dokunulmaz olduğunu vurgulamıştır.
Komisyon, çalışmalarını ateşli tartışmaların yaşandığı bir ortamda sürdürmüştür. Komisyon üyeleri yalnızca anayasa taslakları üzerinde çalışmakla kalmamış aynı zamanda, anayasal monarşileri tanımlayan yüzlerce doküman üzerinde de çalışmalar yapmışlardır. Nihai anayasa taslağının oluşturulması sırasında, başta Fransa ve Belçika’nın kullandığı anayasalar olmak üzere, Avrupa ülkelerindeki anayasa uygulamaları ile ilgili önemli hükümleri de göz önünde bulundurmuşlardır. Tüm bu çalışmalar sonucunda ortaya çıkan anayasa taslağı, yüzlerce farklı kaynaktan alınan fikirlere dayandırılmıştır.
Komisyon, çalışmalarını 20 Kasım 1876’da tamamlamıştır. Komisyon Başkanı Midhat Paşa taslak anayasayı Sultan II. Abdülhamid’e sunmuştur. Padişah, padişahın sahip olduğu hakların yer aldığı bölümün yeniden yazılması gerektiğini belirterek taslak anayasaya yönelik memnuniyetsizliğini ifade etmiştir. Aralık ayının başlarında taslak anayasa, padişahın emriyle, Midhat Paşa destekçilerinin az sayıda olduğu kabinede tartışmaya açılmıştır. Ateşli tartışmalar sonucunda, kabine, padişahın sahip olduğu hakları sınırlayan her türlü hükmün taslak anayasadan çıkarılması kararına varmıştır. Tüm bunlara karşın, padişah ve danışmanları bununla da yetinmeyerek, bir anayasanın ilan edilmesini önleyebilmek için her türlü çabayı göstermişlerdir.
Aynı dönemde, dış siyasi etkenlerin de olayların gidişatında önemli bir rol oynadıkları görülmektedir. Güç dengesi, 11 Aralık 1876 tarihinden itibaren meşrutiyetçilerin lehine dönmeye başlamıştır. Bu, Avrupa’nın güçlü devletlerinin de katıldığı, İstanbul’da gerçekleştirilen bir toplantıda Bosna-Hersek ve Bulgaristan’a özerklik verilmesi hususunu tartışmaya başladıkları tarihtir. Toplantının tümüyle uluslararası denetim altında yapılması amaçlanıyordu. Aralık ayı sonuna kadar süren toplantıda, Türk delegelerinin, istisnai önlemleri almaması durumunda, Avrupa devletlerinin imparatorluğun işlerine resmi olarak karışma hakkını kabul etmeye zorlanacakları açıkça ifade edilmiştir.
Bir anayasanın ilan edilmesi yoluyla İstanbul konferansını engelleme girişimi anayasa destekçileriyle anayasaya karşı çıkanların bir araya gelmesini sağlamıştır. Ancak, bu yöntem farklı amaçlar için de kullanılmıştır. Midhat Paşa ve destekçileri için önemli ve öncelikli olan, uluslararası müdahale tehdidinin engellenmesi ve sonrasında anayasanın hükümlerinin uygulamaya geçirilmesi idi. Osmanlı padişahı ve padişahı destekleyen feodal kesim, konferansın engellenebileceği umudunu taşıyordu, fakat uygun bir zamanda, meşrutiyetçilere bir darbe vurmayı da planlamışlardır.
Anayasanın ilanının engellenemeyeceğinin açıkça anlaşılmasıyla, Abdülhamid ve etrafındakiler, 113 no’lu maddeye padişaha, kendisine karşı olanları sürgüne göndermek için gerekli sınırsız hakkı tanıyan bir değişiklik eklenmesi hususunda ısrar etmişlerdir. Bu, meşrutiyetçiler açısından büyük bir sorun olmuştur. Tanıklar, Midhat Paşa’nın madde 113’e yönelik değişiklik önerisi karşısında büyük çabalar sarf etmiştir, ancak divanın baskıları sonucunda boyun eğmiştir.
İstanbul konferansının başlamasından dört gün önce, 19 Aralık günü, padişah, Midhat Paşa’yı sadrazam olarak atamıştır. Bu zoraki bir atamadır. Nitekim, Midhat Paşa’nın bu makama atanmasının arkasında yatan gerçeğin, padişahın güveninden değil, ülkedeki ilerleme yanlısı güçlerin desteği ve Batı Avrupa siyasi çevrelerinde elde ettiği popülariteden kaynaklandığını anlaması uzun sürmemiştir. Midhat Paşa’nın sadrazamlığa atanmasının, o dönemde, Londra ve Paris borsalarında, Türk ulusal para biriminin yükselişe geçmesine vesile olması sürpriz değildir.
Anayasanın akıbetine, 22 Aralık 1876 tarihinde, ilan edilmesinden yalnızca birkaç saat önce, tartışmalı bir kabine toplantısında karar verilmiştir. Bu toplantıda, bir grup nazır bir kez daha anayasanın ilan edilmesine karşı çıkmışlardır. Midhat Paşa görüşlerini başarıyla savunmuş; ve kabinenin derhal anayasanın ilan edilmesine yönelik karar vermemesi durumunda istifa edeceği tehdidinde bulunarak kabineyi bu kararı almaya zorlamıştır. İstanbul konferansının arifesinde Midhat Paşa’nın istifa etmesi, devleti zor bir duruma sokacağından, anayasa karşıtı olanlar, geri çekilmeye zorlanmıştır.
Anayasanın ilan töreni, 23 Aralık 1876 tarihinde, sarayın önündeki meydanda gerçekleştirilmiştir. Uluslararası toplantıya katılan temsilcilerin bulunduğu odada top sesleri duyulur duyulmaz, Türk temsilcisi söz alarak Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi durumunda önemli bir değişime vesile olacak bir olayın gerçekleştiğini ilan etmiştir. Ancak Avrupalı devletlerin temsilcileri, Türk delegesinin, konferansın varoluş amacını oluşturan koşulların ortadan kalktığı yolundaki iddiasını reddetmişlerdir. Avrupa devletleri, yeni anayasayı Balkan eyaletlerinde uygulanacak reformların bir garantisi olarak tanımayı reddetmişlerdir.
Öyleyse bu ‘beklenmeyen’ anayasanın tarihi önemi nereden kaynaklanmaktadır? Öncelikle, bu anayasa, modern Türk tarihinin en önemli belgelerinden biridir. 1876 Anayasası, her ne kadar Osmanlı padişahının haklarını sınırlamada başarısız olmuş olsa da, belli özgürlüklerin (kişi ve mülk dokunulmazlığı, basın özgürlüğü) ilanı ve parlamenter sistemin kabulü ileriye dönük önemli bir adım olmuştur. Anayasa, bireysel özgürlük ve Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan tüm bireylerin dini inançları gözetilmeksizin kanun önünde eşit olma hakkını güvence altına almıştır. Dahası, bu anayasa padişahın bütün tebaasını Osmanlı, imparatorluğun resmi dilini ise devlet hizmetinde bilinmesi gereken Türkçe olarak ilan etmiştir. Meclis-i Mebusan’da yapılan tüm tartışma ve toplantıların dilinin Türkçe olması gerektiği ilan edilmiştir. Bu anayasa bir yandan inanç özgürlüğünü garanti altına alırken, diğer yandan da imparatorluğun resmi dininin İslam olduğunu ilan etmiştir.
Anayasaya göre, iki meclisli (ömür boyu atanmış üyelerden oluşan bir senato ve imparatorluğun erkek nüfusunun seçtiği bir meclis-i mebusan) parlamentonun rolü önemsizdi. Meclis-i Mebusan, maliye ile ilgili yasalar ve anayasa değişikliklerini tartışma ve kabul etme ile bütçeyi onaylama haklarına sahip bir organdı. Senato ise, Meclis-i Mebusan’dan çıkan yasaları reddetme hakkına sahip olan organdı. Sonuçta anayasa, Osmanlı padişahını kanun önünde tüm sorumluluklarından bağımsız kılarak sultanın dokunulmazlık ve mukaddeslik haklarını ilan etmiş ve sultanın sahip olduğu hakları “tüm Osmanlıların” hükümdarı unvanıyla tanımlamıştır. Bu anayasayla birlikte, Osmanlı padişahının hak ve yetkileri, nazırları atama ve görevden alma, uluslararası anlaşmaları imzalama, savaş ve barış ilan etme, ülkenin silahlı kuvvetlerinin mutlak kumandanlığını yerine getirme, meclisten çıkan kanunları onama ve meclisi toplantıya çağırma ve dağıtma olarak belirlenmiştir. Midhat Paşa’nın önerdiği taslak anayasa içerisinde yer alan padişahın hak ve yetkilerine getirilen önemsiz sınırlamalardan geriye kalan tek hüküm, meclisin dağıtılması durumunda, padişahın altı ay içerisinde yeni bir meclis seçimine gitmeye zorlanmasını öngören hükümdür.
İlk Türk anayasası, nüfusun büyük bir çoğunluğu tarafından, eğitim ve kültür seviyesi göz önüne alındığında, özellikle de Müslüman kesimlerce, bu tür bir reform hiçbir şey ifade etmediği için sönük karşılanmıştır. Zira, bu dönemde nüfusun büyük çoğunluğu, ‘anayasa’ ve ‘meclis’ kelimelerini ne bildi ne de anladı. Bir dizi vilayette yaşayan insanların bir bölümü, bu anayasaya, tümüyle donuk bir edayla olmasa da öfkeyle karşılık vermişlerdir. Tutuculuk taraftarı olan gericiler, toplumun cahil kesimleri arasında, bu anayasanın “inançsızların eseri” olduğu düşüncesini yaymışlardır. Anadolu vilayetlerindeki yaygın kanı, anayasanın, keyfiyet ve gücün istismarını ortadan kaldırmayacağı yönünde olmuştur. İmparatorluk sınırları içerisinde yaşayan ve padişahın boyunduruğundan çıkmak isteyen nüfusun Türk olmayan kesimi, bu anayasayı büyük bir güvensizlikle karşılamışlardır.
1876 Anayasası’nın ömrü çok uzun olmamıştır. İstanbul konferansının bitmesinin ardından, Sultan II. Abdülhamid, 1877 yılının Şubat ayında, anayasal reformun arkasındaki esas gücü, sadrazamlık görevinden almıştır. Midhat Paşa, meşum 113. maddenin ilk kurbanı olarak padişah fermanıyla, Osmanlı İmparatorluğu’ndan sürülmüştür. Sonrasında, yine aynı dönemde, anayasanın başlıca destekçileri de, başkentten sürülmüştür.
Tüm bunlara karşın 1876 Anayasası, imparatorluğun içinde bulunduğu sosyal ve siyasi hayatına kazandırdığı kayda değer katkılar göz önüne alındığında, son derece önemli siyasi bir olaydır. Bu anayasayla, Türk tarihinde ilk defa, başkentte bir meclis toplanmıştır. 1877-1878 yılları arasında Osmanlı-Rus Savaşı başlamış ve Meclis-i Mebusan iki kez toplanmıştır. Anayasal hareketin büyük bir yenilgiye uğraması ve temelde, liderini yitirmiş olması gerçeğine rağmen, Meclis-i Mebusan, merkezi sistemi ve yargı uygulamalarını, il yönetimindeki yetkililerin keyfiliklerini ve üst düzey yetkililer tarafından yapılan tacizleri sert bir dille eleştirmiştir. 1877 yılının Mayıs ayında meclis, hükümetten, ordunun uğradığı mağlubiyetini hesabını sorma cesaretini göstermiştir. 1878 yılının Ocak ve Şubat aylarında ise meclis, lisansların verilmesindeki gecikmelerden memnun olmayan sanayi girişimcilerinin şikayetlerini tartışırken, mebuslar, sadrazam ve birçok nazıra güvensizlik oyu vermeyi dahi önermişlerdir. Bunun üzerine, padişah kabineyi değiştirmeye zorlanmıştır.
Rus ordusu, İstanbul’a girme tehdidinde bulunduğunda, Meclis-i Mebusan Sultan II. Abdülhamid’in oturumun kapatılmasından bir ay önce meclisi dağıtması ve parlamentonun pek çok üyesini başkentten sürmesi karşısında, hükümetin bu faaliyetlerini sert bir dille eleştirmiştir. Parlamentonun dağıtılması (14 Şubat 1878) meşrutiyetçilerin yenildiğinin bir işaretidir. Buna karşın, padişahın, bu işi, anayasayı iptal etmeye kadar götürmediği ve anayasanın adının, yıllık hükümet dokümanları içerisinde uzun yıllar boyunca geçtiği de söylenmektedir.
Anayasal hareketin gücünün toplum üzerindeki etkisi büyüktür. Öyle ki, abartmaksızın padişah ve bürokrasinin üst kademelerindekiler bile, toplumun meşrutiyetçilere sağladığı destekten korkmuşlardır. Parlamentonun dağıtılması ve 1876 Anayasası’nın askıya alınmasından hemen sonra, Sultan II. Abdülhamid, istibdat rejimini uygulamaya koymuştur. Terakkiperver güçler tarafından yeni bir kampanyanın başlatılması endişesi, Sultan II. Abdülhamid’i özgür düşünceye ilişkin her türlü ifadeye karşı acımasız önlemler almaya sevk etmiştir. Padişah ve danışmanları, daha önceki deneyimlerine dayanarak, bürokrasinin mutlakıyetçilik ve keyfiyetiyle mücadele etme yetisini haiz toplumdaki bu güçlerin yeniden canlanacağı endişesi içerisine girmişlerdir.
Anayasanın ilan edilmesi ve parlamentonun kurulması, her ne kadar reform mücadelesinin mantıklı sonuçları olsalar da, siyasi anlamda, ‘olgunlaşmamış bir elma yemekten’ öteye geçememiş ve sosyal ve ekonomik ön koşuldan yoksun kalmıştır. Bu ‘olgunlaşmamış elmayı yemek’, ülkenin daha da gerilemesine yol açmıştır. (Birinci) Meşrutiyet padişahı II. Abdülhamid’in (1876-1909) saltanatı, Türk tarihine, padişah ve saray efradının ülkeyi tam bir keyfiyet içinde yönettiği bir zulüm dönemi olarak yazılmıştır. Peki bu, tarihin pek çok paradoksundan biri midir? Öyle görünüyor.
Gerçekte bu durumun çok daha basit bir açıklaması vardır. Herşeyden önce, 1876 Anayasası reformcuların mutlakıyetçilik karşısında büyük bir zafer kazanmasına vesile olan tarihi koşulların bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Anayasa ile parlamentonun kısa ömrü, bir şekilde bu iki kavramın Osmanlı İmparatorluğu’ndaki vakitsizliğini açığa vurmuştur. Ülkenin siyasi gelişimi için ilan edilen bu anayasa, ülkenin sosyo-ekonomik gelişiminin karşısına çıkmıştır. Dahası, anayasa ve parlamento kavramları; eski sistemin ve padişahın ne denli güçlü olduğunu da gözler önüne sermiştir. Anayasal reformu imparatorluğun süregelen çöküşünü engellemede kullanamayan Osmanlı padişahı, zalim bir istibdat rejimi kurmuştur. Diğer bir deyişle, reform mücadelesi başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Yine de, bu siyasi mücadele sonucunda reformcuların elde ettiği deneyim, yüzyılın başlarında padişahın hak ve yetkilerinin sınırlandırılması yönünde Genç Türkler tarafından gerçekleştirilen hareketin önünü açmıştır. Osmanlı devletinde can çekişen reformcu oluşum dönemini kapatan 1908 devrimiyle, başarısız reformlar ve sabit fikirli tutuculara ilişkin son nokta konulmuştur.
Sonuç olarak, 1876 Anayasası’nın tarihsel rolünü incelerken, bu anayasanın uluslararası önemini de göz önünde bulundurmak gerekir. Bu, özel bir araştırma gerektiren tamamen ayrı ve önemli bir diğer konudur. Yine de, Türk meşrutiyetçilerinin 1860-70’li yıllarda öne sürdüğü düşüncelerin pek çok Doğu devletinde liberal-reformcu akımlar üzerinde etkili olduğu da rahatlıkla söylenebilir. Özellikle özgürlük ve meşrutiyetçilik gibi kavramlar; 1880-90’lı yıllarda, Türkiye’deki toplumsal gelişim ve anayasal hareketlerden önemli ölçüde etkilenen Arap aydınlarını cezbetmiştir.
İlk meşrutiyetçilerin tarihsel rolünü değerlendirirken, başta Midhat Paşa ve Namık Kemal olmak üzere, bu grubun öncülerinin; adları bir milletin hafızasına kazınan, toplumun ilk önde gelen ilerici siyaset adamları olduğunun unutulmaması gerekir. Zira, günümüz Türkiye’sinde, bu isimleri duyup da toplumun ve devletin ileriye dönük gelişme göstermesi için verilen mücadeleyi hatırlamayacak eğitimli bir insan bulmak oldukça zordur.
Rusya Bilimler Akademisi Şarkiyat Araştırmaları Enstitüsü / Rusya
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 12 Sayfa: 899-908